Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Abide şahsiyet Ali Haydar efendi.. (1 Kullanıcı)

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
Abulhamid han. sonrası devir, komploları ve hileleriyle tam bir eşkıya cennetiydi. İttihatçı birkaç medreseli dilediği gibi Fetvahane’ye Meclis-i Meşayihe, ve hatta Meşihat’e bile müdahale edebiliyordu. Sürekli “şeyhülislam”lar değişiyor, medreseler hür bir ortamda çalışamıyordu.

işte bu dönemde ali haydar efendi ye yapılan bir teklif...

Şeyhulislam Ol!

Devlet ehramının İttihatçılar elinde tepetaklak olduğu günlerde (1914 yılı) Talat Paşa, Hüseyin Cahit ve daha birkaç kişi Ali Haydar Efendi’yi ziyarete gidip ona şeyhülislam olmayı teklif ettiler. Hiç düşünmeden kabul edeceğini düşünüyorlardı. Hak’kı tanımayanlar, aşkı yaşamayanlar her şeyin önüne makamı koymuşlardı. Bol paralı Bağdat kadılığını, zindanda kırbaç yemeye tercih eden İmam-ı Azam duruşunun kadim zamanlara gömüldüğünü zannediyorlardı. Fakat yanıldılar. Ali Haydar Efendi’nin: “Zulmü payidar eden idarenize, zihniyetinize mi şeyhülislam olmamı istiyorsunuz? Şu birkaç odalı zaviyemi sizin “göz yaşı dolu” sarayınıza nasıl tercih ederim?” ifadeleriyle mukabelede bulunması karşısında irkildiler.
Aşkın şakası mı olurdu? İttihad-ı İslam yolunda Abdulhamid’le aşk nikahı kıyan İsmet Garibullah Hazretleri’nin bağlısı nasıl olurdu da İttihatçılarla birlikte çalışırdı. Takiyyenin, ruhsatın olduğu yerde aşk nasıl yaşardı?
Ali Haydar Efendi, Şeyhülislam olmayı reddetti. Çünkü biliyordu ki; Kur’an-ı okuyup ALLAH Teala’yı, Hadis-i Şerifleri okuyup Resulullah’ı (s.a.v.) dinlemeyenler elbette O’nu da dinlemeyecekti. Zaten İttihatçılar sözü dinlenecek bir şeyhülislam değil söz dinleyecek bir şeyhülislam arıyorlardı. Fakat yanlış bir kapıyı çalmışlardı. Karşılarına yamalı elbiseyle, altın tahtta oturan sultanlara kafa tutan Ebu Zer Meşrebli bir alim çıkmıştı. Ne şöhreti ne de korkuyu tanıyordu. Ahlaki değerlerin, İslami mefhumların erozyona uğradığı bir çağa tekrardan kadim zamanların vakarlı duruşunu taşıyordu.
Linç Kampanyası
İttihatçılar, tekliflerinden birkaç gün sonra, “Tanin” Gazetesinde Hüseyin Cahit imzasıyla Ali Haydar Efendi’yi haber yaptılar. Yazdıkları makalelerde ona saldırdılar. Çünkü İttihatçılar nezdinde O artık bir mürteciydi. Zamanın yürüyüşüne karşı direniyordu. Bütün bunların üstüne Abdulhamid’i istiyor, Onun hakkını dava ediyordu.
Büyük Veli saldıranlara karşı hal diliyle “Ben tahttan inip, tabuta binen şahlardan değilim, benim manevi saltanat tabutum üzerinde ‘halidine fîha ebeda’ yazar.” diyordu, fakat kim anlardı?! Tekke İşgal Ediliyor
İttihatçılar, Ali Haydar Efendi’ye karşı başlattıkları linç kampanyasını basın cephesinin yanı sıra devlet idaresine de taşıdılar. Üstadın Fetvahane’deki çalışmalarını engellemek için ellerinden ne geldiyse yaptılar. Bütün bunlardan daha önemlisi onun manevi nüfuz alanını yok edebilmek için tekkesini işgal ettiler..

devamı var....


bu konunun hepsini birden eklemiyorum, zira çok uzun olur ve okunmaz.. bu yüzden peyderpey ekliyorum..ve konu da bütünlük bozulmasın diye her eklediğimi buraya da ekliyorum..

devam'ı......

Onun tekkedeki vazifesi 1914 tarihinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin vefatıyla başlamıştı. Büyük Veli vefatı esnasında O’nu işaret etmişti. Tekke’nin vakfiyesine göre de tekkeye bağlı Halife ve Müritlerin seçeceği Post-nişinin şeyh olarak tayin edilmesi gerekiyordu.
İsmet Efendi’nin işaretini dikkate alan Halife ve müridanın biatlarıyla seçilen, seçildiğini gösteren ve müntehiplerce mühürlenen seçim mazbatası Meclis-i Meşayih’e takdim edildi. Fakat İttihatçıların devreye girmesiyle yapılan seçim, vakıf şartı ve Meclis-i Meşayih nizamnamesi dikkate alınmadı. Ali Haydar Efendi’nin makamına tekkeyle hiçbir alakası olmayan Mustafa Haki Efendi adında bir İttihatçı atandı.
Üstat, klas duruştan taviz vermemenin bedelini ödüyordu. Fakat bütün bu olanlar “Büyük Veli”yi yıldıramadı. Ayrılık tam beş yıl devam etti. Ya da işgal beş yıl sürdü. Bu zaman zarfında çok defa Meşihat’a, Meclis-i Meşayih-e müracaat edildi. Ne ki kimse gaspedilen hakkı iadeye yanaşmadı. Ali Haydar Efendi ve ihvanı sürekli tehdit edildi.
Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin, hemşerisi olan gasıp ittihatçıyı Meclis-i Meşayih’e üye olarak tayin etmesi işgale bir parça meşruiyet kazandırdı. Tekkeyle alakalı bütün müzakerelere Tokat Mebusu sıfatıyla Mustafa Haki Efendi katılırken, tekkenin gerçek şeyhi kâh cami köşelerinde, kâh evinde “Hatme-i Hacegan-ı” icraya mecbur edildi.
İttihatçılar bir zamanlar ilmine hayran olduklarını söyledikleri Ali Haydar Efendi’ye karşı etkin bir baskı lobisi kurdular. Bu durum tekke bağlıları arasında ciddi manada huzursuzluğa sebep oldu. Ali Haydar Efendi’nin bağlılarından Hafız Halil Sami Efendi 1919 yılında Padişah’a hitaben yazdığı dilekçe ile işgali bizzat saraya intikal ettirdi. Padişah’ın devreye girmesiyle, Ali Haydar Efendi’nin post-nişinliği “irade-i seniyye-i padişah-i” ile iade edildi.
İşgalin Öyküsü
İşte buyurun Hafız Halil Sami imzasıyla saraya taşınan ve ana hatlarıyla gaspın öyküsünü anlatan dilekçenin metni: “Padişah’ın en yüce makamına,
Cenab-ı Hak ve Kadir-i Mutlak Hazretleri Padişah’ın ömür ve afiyetlerini ziyade ve en son güne kadar saltanat makamını ebedi kılsın. (Amin!)
Peygamberlerin Efendisinin (s.a.v.) hürmetine Sultan Abdulmecid Han Hazretlerinin türbelerinde her Cuma gecesi on mürit ile “Halidi adabı” üzere “Hatm-i hacegan” icra eylemekle görevlendirilen Sultan Selim Camii yanında Cebecibaşı Mahallesinde Yüce Nakşibendi Tarikatının Halidi Şeyhlerinden Şeyh Mustafa İsmet Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin vakıf ve ihya buyurdukları “Halidi Dergahı”nın şeyhlik cihetine, kendilerine mensup halife ve müritlerin seçeceği bir zatı kendilerine şart ve tahsis buyurmuşlardır.
1330 (1914) senesinde Meşihat cihetine vakfın şartına istinaden mezkür cihetin hakkı ile şart koşulmuş olan ve Şeyh İsmet Efendi Hazretleri’nin (k.s.) halifelerinden Şeyh Halil Nurullah Efendi Hazretleri-’nin (k.s.) halifesi Şeyh Ali Rıza Efendi Hazretleri’nden (k.s.) müstahlef; ahlakı, sireti, zahir ve batın ilimlerindeki dirayeti, İhvan’ın terbiyesinde ehliyeti müsellem ve Şeyh Ali Rıza Efeni Hazretlerinin (k.s.) irtihalinde işaret olunan vakfı silsilesine mensup hemen bütün ihvan ve müridanın kendilerine biatle itimada mazhar-ı merci ve melce olmuş ve o Hazrete mensup mürid ve talebelere Nakşibendiye-i Halidiye-i İsmetiyye Tarikatı’nı tal’im, saliklere terbiye, Hatm-ı Hacegan ve seyr-i sülük hizmetlerini aşağıda arz olunacağı üzere dört seneden beri hanelerinde ve cami köşelerinde devam ve ifa zaruretinde kalmış Hazreti İsmet’in yegane mümessili bulunan Şeyhimiz ve bugün fetvahanede teşekkül etmiş “Muhitu’l Fetava Heyeti” riyasetinde bulunan reşadetlü, faziletlü Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne tevcihine dair şart-ı vakıf mucibi bütün halife ve müridlerin mühürleri ile mühürlü intihab mazbatamızı Meclis-i Meşayih-e takdim etmişken; Meclis-i Meşayih’ce şartı vakıf hiç nazar-ı dikkate alınmayarak müşarünileyhin tarikat silsilesinden hariç sabık Tokat Mebusu Mustafa Haki Efendi’ye intihabsız tevcih etmişlerdi. Dört seneden beri devam eden çalışmamızın neticesi muamele Şura-i Devlet’ten, Fetvahane’den edilen suallerle bir sene evvel yine Meclis-i Meşayih’ce mezkûr dergah’ın “Mustafa Haki Efendi”ye hilafetinin tevcihi şer’ ve kanuna göre yok hükmündedir.” cevabı verildiği halde bir seneden beri mezkûr dergahta gayr-ı meşru, fuzuli ikamet ettiği gibi sonradan, sabık Şeyhülislam Tokatlı Mustafa Sabri Efendi’ye iltica edip kendisini Meclis-i Meşayih’e aza tayin ettirip bu vasıta ile bu meşru olmayan hareketlerini devam ettirdiği ve mezkûr dergah bir seneden beri Meclis-i Meşayih’ce mahlul ve şart-ı vakıf mucibince intihabnamemizle gerçek sahibi varken kendisinin şer’an ve kanunen bütün müzakerelerde hariç kalması lazım olduğu halde hazır bulunup türlü desiseler ve tehditlere apaçık olan hakkımızı bu güne kadar sürüncemede bıraktığı ve işaret olunan vakfa mensup ihvan ve müritlerin ötede beride perişan olmalarına vesile olduğunu büyük bir üzüntü ve kederle yüce Makamlarına arz ve ibla’ ve hadisede mukaddes Zatları da alakadar bulunduğunda Meclis-i Meşayih de bu sarih hakkımızı senelerce sürüncemede kalması ile üzüntüyü içine alan bir hal kesbeden mezkûr dergahımızın biran evvel bu gasplardan kurtarılması ve hak sahibi ve ehli olan, intihap olduğu arz olunan Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne tevcih ve teslimi hususunun emir ve irade-i Şehriyarı kemal-i tazarru’ ile niyaz ve istirham olunur. Bu hususta ve her halde padişahın emir ve iradesi Efendimiz Hazretleri’nin-dir.” 15 Muharrem 1338/11 Teşrin-i evvel 1335 (24 Ekim 1919)…
el-Fakir el-Hac Hafız Halil Sami Kulları.


devamıdır...

**Gasp Edilen Hakkın İadesi

Gasp edilen İsmet Efendi Tekkesinin Ali Haydar Efendiye iadesini talep eden dilekçeye, 19 gün sonra “padişah baş katibi Ali Fuad” imzasıyla aşağıdaki tezkere gönderildi:
“Sultan Selim Camii civarında Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Halidi Dergahı’nın kurucusu Şeyh İsmet Efendi’nin vefat tarihinden beri mezkur dergahın şeyhliğine müridler tarafından intihap olunan zatın tayini usulüne riayet olarak sonradan inhilal eden post-nişinliğe de icap eden usul üzere Fatih muciz dersiamlarından fetvahanede “Muhitu’l-Fetva Hey’eti” reisi Ali Haydar Efendi intihab olunmuşken vaki’ olan intihab nazarı itibara alınmaksızın diğeri tayin kılındığından bahisle eski usulün muhafazası istidadına dair Hafız Halil Sami imzası ile padişahlık makamına takdim olunan dilekçe Padişah tarafından görüldü. Halidi Tarikatı’na mensup Meşihat cihetlerinin inhilalinde Meşihat hizmetine tayin olunacakların müritler tarafından intihabı tarikatların usulü icabında bulunmuş olduğundan, bu şekil vakıf şartına da muvafık olduğu takdirde mezkûr dergahın şeyhliğinin seçimi durumunda eski usulün değiştirilmesi cihetine gidilmesi muvafık olamayacağı mülahaza buyrularak, yukarıda zikredilen dilekçe tetkik edilerek icap eden durumun ifası zımmında Padişah’ın emri ve fermanı ilave olunarak Şeyhülislamlık Makamı’na gönderildi. Bu hususta emir ve ferman, emir sahibi olan Padişah Hazretleri’nindir. 5 Sefer 1338/30 Teşrin-i Evvel 1335 (13 Kasım 1919).
Ser-katib-i hazreti Şehriyari Ali Fuad”
Meşihatla, Meclis-i Meşayih arasındaki gerekli işlemler sonuçlanınca, gasp edilen Tekke zamanın “Büyük Velisine” tekrardan iade edildi.
 

s.s.s

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Şub 2008
Mesajlar
2,871
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
46
selamun aleyküm, böylesine değerli bir şahsiyeti tanıtan paylaşımınız için ALLAH razı olsun.
oyun,şarkı gibi konuların arasından okuyabilinecek ve faydalanabileceğimiz bir konuyu açtığınız içinde ayrıca teşekkür ederim.
emeğinize sağlık,selametle.
 

Nur_u Secde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Eki 2007
Mesajlar
5,181
Tepki puanı
3,537
Puanları
163
Yaş
46
selamün aleyküm.yazınızı okuyunca nerde şimdi böyle mübarek insanlar deyip iç geçirdim.devamını bekliyoruz.Allah razı olsun.
 

ping_pong

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Haz 2008
Mesajlar
691
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
selamun aleykumm


paylasımm cok güzell heyecanla devamını beklıyorumm ....
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
selamun aleyküm, böylesine değerli bir şahsiyeti tanıtan paylaşımınız için ALLAH razı olsun.
oyun,şarkı gibi konuların arasından okuyabilinecek ve faydalanabileceğimiz bir konuyu açtığınız içinde ayrıca teşekkür ederim.
emeğinize sağlık,selametle.

ve aleyküm selam..mevla cümlemizden razı olsun...okuduğunuz için ben teşekkür ederim..


selamün aleyküm.yazınızı okuyunca nerde şimdi böyle mübarek insanlar deyip iç geçirdim.devamını bekliyoruz.Allah razı olsun.

ve aleyküm selam..inanın şimdi de aynı kalitede kamil mü'minler var..sayıları azda olsa var..mevla cümlemizden razı olsun...


Bir gün bir sohbette bulunmaktaydım hocaefendilerden birisi Ali haydar efendi hazretlerini anlayordu büyük bir zaatlardan biriydi efendi hazretleri... Müritlerden birisi Ali haydar efendinin gözlerine sanki bir suç işlemiş gibi bakmakta idi. Bunu anlayan efendi hazretleri bir sıkıntısının olup olmadığını sorar müride, Mürit vergi dökümanlarını hocaefendi hazretlerine gösterir. Deftere bakan hoca hazretleri zekâtı vergi parasına saymış zekâtını vermemiş. Efendi hazretleri görür görmez öfkelenmiş nasihatte bulunmuş, Zamanın birinde bir zaat yönetimde imiş o zaatın yaptırmış olduğu bir köprü çökmüş ve çöken köprünün üzerinden geçen bir keçininde bacağı kırılı vermiş... Haydar efendi hazretleri o keçinin bacağının hakkıbile yöneticiden sorulacak deyince mürit kan, ter içinde kalmış gelecek yıl zekat vermeyen mürit tekrar Ali haydar efendi hazretlerinin huzuruna çıkmaya hazırlanırken vergi defterinde yine hile yaparak zekâtı birbirine karıştırmış bu defada anlamaz demiş çünkü ona kadın butu gibi but götürüyorum demiş ve Ali Haydar Efendi Hazretlerinin huzuruna çıka gelmiş. Efendi hazretlerine buyurun efendim demiş, Keskin bir bakışla biz bunu alamayız demiş, mürit sormuş neden efendim. Ali haydar efendide zira o senin kadınının but'u bize haramdır demiş...O kadar büyük bir zaat ki insanların gece ne niyetle yattıklarını okuyabilecek derecede evliya olarak yaşam sürmüş...O zaatı anlatmaya kelimeler bile yetmiyecektir ki benim gibi bir acizin ne hattine.. Allah ondan razı olsun şefaatine nail eylesin. Kevser havuzunda buluştursun inşallah..

Paylaşım için teşekkür ederim Allah c.c. razı olsun emeğine sağlık kardeş selam ve dua ile

selamün aleyküm efendi kardeşim...katkınız için sağolun..mevla teala cümlemizden razı olsun...

selamun aleykumm


paylasımm cok güzell heyecanla devamını beklıyorumm ....

ve aleyküm selam..devamı gelicek inşaallah..Allah'ın bir veli kulunun hayatına değer verdiğiniz için Allah'ta katında sizi değerli kılsın..
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
konunun devamıdır....
Onun tekkedeki vazifesi 1914 tarihinde Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin vefatıyla başlamıştı. Büyük Veli vefatı esnasında O’nu işaret etmişti. Tekke’nin vakfiyesine göre de tekkeye bağlı Halife ve Müritlerin seçeceği Post-nişinin şeyh olarak tayin edilmesi gerekiyordu.
İsmet Efendi’nin işaretini dikkate alan Halife ve müridanın biatlarıyla seçilen, seçildiğini gösteren ve müntehiplerce mühürlenen seçim mazbatası Meclis-i Meşayih’e takdim edildi. Fakat İttihatçıların devreye girmesiyle yapılan seçim, vakıf şartı ve Meclis-i Meşayih nizamnamesi dikkate alınmadı. Ali Haydar Efendi’nin makamına tekkeyle hiçbir alakası olmayan Mustafa Haki Efendi adında bir İttihatçı atandı.
Üstat, klas duruştan taviz vermemenin bedelini ödüyordu. Fakat bütün bu olanlar “Büyük Veli”yi yıldıramadı. Ayrılık tam beş yıl devam etti. Ya da işgal beş yıl sürdü. Bu zaman zarfında çok defa Meşihat’a, Meclis-i Meşayih-e müracaat edildi. Ne ki kimse gaspedilen hakkı iadeye yanaşmadı. Ali Haydar Efendi ve ihvanı sürekli tehdit edildi.
Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin, hemşerisi olan gasıp ittihatçıyı Meclis-i Meşayih’e üye olarak tayin etmesi işgale bir parça meşruiyet kazandırdı. Tekkeyle alakalı bütün müzakerelere Tokat Mebusu sıfatıyla Mustafa Haki Efendi katılırken, tekkenin gerçek şeyhi kâh cami köşelerinde, kâh evinde “Hatme-i Hacegan-ı” icraya mecbur edildi.
İttihatçılar bir zamanlar ilmine hayran olduklarını söyledikleri Ali Haydar Efendi’ye karşı etkin bir baskı lobisi kurdular. Bu durum tekke bağlıları arasında ciddi manada huzursuzluğa sebep oldu. Ali Haydar Efendi’nin bağlılarından Hafız Halil Sami Efendi 1919 yılında Padişah’a hitaben yazdığı dilekçe ile işgali bizzat saraya intikal ettirdi. Padişah’ın devreye girmesiyle, Ali Haydar Efendi’nin post-nişinliği “irade-i seniyye-i padişah-i” ile iade edildi.
İşgalin Öyküsü
İşte buyurun Hafız Halil Sami imzasıyla saraya taşınan ve ana hatlarıyla gaspın öyküsünü anlatan dilekçenin metni: “Padişah’ın en yüce makamına,
Cenab-ı Hak ve Kadir-i Mutlak Hazretleri Padişah’ın ömür ve afiyetlerini ziyade ve en son güne kadar saltanat makamını ebedi kılsın. (Amin!)
Peygamberlerin Efendisinin (s.a.v.) hürmetine Sultan Abdulmecid Han Hazretlerinin türbelerinde her Cuma gecesi on mürit ile “Halidi adabı” üzere “Hatm-i hacegan” icra eylemekle görevlendirilen Sultan Selim Camii yanında Cebecibaşı Mahallesinde Yüce Nakşibendi Tarikatının Halidi Şeyhlerinden Şeyh Mustafa İsmet Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin vakıf ve ihya buyurdukları “Halidi Dergahı”nın şeyhlik cihetine, kendilerine mensup halife ve müritlerin seçeceği bir zatı kendilerine şart ve tahsis buyurmuşlardır.
1330 (1914) senesinde Meşihat cihetine vakfın şartına istinaden mezkür cihetin hakkı ile şart koşulmuş olan ve Şeyh İsmet Efendi Hazretleri’nin (k.s.) halifelerinden Şeyh Halil Nurullah Efendi Hazretleri-’nin (k.s.) halifesi Şeyh Ali Rıza Efendi Hazretleri’nden (k.s.) müstahlef; ahlakı, sireti, zahir ve batın ilimlerindeki dirayeti, İhvan’ın terbiyesinde ehliyeti müsellem ve Şeyh Ali Rıza Efeni Hazretlerinin (k.s.) irtihalinde işaret olunan vakfı silsilesine mensup hemen bütün ihvan ve müridanın kendilerine biatle itimada mazhar-ı merci ve melce olmuş ve o Hazrete mensup mürid ve talebelere Nakşibendiye-i Halidiye-i İsmetiyye Tarikatı’nı tal’im, saliklere terbiye, Hatm-ı Hacegan ve seyr-i sülük hizmetlerini aşağıda arz olunacağı üzere dört seneden beri hanelerinde ve cami köşelerinde devam ve ifa zaruretinde kalmış Hazreti İsmet’in yegane mümessili bulunan Şeyhimiz ve bugün fetvahanede teşekkül etmiş “Muhitu’l Fetava Heyeti” riyasetinde bulunan reşadetlü, faziletlü Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne tevcihine dair şart-ı vakıf mucibi bütün halife ve müridlerin mühürleri ile mühürlü intihab mazbatamızı Meclis-i Meşayih-e takdim etmişken; Meclis-i Meşayih’ce şartı vakıf hiç nazar-ı dikkate alınmayarak müşarünileyhin tarikat silsilesinden hariç sabık Tokat Mebusu Mustafa Haki Efendi’ye intihabsız tevcih etmişlerdi. Dört seneden beri devam eden çalışmamızın neticesi muamele Şura-i Devlet’ten, Fetvahane’den edilen suallerle bir sene evvel yine Meclis-i Meşayih’ce mezkûr dergah’ın “Mustafa Haki Efendi”ye hilafetinin tevcihi şer’ ve kanuna göre yok hükmündedir.” cevabı verildiği halde bir seneden beri mezkûr dergahta gayr-ı meşru, fuzuli ikamet ettiği gibi sonradan, sabık Şeyhülislam Tokatlı Mustafa Sabri Efendi’ye iltica edip kendisini Meclis-i Meşayih’e aza tayin ettirip bu vasıta ile bu meşru olmayan hareketlerini devam ettirdiği ve mezkûr dergah bir seneden beri Meclis-i Meşayih’ce mahlul ve şart-ı vakıf mucibince intihabnamemizle gerçek sahibi varken kendisinin şer’an ve kanunen bütün müzakerelerde hariç kalması lazım olduğu halde hazır bulunup türlü desiseler ve tehditlere apaçık olan hakkımızı bu güne kadar sürüncemede bıraktığı ve işaret olunan vakfa mensup ihvan ve müritlerin ötede beride perişan olmalarına vesile olduğunu büyük bir üzüntü ve kederle yüce Makamlarına arz ve ibla’ ve hadisede mukaddes Zatları da alakadar bulunduğunda Meclis-i Meşayih de bu sarih hakkımızı senelerce sürüncemede kalması ile üzüntüyü içine alan bir hal kesbeden mezkûr dergahımızın biran evvel bu gasplardan kurtarılması ve hak sahibi ve ehli olan, intihap olduğu arz olunan Ali Haydar Efendi Hazretleri’ne tevcih ve teslimi hususunun emir ve irade-i Şehriyarı kemal-i tazarru’ ile niyaz ve istirham olunur. Bu hususta ve her halde padişahın emir ve iradesi Efendimiz Hazretleri’nin-dir.” 15 Muharrem 1338/11 Teşrin-i evvel 1335 (24 Ekim 1919)…
el-Fakir el-Hac Hafız Halil Sami Kulları.
 

Nur_u Secde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Eki 2007
Mesajlar
5,181
Tepki puanı
3,537
Puanları
163
Yaş
46
Cenab-ı Hak ve Kadir-i Mutlak Hazretleri Padişah’ın ömür ve afiyetlerini ziyade ve en son güne kadar saltanat makamını ebedi kılsın. (Amin!)


amin...Rabbim şefaatine nail olamayı nasip etsin inşallah.Allah razı olsun.
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
devamıdır...

**Gasp Edilen Hakkın İadesi

Gasp edilen İsmet Efendi Tekkesinin Ali Haydar Efendiye iadesini talep eden dilekçeye, 19 gün sonra “padişah baş katibi Ali Fuad” imzasıyla aşağıdaki tezkere gönderildi:
“Sultan Selim Camii civarında Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Halidi Dergahı’nın kurucusu Şeyh İsmet Efendi’nin vefat tarihinden beri mezkur dergahın şeyhliğine müridler tarafından intihap olunan zatın tayini usulüne riayet olarak sonradan inhilal eden post-nişinliğe de icap eden usul üzere Fatih muciz dersiamlarından fetvahanede “Muhitu’l-Fetva Hey’eti” reisi Ali Haydar Efendi intihab olunmuşken vaki’ olan intihab nazarı itibara alınmaksızın diğeri tayin kılındığından bahisle eski usulün muhafazası istidadına dair Hafız Halil Sami imzası ile padişahlık makamına takdim olunan dilekçe Padişah tarafından görüldü. Halidi Tarikatı’na mensup Meşihat cihetlerinin inhilalinde Meşihat hizmetine tayin olunacakların müritler tarafından intihabı tarikatların usulü icabında bulunmuş olduğundan, bu şekil vakıf şartına da muvafık olduğu takdirde mezkûr dergahın şeyhliğinin seçimi durumunda eski usulün değiştirilmesi cihetine gidilmesi muvafık olamayacağı mülahaza buyrularak, yukarıda zikredilen dilekçe tetkik edilerek icap eden durumun ifası zımmında Padişah’ın emri ve fermanı ilave olunarak Şeyhülislamlık Makamı’na gönderildi. Bu hususta emir ve ferman, emir sahibi olan Padişah Hazretleri’nindir. 5 Sefer 1338/30 Teşrin-i Evvel 1335 (13 Kasım 1919).
Ser-katib-i hazreti Şehriyari Ali Fuad”
Meşihatla, Meclis-i Meşayih arasındaki gerekli işlemler sonuçlanınca, gasp edilen Tekke zamanın “Büyük Velisine” tekrardan iade edildi.

Ali Haydar Efendi ve diğerleri… Ona karşı olanlar vicdanlarda her gün yeni bir mahkumiyete uğrarken O, “Yusuf’um” dediği Veli’nin Zaviyesinde hala dünyayı irşada devam ediyor.

Abdulhamid, Ali Haydar Efendi ve aldanmayan bir grup alim, karşıda ise İttihatçılar ve onların aldatıp siyasetlerine hizmet ettirdiği yığınla adam… Hepsine dair asıl hüküm yarın Mahkeme-i Kübra’da verilecek…
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
devamıdır...

Cübbe, takke, sarık bütün bunlar irticaya işaret ediyor, maziye dönmeye çağırıyordu. Surette değişim gerekliydi. Mahalle muhtarından, Cumhuriyet Halk Fırkası çaycısına, köydeki Ahmet Efendi’den, belediye meclisi azasına kadar herkes şapkalı olmalıydı.
Değişimi, damar damar bütün Anadolu’ya taşıyabilmek için kanun gerekliydi. 25 Kasım 1925’te kabul edilen yasaya göre Türk milletinin “umumi serpuşu”nun şapka olduğu resmen ilan edildi. Kanuna muhalif kalan tek kişi Bursa’nın sakallı mebusu Nusreddin Paşaydı.
İhtiyacı karşılayabilmek için devletin son üç yılda yaptığı ihracatından daha yüksek bir meblağ ödenerek İtalya’dan şapka getirtildi. Şapkalar ellişer lira bedelle (ortalama bir memur maaşının iki katı) ve bir yıla yayılan taksitlerle bütün memurlara satıldı.
Şapka giymek, yani değişmek bir talep değil emirdi. Giymemenin müeyyidesi vardı. Başbakan İsmet İnönü’nün imzasıyla bütün vilayetlere emirnameler gönderildi. Dünya tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu. Kanunla bütün millet üniformaya icbar ediliyordu.
Şapkaya Anadolu’nun tepkisi sert oldu. Halk sokaklara indi. Meydanlar protestocularla doldu, şapkayı reddeden gayri memnunlar bir türlü yatıştırılamıyordu. Ankara’ya telgraflar yağmaktaydı. İşte tam bu noktada devreye Ankara İstiklâl Mahkemesi girdi. Siyasi manevralarıyla mahir Başbakan İsmet İnönü’nün bastırmasıyla, idam kararlarını infaz yetkisi şapka davalarına bakacak olan Ankara İstiklâl Mahkemesine verildi. Böylece maznunların üçer beşer darağacına gidiş yolları açılmış oldu.
Ankara İstiklâl Mahkemesinin “şapka kanunu” ile ilgili ilk duruşması 25 Kasım 1925 tarihinde Kayseri’de yapıldı. Kayseri’yi Erzurum, Giresun ve Rize izledi. Bu vilayetlerdeki davalardan bol idamlı kararlar çıktı. Rize duruşması yapılırken “şapka kanununa” muhalefetle ilgili ilginç bir hükme varıldı: Fitnenin! merkezi İstanbul olarak tespit edildi. Başta “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı kitabın sahibi İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, bir kısım İstanbul uleması ve muhafazakâr basın mensupları bu işi tahrik etmişlerdi. Sokaklardaki gayri memnunlar onların eseriydi. İstiklal Mahkemesi elemanlarının diliyle “Heyet-i Fesadiyye” olarak isimlendirilen zümre bir an önce tespit edilip, zapturapt altına alınmalıydı.
Rize davasında ne İskilipli Atıf Hoca’nın ne Ahıskalı Ali Haydar Efendi’nin ve ne de İstanbul ulemasından birinin adı telaffuz edilmişti. Fakat önemli olan mahkeme heyetinin neyi-nasıl önemli görmesiydi. Başbakanlık kanalıyla Rize’deki heyetin İstanbul valiliğine gönderdiği emirle “irticadan maznun İskilipli Atıf Hoca ve rufekasının tevkifi…” acilen talep ediliyordu. Rüfeka’dan ne kastediliyordu. Refik olmanın şartları neydi, nasıl bir çerçeve çizilmişti. Tevkif emrini verenlerden bir zatı şahane, gazetenin birine verdiği demeçte şunları söylüyordu: “Cağaloğlundan Beyazid’e, Hakkaklar’dan Fatih’e eskiden beri muhafazakâr tanınan hemen bütün zevat ile, hoca ile yayıncılık işi dahil her türlü münasebeti olanlarla, Atıf Efendiyi eskiden beri tanıyanlar…”Kel Ali Böyle Buyurdu
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
devamıdır..

Atıf Hocayla birlikte okuyandan, yolda tevafuken karşılaşıp ona selam verene, kitabını basandan, onunla sohbet edene kadar halktan, ulemadan birçok kişi tevkif edildi. Evler arandı, kütüphaneler teftiş edildi, kitap derkenarları kriminolojik(!) okumaya alındı.
Kel Ali namıyla maruf olan İstiklâl Mahkemesi reisi Ali Çetinkaya İstanbul’da bir “Heyet-i Fesadiye!” icat edilmesini ve bu vesileyle bir çok alimin tevkif edilmesini arzu etmişti. Onun hatırına evler arandı ve Devlet-i Aliyye’nin kudretli alimlerinin ellerine kelepçeler takıldı.
Hususi Evraklara Kadar Her Şey Arandı
Bir akşam üstüydü, sivil kıyafetli üç polis Ali Haydar Efendi’nin kapısını tıklattı. Ali Haydar Efendi niçin geldiklerini, ne istediklerini sordu. Polisler, kendilerine taharri emri verildiğini söylediler. İçeri girdiler, iğneden ipliğe her şeyi aradılar. Oturduğu, misafir kabul ettiği, yattığı bütün odalar gözden geçirildi. Fakat asıl arama faaliyeti kitapların olduğu odada yoğunlaştı. Hususi evraklarından, mütalaa kitaplarına kadar her şey tek tek incelendi. Sivas, Erzurum, Rize ve Giresun’daki şapka karşıtı yürüyüşlerle alakalı, bir yazı ya da belge bulabilecekler miydi? Çok istiyorlardı fakat nafile… Konuyla alakalı tek sahife bile bulamadılar. Evde İskilipli Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği ve Şapka” adlı eserinden başka, dava ile alakalı olacak hiç bir kanıt (!) yoktu.
Memurlar giderken, Ali Haydar Efendi’ye kendileriyle birlikte merkeze kadar gelmesini rica ettiler. Ev halkı polislerin gelişiyle tedirgin olmuştu, bu talep ise mevcut endişeyi büsbütün artırdı.
Niçin merkeze gitmeliydi? Polisler bu sorunun cevabını vermede pekala zorlandılar, fakat sonunda harcı alem bir üslupla “zabıtnameyi tasdik ettirmek için efendim” diye karşılık verdiler.
Ali Haydar Efendi;
-Merkezde ne kadar bulunmam gerekli? Şayet uzun bir süre tevkif edileceksem, havaici asliyeye dair bir şeyler alayım…
-İhtiyatlı olmanızda fayda var.
Hapis Hayatı
Ali Haydar Efendi resmen tevkif edilmişti. Kel Ali’nin hakkında vereceği hükme kadar haftalarca nezarethanelerde, hapishanelerde beklemek zorundaydı. Bir devrin en şecaatli hocasına gözdağı veriliyordu. İttihat ve Terakki’nin illegalitesine kafa tutan adam sindirilmeye çalışılıyordu. Şapka vesaire işin bahanesiydi.
Ali Haydar Efendi polislerin arasında, merkeze doğru yürürken, sokakta tevafuken görenler, görmemek için yüzlerini farklı yöne çeviriyorlardı. Kimi, selam verirsem onunla alakam var zannedilir diye korkudan, kimi de büyük bir alime reva görülen muameleden duyduğu yürek acısından böyle yapıyordu. Merkeze vardılar, tahtadan bir sandalyenin üzerine oturdular, bekliyorlar, telefonlar gelip-gidiyor fakat Ali Haydar Efendi’nin ne olacağına dair söylenen somut hiç bir ifade yok.
- Niçin tevkif edildim?
- Bilmiyoruz, bize tevkif edilmeniz emredildi.
- Ne zamana kadar bekletileceğim?
- Her an serbest bırakılma emriniz gelebilir efendim!
Tevkifinin ertesi günüydü. Gazeteler, Ali Haydar Efendi’den ve şapka maznunlarından bahsediyordu. Ötede-beride köşe bulup gazeteci olanlar, dün tekkesinin bu gün de hürriyetinin elinden alınmasına seviniyorlardı. İttihat ve Terakki kalıntılarının yazılarında bir hesaplaşma havası vardı. Fikir öfkesinden yoksun zavallıların fıkraları, bugün gazeteciliğin utanç vesikaları olarak kütüphanelerin raflarından tarihe tanıklık yapmaktadır.
Sonsuz Tevekkül
Zabıtnameyi tasdik etmek için merkeze götürülen Ali Haydar Efendi’nin tevkifi üzerinden haftalar geçmişti ki o hala nezarethanedeydi. Ne tevekkülünde, ne de dik duruşunda bir kırılma yaşamadan bekliyordu. Bir defa olsun zavallıların gözlerine merhamet dilencileri gibi bakmadı. Biliyordu ki kaderi, Kel Ali’lerin ağzından çıkacak söze göre değil, Allah’ın takdirine göre tayin edilmişti. Ve o zavallılar Allah’ın takdirini değiştiremeyeceklerdi.
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
devamıdır...

Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya’nın riyasetindeki İstiklâl Mahkemesi heyeti, 21 Aralık akşamı deniz yoluyla İstanbul’a ulaştı. Ali Çetinkaya ayağının tozuyla gazetecilere şöyle bir demeç verdi: “İnkılap düşmanlarına Cumhuriyet’in kahredici yumruğu ile ağır bir darbe indirildi.” (Erzurum, Giresun, Rize davalarını kastediyor.)
İstanbul’da kaldığı müddet zarfında Dolmabahçe sarayında ikamet eden heyet, davalara Fındıklı’da bulunan Meclis-i Mebusan binasında bakacaktı. Bunun için çeşitli merkezlerde bulunan şapka maznunları Melis-i Mebusan’a yakın bir mevkide bulunan Galata Polis Merkezine toplandı.
Galata Koğuşu
Mesnevi şarihlerinden Tahir’ul Mevlevi, Ali Haydar Efendi’nin de içinde kaldığı Galata’daki koğuşlarını tasvir ederken şunları söyler: “Oda müteaddit pencereli ve iki sıra 15-20 kadar karyolalı bir yerdi. Sobası yoktu. Karyolalardan bazılarının yalnız birer ot minderi vardı.
Bizi koğuşa getiren memur, isim yoklaması yaptıktan sonra;
“Bir sonraki emre kadar burada kalacaksınız. Evlerinizden bir şey getirmek isterseniz yazdırın, telefonla merkezlere söyleyelim” dedi.
Herkes yatak-yorgan gibi levazımın gönderilmesi temennisinde bulundu. Memur efendi isteklerimizi isimlerimizle yazdıktan ve bizi yanımızda kalacak bir taharri memuru ve bir de polise teslim ettikten sonra gitti.

Karyolaları şu şekilde benimsemiştik: Kapıdan girince sağdan birinci karyolada Dağıstanlı Seyid Tahir Efendi, ikinci karyolada Katip Aziz Mahmud Efendi, üçüncü karyolada Kitapçı Aziz Efendi, dördüncü karyolada Ömer Rıza Bey, beşinci karyolada abd-i aciz (Tahir Mevlevi), altıncı karyolada Suûd Bey, yedinci karyolada her akşam orada yatan bir memur. Soldan birinci ve ikinci minderde Yağlıkçı Hasan ve Mustafa Efendiler, soldan birinci karyolada Dersiâm ve Çarşambadaki İsmet Efendi Tekkesi Şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi bir de onlara mücavir Seydişehirli Hasan Efendi, ikinci karyolada Vaiz Sofî Süleyman Efendi. Kitapçı Mihran Efendi de tam orta yerdeki karyolayı seçmişti.
Ali Haydar ve Süleyman Efendilerin galiba bir zenbili, bir de postekisi vardı. Postekileri ot minderin üstüne serdiler.
Koğuşa geldiğimiz gece hemen pek az uyuduk. Çünkü herkes derdini söylemek ve başkasınınkini anlamak istiyordu. Muayyen saatlerde değişen ve bizi çiftlik hayvanı gibi sayılı olarak teslim eden çift nöbetçi memurların müsamahasına, daha doğrusu bir oda içindeki 12 adamın konuşmasının imkansız oluşuna binaen serbestçe görüşebiliyor, hatta aldırdığımız yiyintileri sardırmak suretiyle gazete bile getirtiyorduk. Zaten ve pek tabiî olarak orada bulunanların hiç biri, kendisini bir fiil ile mücrim addetmiyordu.
Tabiî şu anlaşma ve dertleşmeler yüksek sesle oluyor. Bazen de biri diğerinin lakırdısını kesiyor, yahut beraber söylüyordu. Sigaralar, enfiyeler, çaylar, kahveler de musahabeye sıcaklık veriyordu.
Şeyh Ali Haydar Efendi, kulakları işitmediği için mütalâayı ve tilâveti musahabeye tercih ediyor, kendisine tane tane ve yavaş söylenilmek şartıyla bir şey sorulacak olursa müfid ve mukni cevaplar veriyor, mangalda kendi eliyle kaynattığı çayı sessizce içip hususi aleminde bulunuyordu.
Bilmünasebet şunu da arz edeyim ki derme çatma biliş ve kendi kendine gidişle başkalarını değil, insanın kendisini bile kurtarması mümkün olmaz. İman etmiş olduğum şu kanaat bu koğuşta bir iki gece birlikte kaldığım iki zat karşısında apaçık ortaya çıktı.
Bunlardan biri Sufî Süleyman Efendi, diğeri Şeyh Ali Haydar Efendi idi. Vakıa ikisi de okumaktan ve namaz kılmaktan hemen hali kalmıyordu. Biri çalıp alma suretiyle kavrayabildiğini birtakım indiyât ilavesi ile tatbîk etmeye ve ettirmeye uğraşıyor, diğeri ehlinden okuyup okuttuğunu ve öğrenip zevkine vardığını tahkîk mertebesine çıkarmaya çalışıyordu.
Hülâsa, şeyh ve müderris Ali Haydar Efendi sabahlara kadar uyumuş olsaydı yine uykusu, Süleyman Efendi gibilerin uyanıklığından-meşhûr hadîsin delalet ettiği mana üzere-efdal bulunacaktı. Çünkü yersiz birtakım huşûnetle dertli yürekleri incitmemiş, bize karşı söylemediklerini de kalbinde geçirmemiş olacaktı.
Hülâsatü’l-hülâsa; bir adamın hem kör olması, hem değneksiz bulunması, sonra kendi gibilerine değnekçiliğe kalkışması çok fena bir şey!..”
 

ferahhfeza

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
10,922
Tepki puanı
8
Puanları
0
Yaş
46
Web Sitesi
ferahhfeza.blogcu.com
selamun aleykum rabbim razı olsun sizden
tamamını okuyamadım inşaALLAH tamamını okumak nasip olur...
rabbim tüm hakaşıklarından razı olsun .. şefaatlerine nail eylesin
selam ve dua ile
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
selamun aleykum rabbim razı olsun sizden
tamamını okuyamadım inşaALLAH tamamını okumak nasip olur...
rabbim tüm hakaşıklarından razı olsun .. şefaatlerine nail eylesin
selam ve dua ile

ve aleyküm selam...mevla teala cümlemizden razı olsun...
ısrarla tavsiye ederim lütfen tamamını okuyun çok istifade edersiniz...
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
devamıdır..
Biz Kel Ali bahsine dönelim. Bütün bunlar olurken O gazetelere verdiği demeçte, İstanbul halkına teşekkür ediyor, maznun-mazlumların yakında serbest kalacaklarını söylüyordu. Diyordu ki; “Yapılan muhakemeler ve tahkikat sonrasında, İskilipli Atıf Hoca da dahil bütün İstanbullu sanıkların masumiyeti ortaya çıktı.”
Ne ki şapka maznunları salınmadı. Gazeteleri okuyan herkes mazlumların hürriyete kavuşacağını beklerken, onlar üçüncü mevki bir trenle Ankara’ya gidiyorlardı.
Sorular Hep Sorular
Bütün maznunların olduğu gibi Ali Haydar Efendi’nin evinde de yürek acısı vardı. Fakat Ankara’ya gönderilecekleri gazetelerde çıkınca, bu haber her şeye tuz-biber oldu. Büyük mazlumun ailesi ve bağlıları tevkifhaneye koştu. Ne ki o ve diğer mazlumlar yoldaydı, gidiyorlardı. Suçsuz oldukları bizzat mahkeme reisi tarafından ilan edilen İstanbul sanıklarına, tekrardan kim ve neye dayanarak suç isnat etmişti? Zamanın ulu hocası haftalar geçmesine rağmen niçin hala mevkuftu. Suçu dik duruşu muydu? Dünya’nın neresinde içinde suç unsuru olmayan bir kitabın satışına vesile olmanın idamla yargılanmaya sebep teşkil ettiği görülmüştü? Vicdanların “sukut” la yanıtladığı soruların cevabı mahşerde muhakkak ki verilecektir. Arşive kaldırılan fakat ihkakı hak için aciliyet kesbeden bu soruların cevabı bugün olmazsa yarın mahşerde muhakkak ki verilecektir.
Ankara
Ali Haydar Efendi, Atıf Hoca ve diğer mazlumlar, istasyonda vagonlardan indirilip, üçer-dörderli gruplar halinde -ücretleri kendilerinden mahsuben- taksilerle İstiklâl Mahkemesi’ne sevk edildiler. İsim yoklamasının ardından jandarma nezaretinde, tekrar vasıtalara bindirilip Ankara Hapishanesine götürüldüler.
Hapishane, yığınla maznun doluydu. Şapka giymede isteksiz davranandan, şapka giymesem hükmü ne olur diye sorana kadar onlarca insan, farklı illerden maharetli valiler vasıtasıyla tutuklanıp Ankara’ya gönderilmişti.
Ankara Hapishanesinde, Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi’nin ders halkasında yıllar önce tanışan iki kadim dost; Ali Haydar Efendi ve Atıf Hoca aynı koğuşta kalıyordu. Hale dair konuşuyorlardı fakat uyanık oldukları zamanın neredeyse bütününü mütalaya, tefekküre, tezekküre hasretmişlerdi.
Bütün olumsuz şartlara metanetle direnen büyük veli, hususi aleminde murakabede bulunuyor, herkes gibi mahkemeye çıkacağı günü bekliyordu.
14 Ocak 1926 Perşembe günü hapishanede olağanüstü bir temizlik harekatı başlatıldı. Maznunların aldığı duyumlara göre mahkeme üyelerinden Kılıç Ali, müddeiumumi, Necip Ali ve bir de siyasetçilerden meşhur bir şahıs hapishaneyi ziyarete gelecekti. Kapılar açıldı ve beklenen zevat hapishane müdürü refakatinde göründü. Dolaşırken Ali Haydar Efendi’nin mevkuf olduğu koğuşa da girildi. Siyasi hayatta derin nüfuza sahip o meşhur siyasi Ali Haydar Efendi’ye yaklaştı ve aralarında şu minval üzere bir konuşma cereyan etti:
- Mucteba (seçilmiş) ne demektir?
- Neden sordunuz?
- Dediler ki, Ali Haydar Efendi müctebadır, duasını al.
- Allah’a secde etmeyene ben dua etmem!
Siyasetçi namaz kılacağına dair söz verince, büyük velinin duasına nail olabildi.
O muhteşem mazinin vakarlı duruşunu çağrıştıran cevap sarsmıştı meşhur siyasiyi. Sanki mahkum Ali Haydar Efendi değil de kendisiydi.
Hapishanedeydi, koğuş arkadaşları birer ikişer idam ediliyordu. Kuvvet ayağına kadar gelmişti. Kendisinden dua isteyen siyasiden merhamet dilenebilirdi, ama yapmadı. İlmin izzetini, İslam’ın azametini çiğnetmedi.
Duruşma Sonrası Manzara
Tutuklulardan biri mahkemeden koğuşa döndüğünde her taraftan kendisine; geçmiş olsun, ne sordular, nasıl cevap verdin türünden sorular yöneltilirdi. Bulunduğu yer miting alanı gibi olurdu. Etrafta bütün bunlar olurken Ali Haydar Efendi de mahkemenin gidişatına dair ne bir merak, ne de meraka delalet edecek bir çift söz vardı.
Davası neticelenenler farklı mevkilere gönderiliyordu. İstanbul tevkifhanesinde olduğu gibi Ankara’da da Tahir-ul Mevlevi bir ara Ali Haydar Efendiyle aynı koğuşta bulundu. Tahiru’l Mevlevi’nin naklettiğine göre Ankara’da Ali Haydar Efendi’nin koğuş arkadaşları şunlardı; “Saatçı Hafız Nafiz Efendi, Hoca Abdulfettah Efendi, Konyalı Tahir Efendi, Sofi Süleyman Efendi, Hasan Efendi, İstanbul İmam-Hatip mektebi eski katibi Aziz Mahmud Efendi, Halid Efendi, Dağıstanlı Seyyid Tahir Efendi, Emekli bir zabit ve oğlu, Seydişehirli Hasan Efendi ve Mehmed Âkif’in damadı Ömer Rıza Doğrul.”
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
devamıdır

Tahir-ul Mevlevi, Ali Haydar Efendi’nin de kaldığı koğuşu tasvir ederken diyor ki biz önceki koğuşumuza “şahin paşa” oteli adını takmakla ne kadar isabetdar olduğumuzu, Ankara’daki koğuşu görünce anladık.
İşte buyurun! Tahir-ul Mevlevi’nin kaleminden, ömrünü milletinin akli ve ruhi kalkınmasına adayan büyük bir alimin koğuşunun manzarası:
“Ortada bir demir soba, önünde saç bir mangal ile teneke bir leğen, leğenin etrafında yine teneke ibrikler. Hemen kapının arkasında bir parça maden kömürü, bir iki avuç mangal kömürü. Birkaç tane gaz tenekesi, bir iki tane de açılmış konserve kutusu duruyordu.
Lâkırdı ederken kulağıma bir şarıltı geldi. O tarafa doğru döndüm. Arkadaşlardan biri duvara doğru çömelmiş, konserve kutularının birinde def-i hacet ediyordu. Sonra onu yarı açılmış gaz tenekelerinden birine boşalttı. Kutuyu da baş aşağı olmak üzere tenekenin üzerine bıraktı.
Ben şu hale hayretle bakarken arkadaşlardan bazıları işi anlattılar. Bu koğuşun kapısı nedense gece gündüz kapalı dururmuş. Gündüzleri dışarıya çıkmak için kapı vurulur, jandarmaya açtırılırmış. Fakat geceleri ona da müsaade edilmediği için böyle teneke içine def-i hacet edilirmiş.
Bu elîm tafsilat üzerine:
- “Ya ihtiyacın büyüğü olursa?” diye sordum
- “Lamba kısılır o da tenekeye def edilir” cevabı verildi.
Hakikaten bir gece gözleri bürüyen karanlık, burunları kaplayan koku arasında böyle bir halin vukuunu hissetmiştim.
Sabah oldu. Erken uyananlar-henüz nöbetçi jandarmanın gönlü olup da kapıyı açmaması üzerine tabiî olarak tenekeye koşuştular. Koğuşun içi bir “Şarşarabâd” halini aldı. Yüzünü yıkayıp abdest alacak olanlar da birer ibrik yakalayıp teneke leğenin etrafına dizildi. Dökülen sular leğende yükseliyor, boğaz ve burun ifrazatı onun sathında yüzüyordu.
Nihayet içerden yumruklamak ve epeyce müddet:
- “Hemşerim! Sabah oldu. Şu kapıyı aç” temennisinde bulunmakla murad kapısı açıldı. Lakin iki kişi dışarıya fırlayınca jandarma üçüncüsünün göğsüne dayandı:
- “Onlar gelsin de öyle çıkarsınız” dedi. Çünkü müdüriyet dairesinin üst katında beş altı koğuş olduğu, içersinde epeyce mevkuf bulunduğu halde topu topu iki tane abdesthane vardı ki onların da henüz iç kapıları takılmamıştı.
Eski koğuşta gazete vasıtasıyla biraz haber alabiliyorduk. Burada ise pencereler ekser evkat açık tutulmayacak olursa hava bile alınamayacak, içindekiler mütenevvi kokulardan boğulacaktı.
Medyadaki Yankılar
Gazetelerde, her gün aynı nakarat vardı. Muharrirler ve muhabirler yedikleri sofranın sahibine göre yazıyorlardı. Haberlerin başlıkları genelde şöyle diziliyordu: “İstanbul’da yakalanan irtica maznunlarının şayan-ı dikkat muhakemeleri İstiklâl Mahkemesinde dün de devam etti.”
Muhakeme
Hapishaneyle, mahkeme arasında müteaddit kereler kat edilen yollar, günler, haftalar derken tarih 31 Ocak 1926’yı gösteriyordu. Afyon Mebusu Ali Çetinkaya, Gaziantep Mebusu Kılıç Ali ve Aydın Mebusu Reşit GALİP’ten oluşan mahkeme heyetinin karşısında Fatih dersiâmm’ı Ali Haydar Efendi vardı. Başındaki sarığı ve sırtındaki cübbesiyle heyete ulemanın “has duruşunu” gösteriyordu. (imamlar, hatipler, vaizler, Diyanet İşleri Reisi ve onun Müşavere heyeti şapka giymekten, o tarih itibarıyla muaftı.)
Sorgulamayı Ankara İstiklâl Mahkemesi zabıtlarından (Defter no: 6, Sahife 178 vd.) naklediyorum:
¾ Reis: Adın?
¾ Maznun: Ali Haydar.
¾ S: Babanın adı?
¾ C: Mehmet Şerif.
¾ S: Kaç yaşındasın?
¾ C: 60 (1926)
S: Evli misin, çocukların var mı?
¾ C: Evet evliyim. Çocuklarım var.
¾ S: İstanbul’da nerde oturuyorsun?
¾ C: Çarşamba’da.
¾ S: Esasen Kafkasyalısın değil mi?
¾ C: Ahıska’lıyım
¾ S: Nereye ve ne zaman hicret ettin?
¾ C: 309 (m. 1894) tarihinde Erzurum’a hicret ettim.
¾ S: Mesleğiniz?
¾ C: Fatih’de dersiâmm idim.
¾ S: Anadolu’da hemşerilerin filan nerede var?
¾ C: İnegöl’de Hafız Ahmet Efendi isminde bir kayın biraderim var.
¾ S: Nerelidir?
¾ C: Kendi memleketimden.
¾ S: Bu Hoca Atıf Efendi’yi nereden tanıyorsun?
¾ C: Meşhur Çarşambalı Hocadan beraber ders okuduk.
¾ S: Bandırmaya seninle kaç kitap gönderdi?
¾ C: Arz edeyim:
 

ishakyakup

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Tem 2007
Mesajlar
549
Tepki puanı
21
Puanları
18
Yaş
44
Konum
Gebze
¾ C: Arz edeyim:
Hâkkalar’da (Kapalı çarşısı civarında bir sokak) dükkân açmıştı. Ben terziye giderken dükkânın önünden geçmek lâzım geliyordu. Bir iki defa dedi ki: “Fevkalade ihtiyacım var. Matbaacı da masraflarını sonradan alacak. İnsanlığını esirgeme de şu kitapları satıver.” “Tâhirü’l-Mevlevî, yağlıkçılar vasıta oldular sattırdılar. Sen de sattır.” demişti.
Damadım, Bandırma Asliye Mahkemesi üyeliğine tâyin olup gitmişti. Sonra Manyas’a Sulh Hâkimi yaptılar. Çocuklar, hâlâ benim yanımda idi. Onlar da yakında gideceklerdi. Onların eşyasını vapura bindirirken Atıf Efendi elime bir paket verdi. “İşte bu yüz kitaptır satıver” dedi. Beni utandırdı. Ben de çocuklara verdim, tembih ettim: Satılırsa parasını gönderirsiniz, satılmazsa geri gelecek dedim. Paketi de eşyanın içerisine bırakmışlar, unutmuşlar. Damadım eşyaları açınca bu kitapları görür.
O sırada elden 5-10 tanesini almışlar. Sonra bana yazıyor ki: “Eşyanın içinden bir paket çıktı. Çocuklar ne olduğunu unutmuşlar anlatamıyorlar. Kapağın üzerindeki fiyattan mıdır, birkaç tane de telef oldu. Benim meşgul olmaya vaktim yoktur. Bunlar ne olacak?” diyor. Ben de onları olduğu gibi geri gönder dedim.
Bandırma emanetçisi Hacı Mustafa ile geri yollamış, ben de Atıf Efendi’ye götürüp, teslim ettim.
Bu defa evimde bir kitap çıktı, onu da Bandırma’ya gönderirken bana hediye vermişti. Bandırma’da 25 tane satılmış, karşılığı olan iki lirayı verdim ve kalan 75 nüshayı da iade ettim…” Muhakemenin buradan sonrası bilmiyoruz. Çünkü zabıt sahifeleri 18’den 190’a kadar yırtılmış. Bu sahifelere neler kaydedilmişti. O heyeti şahane! Ali Haydar Efendi’ye neler sormuştu, o zatı mübarek nasıl cevaplamıştı ve bu cevaplar kimleri rahatsız etmişti bu bugün için meçhul…
Davanın karara bağlandığı 3 Şubat 1926 Çarşamba gününe kadar hapishaneyle muhakeme arasında kelepçeli ellerle Ali Haydar Efendi’nin icbarı git-gelleri devam etti. Akşamları hapishaneye döndüklerinde birtakım farklılıklarla karşılaşırlardı. Bunların en önemlisi maznunların odalarının değiştirilmesi idi. Fakat Onun muzdarip koğuşunu hiç değiştirmediler. Karara kadarki gecelerde en fazla Tahir’ul-Mevlevi ile kalmıştı. Son gece de yeryüzünde son gecesini geçiren İskipli Atıf Hoca ile birlikte olmuştu.
Tahiru’l Mevlevi’nin Rüyası ve Ali Haydar Efendi’nin Te’vili
İşte buyrun kararın arefesindeki zindan geceleri manzaraları: Mahkumların gözlerinde uykudan eser yok. Herkes sabahlara kadar hürriyetin hayalini kurmakla meşgul.
Göz yaşları eşliğinde semaya doğru kalkan eller, kısılan sesler, metanetli yüreklerle irade-i ilahiye iltica eden masum müminler top yekün hepsi aynı şeyi intizar ediyor: Hürriyet.
Tahiru’l-Mevlevi anlatıyor: “Yine bir uykusuz gece idi. Nasıl olduysa bir ara daldım ve şöyle bir rüya gördüm:
Şeyh Ali Haydar Efendi ile ikimizin müşterek bir maaş cüzdanı varmış. Bu cüzdanla vezneyle müracaat etmiştim. Maaş alacakmışım. Veznedar, bir iki kâğıt para verdikten sonra:
- “İstersen bir de altın vereyim” teklifinde bulundu.
- “Aman lütfetmiş olursunuz, çoktandır rü’yetinden mahrumum. Gurbette hemşehri görmüş gibi olurum” dedim. Veznedar, kenarı kırık bir altın verdi. Bunu görünce:
-“Aman bir lütuftur ettiniz bari tam olsun. Şunu değiştiriverin” ricasını ettim. Onu aldı, Mevlevi Külahı şeklinde altından mamul tam bir sikke verdi. Aldım ve uyandım. Namazdan sonra bu rüyayı Ali Haydar Efendiye anlattım. İyiye yordu:
-“Altın’ın değişmesi, hakkındaki hükmün değişeceğine, maaş cüzdanının müşterek olması ikimizin beraatına işarettir” dedi. Fil-vaki birkaç saat sonra da tabiri gibi oldu.
Tahiru’l-Mevlevi hakkında, muddeiumumi 3 yıl hapis talep etmişti. O da üç yılın hesaplarını yapıyordu fakat karar açıklandığında hayretle gördü ki beraat etmişti.
Karar Gecesi Maznunlar Koğuşu
Salıyı çarşamba’ya bağlayan gece, yani sabahında mazlumlar hakkındaki kararın açıklanacağı gece… Yer: Ankara Hapishanesinin o muzdarip koğuşu… Müdafaanameleri hazırlamaları için mazlumlara tanınan bir günlük sürenin sonuna yaklaşılıyor. Herkes bir şeyler karamakla meşgul. Bütün bunlar olurken iki kadim dost var ki onlar farklı alemlerde. Ali Haydar Efendi Fetih Suresini okuyor ve mutad sayıya delalet etsin diye her okuyuşunda karyolaya bir çizik atıyor. Atıf Hoca ise sekiz sahife olarak yazdığı müdaafanamesini elinde büzmüş bekliyor. Ali Haydar Efendi:
- Atıf Efendi! Rüyada şeyhimi gördüm, bana 33 defa Fetih suresini okumamı işaret buyurdular, bu vesileyle inşaallah halas kalacağımı telkin ettiler. Siz de okuyun. Hakkınızda talep edilen mahkumiyet Allah’ın izniyle kalkar. Atıf Efendi:
- Ben de Kainatın Efendisi’ni (s.a.v.) gördüm. Bana “yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?” dedi.
Etraf sukuta büründü. Nasıl olurdu da muddeiumuminin 3 yıl hapis istediği bir davada idam kararı çıkardı. Akıl, mantık böyle bir hükmü kabullenemiyordu. Fakat rüyada görülen Allah Rasulüydü, o davet etmişti. Şeytanın onun suretine giremeyeceği hadisi sahih bir rivayetti. Atıf Hoca:
- Göreceksin Ali Haydar Efendi beni yarın asacaklar, çünkü haberi Allah Resülü (s.a.v.) verdi.
Sabah
Sabahın ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesine götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında “sarıklılar gelsin” dedi. Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. Kapı tekrar kapandı. 5-10 dakika sonra Ali Haydar Efendi ve diğer sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi.
3 Şubat Çarşamba sabahı, mahkeme heyeti kendileri için ne ifade edecek ve neyi değiştirecekse önce maznunların müdafaalarını dinledi. Ardından “Bekleyin tekrar çağırılacaksınız ve her biriniz hakkında İstiklâl Mahkemesi’nin kararı açıklanacak.” dendi.
Ve Karar
Söylenen saatte “mahkeme heyeti” aylarca süren davanın kararını açıklamak üzere mazlumları tekrar içeri aldı. Salona muazzam bir sessizlik hakim oldu. Herkes insanlık tarihinin o en muzdarip kararını bekliyordu. Ali Haydar Efendi ve İskipli Atıf Hoca’da ise muazzam bir tevekkül hakimdi.
“Erzurum, Rize, Giresun isyan hadisleriyle alakadar ve iş bu hadiselerin tertip edilmesi ve yayılmasından sorumlu ve öteden beri hükümet tarafından yapılan yenilik ve inkılap hareketlerine karşı bir muhalefet hareketi oluşturmak ve şuanki hükümet aleyhine propagandada bulunmak suçuyla 3/12/1340 (m.1925) tarihinde taht-ı tevkife alınan”… diye başlayan “karar” da, idama, mahkumiyete, ve beraata dair şu ifadeler vardı:
“55. maddeden İskilipli Hoca Atıf ve Babaeski eski müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben idamlarına… Erzurumlu Şeyh Süleyman’ın on… Fatih türbedarı Hasan Tahsin’in beş sene küreğe konulmalarına…
Çeşitli bölgelerde meydana gelen isyan hadiseleriyle ilgili oldukları, iddiasıyla… Şeyh Ali Haydar, Berber Mustafa… Tahiru’l-Mevlevi beylerin haklarında iddia olunan fiillere karıştıklarına dair vicdani kanaat temin edecek kanuni deliller bulunmadığından beraatlarına ve başka bir sebeple tutuklu değillerse salı verilmelerine oy birliği ile karar verildi.”
***
Atıf Hoca gidiyordu. Hz. Resullah’ın davetine icabet edecekti. Kararın açıklandığı an, Hoca’nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru’l-Mevlevi aktarıyor: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.”
Hürriyet ve Esaret
Beraat edenler Ankara postahanesine gidip mahkeme kararını telgrafla evlerine bildiriyorlardı. Tahiru’l-Mevlevi o anı anlatırken şunları söylüyor: “Telgrafhanede Şeyh Ali Haydar Efendi’yi gördüm.” “Efendi!”
-“Rüya, tabiriniz gibi çıktı.” dedim ve elini öptüm. Hatta telgraf kağıdını ben yazdım.”
Ali Haydar Efendi’nin çocukları babalarının beraat telgrafını aldığı gün posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca’nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: “Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.”
Üstadın yakınları anlatıyor: “Ali Haydar Efendi’nin beraatına sevinemedik, İskilipli Atıf Hoca’nın hanımı Zahide Hanım, kızı Melahat ağlarken biz nasıl sevinebilirdik.”
* * *
İdam Atıf Hoca’ya ebedi hürriyeti armağan etti. Fakat Ali Haydar Efendi için asıl mahpusluk hürriyetten! sonra başladı. Peşine takılan hafiyeler tarafından sürekli izlendi, her hareketi gerekli yerlere rapor edildi. Öyle ki, Hacca giderken bile ardına takıldılar. Herkes farklı bir şey söylüyordu; Suriye’den toplayacağı kişilerle merkeze yürüyecek diyorlardı. Hakkında bütün bunlar söylenirken O 80 yaşına girmiş aksakallı bir ihtiyardı. Ne yapabilirdi ki? Ama korkuyorlardı. Çünkü Allah Teala göklerden yüreklerine korku yağdırıyordu.. ve halen bu korku devam ediyor... bu sebeple müslümanların er yaptığını takip ediyorlar uyanış olmasın...diye.
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
İkinci fetretin mevlanası: Ahıskalı Ali Haydar Efendi

İkinci fetretin mevlanası: Ahıskalı Ali Haydar Efendi

Ahmet Açıkgöz
Mevlana münkir aklın yurdu Bizans’ın sınırında, bütünüyle Batı ve Doğunun duyabileceği bir noktada Mesnevi’yi yazdı. Aklın egemen olduğu devirde, terk edilen ruh adına konuşan Büyük Veli, İslam’ın ezeli-ebedi oluşunu anlattı. Öyle ki Mesnevisiyle yeniden kalbe dayalı aşk kelamını sundu. Anadolu ilk büyük fetreti, Onun bu sunumuyla izale etti. Anadolu, ikinci ve birinciye nispetle daha derin olan manevi fetreti ise, modern zamanın Büyük Velisi Ahıskalı Ali Haydar Efendiyle aştı.
Bu yüzden Ali Haydar Efendiyle, Mevlana arasında kafa kağıdı, görev, zaman ve zemin itibariyle ciddi benzerlikler vardır: İkisi de sufi babaların çocukları. İkisi de Anadolu’ya doğudan hicret etti. İkisi de zahiri ilimlerde zirveye ulaştı. İkisi de umutların tükendiği devirlerde “has duruşlarıyla” insanlığa usve-i hasene oldu. Mevlana Moğol, Ali Haydar Efendi ise modern zamanın enkazından adam kurtardı.
Mevlana’nın yaşadığı fetrette Müslümanlar, her şeye rağmen potansiyel konumlarıyla ciddi bir güçtüler. Yani ruhi bir dirilişe iştirak edecek maddi vücuda sahiptiler. Bunun içindir ki Mevlana’nın Batıda tutuşturduğu aşk ateşi, sair sufilerin nefesleriyle kısa zamanda, bütün İslam coğrafyasını kuşattı. Dolayısıyla fetretin müddeti tahribatı kadar uzun olmadı.
Modern zamanın getirdiği fetret ise, hayatı çepeçevre sardı. İslam’ın medresesi, tekkesi, camisi sadece zarflarıyla ayaktaydı. Sufice bir dirilişin zihni alt yapısını oluşturacak ulema, ciddi manada nüfuzunu kaybetti.
Egemen güç tarafından kabul görmenin ilk şartı, Batıcı olmaktı. Düşünce, kütüphanemizden ayrılmış, Batıya ameleliğe gitmişti. Yani Ebussuud, Fuzuli birlikteliği parçalanmıştı.
Sebeplerin Ahıska’dan İstanbul’a taşıdığı Ali Haydar Efendi, hem mürit hem murat oldu. O Allah’ın muradıydı. Bütün bu olumsuzluklara müdahale edecek ve tepetaklak olmuş ehramı yerli yerine oturtacaktı. Tanzimatla hız kazanan Batılılaşmayı red ve yerine cemiyetten tecrit edilen İslam’ı tekrardan ikame etme ödevine talipti.
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
Mücadelenin merkezi Doğuyla-Batının kesiştiği şehir İstanbul’du. Fatih’in dünyaya meydan okuyuşunun fotoğrafı İstanbul… Şairin;
“Yetişmez mi bu şehrin halkına bu ni’met-i Bâri
Habib-i Ekrem’in yarî Eyyube’l-Ensarî”, dediği İstanbul…
İslam’ın zafer kürsüsü İstanbul, varlığından şüphe etti. Zafer kürsümüzden kültürümüzün hezimet haberleri okundu. Mazi sorgulandı. İslam’a ait her şey reddedildi. Vaziyete direnen ulema, Teşkilatı Mahsusa tarafından tespit edilip, tecrit edildi. İttihatçı zihniyet, ilerleyen yıllarda farklı adları taşıyan yönetim şekilleri altında devam etti.
Ali Haydar Efendi, İslam’a karşı açılan bu çok cepheli savaşın tam ortasında yer aldı. İlahi iradenin infazında kendisine verilen görevi noksansız yapabilmek için, resmi sıfatlarını terk etti.
O, “Telif-i Mesail Heyeti” reisi, Dersiam Ali Haydar olarak değil Çarşamba “İsmet Efendi Dergahı” postnişini Şeyh Ali Haydar olarak mücadeleye devam etti. Bunun için, yeni devirde satırlardan çok sadırlara konuştu. Kendisini anlayanları İslam’a yardımcı olmaya çağırdı. Müminlere cesaret aşısı yaptı. Onlara bilmek zorunda oldukları şeyleri öğretti. Korkunun durdurduğu kalplere, kuruyan damarlara zikir soluklarıyla hayat sundu.
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
Küfür tufanına yakalanan mazlum halka, sığınak oldu. Medreseyi, tekkeyi, aileyi hasılı top yekün cemiyeti helak eden tufanın ortasında dik kalabilen bir dağ gibiydi. Tufanın şiddeti o dağın belli bir noktaya kadar eteklerini tahrip etti, yollarını kapattı. Fakat azametini gölgeleyemedi. Ruhunu sökemedi. Çünkü üzerine “Halidi” yazılıydı.
Tufanın ortasındaki has duruşuyla, küfrün izafi, İslam’ın daimi olduğuna işaret etti. Bir gün suların çekileceğini medreseye, tekkeye giden yolların tekrardan açılacağını anlattı.
***
Mevlana, aklın egemen olduğu bir devirde ruh adına konuştu. Konuşmalarını kayda geçti, Mesnevi’yi yazdı. Üstat ise küfrün ve cehaletin hakim olduğu bir zamanda, hem irfan hem ilim adına konuştu. Konuşmalarını kitaplara değil zamanın “Büyük Veli”sinin ruhuna kaydetti. Şimdi o “Büyük Veli” üstat adına konuşuyor, has duruşuyla, Batıyla-Doğunun kesiştiği noktada, İslam’ın yenilmezliğinin destanını yazıyor.
***
inkişaf dergisi, dizi halinde “Bedihi Hayat” başlığı altında Ahıskalı Ali Haydar Efendi Hazretlerinin hayatını yayımlayacaktır. İşte buyurun Allah yoluna adanan ömrün hikayesi…
Namsız Nişansız Dervişin Oğlu
Namazını ezan okunur-okunmaz eda edebilmek için, beline bağladığı ibrikle dolaşan ve bundan dolayı da, kendisine “Molla” denilen, Şerif Efendi’nin, takvim miladi 1865 yılını gösterirken, adını Ali Haydar koyduğu bir oğlu dünyaya geldi.
Ahıska’nın namsız nişansız dervişlerinden baba Molla Şerif hakkında fazla bir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, onun zahit ve müttaki bir mümin oluşu.
Molla Şerif “Refik-i Â’lay”a yani Yüce Dost’a erken ulaştı. İki yaşında annesini Allah Azze ve Celle’ye uğurlayan Ali Haydar Efendi, dört yaşında babasının tabutu ardından yürüdü. Küçük yaşta yetimlik nisbesi oldu. Bu yüzden Molla Şerif’in yetimi diye anılırdı.
Yıkık Medreseler ve Yetim Talebeler
Ali Haydar Efendi ilk tahsillerini Ahıska’daki civar medreselerde yaptı. Fakat, o yıllar itibariyle ne tekkede ne de medresede eski ruh yaşamaktaydı. İslam’ın yurduna matem çökmüş, Şeyh Şamil’in sayhalarına alışkın dağlarda baykuşlar ötmeye başlamıştı.
Molla Şerif zamanında İmam Mansur’la başlayan Kafkasya’nın diriliş hareketi, Nakşi Şeyhlerden İmam Şamil’le zirveye ulaşmıştı. İmam Şamil’in mücadelesi öylesine olağan üstüydü ki Karl Marx bile ona hayran kalmış ve işçilere, Çarlık sistemini devirebilmek için onun mücadele şeklini örnek almaları gerektiğini söylemişti. Fakat, İmam Şamil’in esareti ve ardından Kafkasya’yı terk edişi, toplumsal anlamda büyük bir kırılmaya neden oldu.
İmam Şamil’in diriliş hareketinden geriye, bir dik duruş bir de cihatta şeyhleri, müderrisleri şehit olan tekkeler, medreseler kalmıştı.
Ali Haydar Efendi’nin çocukluk yıllarında -Kafkasya’da- talebeler yetimdi. Çünkü medreseleri yıkılmış, müderrisleri şehit olmuştu. Bu yüzden birçoğu tahsiline devam edebilmek için Anadolu’ya hicret etti. Zira orada baykuş sesleri henüz duyulmuyordu.
Erzurum ve Çile
Evliya Çelebi gibi “Seyahat ya Rasulellah” diyenler yollara düşmüştü. Bir farkla ki Evliya Çelebi, tahsilin nihayetinde, Ahıska’nın yetim talebeleri ise bidayetinde yürüyüşe çıkmıştı. Çünkü, “er-Rıhle fi Talebi’l-ilm” (ilim uğrunda yol kat etmek), İmam Buhari’den, Müslim’den gelen bir İslam geleneğiydi, Sadatın sünnetiydi. Kafkasya’nın medresesiz kalan çocukları da bu sünnete uydu. Kimi Trabzon’a, kimi Erzurum’a hicret etti.
Kaderde, Molla Şerif’in yetimi Ali Haydar Efendi’ye Erzurum yazılmıştı. Vur ha vur yürünen, yalın ayak kat edilen yollar bir noktada tükendi ki orası; Erzurum’du. Şehre varır varmaz Bakırcı Medresesi’ne kaydoldu. Öylesine gayret gösterdi ki, geceleri gündüzlere ekledi. Kandillerin diplerine oturur gece boyu mutala eder, yorulduklarında ise uyumamak için başını rahlenin üzerine koyduğu bıçağa dayardı. Yine böyle bir geceydi. Uyumamak için başını bıçağa dayamışdı. Fakat o kadar yorgundu ki, bıçak acısını hiç duymadı, daldı uykuya. Tam bu esnadaki bir sendelemeyle bıçak alnına battı. Acıyla uyandı. Ne ki alnından kan akmaktaydı.
Talebelik yıllarında alnına fedakarlığın imzasını kazıdı. Çünkü o en Sevgiliye; Allah’ın habibine (s.a.v.) aşıktı. Ona varmanın yolu da kitap sahifelerinden, Onun şeriatını tanımaktan geçmekteydi. Bu yüzden bütün zamanını Onu tanımaya adadı.
O Sevgili (s.a.v.) bütün zamanlar için bir ışıktı (Mişkat’un-Nübüvve). Ona (s.a.v.) doğru yaklaşıldıkça ışık bir şehrayine dönüşmekteydi. Bunu bildiklerinden daha hızlı, en hızlı nasıl varılırsa öyle varmak istiyorlardı. Bu yüzden uykuya paydos demişti.
Ali Haydar Efendi, fakr-u zaruret içinde, yurdundan ırak yerlerde her türlü zorluğa göğüs gerdi. Biliyordu ki tahsil hayatında karşılaştığı bu tür sıkıntılar neredeyse bütün fakihlerin kaderiydi. İmam Malik’ten, İmam Şafi’ye ulu hocalar hep aynı ızdırabı yaşamıştı. Okuyabilmek için hiç yüksünmeden, hanlarını, hanümanlarını satanlar vardı. Hatta İmam Malik fakirlikten o kadar muzdarip olmuştu ki; ilme devam edebilmek için, evinin tavan tahtalarını söküp satmak zorunda kalmıştı.
Ali Haydar Efendi, vatanından ırak yerlerde Allah Azze ve Celle’den başka kimsesi olmayan bir yetim çocuktu. Ne hanı ne de hanümanı vardı satacak. Bu yüzden azmini, sabrıyla katık yapıp, sıkıntıların üstesinden gelmeye çalıştı.
İslam Ruhunu, sağnak sağnak yağan küfür necaseti altında, muhafaza edip sonraki nesillere lekesiz ve defosuz bir şekilde taşımayı başaran “Veli”ye ana gibi yar oldu Erzurum.
Ustalık Devresi ve İstanbul
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
Tahsil hayatının çıraklık devresini; Ahıska’da, kalfalık devresini; Erzurum’da yapan Ali Haydar Efendi ustalık devresi için İstanbul’a revan oldu.
İstanbul’da ilk olarak, devrin en ciddi eğitim kurumu; Fatih Medresesi’ne kaydoldu. Buradaki tahsilini ikmal edince, zamanın alim-i şehir-i Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi’nin derslerine iştirak etti. 1906’da Ahmet Hamdi Efendi’den umumi icazetname aldı. Ardından da Medresetu’l-Kudat’a devam etti.
Ali Haydar Efendi, İstanbul’da bir taraftan okuyor diğer taraftan ise okutuyordu. Fakat Medresetu’l-Kudat’ta ki tahsilini ikmal ettikten sonra bütün mesaisini ders vermeye ayırdı.
İlmiye Salnamesi’ndeki kayıtlara göre Ali Haydar Efendi Hazretlerinin müderrislik serüveni şöyledir; İlk olarak 1325 yılında Sadi Bey Medresesi üçüncü müderrisliği görevine getirildi. Ardından sırasıyla: Dar’ul Hılafet-i Aliyye Medresesi kısm-i âli fıkıh müderrisliği, Fetvahane Musevvitliği, Hey’et-i İftaiyye reisliği, Sahn Medresesi müderrisliği görevlerinde bulundu. 1334 tarihinden 1337 tarihine kadar ve bilahare 1340-1341 senelerinde de “huzur derslerine” “muhatap” ve “baş muhatap” olarak iştirak etti. -Ali Haydar Efendi’nin bulunduğu görevlerde bila fasıla terfi etmesi malik olduğu ilmi kudretin en önemli nişanesidir.-
İstanbul’un Ak Sarıklı Ulu Hocası
Molla Şerif’in yetimi Ali Haydar Efendi, Doğuyla Batının hesaplaştığı şehirde, doğu adına konuşan ve sesi en yüksek tizden gelen ak sarıklı bir ulu hocadır artık. Dersleri ve vaazları büyük ilgi görmektedir. Dinleyenler: “Bir de şu sufi karşıtlığı olmasa”, diye temennide bulunmaktadır. Çünkü İlmin zirvesindeki bu adam henüz aşk ocağının dışında ve aşk ocağına mesafeli durmaktadır. Fakat zaman, hızla onu aşk ocağında yanmaya, yanıp da kemale varmaya taşımaktadır.
Aşk Ocağı ya da Bandırma
“Te’lif-i Mesail Heyeti” reisliğine atandığı, yani ilmi birikiminin çağın hukuki problemlerini çözmeye malik olduğu kanaatinin “Meşihat-ı İslamiyye” tarafından tasdik edildiği yıllar… Yer: Bandırma… Mübarek Ramazan ayı…
Şehirde şu muhtevada bir haber yayılır: ”İstanbul ulemasından Dersim Ali Haydar Efendi Merkez Camii’nde akşam namazını müteakip vaaz edecek.” Haberi alanlar, hınca hınç camiyi doldurmuş ve sabırsızlıkla Ali Haydar Efendi’nin gelişini beklemektedir.
Beklenen anla o anı beklenmeye değer kılan Ulu Hoca gelir ve kürsüdeki yerini alır. Besmele, Hamdele ve Salvele’den sonra vaazında Şeriat’tan, Şeriat’a karşı direnenlerden, yıkılanlardan, yıkanlardan bahseder. İslam cemiyetini istila eden bidatlerden, hurafelerden söz eder ve bunları terviç eden tekkelerin yanlış yolda olduğunu, tamir adına tahripte bulunduklarını anlatır.
Ali Rıza Bezzaz Hazretleri
Ali Haydar Efendi tekkeleri tenkit ediyordu. Çünkü, ziyaret ettiği tekkelerin bir çoğunda Şeriat’a muhalif işlerin meşru kabul edildiğine tanık olmuştu. Aslında şeyhlere değil müteşeyyihlere karşıydı. Konuşmanın akışı içerisinde yer yer ağır cümleler de geçiyordu. Fakat, bütünüyle mücerret ifadeler kullanıyordu. Dolayısıyla kimse kendini eleştirilerin muhatabı görmüyordu. Ne var ki, konuşmanın sonlarına doğru ifadelerini muşahhaslaştırdı ve Bandırma’lı Şeyh Ali Rıza Bezzaz Hazretlerini, isim vererek tenkit etmeye başladı. Bunda, hissiyat-ı diniyyesi etkili olmuştu. Fakat, Onu tenkide yönelten gerçek amil, kendisine Ali Rıza Bezzaz Hazretleriyle alakalı anlatılan yanlış malumattı.
“Muşahhas Tenkit” dinleyenleri inkisar-ı hayale uğrattı. Çünkü, Bandırmalılar Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’nin Şeriat’a muhalif bir duruşunu görmek şöyle dursun, Büyük Veli’den Allah Rasulü (s.a.v.)’ne bütün mevcudiyetleriyle bağlanmaları ve hasenesiyle de olsa bidatı terk etmeleri gerektiğini öğrenmişlerdi.
Merak Etmeyin Yakında Gelecek
Ali Haydar Efendi’nin vaazı bitti, namaz kılındı ve cemaat üzgün bir şekilde evlerine dağıldı. Dinleyenler arasında bulunan Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’nin bağlılarından Börekçi Hasan Efendi ise vaazda söylenenleri mütala etmek için doğruca şeyhinin evine gitti. Börekçi Hasan Efendi, Ali Rıza Bezzaz Hazretleri’ne vaazın muhtevasını arz edince evde kısa süreli de olsa bir sessizlik oluştu. Büyük Veli oluşan sessizliği şu iki cümleyle bozdu: “Merak etmeyin! Yakında Ali Haydar Efendi yanımıza gelecek.”
Vaazdan sonra Ali Haydar Efendi’yi müthiş bir pişmanlık hali kuşattı. Öyle ki, yaşadığı her an muzdarip bir hastanın şeb-i yeldası gibiydi. Saat durmuş, zaman akmıyor, ızdırap tükenmiyordu. Yaşadığı an, tam bir inkılap iklimiydi. O an, ruhunda beliren ukdeyi çözmek, ızdırabını inkilaba dönüştürmek için, hakkında hiç de hoş olmayan ifadeler sarf ettiği Büyük Veliyi arayıp bulması gerektiğini düşündü. Arayışa koyuldu. Bu sırada, Ali Rıza Bezzaz Hazretleri, kumaş dükkanında insanlarla meşguldü. Gelenler, gidenler… Halvet yeri şehrin tam göbeği… Kumaş dükkanında bir veli, Allah Teala ile beraber olmak için insanlardan kaçmıyor, bilakis Onunla birlikte olmanın yolunu insanlarla birlikte olmada arıyordu. Meselenin hulasasını Şah-ı Nakşibend’ten dinleyelim: “Bizde halvet bizde uzlet yoktur. Bizde halk içinde Hak’la birlikte olmak vardır. Halimizin şahidi ise Kuran’ın şu ayetidir: “Kendilerini ne ticaretin, ne de alış-verişin Allah’ı anmaktan, zekat vermekten alıkoymadığı adamlar.” (Nur.37) Ali Rıza Bezzaz Hazretleri, Nakşiliğin bu bakış açısını bütün mevcudiyetiyle benimsediğinden tekkesinde anlattıklarını-yaşadıklarını, dükkanında hayata taşımaktaydı. Alış-veriş akdini Hanefi fıkhına göre yapar, takvasından dolayı da satacağı her kumaşı iki defa ölçerdi.
Kumaş Dükkanındaki İnkilap
Kumaş dükkanına iş için gelenler, fetva soranlar derken beklenen misafir de kapıda görünür. Gelen, Ali Rıza Efendi’nin “Merak etmeyin, yakında yanımıza gelecek” dediği Ali Haydar Efendi’dir. Zamanın “Ulu Hocası”, akşamdan sabaha çektiği ızdırabı Ali Rıza Bezzaz Hazretlerinin huzurunda, söze aktarır. Büyük Veli tarafından affını ve evlatlığa kabulünü ister.
Buluşmalarında kalden ziyade haller konuştu. Öyleki Dersiam Ali Haydar Efendi kumaş dükkanında ruhi iletişimin dilini öğrendi. Ayrılırken, Ali Rıza Efendi; “Demek Çarşamba’da ikamet ediyorsunuz, orada Ahmet Efendi vardır, onu ziyaret ediniz ve bizim gönderdiğimizi söyleyiniz.”der.
Sen Huzur Dersleri Baş Muhatabısın
Ali Haydar Efendi, Bandırma’dan ayrılıp Çarşamba’ya varınca direkt olarak Hacı Ahmet Efendi’yi bulur. O da kendisine; Karagümrük’te Maşlaklı Ali Baba isimli bir zatın olduğunu önce onu ziyaret etmesi gerektiğini söyler. Bunun üzerine Ali Haydar Efendi, Maşlaklı Ali Baba’nın evine gider. Kapıyı bir kız çocuğu açar ve kimi aradığını sorar. O da Maşlaklı Ali Baba ile görüşmek için geldiğini söyler. Kız “buyrun” der ve onu kırık dökük bir evin holüne alır. Ali Haydar Efendi holde, bir saat Ali Baba’yı bekler. Nihayet kapıda saçı başı ağarmış, hali pejmürde fakat yüzü nur desenli kambur bir zat görünür. Manzara Ali Haydar Efendi’ye pek iç açıcı gelmez. Maşlaklı Ali Baba ona, “benimle birlikte gel” der. Yürüdükleri yol boyu kömürlükten geçerken Maşlaklı Ali Baba “ben burada Rabbimi çağırırım.” der. Ali Haydar Efendi bu söze kızar fakat belli etmemeye çalışır. İlk fırsatta kendisini Hacı Ahmet Efendi’nin gönderdiğini söyler. Maşlaklı Ali Baba’nın bu ifadeye yanıtı: “Benden şeyhlik öğrenip başkasına satacaklar” şeklinde olur. Ortam gittikçe gerilir. Maşlaklı Ali Baba konuştukça Ali Haydar Efendi sinirlenir. Derken Maşlaklı Ali Baba, Ali Haydar Efendi’ye ne işle iştigal ettiğini sorar. Ali Haydar Efendi, Hoca olduğunu söyler. O da, “Ne hocalığı” diye mukabelede bulunur. Ali Haydar Efendi, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(Zumer:9) ayetini okur. Maşlaklı Ali Baba: “ Sus, Sus! Bir de ayet okuyorsun” der. Ali Haydar Efendi: “ Ben cünüpmüyüm ki ayet okumayayım?” der. Maşlaklı Ali Baba: “Cünüb olsan iyi, cünübü bir teneke su temizler seni ise Karadeniz temizlemez.” şekline karşılık verir.
Konuşma bu minval üzere devam ederken Ali Haydar Efendi ciddi anlamda nefsiyle bir hesaplaşmanın içerisine girer. Nefsi bütün mevcudiyetiyle karşısına dikilip ona, “Gönderildiğin ve kapısında bekletildiğin adam bu mu? Kimlerin kapısında bekletiliyorsun. Halbuki sen! “Te’lif-i Mesail Heyeti” reisi, Huzur dersleri baş muhatabı, dersiam Ali Haydar Efendisin” der.
Suretten sirete, maddeden manaya yürüyüşü, bu yürüyüşte yaşanan krizi ve onu aşmanın usulünü, Üstat Necip Fazıl’dan dinleyelim:
“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez.
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli.
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, top yekun?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi,
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berheva;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız onda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez.
İslam’ı dünya çapında temsile layık olan “Büyük Veli”, Şeyhi Ali Haydar Efendi’nin mutasavvıf olduğu anı Onun dilinden anlatırken şunları söylemişti: “Konuşmanın sonlarına doğru bana bir hal oldu, ağlamaya başladım, o zata karşı olan kızgınlığım sukunete, buğzum muhabbete dönüştü. Onu o an o kadar sevdim ki, her hali bana hoş gelmeye başladı.”
Karagümrük’te bir ev ıslanıyordu. Yağmur göklerden değil Ali Haydar Efendi’nin gözlerinden geliyordu. Belki de o akan yaşlar, Büyük Velinin dünya namına sevdiği her şeyi içinden alıp götürmek içindi. Ya da Onu yeni hale, yeni zamana hazırlamak içindi. Bilmiyoruz. Çünkü, yaşanılan bütün bu haller idrak alanımızın dışında cereyan etmişti.
Bu olay Ali Haydar Efendinin “Zülcenaheyn” oluş tarihidir. Müslümanların yaşayacağı o “zor” yıllarda artık onu, ne işgaller, ne hapisler ne de takipler durdurabilecektir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt