Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Beklenen müslümanlara yaratılış ve insanlık tarihi (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Gerçekten güzel bilgiler her gün bir sahifesini iki torunuma bakmama rağmen sık kullananlara alıp okumaya gayret edicem ALLAH razı olsun Yusuf hayırlı bayramlar :a35:

Mevla cümlemizden razı olsun hafize anne,
Sizede hayırlı bereketli bayramlar
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam

Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam

Büyük tufandan sonra insanoğlu yine yeryüzünde çoğalmaya başlamışlardı. Tufanın gerçekleşmesinden üç-dört nesil sonra Yemen'in Ahkaf bölgesinde orta­ya çıkan Ad kavmi, bu adı İsmi Ad olan bir kişiden alı­yordu. Rivayetlere göre Ad denilen bu kişinin babası İvaz, İvaz'ın babası Sam, Şam'ın babası ise Nuh Aleyhisselamdır.
Ad denilen bu kişinin bir araya getirdiği ve geliş­tirdiği bu topluluğa, Ad kavmi deniliyordu. Ad kavmi, Rabbimizin lutfu ile İnsan neslinin yaratılış bakımından en güçlü, en kuvvetli nesillerinden birisiydi. Bulundukları yerleri imar ediyorlar, yüksek sütunlar üzerinde bi­nalar yapıyorlar, tarihte benzeri görülmemiş bir şehir inşa ediyorlar, birbirinden güzel bağlar ve bahçeler meydana getiriyorlardı.
Ahireti ve cenneti unutmuş gibiydiler!. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışarak, dünyayı bir cennet haline getirmek ve bu cennet ile avunmak istiyorlardı. Nitekim tarihe geçen meşhur irem bağları, Ad kavmi­nin böyle bir cennet arzusuyla ve dünyayı cennete benzetmek hevesiyle meydana getirdikleri bağlardı.
“Hocam, insanların yeryüzünü imar etmeleri ve bir cennete benzetmek İstemeleri yanlış mı?”
Bu meseleye itidalli yaklaşılır ve gerçek cennet ile insanları bu cennete götürecek ameller ihmal edilmez­se, elbetteki yanlış değildir Merve!. Ne var ki çok kısa bir süre yaşayacakları yeri bir cennet haline getirmeye çalışan insanlar, ölümsüz olarak yaşayacakları ebedi cenneti ve kendilerini bu ebedi cennete götürebilecek amelleri unuturlarsa, bu insanlar büyük bir şaşkınlık ve sapıklık içine girmiş olurlar. Çünkü bir saat kadar ya­şayacakları fani bir dünyayı cennete benzetmeye çalı­şırlarken, ebedi hayatlarını geçirecekleri yeri cehen­nem durumuna getirmektedirler.
Böylesi bir yaklaşımla dünyayı küçücük bir cenne­te benzetebileceklerini düşünsek bile, ebedi cehenne­me razı olarak bu kısacık cennete talip olmak, elbette­ki akıllıca bir iş, akıllıca bir tercih değildir. Kur'an-ı Kerim ifadesine göre bir saatlik olan dünya hayatımı­zı, kısa bir otobüs yolculuğuna benzetecek olursak: bu otobüste ne derece eğlendiğimiz veya ne derece rahat ettiğimiz mi önemlidir, yoksa hangi durakta ineceğimiz ve hangi akıbetle karşılaşacağımız mı?
“Elbetteki ikincisi hocam.”
“Tabi ki öyle Hamdi. Mesela bir saatlik mesafede büyük bir çiftliğinizin ve, bu çiftliğin içinde muhteşem köşklerinizin olduğunu düşünelim. Size vadedilen bu geniş çiftliğe gitmek ve orada huzur içinde yaşayabil­mek için bir otobüse biniyorsunuz. Otobüsün içindeki büyük bir kavga, büyük bir itişip-kakışma dikkatinizi çekiyor. Herkes daha iyi bir yere oturabilmek, bu yol­culuğu daha iyi geçirebilmek için birbiriyle mücadele ediyor. Ayaktakiler tahta bir sandalyeye oturmaya, tahta sandalyeye oturanlar koltuğa geçmeye, koltuğa geçenler kuştüyü divanlara yatmaya çalışıyorlar!. Siz ise yolcuların büyük bir çoğunluğu gibi ayakta yolculuk ediyorsunuz. Yolcular arasında sıkışarak ve biryerlere tutunup düşmemeye çalışarak bu yolculuğu yaparken, hiç tanımadığınız birisi geliyor yanınıza. Sizin bir dostunuzmuş gibi size gülümseyerek “Gideceğiniz yerdeki çiftliğinizi ve köşklerinizi bana verirseniz, sizi bir sandalyeye veya bir koltuğa oturtabilirim” diyor. Şimdi söyleyin bana. böyle bir teklife ne cevap verirsiniz?”
“Ben o adamı döverim hocam!.”
“Onu tutabileceğini ve dövebileceğini zannetmiyo­rum Hamdi!. Çünkü kısa bir ahiret yolculuğu olan bir saatlik dünya hayatında, insanlara böyle bir teklifte bu­lunan kimse şeytanın ta kendisidir. Ve ne yazık ki bir saatlik bu yolculuk ile nereye gittiklerini, neyle karşılaşacaklarını unutan milyarlarca insan, şeytanın bu sinsi teklifini kabul etmekte ve kısacık dünya hayatları için ebedi ahiret güzelliklerini satmaktadırlar!.”
“Ne kötü bir alış veriş!.”
“Doğru söylüyorsun Veli. Gerçekten çok kötü bir alış-veriştir bu!. Nitekim Ad kavmi de, şeytana aldanarak böyle bir alış-verişte bulunmuşlardı. Ahireti ve ahiret akıbetlerini unutarak dünyaya yönelmişler, her in­sanın fıtratında yani yaratılışında bulunan ebedi cennet arzusunu, geçici dünya hayatı ile tatmin etmeye çalış­mışlardı. Din adına yaptıkları ibadetler ise kendilerine Allah'tan bir kanıt, bir delil olmaksızın yüce anlamlar vererek isimlendirdikleri şeylere yönelmek ve bunları Allah'a eş koşarak, onlara tapınmak idi.”
İşte böylesi bir şaşkınlık ve sapıklık döneminde, Rahman olan Rabbimiz Ad kavmine kardeşleri Hud'u gönderdi. Peygamberlikle görevlendirilen Hud Aleyhisselam, rahmet ve merhamet dolu duygularla şöyle seslendi kavmine.
“Ey kavmim. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Nuh kavminden sonra sizi yeryüzünde halifeler kılan, sizin yaratılışta gelişmenizi arttıran Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Size hayvanlar ve çocuklar ile, bahçeler ve pınarlar ile yar­dım eden Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya ile oyalanmaktan, insan­lara zorbaca davranmaktan ve kendi uydurduğunuz şeylere tapınmaktan vazgeçin. Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım. Çünkü Rabbiniz sizleri sadece kendisine kulluk etmeye davet ediyor ve bu İlahi daveti kabul etmezseniz, sizleri he­lak edeceğini bildiriyor. Yine de korkup-sakınmayacak mısınız?”
Güçlü ve gelişmiş bedenleriye azgınlaşan Ad kav­mini şaşırtan bir davet olmuştu bu!. Sanki kendilerini hor gören, kendilerini küçümseyen sözlerdi bunlar. Oysa onlar kendilerini yeryüzünün en kuvvetli ve en gelişmiş insanları olarak görüyorlardı. Hud denilen bu kişi ilahlarına bir ilah daha katmak isteseydi, tabi ki buna karşı çıkmazlardı. Fakat Allah'ın yardımcıları olan diğer bütün ilahları reddetmek ve sadece Allah'a kulluk etmek de neyin nesiydi!. Diğer ilahlara inanmayan, yerlerdeki ve göklerdeki bütün işleri Allah'ın yaptığını zanneden bu adam, herhalde aklını yitirmiş olmalıydı!. İşte bu düşünceler ile Hud Aleyhisselam'a şu cevabı verdiler.
“Ey Hud. Gerçekten biz seni akli bir yetersizlik içinde görmekteyiz. Belli ki bazı ilahlarımız seni çok kötü çarpmıştır. Bu sözlerinle bir üstünlük elde etmek istiyorsan, şunu bil ki biz senin yalancılardan olduğunu sanmaktayız. Çünkü sen bize apaçık bir mucize ile gel­miş değilsin. Biz senin bu boş sözlerinle ilahlarımızı terkedecek ve sana iman edecek değiliz.”
“Hocam, bu insanlar yaptıkları her İşte dünyevi bir menfaat bekledikleri için, peygamberleri de kendi­leri gibi zannediyorlar!.”
“Güzel bir noktaya temas ettin Velî. Karşılıksız bir iş yapmayan ve birbirleriyle devamlı bir üstünlük mü­cadelesinde bulunan bu insanlar, kendilerini dünyevi bir karşılık beklemeden Allah'a davet eden peygam­berleri ve aynı davette bulunan diğer müminleri de böyle itham etmektedirler.”
“Oysa mü'minler bir karşılık beklemiyorlar!. Yine de böyle söylemeyelim Hamdi!. Çünkü mü'minler bu davetleri için insanlardan küçük ve geçi­ci bir karşılık değil, alemlerin Rabbi olan Allah'tan bü­yük ve kalıcı bir karşılık bekliyorlar. Mesela bir padişah size kölesini göndererek bir ekmek istese, bu ekmek karşılığında kölenin vereceği bir kuruşu mu, yoksa pa­dişahın vereceği bin altını mı istersiniz?”
“Teşekkür ederim hocam. Şimdi anladım.”
Bu güzel gerçeği anladığın için ben de teşekkür ederim Hamdi. Tekrar konumuza dönecek olursak, kavminin bu sözleriyle ve böylesi ithamlarıyla karşıla­şan Hud Aleyhisselam, Allah'tan sabır ve yardım dile­yerek şöyle seslendi kavmine.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam Devamı...

Ad Kavmi Ve Hud Aleyhisselam Devamı...

“Ey kavmim, sizi uyarıp-korkutmak için aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden bir hatırlatmanın gelmesine mi şaşırıyorsunuz!. Bunun için mi beni akli yetersizlik içinde görüyorsunuz. Oysa sizler hiç düşün­meden düzmece şeyler uyduruyor ve yine hiç düşün­meden onlara tapıyorsunuz. Allah'ı şahid tutarım ve sizler de şahidler olun ki, gerçekten ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Çünkü bende akli ye­tersizlik yoktur. Çünkü ben alemlerin Rabbinden bir peygamberim ve size Rabbimin risaletini tebliğ ediyo­rum. Ayrıca buna karşılık sizden bir ücret de istemiyo­rum. Benim ücretim, beni yaratan Rabbimden başka­sına ait değildir. Artık bu gerçekleri aklederek Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin.”
Ne yazık ki insanları ebedi kurtuluşa çağıran bu apaçık davet, Ad kavmi tarafından inkar ve alayla kar­şılandı. Hud Aleyhisselam ise kavminin böylesi alay, if­tira ve eziyetlerine rağmen bu apaçık davetini uzun sü­re devam ettirdi. Ancak Ad kavmi inkarında yine ısrar ediyor ve kendilerini Allah'ın azabıyla tehdit eden Hud Aleyhisselam'a gülerek baktıktan sonra “Şayet doğru söylüyorsan, o azabı bize getir” diyorlardı. Tabi ki sa­bır ve merhamet sahibi Rabbimiz onlara bu azabı he­men göndermedi. Çünkü şanı yüce Rabbimiz Sünnetullah ile tehdit ettiği hiçbir kavmi hemen helak etmemiş, her kavme İlahi daveti anlayabilmeleri için bir süre, bir mühlet vermiştir. Nitekim İlahi davetle alay eden ve inanmadıkları azabın bir an önce gönde­rilmesini isteyen Ad kavmine de, belki akıllarını başla­rına toplarlar ve belki düşünürler diye bir mühlet verdi Rabbimiz. Verdiği bu mühlet döneminde umulur ki dönerler ve İlahi gerçekliği anlarlar diye bazı musibetler gönderdi Ad kavmine. Bu nedenle yıllarca yağmur yağmadı Ad kavminin bağ ve bahçelerine, uzun süren bu kuraklık ile dereler ve pınarlar kurumaya başladı.
Bağ ve bahçelerinin şiddetli susuzluktan kurudu­ğunu, hayvanlarının telef olduğunu gören Ad kavmi­nin önde gelenleri, şeytanın vesveseleri ile yine akıl­lanmadılar!. Yaşadıkları bu durumu içinde bulundukları küfüre değil ilahların kızgınlığına yorumlayarak, bu sahte ilahlara adaklarda bulundular!. Ayrıca babaların­dan kalan bir geleneğe uyarak, Kabe'ye de kurban gönderdiler ve Allah'tan yardım istediler.
“Hocam gerçekten çok garip. Bir tarafta Allah'ın gönderdiği peygambere ve bu peygamberin davetine karşı çıkıyorlar, diğer tarafta Kabe'ye kurban göndere­rek Allah'tan yardım istiyorlar!.”
Bu gibi gariplikler, insanlık tarihinin her döne­minde olduğu gibi günümüzde de oluyor Seda hanım. Kendi ülkelerinde peygamberi davete ve Allah'ın şeri­atına karşı çıkan nice insan, hiç utanmadan Kabe'ye gitmekte ve şirke bulaşmış pis ellerini Allah'a açarak, liberal demokrasi dualarında bulunmaktadırlar!. Namaz­da müslüman, yönetimde demokrat, ticarette kapitalist olmaya çalışan bu hacılar(!), aşırı dinci dedikleri nor­mal müslümanlara da büyük bir düşmanlık duymakta­dırlar. Dolayısıyla bu gibi insanlar ile, kendi ülkelerin­deki Hud Aleyhisselam'ın davetini inkar etmelerine rağmen Kabe'ye kurban göndererek Allah'tan yardım dileyen Ad kavminin ileri gelenleri arasında önemli bir fark yoktur. Hepsi aynı şaşkınlık ve aynı sapıklık için­dedirler.
Evet, bunca musibete rağmen inkarcılığa devam eden kavminin bu şaşkınlığını ve sapıklığını gören Hud Aleyhisselam yine de “Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk ederek Rabbinizden bağışlanma dileyin ve sadece O'ndan yardım isteyin. Yalnızca O'na tevekkül edin ki, üstünüze gökten sağanak yağmurlar yağdırsın ve gücünüze güç katsın.” diyerek onlara tekrar tekrar nasi­hat ediyordu.
Fakat merhamet dolu bu sözler onların küfrüne küfür, öfkelerine öfke katmaktan başka bir işe yarama­dı. Şeytanın körüklediği bu öfke ile Hud Aleyhisselam'a dönerek “Sen bize öğüt versen de, öğüt veren­lerden olmasan da bizim için farketmez. Biz senin sözlerine uyarak atalarımızın tapmakta olduklarını bı­rakacak değiliz.” dedikten sonra şayet bu konuşmala­ra devam ederse onu şiddetle cezalandıracaklarını söy­lediler. Aynı tehditle karşılaşan Nuh Aleyhisselam, kendisini tehdit eden kavmine ne cevap vermişse; Hud Aleyhisselam da İmandan kaynaklanan aynı cesa­retle, aynı cevabı verdi kavmine.
“Allah'ın dışında bütün taptıklarınızı biraraya geti­rerek bana dilediğiniz tuzağı kurun. Sonra bana hiç sü­re de tanımayın. Ben sizden ve sizin hileli düzenleriniz­den korkmuyorum. Çünkü ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Muhakkak ki yeryüzünde debelenen her canlıyı denetim altında tutan Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinde olanı korumak­tadır. Artık ben size Allah'ın davetini ve hükümlerini teb­liğ ettim. Buna rağmen yüz çevirirseniz, Rabbim sizleri helak ederek sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip-koruyandır.”
Uzun yıllardır hep aynı tehditle karşılaşan Ad kav­mi “Biz azap görecek değiliz. Bu tehditlerin, geçmişte kalan geleneksel sözlerdir. Eğer gerçekten doğru söz­lülerden isen, bize va'dettiğin şeyi getir bakalım” de­meye devam ettiler.
Hud Aleyhisselam cahillere özgü bu cesareti şaş­kınlıkla karşılayarak “Ben sizinle alemlerin yegane Rabbi olan Allah adına mücadele ederken, siz benim­le kendinizin ve babalarınızın uydurduğu putlar adına mı mücadele ediyorsunuz?” dedikten sonra “Andolsun ki Rabbinizden üzerinize iğrenç bîr azab ve gazab gerekli kılındı. Öyleyse bekleyedurun, şüphesiz ben de sizlerle birlikte bekleyenlerdenim.” diyerek, onları kü­für dolu hayatlarına terketti. Çünkü peygamberlerine isyan eden ve küfürlerinde inatçı zorbaların emirleri ardınca yürüyen bu kavim için, artık yapılabilecek hiç­bir şey yoktu!.
Nitekim kısa bir süre sonra Allah'ın emri gerçek­leşmişti. Hem Allah'tan ve hem de yalancı tanrıların­dan yağmur isteyen Ad kavmi, kopkoyu bulutların kendilerine doğru yaklaştığını görünce bir anda sevin­mişler, bu bulutların kendilerine bekledikleri yağmuru getireceğini sanmışlardı!. Oysa sevinç çığlıklarıyla kar­şıladıkları bu bulutlar, onlar için rahmet değil, azap bu­lutlarıydı. Nitekim bu azap bulutları Ad kavminin üze­rine gelince, korkunç uğultularla beraber azgın bir kasırga başlamıştı. Azabı ve intikamı şiddetli olan Rabbimiz, azgınlaşan Ad kavmini hemen helak etmemiş, onları bir anda öldürmeyi murad etmemişti. Bu müt­hiş kasırgayı, yedi gece ve sekiz gün aralıksız olarak onların üzerine musallat etti. Gelişmiş fıtratları, güç ve kuvvetleri ile büyüklenen, kibirlenen Ad kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oradan oraya savruluyor, bir yer­den diğer bir yere çarptırılıyorlardı.
Ölmüyorlardı, bir an önce ölmek istemelerine rağmen bir türlü ölemiyorlardı!. 7-8 saniyelik veya 7-8 dakikalık bir can çekişme değildi bu!. Acı ve azap yüklü dakikalar geçiyor, acı ve azap yüklü saatler geçiyor, acı ve azap yüklü günler geçiyor fakat bitmiyor, bitmiyordu bu korkunç can çe­kişmeler!. Pınar kenarlarındaki bağ ve bahçelerde ge­çirdikleri güzel günlerini, güzel yıllarını çoktan unutmuşlardı!. Sanki bu azgın kasırganın içinde doğmuşlar, bu azgın kasırganın içinde büyümüşler ve bütün bir ömürlerini bu azgın kasırga ile oradan oraya savrula­rak geçirmişlerdi!.
Sabır sahibi olan ve insanların yaptıklarına uzun yıllar müdahale etmeden izleyen Rabbimizin, bu sabır yıllarından sonra gelen intikamı, böylesine şiddetli bir intikam oluyordu işte!. Bunu anlamıştı, bunu çok iyi anlamıştı Ad kavmi. Nitekim bu anlayış ile Hud'u, kar­deşleri Hud'u arıyordu gözleri. Hiç dinlemek istemedikleri, yanlarından kovdukları Hud'u görmek ve “Ey Hud, inandık. Vallahi inandık, Billahi inandık” çığlıklarıyla haykırmak istiyorlardı ona!. Fakat Hud'u, fakat Hud ile beraber iman eden müminleri göremiyorlardı aralarında!. Çünkü Rahman olan Rabbimiz, Hud Aleyhisselam'ı ve onunla birlikte iman edenleri bu inkarcı kavimden uzaklaştırmış ve kendi katından bir rahmet ile onları kurtarmıştı.
İnananları kurtaran Rabbimiz, gönderdiği ayetleri yalanlayan Ad kavmini ise böylesine büyük bir azap ile helak etmiş, onları dünyada da, kıyamet gününde de lanete tabi tutmuştur. Çok iyi anlıyor ve hiç kuşku duy­madan iman ediyoruz ki va'dettiği her şey hak olan Rabbimiz güçlü ve üstün olandır, yerlerin ve göklerin yegane hakimidir.
Alemler içinde selam olsun Hud Aleyhisselam'a ve ona iman eden müminlere..
 

hafize

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2006
Mesajlar
14,020
Tepki puanı
23
Puanları
36
Yaş
69
Konum
BURSA
“Ey Hud, inandık. Vallahi inandık, Billahi inandık” Geçmiş ola gerçeği görünce inanmanın hiç faydası yok işte inançsızlarda son nefesinde gerçekle yüz yüze gelince yaşanacak bir tablo Allahım sen şeytana uydurma rahmetini merhametini üstümüzden esirgeme Yarabbim AMİN herkezin okumasını tavsiye ederim Allah Razı Olsun Yusuf
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Semud Kavmi ve Salih Aleyhisselam

Semud Kavmi ve Salih Aleyhisselam

Ad kavminden yaklaşık ikiyüz yıl sonra tarih sah­nesine çıkan Semud kavmi de, bu ismi ataları ve bey­leri olan Semud'dan alıyorlardı. Ad kavmine mensup kimselere Adiler denildiği gibi Semud kavmine mensup kişilere de Semudiler denilmektedir. Şam ile Hicaz arasındaki Hicr bölgesine yerleşen ve burada gelişen Semud kavmi, Kur'an-ı Kerim'de Ashabu'i Hicr ismiy­le de anılmıştır.
Kendilerini yeryüzünün halifeleri kılan Allah'ın verdiği güç ve İmkan ile bulundukları yeri imar eden, pınar kenarlarındaki bahçelerin içinde köşkler kuran, dağlardaki ve vadiİerdeki kayaları ustaca oyup-biçerek evler meydana getiren Semud kavmi de, bir müddet sonra ahireti unutmuş ve uydurdukları sahte tanrılarla Allah'a eş koşmaya başlamışlardı.
Tüm insanları ve insanlığı kapkara bir gölge gibi takip eden şeytan aleyhillane, boş vaadler ve vesvese­ler ile Semud kavmini de yoldan çıkarmıştı. Kendile­rinden önceki Ad kavmi gibi azgınlaşan Semud kavmi, şehirlerde fesadı yaygınlaştırmalar, zulmü arttırmışlar­dı. Dünyadaki her şeye sahip olmak isteyen insanoğ­lu, kendi hemcinslerine de bu hırsla yaklaşmış ve zayıf gördükleri her insanı kendilerinin bir malı gibi kabul ederek onları ezmekten, onları sömürmekten çekin­memişlerdir. Allah'a ve insanlara karşı kibirlenerek bü­yüklük taslayan müstekbirler ile zayıf düşürülen muştazaflar arasındaki bu zulüm İlişkisi, ne yazık ki tarihin her döneminde karşımıza çıkmaktadır.
İşte yeryüzünde fesat ve bozgunculuğun çıktığı, dirlik ve düzenliğin kalmadığı böyle bir dönemde, kul­larına karşı çok merhametli olan Rabbimiz, kavmini uyarıp-korkutması için Salih Aleyhisselam'ı peygamberlikle görevlendirdi. Salih Aleyhisselam peygamber­likle görevlendirilmezden önce kavmi içinde güvenilen ve takdir edüen özel bir insandı. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde güzel ahlakı ve saygın kişiliği ile dikkat­leri üzerine çekmiş, kavmin ileri gelenleri “Salih ileri­de büyük bir insan olacak” demeye başlamışlardı. Ço­cukluk yıllarında bile Allah'ın lutfu ile putlara hiç tapmaması ise pek hoş karşılanmasa da yine de onun bu durumuna iyimser yaklaşmışlar ve “Büyüyünce an­lar ve ilahlarımıza tapar” demişlerdi.
Hiç kuşkusuz ki gelişmeler bekledikleri gibi olma­mıştır. Salih Aleyhisselam büyüdükten sonra da putla­ra tapmamış ve bunun da ötesinde bir peygamber ol­duğunu belirterek hiç kimsenin Allah'tan başkasına tapmaması gerektiğini söylemeye başlamıştı. Tabi ki herkesi şaşırtan bir açıklama, herkesin hayretle karşı­ladığı bir davet oluyordu bu!. Peygamber olduğunu açıklayan Salih Aleyhisselam, şirk içinde azgınlaşan Semud kavmine şöyle sesleniyordu.
“Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Allah'ın sizi topraktan yarattığını, Ad kavminden sonra sizi yeryüzünde hali­feler kıldığını ve çeşitli nimetler içinde size bir ömür verdiğini hatırlayın. Peki sizler Allah'ın bütün bu nimet­lerine nankörlük etmenize ve kendi uydurduğunuz put­lara taparak yegane İlah olan Allah'a eş koşmanıza rağmen; pınar kenarındaki hurma bahçelerinde, düz­lüklerde yaptığınız köşklerde ve dağlarda ustaca yont­tuğunuz evlerde güvende olacağınızı ve başıboş bırakı­lacağınızı mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Allah'ın nimetlerini hatırlayın da, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Ölçüsüzce davranan ve yeryüzünde fesat çıkaranların emrine itaat etmeyin. Allah'tan bağışlan­ma dileyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz benim Rabbim her insana yakın olandır, duaları duyan ve ka­bul edendir.”
“Ne kadar açık ve güzel bir davet!. Gerçekten çok açık ve çok güzel bir davet Veli.”
Nitekim insanı insan yetine koyan, insanın insana ve putlara kulluğunu reddeden bu açık davet, toplumda zayıf düşürülmüş insanlar yani mustazaflar arasında kabul görmeye başlamıştı. Ancak Semud kavminin ile­ri gelenleri, kibirlenerek büyüklenen müstekbirleri için hiç de hoş bir davet değildi bul. Çünkü bu daveti ka­bullendikleri zaman aşağılık olarak gördükleri yoksul ve zayıf insanlarla aynı seviyeye gelecekler, sahte İlah­ların kendilerine verdiği itibar ve büyüklüğü yitirecek­lerdi.
Salih Aleyhisselam'ı bu davasından vazgeçirebilmek ve kendi saflarına çekebilmek için, öncelikle yu­muşak bir üslup kullandılar. Salih Aleyhisselam'a sami­mi bir dost gibi yaklaşarak “Ey Salih, sen bizim içimizde güvendiğimiz ve takdir ettiğimiz birisiydin. Biz senden çok güzel ve çok iyi şeyler umuyorduk. Şimdi sen bizleri atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan en­gelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bu davetini ciddi bir şüpheyle karşılıyoruz” dediler. Bu sözleri dikkatle dinleyen Salih Aleyhisselam “Allah hakkında mı şüphe etmektesiniz? Gökleri ve yeri yaratan Allah, günahla­rınızı bağışlamak için sizi sadece kendisine kulluğa da­vet etmekte ve bu daveti kabul etmezseniz, Nuh ve Ad kavimleri gibi sizleri de helak edeceğini bildirmektedir” cevabını verdi.
“Hocam, yine aynı davet ve yine aynı tehdit. Evet Fatih. Rabbimiz bütün peygamberlerini aynı İlahi davet ve aynı İlahi tehdit ile göndermiştir. Kavimlerini Allah'a kulluğa davet eden bütün peygamberler, kavimlerini kendileriyle değil Allah ile karşı karşıya getirerek, Allah'ın helak emriyle tehdit etmişlerdir. Çünkü bu kıyamete kadar sürecek olan Allah'ın bir sün­neti, Allah'ın bir kanunudur. Toplumların akıbetiyle ilgi­li bu kanunlar Sünnetullah olup, Kur'an-ı Kerim'de Sünnetullah'ın kıyamete kadar kesinlikle değişmeyece­ği ve hiçbir güç tarafından kesinlikle değiştirilemeyece­ği çok açık bir şekilde beyan edilmektedir.”
“Semud kavmi, kendilerinden önce aynı Sünnetullah ile tehdit edilen Nuh ve Ad kavminin helak edil­diklerini bilmiyorlar mıydı?”
“Etbetteki biliyorlardı Merve. Ancak aradan zaman geçtikçe şeytanın vesveseleri ile kendilerinin helak edi­len insanlar gibi sapık olmadıklarını sanıyorlar veya bu helakların İlahi değil doğal afet gibi başka nedenlerden kaynaklandığı zannına kapılıyorlardı!. Nitekim kendi­lerinden önceki Ad kavminin büyük bir kasırga ve sar­sıntı ile helak edilmelerini Allah'dan değil, tabiattan bil­dikleri için, bütün önlemlerini tabiata karşı almışlardı. Dağlardaki ve vadilerdeki kayaları ustaca oyup-biçerek evler meydana getirmişler ve kayaların içindeki bu sapasağlam evlerde kendilerinin güvende olacaklarını zannetmişlerdi!.”
Kendilerinden önce İlahi daveti reddeden Ad kav­minin helak edilmesini Allah'tan değil, birer put yerine koydukları tabiattan kaynaklandığına inandıkları için; bu inanışlarına göre gerekli önlemleri almışlar ve deprem sarsıntılarında en müstakim, en sağlam yerler olarak gördükleri dağlarda kendilerine güvenli evler yontmuşlardı. Çok büyük kayaların içini yontarak yap­tıkları kaya gibi sağlam bu evlerde, artık ne deprem­den ne de sarsıntılardan korkmalarına gerek vardı!.
Günümüzde de sekiz şiddetinde depreme dayanıkh binalar yaparak, kendilerini güvende hissedenler var!.
Evlerin sağlam yapılması elbetteki bir tedbir, ge­rekli bir tedbirdir Seda hanım. Ancak depremleri Hayy'dan değil faydan bilen, fayları dikkate aldıkları kadar Hayy olan Allah'ı dikkate almayan kimselerin tedbiri, çok boş bir tedbirdir. Çünkü Allah'a yönelme­den, Allah'a teslim olmadan ve Allah'ı tekbir etmeden alman her tedbir, hiç kuşkusuz ki güvensiz ve anlamsız bir tedbirdir. Tekbirsiz tedbirin ne anlamı ve ne değeri olabilir ki!. Sekiz şiddetinde depreme dayanıklı binalar yapan kimseler, herşeye kadir olan ve kıyamet emriy­le yeri ve gökleri helak edecek olan Allah'ın, yeryüzü­nü dokuz veya on şiddetinde sarsmayacağını, sarsa-mayacağını mı zannetmektedirler!. Yoksa onlar, Allah'tan dokuz veya on şiddetinde bir deprem olma­yacağına dair bir söz, bir vaad mi almışlardır?
“Tabi ki hayır!.”
“Evet, inkarda direnen Semud kavmi de önceki kavimlerin helak edilmelerini Allah'dan bilmedikleri için, Salih Aleyhİsselam'ın davetine karşı çıkmışlar ve kendilerini Allah'ın helak emriyle tehdit eden Salih Aleyhisselam'a bu davetten mutlaka vazgeçmesi ge­rektiğini söylemişlerdir. Hiç kuşkusuz ki ki Salih Aleyhisselam'ın böylesi sözlerle bu davetten vazgeçmesi, vazgeçebilmesi olacak şey değildi. Çünkü güneşi apa­çık bir şekilde gören bir insan, gözlerini ısrarla kapa­tan kalabalıkların “Güneş yoktur” sözlerini ne kadar dikkate alabilir ki!. Nitekim hak ve hakikate böylesi bir yakınlığı yaşayan Salih Aleyhisselam, Semud kavmi­nin ileri gelenlerine şu cevabı verdi.
“Ey kavmim, bu davetten vazgeçmemi istiyorsu­nuz. Bu davet, benim uydurduğum bir davet olsaydı, elbetteki böylesi dayatmalar karşısında bu davetten vazgeçebilirdim. Fakat Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve Rabbim bana tarafından bir rahmet vermişse, benim ne yapmamı bekliyorsunuz? Rabbimin bu davetinden vazgeçerek O'na İsyan edecek olur­sam, Allah'a karşı bana hanginiz yardım edecektir? Sizleri dinlediğim zaman, bana kaybımı artırmaktan başka ne sağlayabileceksiniz? Bana bu konudaki görü­şünüzü söyler misiniz?”
Semud kavminin ileri gelenleri, Salih Aleyhisselam'ın bu apaçık sözlerine ne cevap vereceklerini bile­mediler. Çünkü doğru sözleri dosdoğru bir kimlikle söyleyen Salih Aleyhisselam'ın hal ve tavırlarında da en ufak bir kuşku, en ufak bir endişe yoktu. Onun ken­dinden emin davranışlarına ve inanmış gözlerine baka­rak “Sen ancak büyülenmiş birisin” dediler.
İlerleyen zaman içinde Salih Aleyhisselam'ın de­vam eden apaçık daveti, toplum içinde horlanan ve zayıf bırakılan mustazaf insanlar arasında ciddi bir ka­bul görmüştü. Mal ve makam sahibi oldukları için ken­dilerini hor gören, kendilerini ezen müstekbirlerin zul­mü altında yaşayan bu rnustazaflar; kendilerine bir insan olarak değer veren ve kendilerine rahmetle yak­laşan Salih Aleyhisselam'ın davetine fazla zorlanma­dan icabet ediyorlardı.
“Hocam, İlahi daveti neden mal ve makam sahi­bi kimseler değil de, özellikle zayıf ve fakir olan insan­lar kabul ediyor?”
“Güzel bir soru Veli. insanların birbirlerini ezdikle­ri, birbirlerine zulmettikleri toplumlarda, mazlumlar­dan ziyade zalimlerin kalpleri katılaşmakta, haksızlığı bîr yaşam şekli haline getiren bu zalimler insani ve vic­dani duygulardan uzaklaşmaktadırlar. Buna karşılık zulme uğrayan ve yaşanan durumdan hiç hoşnut ol­mayan mazlumlar ise ezilerek kuvvetlenen insani duygulanyla haksızlıktan nefret eden ve hakka yaklaşmak isteyen kimseler durumuna gelmektedir. Dolayısıyla haksızlığa uğrayan, haksızlık altında ezilen insanlarda­ki hak arayışı, gerçekten kuvvetli ve samimi bir arayış olduğu için, bu insanların hakka yaklaşımı ve hakkı kabul edişleri daha kolay olmaktadır.”
Evet, zayıf ve fakir oîan bu insanların İlahi daveti kabul etmeleriyle toplumun ikiye bölünmeye başladığı­nı gören ve bu durumdan hiç hoşnut olmayan kavmin ileri gelenleri, daveti kabul eden mustazaflara “Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderiidiğini biliyor mu­sunuz?” dediler. Tabi ki bilimsel gözüken bu soru ile müminleri şaşırtmak, onları şüpheye düşürmek ve İmanlarına kuşku katmak istiyorlardı. Böyle bir soru ile karşılaşan müminler ise Allah'ın yardımıyla hiçbir şüp­heye düşmeden “Biz gerçekten ona ve onun getirdiği gerçeklere inananlarız” dediler.
Bilmek ile iman etmek arasındaki tercihlerini bil­mekten yana koyan ve bilmediğimiz şeye iman etme­yiz anlayışında olan müstekbirler ise “Biz de, sizin İnandığınızı şeyleri gerçekten tanımayanlarız” diyerek karşılık verdiler. Bilimsellik adına yaptıkları bu itiraz, elbetteki nefislerine hoş gelen, kibirlerine kibir katan bir itirazdı. Aşağı sınıflardaki insanlar inanmak, bizler ise bilmek isteriz” cümlesiyle kendisini ifade eden ve bilemediği her şeyi inkar eden bu yaklaşım; sınırlı olan insan aklını mutlak hakim görerek, bu akılı ilahlaştırmaya çalışan bir yaklaşımdır.
“Hocam, günümüzde de böylesi yaklaşımlar var!.”
“Günümüzde de var ve kıyamete kadar da olacak­tır Fatih. Oysa yaratılmış bir nesne olan akılı, her şeyi kuşatıcı görerek ilahlaştırmaya çalışmak, en büyük akılsızlıktır. Aklını doğru kullanabilen kimseler, görü­nür gerçeklerden hareket ederek, bu gerçeklerin görünmeyen nedenlerini, görünmeyen hikmetlerini algı­layan ve bunlara İman eden kimselerdir. Bir heykeli gördüğü zaman, hiç görmediği heykeltraşın varlığını kabul eden akıl; yaratılmış bir kainatı gördüğü zaman, hiç kuşkusuz ki bu kainatı yaratan Yaratıcıyı da kabul edecek ve bu Yaratıcıya da iman edecektir.”
İmandan değil bilmekten yana tavır koyarak büyüklenen Semud kavminin müstekbirleri, bilimsellik adına ileri sürdükleri bu itirazı Salih Aleyhisselam'a da söylediler. “Ey Salih. Biz senin davetinden kuşku veri­ci bir tereddüt içindeyiz. Sen ve seninle birlikte iman edenier, bizlerden babalarımızın taptığı şeyleri terketmemizi istiyorsunuz. Oysa siz, bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası da değilsiniz. Eğer doğru sözlüler­den iseniz, bu durumda bizlere bir ayet getirin de gö­relim” diyerek Salih Aleyhisselam'dan apaçık bir kanıt, bir delil, bir mucize İstediler.
Atalarının uydurduğu putlara taparken, her ne­dense bir delil, bir mucize istemiyorlar!:
“Çok dikkatlisin ve çok doğru söylüyorsun Veli. Evet, kardeşinizin de belirttiği gibi en ufak bir şey ya­ratmayan cansız putlara hiçbir delil olmadan tapın­makta olan bu akılcı(!) müstekbirler; herşeyi yaratan Allah'a yönelmek için apaçık bir kanıt, bir mucize is­temektedirler!.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Semud Kavmi ve Salih Aleyhisselam devamı

Semud Kavmi ve Salih Aleyhisselam devamı

Salih Aleyhisselam, kavmin ileri gelen müstekbirlerinin bu cahilce istekleri karşısında “Elbetteki bizler, sizin gibi bir beşeriz. Ancak Allah kullarından dilediği­ne lutufta bulunur. Allah'ın izni olmaksızın size bir ayet, bir delil getirmemiz ise bizim için olacak şey de­ğildir” cevabını verdi. Bunu duyan müstekbirİer, Salih Aleyhisselam'ın aciz bir yalancı olduğunu zannederek, onu ve onunla birlikte olan müminleri daha fazla ala­ya almaya başladılar.
Rahman olan Rabbimiz, bu gelişmeler üzerine Semud kavmine apaçık bir mucize gönderdi. Gönde­rilen bu mucize büyük bir kayanın yanlmasıyla, bu ka­yanın içinden çıkan dişi bir deveydi!. Uzun yıllardır dağlan yontarak, kayalan oyup-biçerek bu kayaların ne olduğunu çok iyi bilen Semud kavmi, gördükleri bu mucize karşısında şaşırmışlar, şaşkınlığa düşmüşlerdi!. Bu dişi deve gökten gelseydi, belki de bu kadar şaşırmayacaklardı!. Fakat bu dişi deve bir boşluktan, bir bi­linmezden değil, içinde hava, su ve boşluk bulunma­yan büyük bir kayanın içinden çıkmıştı!.
Onlar bu sert kayaları yontarak, oyarak, şekil ve­rerek bu kayalann içinden İlah dedikleri cansız putları çıkarırlarken; Salih'in Rabbi olan Allah, aynı kayalann içinden canlı bir deve çıkarmıştı.
Bir büyü, bir sihir de değildi bu!.
Çünkü gerçekten canlı, capcanlı bir deve duru­yordu karşılarında. Ve bu dişi deve onların şaşkın ba­kışları arasında yürüyerek su başına gitmiş ve su içme­ye başlamıştı. Bu görünür mucize karşısında Salih'e baktılar ve onun ne diyeceğini merak ettiler. Salih Aleyhisselam kendilerine “İşte bu sizin Rabbinizdir, he­men ona secde edin” deseydi, hiç düşünmeden secde edebilirlerdi. Çünkü kayalardan yontarak ortaya çıkar­dıkları cansız putlara tapman bu şaşkınlar, aynı kaya­ların içinden çıkan bu mucizevi canlıya neden secde etmeyeceklerdi ki?
Tabi ki Salih Aleyhisselam böyle bir şey söylemez, böyle bir şey söyleyemezdi onlara. Çünkü Allah'a iman eden ve Allah'a hiçbir şeyi eş koşmayan Salih Aleyhis­selam, insanları canlı veya cansız bütün putlardan sakındırmakla ve sadece Allah'a kulluğa davet etmekle görevliydi. Nitekim bu bilinç ve duygular içinde muci­zevi deveye bakarak Allah'a hamdeden Salih Aleyhisselam, kendisinden bir açıklama bekleyen kavmine Allah'ın vahyi istikametinde şöyle seslendi.
“Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. İşte sizlere Rabbinizden apaçık bir ayet, bir belge gelmiştir. Onu salıverin, ser­best bırakın da Allah'ın arzında otlasın. Allah'ın size gönderdiği bu deveye ve onun su içme sırasına dikkat edin. Su içme hakkı bir gün onun, bir gün de sizindir. Sakın ona bir kötülükle dokunmayın, sonra sizi acıklı ve yakın bir azab sarıverir.”
Semud kavminin ileri gelen müstekbirleri, Salih Aleyhisselam'ın bu sözlerini hayret ve şaşkınlık içinde dinlediler. Ona ne diyeceklerini, ne söyleyeceklerini bi­lemediler. Ancak zaman geçtikçe bu sözlerden ve karşılaştıkları bu yeni durumdan hiç hoşlanmadıklarını hissettiler. Çünkü dişi deve gelmezden önce her gün rahatça kullandıkları suya, artık bir ortak çıkmıştı!. Oysa bu su, hem kendileri, hem de ekinleri ve hay­vanları için çok önemliydi. Su alabilmek için ertesi gü­nü beklemek, Semud kavmi için hiç de kolay bir şey değildi.
Günler geçtikçe, bu dişi deve yüzünden hayatları­nın çekilmez olduğunu hissetmeye başladılar. Doymak ve durmak bilmeyen bu dişi deve, istediği yerde ser­bestçe otlanıyor, istediği ekine giriyor ve istediği kadar su içiyordu!. Salih'in Rabbi olan Allah, suyu bir gün deveye, bir gün kendilerine vererek, onları bu dişi de­ve ile eşit tutmuştu!. Halbuki bu deve, haftalarca su iç­meden yaşayabilirdi. O halde neden, Salih'in Rabbi olan Allah neden böyle bir taksim yapmıştı?
Hiç kuşkusuz ki bir uğursuzluk çökmüştü üzerleri­ne ve bu uğursuzluğun en büyük sebebi Salih idi. Çün­kü Salih denilen bu genç davete başladıktan sonra toplumda bölücülük olmuş, koskoca Semud kavmi, inananlar ve inanmayanlar diye ikiye ayrılmıştı. Muci­ze diye gelen bu dişi deve ise, başlı başına bir musibet olmuştu kendilerine!. Dişi olan bu devenin doğuracağı ve başlarındaki musibetin artacağı endişesi ifher ge­ce rüyalarına giren bir kabus oluyordu!.
Yaşadıkları bu durumu açık bir uğursuzluğa yo­rumlayan böylesi düşüncelerle Salih Aleyhisselam'a gi­derek “Senin ve seninle birlikte olanlar yüzünden uğursuzluğa uğradık. Artık yeter. Ya bizim dinimize ge­ri döneceksiniz, ya da sizi kendi toprağımızdan sürece­ğiz” dediler. Salih Aleyhisselam ise bu sözler karşısın­da onları yine de yumuşatmak, yine de ikaz etmek istedi. Çünkü şeytani bir asabiyet ile gözleri dönmüş olan bu insanlar, ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Rahmet dolu bir kalpten yükselen, merhamet dolu cümlelerle şöyle cevap verdi kavmine.
“Ey kavmim, neden iyilikten önce, kötülük konu­sunda acele davranıyorsunuz? Allah'tan bağışlanma di­lemeniz gerekmez mi? Umulur ki esirgenirsiniz. Dişi deve ve onun getirdiği sıkıntılar konusunda bizi niye suçluyorsunuz ki!. Allah'tan bir ayet, bir mucize iste­yenler sizlerdiniz!. Şimdi ise uğursuzluk dediğiniz bu İlahi takdir ile denenmekte olan bir kavimsiniz. Bizleri tehdit etmenize gelince, bu tehditler karşısında mü­minler elbetteki Allah'a tevekkül edeceklerdir. Hem bi­ze ne oluyor ki, Allah'a tevekkül etmeyelim? Çünkü bi­ze doğru olan yollarımızı O göstermiştir ve Allah doğru yolda bulunan kullarını koruyacaktır. Bizlere yapmakta olduğunuz işkencelere de sabredeceğiz. Te­vekkül edenler, Allah'a tevekkül etmelidirler.”
Rahmet ve merhamet dolu bu sözler, azgınlıktan gözleri dönmüş olan müstekbirlere hiç tesir etmedi. Hayatlarını çekilmez hale getiren Salih Aleyhisselam’dan kurtulabilmek için ne yapmaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Çünkü eski günlerine geri dön­mek, refah ve azgınlık içindeki hayatlarına tekrar ka­vuşmak istiyorlardı.
Semud kavminin yaşadığı şehirde, dokuzlu bir çe­te vardı. Bunlar uzun bir süredir yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar, dirlik ve düzenlik bırakmıyorlardı. Gelişen olaylar üzerine bir araya gelen ve ne yapacaklarını tar­tışan müstekbirler, uzun uzun konuştuktan sonra en nihayet bir karara vardılar. Salih Aleyhisselam'ı ailesiy­le birlikte öldürmeye ve suçu bu dokuzlu çetenin üze­rine atmaya karar vermişlerdi. Nitekim kendi araların­da Allah adına and içerek “Gece olunca Salih'e ve ailesine bir baskın düzenleyerek hepsini öldürelim. Da­ha sonra bize soran yakınlarına “Bu ailenin yok oluşu­na biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söy­leyenleriz” diyelim.” dediler.
“Hocam, Allah'ın peygamberine tuzak kurarlar­ken, Allah adına and içiyorlar!.”
“Dikkatin için teşekkür ederim Veli. Tarihin her döneminde müslümanlara eziyet ve işkence eden müs­tekbirler, genel olarak Allah'ı inkar eden ateistler yani tanrıtanımazlar değil, Allah'a inanan ancak inandıkları Allah'a eş koşan müşriklerdir. Nitekim Semud kav­minin ileri gelenlerinden oluşan bu müstekbirler de, Allah'a inanmalarına rağmen atalarının uydurdukları şeylere de taparak Allah'a eş koşan azgın müşrikler­den oluşuyordu.”
Bu azgın müşrikler gizlice tuzak kurarlarken, Sa­lih Aleyhisselam elbetteki onların t?u konuşmalarını duymadı. Gizli istihbaratlar ile onların nasıl bir tuzak hazırladıklannı öğrenerek, bu tuzaklar karşısında ne yapabileceklerini uzun uzadıya düşünmedi. Çünkü böylesi gizli tuzaklardan, gizliyi ve aşikarı bilen Allah'a tevekkül etmişlerdi. İnandıkları ve tevekkül ettikleri Allah bütün müslümanlara “Ben o azgınların ne yap­tıklarını, size karşı nasıl tuzaklar hazırladıklarını biliyo­rum. Siz onları Bana bırakın ve doğru yolunuzun ge­reğini yaşayın. Çünkü sizler doğru yolda olursanız, sapanlar size bir zarar veremez” buyuruyordu.
Bütün mü'minleri ve müslümanlan kuşatan bu İlahi vaad nedeniyle Salih Aleyhisselam ve onunla birlikte olan müminler, Allah'ın kendilerine gösterdiği dosdoğru yolda, Allah'a tevekkül ederek yürümeye de­vam ediyorlardı. Hiçbir korku ve endişeleri de yoktu. Çünkü tevekkül ettikleri Allah, hiç kuşkusuz ki bu müstekbîrlerin ne yapmak istediğini biliyor, onların hileli düzenine karşı, hilesiz bir düzen kuruyordu. Nitekim bu müstekbirlerin yaptıkları bütün hesaplar boşa çık­mış, kurdukları tuzaklar, kendilerinin zararına neden olmuştu.
Hileli düzenleri boşa çıkan ve azgınlıktan gözleri dönen Semud kavmi, artık hem Salih'ten hem de bu dişi deveden bir an önce kurtulmaya karar verdiler. Kendilerini engellemeye çalışan Salih Aleyhisselam’ın bütün ikazlarına rağmen, dişi deveyi yere yıkarak öl­dürdüler. O zamana kadar kalplerine korku ve endişe veren bu deveyi öldürdükleri zaman kendilerini çok iyi hissettiler. Mucize dedikleri bu deve, diğer develer gibi ölmüş, oluvermişti işte!. Salih'in Rabbi onları ne dur­durabilmiş, ne de deveyi koruyabilmişti!. Kendilerine uzak ve umudsuz gözlerle bakan Salih Aleyhisselam'a dönerek ve kanlı elleriyle yerdeki dişi deveyi göstere­rek “Ey Salih, işte deveyi öldürdük. Eğer gerçekten gönderilen bir peygamber isen, bize va'dettiğin şeyi getir de görelim” dediler.
Salih Aleyhisselam, öylece durdu. Uzun yıllardır hidayete davet ettiği kavmini ve bu kavminin yine uzun yıllardır devam eden inkarını düşündü. Apaçık ayet ve mucizelere rağmen hidayet yerine körlüğü ter­cih eden bu inkarcı kavmi için, artık yapabileceği bir şey kalmadığını anladı. Bu hüzünlü duygular içinde onların yanından uzaklaştı ve yüreğini Rahman olan Allah'a açarak, Allah'tan müzminler için yardım ve fe­tih istedi. Salih Aleyhisselam'ın rahmet dolu bu duası­na, rahmetin gerçek sahibi olan Rahman'dan çok açık bir cevap geldi. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu Salih Aleyhisselam'a “Biz, hiç şüphesiz zulme­denleri helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o arza mutlaka yerleştireceğiz. İşte bu ikram, makamımdan ve va'dimden korkanlara aittir” diye vahyetti.
Rabbimizden bu İlahi uyarıyı alan Salih Aleyhisselam “Ey Salih, işte deveyi öldürdük. Eğer gerçekten gönderilen bir peygamber isen, bize va'dettiğin şeyi getir de görelim” diyen inkarcı kavminin karşısına çı­karak “Yurdunuzda üç gün daha yararlanın. Bu, yalan­lanmayacak bir vaaddir” cevabını verdi. Tabi ki bu teh­dit karşısında hiç korkmadı, hiç korkup kaçışmadı Semud kavmi. Kendilerinden önceki Ad kavminin yüksek sütunlu evleri, şiddetli bir kasırga İİe yıkılmıştı, yıkılmıştı ama kendi evlerine bir şey olmazdı. Çünkü Semud kavminin kayalardan oydukları, kaya gibi sağlam evleri vardı. Her tarafı kaya olan bu evlerde, onlara ne olabilirdi ki!.
“Ve üç gün geçti.”
“Ve Allah'ın emri geldi.”
Ve Semud kavmi gecenin karanlığında yıldırım­larla gelen korkunç bir ses ve dayanılmaz sarsıntılar ile kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar. Ne ayağa kalkmaya güç yetirebildiler, ne de Allah'tan ve Allah'a eş koştukları putlarından bir yardım bulabil­diler. Kendilerine boş vaadler veren, çirkin yollarını süslü gösteren şeytan da yoktu yanlarında!. Korku ve acizlikten dizüstü çökmüş cansız cesetler, dehşetten açılmış gözlerle bir noktaya bakıyorlar ve sessiz feryat­larla “Biz ne yaptık, bizler ne yaptık” diye haykırıyorlardı. Sanki orada hiç bulunmamışlar, yurîarında refah içinde hiç yaşamamışlardı!. Kaya gibi sağlam zannet­tikleri evleri yerle bir olmuş, Allah'ın emriyle ıssız birer enkaza dönüşmüştü. Artık Semud kavmi diye bir ka­vim yoktu, böyle bir kavim yoktu yeryüzünde!. Uzun yıllar süren inkarları ve küfürleri nedeniyle, hepsi he­lak edilmiş ve hepsine Allah'ın rahmetinden uzaklık verilmişti.
Semud kavmini helak eden Rabbimİz, katından bir rahmet ile Salih Aleyhisselam'ı ve onunla birlikte iman edenleri kurtarmıştı. Müminlerle birlikte bu müt­hiş günün azabından kurtulan Salih Aleyhisselam, in­karcı kavmi helak edilirken dönmedi, dönüp bakmadı onlara. Onlardan uzaklaşırken Allah korkusuyla titre­yen dudaklarını açarak “Ey kavmim, andolsun ki size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Ama siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz” dedi.
“Bu sözü kavmi duydu mu?”
Duymadılar, duyamadılar Seda hanım. Fakat bu hak ve güzel sözleri Rabbimizin iutfuyla bizler duyduk. Ve istiyoruz ki bizlerin şu sözünü de yine Rabbimizin iutfuyla onlar, o güzel mü'minler duysunlar.,
“Alemler içinde selam olsun Salih Aleyhisselam'a ve ona iman eden müminlere.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Putperestlik Ve Nemrud Dönemi

Putperestlik Ve Nemrud Dönemi

Nuh Aleyhisselam'dan yaklaşık on asır sonra, insanlık tarihi yine kara, yine kapkara bir döneme girmişti!. İnsanlar Allah'ı ve Allah'ın birliğini unutmuş­lar, kendi elleriyle yaptıkları ve yüce isimler verdikleri putlara tapmaya başlamışlardı. İnsanın ve tüm insanlığın en büyük düşmanı olan Şeytan için, elbetteki altın bir dönemdi bu!. Yeryüzündeki bütün insanları Allah'a kulluktan engellemek isteyen şeytan aleyhillane, in­sanlara bizzat gözükerek “Ey insanlar!. Allah'ı bırakıp, bana secde edin!.” demediği ve diyemeyeceği için, bu insanları tarihin her döneminde taş ve tahtalardan ya­pılan sembollere yöneltmiş ve kutsal güçler nisbet etti­ği bu putlara ibadet ettirmiştir. Şimdi sizlere sormak is­tiyorum. insanların neden putperest olduklarını, taşlardan yapılmış heykellere neden taptıklarını hiç düşündünüz mü?
“Affedersiniz hocam. Herhalde akılsızlıktan olsa gerek!.”
“Merve hanım, sizler kadar akıllı olmadıkları açık bir gerçek. Ancak ben yine de bütün putperestlerin, bu cansız putlara ibadet edecek kadar akılsız oldukları kanaatinde değilim. Çünkü putperestlik merasimleri­nin ön saflarında, toplumda ileri gelen kimselerin yer aldığını görüyoruz. Zaten arka saflardaki şaşkınlar, bu ön saflardaki ileri gelenleri izleyerek putperest oluyor­lar. Benim sorum bu ön saftakilerle ilgili. Yaşadıkları çağlarda kendilerine aydın, düşünür, yönetici denilen bu ön saftakiler neden putperest oluyorlar veya niye putperest gözüküp, arka saflardaki insanları putpe­restliğe davet ediyorlar?”
“Evet hocam. Burası çok önemli!.”
“Tabi ki önemli Veli. İşte insanla ilgili bu önemli sorunun cevabını bulabilmemiz için yine insana yönel­memiz ve bu cevabı insanın fıtratında aramamız gere­kir. Daha önce de konuştuğumuz gibi her insanın fıt­ratında Allah gerçeği vardır. Tüm yaratılışın bu kutsal gerçekle ilgisi olduğunu yakinen hisseden insanlar, fıt­ri olarak bu kutsalı bulma ve bu kutsala yönelme arzu­suna sahiptirler. İnsanlara hükmetmek isteyen yöneti­ciler, toplumdaki bu kutsala yönelme arzusunu, yegane İlah olan Allah ile karşılamak ve bu fıtri boş­luğu Allah gerçeği ile doldurmak istemezler. Çünkü Allah konuşan, hüküm koyan, insanların nasıl ve ne şekilde yönetilmeleri gerektiğine müdahale eden, za­lim liderlerin haksız çıkarlarına engel olan bir Rabdır. Çünkü Allah bütün kullarını aynı hükümlerle karşı kar­şıya getiren, devlet başkanından çobanına kadar her insanın bu hükümler karşısında eşit olduğunu beyan eden ve yarattığı bütün kullarına adil davranan bir Rabdır.”
Tabi ki hiçbir müstekbir, hiçbir emperyalist, ken­dilerini diğer insanlarla eşit tutan ve hiçbir insana zulmedilmemesi için hükümler beyan eden böylesine adil bir İlah adına insanları yönetmek istemezler. Onların istedikleri ilahlar, kendilerini kayıran, onların zulümle­rine karışmayan, insanların yönetimiyle ilgili kanun ve hüküm yetkisini kendilerine bırakan Vedd, Suva, Yeğus gibi sahte ilahlardır. Bu nedenle zalim liderler ve zalim yöneticiler, insanların Allah'a ve Allah'ın adil hü­kümlerine yönelmelerini istemezler.
Bütün bunları dikkate alan emperyalistler, insan­ların fıtratında bulunan kutsalı bulma ve kutsala yönel­me arzularını, kendilerine göre en uygun olan bir al­ternatifle gidermek isterler. Ölmüş bir insanı, bir lideri veya tabiattaki bir kudreti sembolize eden putlar yapa­rak, bildikleri bütün kutsal vasıfları bu putlara nisbet ederler. Halka öncülük yaparak, batıl isnatlarla yücelt­tikleri bu putların önünde tazim ve hürmetle dururlar. Önemli olan halkın bu putlara yönelmesi, kutsala yö­nelme arzusunu bu putlarla gidermesidir.
Yöneticilerin tabi ki bu putlardan hiçbir rahatsız­lıkları yoktur. Hem neden rahatsız olsunlar ki!. Çünkü bu suskun putların yerine kendileri konuşmakta, bu putların ne isteyip, ne istemediğine kendileri karar vermektedir. Doiayısıyle kendilerine kutsal bir yönetim gücü veren bu sahte ilahları, var güçleriyle yüceltmek isterler. İnsanları ve toplumları hem maddi, hem de manevi yönden ellerine geçirmişlerdir artık!. Toplu­mun bir kesimini kendileri adına cezalandırdıkları za­man toplumsa! bir düşmanlık ve muhalefet ile karşılaş­maları sözkonusu iken; yücelttikleri putlar adına cezalandırdıkları zaman böyle bir düşmanlık ve muha­lefet sözkonusu değildir. Çünkü her şey yüce putlar adına yapılmakta, akıtılan kanlar, yine bu putlar adına akıtılmaktadır!. Putlar adına kurban alan cellatlar ise bu putperestliğin en dindar, en muttaki, en samimi sa­vunucuları olarak kabul edilmektedir!.
Dünya tarihinin değişik dönemlerinde gönderilen peygamberler, bu putperestlik vakıasıyla karşılaşmışlar ve bütün insanları putperestlikten menederek, onları sadece ve sadece Allah'a kulluğa davet etmişlerdir.
“Hocam, günümüzde de putperestlik var mı?”
Dünyanın en eski sapıklığı olan putperestliği sadece geçmişe nisbet etmek ve günümüzde böylesi sapıklıklar yoktur demek, ne yazık ki mümkün değil­dir Hamdı. İlahi değerlerin. İlahi hakikatlerin önüne geçirilen her ilke, her prensip, İslam itikadına göre müşriklere veya putperestlere özgü ilke ve prensipler­dir. İlahi hakikatlerin önüne geçirilen bu ilke ve pren­sipler bir kişiye veya bir heykele nisbet edilerek, insanlar bu kişinin veya heykelin önünde, tazim ve hürmet­le durdukları zaman, bu kişileri veya heykelleri birer put durumuna getirmiş ve putperestlik yapmış olurlar.
“Hocam, müslümanların arasında da böyle in­sanlar var mı?”
Gerçek müslümanların arasında elbetteki böylesi insanlar yoktur Merve Ancak kendilerini İslam dinine nisbet etmelerine rağmen, İslam'ın dünya görüşüne ve yaşam tarzına karşı çıkan insanlar arasında böylesi kimseler çoktur. Bir gücü veya bir İnsanı sembolize eden heykeller önünde tazim ve hürmetle duran bu in­sanlar, bilerek veya bilmeyerek putperestliğe bulaşan insanlardır. Söz ve konuşma meydanlarında “Ben de müslümanım, bizler de müslümanız!.” diyen bu şaşkın­ların karşısına elinize bir Kur'an-ı Kerim alarak çıktığı­nızda ve bütün bu şaşkınlara “Madem ki müslümansı, Allah sizleri taşlara tapmaktan menediyor; madem ki müslümansınız, Allah sizleri Kur'an'a davet ediyor; madem ki müslümansmız, Allah sizlere şunları emrediyor...” dediğinizde surat astıklarını, sözleriniz­den hiç hoşlanmadıklarını ve üzerinize çullanarak sizi susturmaya çalıştıklarını görürsünüz!.
“Hocam, niye böyle yapıyorlar?”
“Bunun nedeni çok açıktır Merve hanım. Çünkü bu kimseler, “Bizler de müslümanız, bizler de Allah'ın kuluyuz!” demelerine rağmen, kendilerine müdahale eden, kendilerini hakka davet eden, daha açık, çok da­ha açık bîr ifadeyle “Konuşan bir Allah” istemiyorlar!. Nitekim kendilerine Allah'ın ayetlerini hatırlattığınız zaman üzerinize çullanarak susturmaya çalıştıkları ger­çek, sizin sözleriniz değil, Allah'ın kelamıdır. Sîze veya sizin şahsınıza değil, konuşan bir Allah'a, konuşan bir tanrıya tahammülleri yoktur bunların!.”
Özellikle toplumun elit tabakasına mensup olan bu kimseler “Görmedim, duymadım, söylemedim” di­yen üç maymun heykelinde ifade edildiği gibi kendile­rini görmeyen, kendilerini işitmeyen ve kendilerine konuşmayan bir tanrı, yani bir put istemektedirler!. Az önce anlattığımız putperestler, taştan veya tahtadan yapılmış heykellere put gibi yaklaşırlarken; bu kendini bilmezler alemlerin Rabbi olan Allah'a put gibi yak­laşmak istemektedirler. Var dedikleri Allah susacak, Allah'ın yerine bunlar konuşacak!. Neyin iyi, neyin kö­tü olduğuna bu beyler karar verecek!. Alemlerin Rab­bi olan Allah Cefle Celaluhu yarattığı ve sayısız nimet­lerle yaşattığı insanları bu beylerin emrine vererek “Alın bu insanları, istediğiniz gibi yönetin, istediğiniz gibi kullanın, istediğiniz gibi sömürün” diyecek!. Bu za­limler insanları ezecekler, insanları sömürecekler fakat Allah bunlara hiç karışmayacak!. “Keyfinize göre yap­tığınız işler, nefsinize göre çıkardığınız kanunlara uy­gunsa, ne mutlu size!.” diyecek!. Çünkü bunlar, İslam dinine bir putperest mantığı ile yaklaşan bu beyler, böyle istiyorlar!.
“Hocam, sinirlendiniz!.”
“Bir insan olarak sinirlenmemek ve böylesi müş­riklerin ezdiği, sömürdüğü milyarlarca insan için üzülmemek mümkün mü Fatih!. insanların karşısına çıkarak “Bizler de Allah'a inanıyoruz1' diyen bu mü­nafıklar, günümüz dünyasının modern ve çağdaş put­perestleridir. Tarihin her döneminde karşımıza çıkan putperestlik olayı, şekil veya biçim olarak değişse de. mantık olarak hiç değişmemektedir. Aynı şeytani mantığın, farklı görüntüleridir bütün bunlar.”
“Hocam, çok tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz!.”
“Doğru söylüyorsunuz Seda hanım. insanların ya­rarına bir araç olması gereken bilim ve teknolojinin bi­le emperyalistler tarafından putlaştırıldığı, dünya insanlarının demokrasi kavalından çıkan hoş ve boş nağ­melerle uyutulduğu bu çağ, düşünen insanların gerçek­ten dikkatle yaşamaları ve kendilerini özenle koruma­ları gereken bir çağdır. Bu korunma ise hiç kuşkusuz ki Allah'a sığınmamızla ve O'nun hükümlerine sımsıkı sarılmamızla mümkün olacaktır.”
“Evet putperestlik konusunda bu kısa bilgiyi verdikten sonra .aşıl konumuza dönebiliriz. Nuh Aleyhisselam'dan yaklaşık on asır sonra, insanlık tarihinin yine kara, yine kapkara bir döneme girdiğini söylemiştik. Gökyüzüne bakarak Allah'ın azametini düşünmesi ge­reken insanlar, bu gökyüzündeki yıldızları, ayı ve güne­şi birer yardımcı tanrı yerine koyarak, bütün bunları yaratah Allah'a eş koşmaya başlamışlardı. Değişik isimler, verdikleri bu tanrıların sembolik heykellerini yapıyorlar ve kendi elleriyle yaptıkları bu putlara tapı­nıyorlardı!.”
Bu tapınmanın merkezi ise Irak bölgesinde kuru­lan Babil şehri idi. O karanlık dönemin, karanlık yüz­lü kralı, olan Nemrud, Babil'de büyük bir ibadethane yaptırmış ve burasını kıymetli taşlarla süslediği en bü­yük, en değerli putlarıyla doldurmuştu. Buraya gelen insanlar, kendilerine çok yüce manevi değerler nisbet edilen bu değerli ve görkemli putlara tapınıyorlardı.
Tabi ki bu durumdan Nemrud ve Nemrud'un ileri gelen çevresi çok memnundu. Çünkü bu cansız putların, yeryüzündeki en canlı ifadesi kendileriydi. Bu putların bütün manevi gücünü, bütün kudretini onlar temsil ediyorlar ve bu putlar adına sadece onlar konuşuyor­lardı. Yapılmasını istedikleri her şeyi, sanki tanrıların bir isteği imiş gibi halka sunuyorlar ve bu isteğe karşı çıkan insanları, tanrılara karşı çıkmış gibi cezalandırı­yorlardı.
Dolayısıyla Nemrud'un bir emrine, bir isteğine karşı çıkmak, tanrılara karşı çıkmak anlamına geliyor­du. Çünkü putperestlere göre Nemrud bir insan değil, bütün tanrıların gücünü kendisinde toplayan ve bu kudreti dilediği gibi kullanan yüce bir varlık idi!. Bu yü­ce varlığa kim karşı çıkacak, onun karşısında kim du­rabilecekti ki!.
Putlaşmış krallara ve putperest yöneticilere göre, meydan ve ibadethanelerdeki bu putlar yine de yeter­li değildi. İnsanlar ev ve işyerlerinde de bu putların kü­çük örneklerini görmeli, ev ve iş yaşantılarında da bu yüce putları dikkate almalıydı!. Dolayısıyla böylesi dö­nemlerde o kadar çok puta ihtiyaç vardı ki, putçuluk önemli ve gelir getiren bir sanat haline gelmişti. Nite­kim böyle bir çağda putçuluk yapan Azer. Nemrud dö­neminin önemli put ustalarından biriydi. Kendi aklın­ca helalından olsun diyerek el emeğinin karşılığını yiyen Azer, bu el emeği iie devamlı put yapmakla, put üretmekle meşguldü!.
İşte insanlık böylesine karanlık bir zulmün içinde iken, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz insanlara acı­dı. Şeytana aldanarak Allah'ı ve ahireti unutan insan­lara, bu İlahi gerçekleri hatırlatmayı murad etti. İnsan­lık böylesine karanlık bir dönemi yaşarken; sabrı ve tevekkülü, inancı ve tevhid akidesi ile asırlar boyu bü­tün bir kainatı aydınlatacak olan İbrahim'i gönderdi. Evet,
yeryüzü ismi İbrahim olan bir çocuk ile tanışmış­tı. Put yapan Azer'in evinde, putkıran bir yiğit, putkıran bir kahraman, putkıran bir İbrahim doğmuştu!. Rahmet ve bereket yüklü bu küçücük bebeğin nurlu yüzüne bakıyor, gözlerimizi ve gönüllerimizi aydınlatan bu küçücük bebeğe “Putlara ve putperestlere hoş gelmedinse de, sen bizlere, sen insanlara, sen insanlık ta­rihine hoş geldin, çok hoş geldin İbrahim” diyoruz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İbrahim Aleyhisselam'in Rabbini Arayışı

İbrahim Aleyhisselam'in Rabbini Arayışı

Putperest bir kavmin, putçu bir ailesinde doğan İbrahim, daha küçük yaşlarda iken yaratılışı ve Yaratıcı'yı düşünmeye başlamıştı. İbrahim'in bu güzel düşün­celerine, Rahman olan Rabbimiz de yol gösteriyordu. Onun ciddi sorularına doğru cevaplar ilham ediyor, yerlerin ve göklerin sadece bir Hakim'in, her şeye gü­cü yeten mutlak bir Hakim'in hükümranlığı altında ol­duğuna işaret ediyordu.
Küçük yaşlardaki İbrahim bu düşünceler ile bir Yaratıcı'nın varlığına inanıyor ve bu Yaratıcı'nın bütün bir kainata hükmettiğinden hiçbir kuşku duymuyordu. İyi ama kimdi bu Yaratıcı, kimdi bu hükümdar, kimdi İbrahim'in Rabbi? Babası ve kavminin ileri gelenleri, yerleri ve gökleri idare eden bu hükümdarların yıldız­lar, ay ve güneş olduğunu iddia ediyorlardı!. Yeryüzün­de meydana gelen her olayın bunlara bağlı olduğunu, insanları iyileştiren, hastalandıran ve öldüren bütün güçlerin bunlarda olduğunu söylüyorlardı!.
Babasının ve kavminin ileri gelenlerinin anlattık­ları bu gibi şeyleri büyük bir dikkatle dinledi İbrahim. Bu dinlediklerinin hiçbirini yalanlamadı, hiçbirine itiraz etmedi. Çünkü kendisine bunları anlatan kimseler, herkesin kendilerine saygı gösterdikleri koca koca insanlardı!. Bu yaşlı ve saygın insanların yanılması veya yalan söylemesi, elbetteki mümkün değildi.
İç dünyasındaki gerçekler ile kavminden duyduğu sözleri birleştirerek bir sonuca varmak isteyen İbrahim, gecenin karanlığında bir yıldız görmüş ve kendi­sine söylenenleri hatırlayarak “İşte bu benim Rabbim” demişti. Ancak içine sinen, kalbine mutmainlik veren bîr söz olmamıştı bu!. Kalbindeki bu tereddütler ile yıl­dıza bakıp, insanların Rab dedikleri bu yıldızı düşün­meye başladı. Bir süre sonra yıldız batıp, gökyüzünde kaybolunca “Ben kaybolup-gidenleri sevmem” diyen İbrahim, bir yıldızın bir Rab olamayacağını kesinlikle anlamıştı. Çünkü kendi batışını bile engelleyemeyen bu yıldız, hiç batmadan kainattaki doğuş ve batışları İdare eden, onlara düzen veren bir Rab olamazdı.
Bunun ardından Ay'ı, etrafa aydınlık saçarak doğ­makta olan Ay'ı görünce, yine kendisine söylenenleri hatırlayarak “İşte bu benim Rabbim” demişti. Fakat da­ha sonra Ay da batmış, Ay da kaybolu ver misti!. İbra­him için ikinci bir hüsran, ikinci bir hayal kırıklığı idi bu!. Babasına ve kavminin ileri gelenlerine karşı da güvenini yitirmeye başlamıştı. Ay ve yıldız konusunda yanıldıkları, apaçık bir sapıklığa girdikleri belliydi. Bu duygular ve düşünceler içinde umudsuzluğa düşmüş ve “Andolsun, eğer Rabbim beni doğru yola erîştirmezse gerçekten sapmışlar topluluğundan olurum” demişti.
Sonra güneş doğmaya başladı. Etrafa ışıklar saça­rak ve tüm karanlıkları delip gidererek doğmakta olan güneşe bakan İbrahim, babasına ve kavmine son bir fırsat vermek istercesine “İşte bu benim Rabbim, bu en büyük” diye seslendi kalbine. Fakat kaîbi yine doğrula­madı, yine kuşkuyla karşıladı bu sözü!. Nitekim bir sü­re sonra güneş de batmış, güneş de kayboluvermişti!. Yıldızı, Ay'ı ve güneşi tekrar tekrar düşünen İbra­him, bütün bunların kainatı idare eden bir Rab, bir Ya­ratıcı değil, kainatta idare edilen birer yaratılmış olduk­larını anlamıştı. İç dünyasındaki gerçekler ile kavminden duyduğu yalanlan bir araya getiremeyen, bunları uyuşturamayan İbrahim, son tercihini kalbin­deki aydınlık gerçeklerden yana yapmaya karar ver­mişti. Hiç kimsenin bulunmadığı sessiz bir tenhalıkta kavminin söylediklerini tekrar tekrar düşünen İbrahim, kararlı bir şekilde ayağa kalkmış ve “Ben kavmimin şirk koşmakta olduklarından uzağım” diyerek, kavmi­nin boş sözlerle yücelttiği ve şaşkınca tapındığı bütün putları inkar etmişti.
“Demek ki ilk önce “La İlahe” demiş.”
“Dikkatin için teşekkür ederim. Evet, Veli kardeşi­nizin de işaret ettiği gibi bir insanın Allah'ın razı olaca­ğı dine girebilmesi için öncelikle kelime-i tevhid gerçe­ğini söylemesi ve bu güzel sözün gereğini yapması şarttır. Kelime-i tevhid yani “La İlahe illaallah” ifadesi, “Allah'tan başka İlah yoktur, ilah olarak sadece Allah vardır" anlamına gelir. Dikkat ederseniz bu güzel sö­zün ilk yarısı inkar, ikinci yansı tasdîkdir. Bu güzel söz­deki Allah'ı tasdik ne kadar önemliyse, sahte ilahların inkarı da o kadar önemlidir. Çünkü “La ilahe” diyerek sahte İlahları inkar etmeyen ve şirkten temizlenmeyen bir kalbin; “İlla Allah” demesinin veya Allah'ı tasdik et­mesinin hiçbir anlamı yoktur. İslam'a girmek isteyen bir insan önce “La ilahe” yani “Allah'tan başka ilah yoktur” diyerek, içinde yaşadığı toplumda insanlara ilahlık taslayan her şeyi inkar edecek ve sahte ilahları İnkar ederek temizlenen kalbi ile “İlla Allah” diyerek, tertemiz kalbine ilah olarak sadece Allah gerçeğini yerleştirecektir.”
Nitekim İbrahim Aleyhisselam da önce “La İlahe” yani “Allah'tan başka ilah yoktur” ifadesinin gereğini yapmış, içinde yaşadığı kavmin yücelttiği putları ve putperestliği çok açık bir şekilde inkar etmiştir. Çok Önemli olan bu inkar ile putperestliğe sırtını dönmüş ve bu çok önemli inkar île temizlenen, aydınlanan kalbini yegane İlah olan Allah'a yöneltmişti. Ancak böy­lesi bir yöneliş ile mü'min ve muvahhid olan İbrahim, Allah'a inandıktan sonra ne yapacağını ve ne yapması gerektiğini hiç bilmiyordu. Bu önemli bilmezlik içinde kendisini boşlukta hisseden İbrahim, tenhalara çekili­yor ve meraklı gözlerle kainata bakarak, kainatı yara­tan Allah için ne yapması gerektiğini düşünüyordu.
Alemlerin yegane Rabbi olan Allah için ne yapa­cak ve Allah'a nasıl teslim olacaktı? Küçük yaşta bü­yük bir işi başaran İbrahim, kainata bakan merak do­lu gözleri ve Allah'a yönelttiği dua dolu sözleri ile bu arayışına devam ediyordu. Nitekim tenhalarda sürdür­düğü bu güzel yönelişi cevapsız kalmamış ve hiç kuş­ku duymadan inandığı Rabbi “Teslim ol ya İbrahim" di­yerek ona seslenmiş, ona seslenivermişti.
İbrahim durdu, hemen cevap vermedi bu sesleni­şe!. Çünkü bu sesin kimden geldiğini bilmiyor, bilemi­yordu!. “Teslim ol ya İbrahim" diyen ve ondan tam bir teslimiyet isteyen bu ses kendisini tanıyordu ama, ken­disi bu sesin sahibini tanımıyordu. Bu nedenle “Teslim oldum” demiyor, diyemiyordu. Çünkü alemlerin Rab­bi olan Allah'tan başka hiç kimseye, ama hiç kimseye teslim olmaya niyeti yoktu İbrahim'in. İşte bu düşünce­lerle biraz tereddüt eden İbrahim, anlamında hem ted­bir, hem de teslimiyet bulunan şu cevabı verdi.
“Alemlerin Rabbine teslim oldum”
Evet, artık teslim olmuştu, artık müslim olmuştu İbrahim. Ve onun için bu teslimiyet, dünya yasantısındaki son nefesine kadar sürmesi gereken ve sürecek olan bir teslimiyet idi.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İbrahim Aleyhisselam Ve Babası Azer

İbrahim Aleyhisselam Ve Babası Azer

Alemlerin Rabbi olan Allah'a kalbi bir teslimiyet gösteren İbrahim Aleyhisselam, iç dünyasındaki bu te­miz duygular ile büyüyor,,bu tertemiz düşünceler ile yetişiyordu. Put yapmakla meşgul olan babası Azer, İbrahim'i çocukluk yıllarında birkaç kere put satması için zorladıysa da, bu İsteğinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Çünkü kavmindeki diğer çocuklara hiç ben­zemeyen İbrahim, Azer'in anlayamayacağı bir şekilde putlardan ve putperestlikten uzak duruyordu.
Tabi ki hem babasının, hem de kavminin hiç hoşlanmadığı bir durum oluyordu bu!. Kendi kendilerine “Bu çocukta bir tuhaf­lık var!.” demelerine rağmen yine de büyüyünce akıl­lanacağını ve düzeleceğini umuyorlardı. Fakat yıllar geçmesine ve İbrahim genç bir delikanlı olmasına rağ­men, babasının ve kavminin istediği bir duruma gel­memişti. Yine putlara tapmıyor, yine putlar hakkında ileri geri konuşuyordu!. Nitekim bir gün babasının kar­şısına geçerek, merhamet dolu yumuşak bir sesle ona şunları söylemişti.
“Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan bu şeylere niye tapıyorsun? Yoksa sen bu cansız putian ilahlar mı ediniyorsun? Doğrusu, ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyo­rum. Çünkü bütün bunlar. Rahman olan Allah'a başkaldıran şeytanın İşidir. Babacığım gerçek şu ki bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık şeytana kulluk et­me ve bana tabi ol ki seni düzgün bir yola ulaştırayım. Şayet bu gerçekleri dinlemezsen, sana Rahman tara­fından bir azabın dokunacağından korkmaktayım. O zaman şeytanın velisi olursun.”
Mesleği ve mezhebi putçuluk olan Azer, yıllarca yedirip-içirdiği oğlunun bu sözleri üzerine adeta çıldır­mıştı!. Ne diyordu bu oğlu, ne diyordu bu İbrahim!. Kendisi İbrahim'in akıllanmasını ve putlarına tapması­nı beklerken, oğlu artık başkalarına da karışıyor, baş­kalarının da putlara tapmasını istemiyordu!. Daha dün bacak kadar bir çocuk iken şimdi karşısına geçmiş “Baba, sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Artık bana tabi ol ki seni düzgün bir yola ulaştırayım!.” diyordu. Bu sözleriyle kendisini büyük ve ilim sahibi bir baba, babasını ise küçük ve cahil bir oğul gibi gören bu İbra­him delirmiş olmalıydı!. Yüzyıllardır atalarının ve ken­dilerinin taptıkları putlardan, nasıl oluyor da hiç kork­madan yüz çeviriyordu!.
Yüreğindeki öfke ve gözlerindeki kızgınlık ile oğ­luna bakarak “İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çevirmektesin? Eğer bu tutumuna ve bu söyledik­lerine bir son vermeyecek olursan, andolsun ki seni ta­şa tutarım.” dedi. Fakat İbrahim'de ve İbrahim'in bakış­larında hiçbir değişiklik yoktu. Babasına yine başka alemlerden ve bambaşka bir merhametle bakıyor gi­biydi. İbrahim'in bu kararlı bakışları karşısında ne diye­ceğini şaşıran Azer, İbrahim'i belli bir süre kendi hali­ne bırakmak istedi.
İbrahim'in putlara karşı bu isyankar tavrı, kavmi­ni ve kavminin ileri gelenlerini de kızdırıyordu. Artık genç bir delikanlı olan İbrahim, kavimdeki diğer genç­ler için çok kötü bir örnek oluyordu. Ya diğer gençler de İbrahim'den etkilenerek, putları inkar ederlerse du­rum ne olacaktı!. Ayrıca bu genç delikanlı putları inkar ederek ne elde etmek ve nereye varmak istiyordu? İş­te bu endişelerle İbrahim'i yanlarına çağırarak “Ey İb­rahim sen tanrılarımızı inkar ederek ne yapmak isti­yorsun?” diye sordular. Genç İbrahim bu sözler üzerine hiç duraksamadan “Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım. Ger­çek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim” cevabını verdi.
“Hocam. Muvahhid, Allah'a inanan kimseye mi deniliyor?”
“Güzel bir soru Seda hanım. Bu güzel sorunun ce­vabını lütfen iyi dinleyin. Allah'a inanan tüm insanlar, muvahhid ve müşrik olmak üzere ikiye ayrılır. Muvah­hid, inandığı Allah'ı birleyen, Allah inancına şirk karıştırmayan kimse demektir. Müşrik ise Allah'a inanmala­rına rağmen inandıkları Allah'a eş koşan insanlardır. Bir insan Allah'a inandığını söylemesine rağmen, Rabbimizin herhangi bir sıfatını bir puta, bir insana, bir topluma veya bir devlete nisbet ederse, o kişi müşrik durumuna düşmüş olur. Elini kaldırdığım göre herhal­de örnek istiyorsun Hamdi!.”
“Evet hocam.”
“Mesela Allah'ın hakimiyet sıfatını ele alalım. Allah Celle Celaluhu, yerlerin ve göklerin yegane hakimidir. Yedi kat gökleri idare ettiği ve onlara ahenkli bir nizam verdiği gibi, yeryüzündeki insanların da birer halife olarak böylesine adil ve ahenkli bir nizam kurmalarını ister. Bizler için böylesine adil bir nizam dileyen ve biz­leri bizden daha iyi tanıyan Rabbimiz, insan ve toplum ilişkilerindeki temel esaslarda hüküm koyma yetkisini biz insanlara bıraktığı zaman, bizlerin kesinlikle taraf­sız olmayacağını, tarafsız olamayacağını bilmektedir. Çünkü kanun koyma yetkisi insanlardan hangi sınıfa veya hangi zümreye ait ise; bu kimseler bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek kendilerini ka­yıracaklar ve böylesi bir nefsi eğilimle adalet çizgisin­den az veya çok uzaklaşacaklardır. İşte şanı yüce Rabbimiz bu nedenle temel, konularda hüküm koyma yetkisini, peygamber dahi olsa hiçbir insana vermez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de “Göklerin ve yerin yegane hakimi Benim ve bu gibi temel konularda hüküm koy­ma yetkisi sadece Bana aittir” gerçeğini sık sık beyan eder. Şimdi herhangi bir insan veya herhangi bir ku­rum Allah'ın bu yetkisini kendilerinde görür ve Allah'ın hükümlerine rağmen hüküm koymaya kalkışırlarsa, hem bunlar ve hem de bunların hüküm koyma yetki­sini meşru kabul edenler müşrik durumuna düşmüş olurlar. Ne diyorsun Hamdi, anlaşıldı mı?”
Çok şey anlaşıldı hocam. Demek ki birçok insa­nın “Biz de Allah'a inanıyoruz” demelerinin fazlaca bir değeri yok. Önemli olan inandıkları Allah'a eş koşma­maları yani muvahhid olmaları.
“Bu önemli gerçeği anladığın ve anladığını güzel bir şekilde açıkladığın için teşekkür ederim Hamdi.”
“Asıl biz teşekkür ederiz hocam. Size borçlu olan biziz ve bu borcumuzu nasıl ödeyeceğimizi de bilmiyo­ruz!.”
“Bana olan borcunuzu bir teşekkür ve bir dua ile zaten ödemiş oluyorsunuz. Ancak sizleri bu gerçekler­le karşılaştıran ve bu gerçekleri anlamanızı nasib eden Allah'a olan borcunuzu çok daha fazla önemsemeniz gerekir. Bu borcu ödeyebilmeniz için yapmanız gere­ken şey ise, karşılaştığınız gerçeklere iman ederek bunları yaşamanız ve bu gerçekleri henüz bilmeyen di­ğer insanlara da uygun koşullarda anlatmanızdır.”
“İnşaallah hocam.”
“İnşaaLLah arkadaşlar. Evet, İbrahim Aleyhisselam'ın kavmi de, müşrik bir kavimdi. Göklerin ve yerin yegane yaratıcısı olarak Allah'a inanıyorlar, ancak di­ğer işlerde putlara ve yalancı tanrılarına yöneliyorlardı. Tabi ki bir şirk, apaçık bir şirkti bu. Nitekim genç bir delikanlı olan İbrahim “Ey kavmim, tartışmasız ben sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım” diyerek, böylesi bir şirkten ve müşriklerden uzak olduğunu açıklamıştı. Kendisini tanımlamak için söylediği “Ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim” ifadesi ise, Allah'ın yaratma sıfatı ile hakimi­yet sıfatını birbirinden ayırmadığını beyan ediyordu. Gökleri ve yeri yaratan Allah olduğuna göre, hakimi­yet de Allah'ın olmalı ve sadece Allah'a yönelip, sade­ce Allah'a kulluk edilmeliydi.
İbrahim Aleyhisselam'ın bu apaçık sözleri, kavmi tarafından öfke ve şaşkınlık ile karşılandı. Tanrıları hakkında böyle konuşan bir delikanlı, hiç kuşkusuz ki delirmiş olmalıydı ve ne olduğunu anlayamadan tanrı­ların gazabına uğrayacaktı. Çünkü şimdiye kadar tan­rılarına ibadette gevşeklik gösteren nicelerinin başına, ne büyük aksilikler, ne büyük felaketler gelmişti!. Ken­di aralarında yetişen bu delikanlıya yine de nasihat et­mek, onu böyle bir büyük hatadan vazgeçîrebilmek için İbrahim'le konuşmaya ve onunla çekişîp tartışmaya başladılar. Bu söylediklerinden vazgeçmezse, tanrı­larının büyük bir azabına uğrayacağını söylediler. Ken­disine yönelik bütün bu tebliğ ve tehditleri sessiz bir sakinlikle dinleyen İbrahim ise, etrafını çeviren kavmi­ne baktı ve insanlık tarihine nurdan harflerle geçecek olan şu cevabı verdi kendilerine.
“Allah beni doğru yola erdirmişken, siz benimle Allah konusunda çekişip-tartışmaya mı giriyorsunuz? Sizin O'na şirk koştuklarınızdan ben korkmuyorum, ancak Allah'ın benim hakkımda bir şey dilemesi başka. Şayet Rabbimin dilemesi ile başıma bir şey gelirse, ba­şıma gelen bu şeyi sizin yalancı putlarınızdan değil, yi­ne Rabbimden bilirim. Çünkü Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır, O'nun izni olmaksızın hiçbir şey olmaz, olamaz. Hem siz, O'nun kendileri hakkında hiçbir ispatlayıcı delil indirmediği şeyleri Allah'a ortak koşmak­tan korkmuyorken, ben sizin şirk koştuklarınızdan na­sıl korkarım? Eğer biliyorsanız söyleyin, güvenlik için­de olmayı hangi taraf hak ediyor? Hiç kuşkusuz ki iman edenler ve şirkten uzak durarak imanlarına zu­lüm katmayanlar hidayete ermişlerdir ve onlar güven­de olacaklardır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misi­niz?”
Hüküm ve hikmet sahibi olan Rabbimizin hidaye­ti ile bu apaçık cevabı veren genç İbrahim, kavminin bu gerçekleri anlamasını ve bu sapıklıktan vazgeçme­sini istiyordu. Fakat olmadı, bu rahmet dolu sözlere rağmen putlara tapmaktan ve Allah'a eş koşmaktan vazgeçmedi kavmi.
İbrahim'in babası Azer ise bütün bu olup-bitenlerden sonra oğlundan umudunu kesmeye başlamıştı. Böyle bir oğul ile aynı çatı altında yaşamak, artık hem istemediği ve hem de korktuğu bir durumdu. Çünkü oğluna gelecek olan bir azap, kendisine de dokunabi­lirdi. Nitekim tanrılarını gazaplandırmamak ve oğlu­nun getireceği bir uğursuzluktan kurtulabilmek için, İb­rahim'i karşısına alarak “Uzun bir süre yani aklın başına gelinceye kadar benden uzaklaş ve git” dedi.
Oğluna “Benden ayrıl ve git” diyen Azer, oğlunun Babil'e gitmesini İstiyordu. Şayet oğlu Babil'e gider ve orada binlerce insanın ibadet ettiği muhteşem putları görürse, belki onlardan ve oradaki çoğunluktan etkile­nerek bu düşüncelerinden vazgeçebilirdi!. Çünkü daha önceleri Babil'e giden Azer, büyük ibadethanedeki o görkemli putlardan ve hep birlikte ibadet eden o kitle­sel çoğunluktan çok etkilenmişti. İşte bu nedenle git, git dedi oğlu İbrahim'e!.
“Doğup büyüdüğü evden, baba ocağından ayrıl­ması istenilen genç İbrahim, elbetteki çok üzülmüş çok hüzünlenmişti. Babası niye böyle söylemiş ve niye böyle davranmıştı ki kendisine!. Onlara Bir olan Allah'ı anlatmaktan ve sadece Allah'a kulluğa davet et­mekten başka ne yapmıştı, hangi suçu işiemişti ki İb­rahim!. O halde bir suçlu gibi hakarete uğramasının ve baba evinden kovulmasının anlamı neydi? Genç bir delikanlı olan İbrahim için cevapsız kalan, henüz ceva­bını bulamayan sorulardı bunlar.
Artık babasının isteği üzerine gitmekten, git­mekten başka yapacak birşey yoktu. “Uzun bir süre benden uzaklaş” diyen babasına son bir kez baktı. Her şeye rağmen babası olan Azer'e, yine de acıdığı­nı, yine de merhamet ettiğini hissetti. Ve yüreğinde hissettiği bu merhamet duygularıyla “Selam üzerinde olsun babacığım. Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü O, bana pek lutufkardır” dedi. Çok duyarlı ve yumuşak huylu bir insan olan İbrahim Aleyhisselam, babasına verdiği bu, sözü büyük hesap gününde de unutmadı. Babası için bağışlanma dile­yerek, ona şefaat etmek istedi. Ancak kendisine ba­basının gerçekten bir Allah'a düşman olduğu açıkla­nınca hemen ondan ve yaptığı bu duadan uzaklaştı.
Evet, içinde hissettiği derin bir hüzün ile babasın­dan ve baba ocağından ayrılan genç İbrahim, nelerle karşılaşacağını bilemediği bir şehire doğru yürüyordu. Kendisinİ alaycı gözlerle izleyen kavmine “Sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime dua etmekle mutsuz olmayacağım” diyerek yoluna devam etti.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İbrahim Aleyhisselam’ın Putları Kırması

İbrahim Aleyhisselam’ın Putları Kırması

Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu'undi­lemesiyle Babil'e gelen genç İbrahim, burada daha bü­yük bir putperestlik olayıyla karşılaştı. Nemrud'un yap­tırdığı büyük puthaneye gelen binlerce insan, buradaki değerli taşlardan yapılmış değersiz putlar önünde say­gıyla durarak ve bel büküp eğilerek, bu putlara İbadet etmekteydiler.
Puttan ve putperestlikten nefret eden İbrahim Aleyhisselam, gördüğü bu cehaleti elbetteki sessiz ve tepkisiz karşılayamazdı. Çünkü putlara yönelen bu insanların İlahi gerçekleri bilmediğini düşünüyor ve bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman, putperestlikten uzaklaşabileceklerini umud ediyordu. Nitekim kopkoyu bir küfür uykusunda bulunan insanlara bu duygularla yaklaşarak “Karşılarında bel büküp eğildiğiniz bu tem­sili heykeller de nedir? Sizler neye tapıyor, neye kulluk ediyorsunuz?” diye sordu. Şimdiye kadar böyle bir so­ruyla hiç karşılaşmamış olan insanlar “Bu putlara tapı­yoruz. Zaten bunun için devamlı buraya gelerek onla­rın önünde bel büküp eğiliyoruz.” dediler. İbrahim Aleyhisselam ne yaptıklarını bilmeyen bu insanların bi­raz düşünmelerini ve akletmelerini sağlayabilmek için “Çağırdığınız zaman onlar sizi işitiyorlar mı? Ya da siz­lere bir yararları veya zararları dokunuyor mu?” diye sordu. Bu soru üzerine birbirlerine bakan insanlar “Hayır. Fakat biz atalarımızı böyle yaparlarken, bunla­ra taparlarken bulduk ve bizler atalarımızın İzinde gi­denleriz” dediler.
Genç bir delikanlı olan İbrahim Aleyhisselam, bü­tün bir toplumu ve toplumun öfkesini üzerine çekme pahasına “Andolsun ki, sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz. Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah'tan başka ilahlar istiyorsunuz? Gökleri ve yeri ya­ratan Allah sizlere yetmiyor mu? Hem böyle yapar­ken, alemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir? Sizi hoşgöreceğini veya affedeceğini mi zannediyorsu­nuz?” dedi.
Bu müthiş sözleri dinieyen insanlar, bir anda şa­şırmışlar, ne olduğunu 'anlayamamışlardı!. Karşıların­daki bu genç, nasıl bir cüretle, neler söylüyordu böy­le!. İbrahim'in sözlerini dikkatle dinleyenlerden birisi “Ey delikanlı, sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa bizim bu durumumuzla alay eden, bizlerle oyun oynayanlar­dan mısın?” diye sordu.
İbrahim Aleyhisselam ciddi fakat yumuşak bir üs­lup ile “Hayır, ben sizinle oyun oynamıyorum. Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir, onları Kendisi ya­ratmıştır ve ben de buna şehadet edenlerdenim.” diye cevap verdi.
“Biz de buna şehadet edenlerdeniz hocam.”
Güzel bir noktada, güzel bir müdahalede bulun­dun Merve hanım. Elbetteki bizler de bu gerçeğe şeha­det edenlerdeniz. Ne var ki İbrahim Aleyhisselam'ı din­leyenler, bu apaçık gerçeğe şehadet etmediler. Bazıları ona kim olduğunu sorunca, karşılarındaki delikanlı kı­saca “İbrahim” diye cevap verdi bu soruya. Birçoğu ise bu söylediklerinden hemen vazgeçmesi gerektiğini yoksa tanrıların gazabına uğrayacağını söylediler. İbra­him Aleyhisselam tebessüm ederek karşıladı bu sözle­ri. Eliyle putları göstererek “Ben bu cansız putlardan niye korkayım ki!” dedikten sonra “Allah'a andolsun, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin bu put­larınıza muhakkak bir tuzak kuracağım” diye ilavede bulundu.
İbrahim Aleyhisselam’ın bu cüretkar sözlerine kı­zan bazı insanlar, bu genç delikanlıya ne söyleyeceklerini, ne yapacaklarını bilemediler!. Güneş batmasına rağmen onu burada, bu büyük puthanede yalnız bırak­mak da istemiyorlardı!. Bu durumu gören İbrahim Aleyhisselam, dikkatli bir şekilde yıldızlara baktıktan sonra “Bende bîr şeyler oluyor, ben hastayım” dedi. Yıldızların gücüne inanan etrafındaki insanlar “İşte tanrılarımızın gazabı geliyor” diyerek, bu gazap mahal­lini hemen terkedebilmek için puthaneden hızla uza­klaşmaya başladılar.
İstediği olmuştu İbrahim Aleyhisselam'ın. Putha­nede yalnız kalınca, bütün putları birer birer gözden geçirdi. Putların önüne bir adak olarak konulan ye­mekleri onlara uzatarak “Yemek yemiyor musunuz?” diye sordu. Kendisine bir ses, bir cevap gelmeyince “Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?” dedikten sonra kenarda duran baltayı eline aldı. Sakin adımlarla put­ların üzerine yürüyerek, sağ eliyle bir darbe indirdi on­lara. Sonra birbiri ardınca diğer balta darbeleri inme­ye başladı. Bu büyük puthanede dua ve yakarış sesleri değil, birbiri ardınca İnen balta sesleri yankılanıyordu artık. Koskoca bir toplumun saygı göstererek taptıkla­rı putlar, genç bir müslümanın balta darbeleriyle par­çalanıyor, birer birer paramparça oluyordu. İbrahim Aleyhisselam'ın insanlık tarihine aydınlık bir ses veren bu balta darbeleri, en büyükleri hariç olmak üzere di­ğer bütün putlar paramparça oluncaya kadar sürdü. En büyük putun önünde bir süre duran İbrahim Aley­hisselam, her nedense bu putu kırmadı ve elindeki bal­tayı onun koluna takarak, sakin adımlarla oradan uzaklaştı.
Gün doğusuyla birlikte puthaneye gelenler, gör­dükleri put enkazı karşısında dehşete kapıldılar. Büyük bir özen gösterdikleri puthaneleri, sanki bir put mezar­lığına, sanki bir put çöplüğüne dönmüştü. İnsanları hayrete düşüren bu sıradışı haber, şehirde bir anda yayılıverdi. Bütün şehir puthaneye gelerek “Bizim ilahla­rımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biri­dir” demeye başladılar. Bir gün öncesi İbrahim Aley­hisselam ile konuşmuş olanlar “Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunların sözünü ettiğini işittik” dedi­ler. Toplumun ileri gelenleri “Öyleyse onu insanların gözü önüne getirin ki, onun durumuna ve ona ne ola­cağına şahid olsunlar” diyerek, İbrahim Aleyhisse­lam'ın hemen bulunmasını ve getirilmesini istediler.
İbrahim Aleyhisselam tabi ki kaçmamış, tabi ki kaçıp gizlenmemişti. Çünkü genç olmasına rağmen söylediği sözlerin, yaptığı eylemlerin arkasında durabi­lecek bir insandı İbrahim Aleyhisselam. Halk birbirine girmiş bir durumda kendisine gelince, hiç itiraz etme­den onlara tabi oldu ve onlarla birlikte puthaneye doğ­ru yürüdü. Puthanede bütün insanların toplanmış ol­ması, İbrahim Aleyhisselam için elbetteki iyi bir durumdu. Çünkü İlahi gerçekleri bütün insanlar duy­sun, bütün insanlar anlasın istiyordu.
Kendisine “Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?” diye sorduklarında, kolunda balta asılı olan büyük putu göstererek “Hayır, bu yapmıştır, baksanıza bu onların en büyükleridir. Eğer konuşabiliyorsa ona soruverin” dedi. İbrahim Aleyhisselam’ın bir çocuk saf­lığı ile söylediği bu sözler, etrafındaki insanların bir an­da şaşırmasına neden olmuştu. Çünkü genç delikanlı­nın sorduğu bu akıllıca soruya, akıllıca verilebilecek hiçbir cevap yoktu. Kısa bir süre birbirlerinin şaşkın yüzlerine bakarak bu anlamlı sözleri düşünmeye başla­maları, meseleyi az da olsa görmelerine ve anlamalarına sebeb olmuştu. Anladıkları ve vicdanlarında hissettikleri bu açık gerçek ile birbirlerini suçlayarak “Asıl sizsiniz, zalim olanlar gerçekten sizlersiniz” dediler kendi kendilerine.
Fakat bu uzun sürmedi!.
Tepeleri üstüne ters dönerek, yani akıllarını ayak­lar altına alarak yine sapıklığı tercih ettiler. Karşıların­da duran İbrahim Aleyhisselam'ın, bu soruyu kendile­rine bir çocuk saflığı ile değil, olgun bir insanın bilgeliği ile sorduğunu anlayarak “Andolsun ki, bunla­rın konuşamayacaklarını sen de bilmektesin” dediler.
insanların bu ani dönüşleri karşısında hem kızan ve hem de üzülen İbrahim Aleyhisselam “O halde siz­ler Allah'ı bırakıp da ellerinizle yonttuğunuz ve sizleri duymayan, sizlerle konuşmayan, sizlere yararı ve zara­rı dokunmayan şeylere mî tapmaktasınız? Yuh size ve sizin Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akletmiyecek misiniz?” diyerek; insanların anlayışlarını, Ki­tabındaki bu sertlik ile sarsmak, sarsarak açmak istedi. Bu söylediklerini açık bir şaşkınlık içinde dinleyen in­sanların öylece kendisine baktıklarını görünce, sesini yumuşatarak devam etti rahmet dolu sözlerine.
“Şimdi hem sizin ve hem de eski atalarınızın ne­ye tapmakta olduğunu gördünüz mü? Oysa sizleri de. yonttuğunuz şu taş ve tahtaları da, birer tanrı yerine koyarak tapındığınız ayı, güneşi ve yıldızları da Allah yaratmıştır. İşte rızık, şifa ve uzun ömür dilekleriyle tapındığınız bu gibi şeyler benim düşmanımdır, yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu hariç. Çün­kü beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur; Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şi­fa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur; Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O'dur. Bunun içindir ki ben yal­nızca O'na kulluk eder. ben yalnızca O'ndan yardım di­lerim.”
Allah İbrahim Aleyhisselam'a rahmet etsin. Genç ve gerçek bir müslümamn. cahili bir toplum karşısında nasıl durması gerektiğini, Rahman olan Allah'ı nasıl tanıması ve O'na nasıl yönelmesi gerektiğini ne güzel ifade etmiş.
Çok doğru söylüyorsun Fatih. Bu güzel duruşun, bu güzel yönelişin, bu güzel sözlerin sahibi olan İbra­him Aleyhisselam'a Allah rahmet etsin. Fakat ne var ki nurdan harflerle tarihe geçen ve binlerce yıl ötesine ulaşan bu aydınlık dolu sözler, bu sözleri bizzat dinle­yen sağır kulaklara hiç ulaşmamış, hiç ulaşamamıştı.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması

İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması

İbrahim Aleyhisselam'ın sözlerini büyük bir dik­katle dinleyen insanlar, ona ne söyleyeceklerini, nasıl bir cevap vereceklerini bilemediler. Çünkü bu küçük delikanlı, onları büyük olan Allah ile karşı karşıya ge­tirmiş ve onları en büyük yaratıcı olan Allah'a davet et­mişti. Gökleri ve yeri yaratan Allah'a elbetteki onlar da inanıyorlardı. Fakat Allah'a yardım eden diğer tanrıla­rın inkar edilmesi de neyin nesiydi. Böyle bir şey yap­tıkları zaman, onları bu tanrıların gazabından ve bu tanrıların gücünü elinde bulunduran Nemrud'un aza­bından kim koruyacaktı!.
Küfürde ileri giden toplumun önde gelen kimse­leri, bu delikanlıyı daha fazla konuşturmadan olaya he­men müdahale etmek istediler. Çünkü bu genç deli­kanlı biraz daha konuşursa, insanların ilahlarına karşı hem imanları zayıflayacak ve hem de güvenleri sarsı­lacaktı. Bu kaygılar içinde İbrahim Aleyhisselam'ı he­men yakalıyarak Nemrud'un huzuruna götürdüler ve kendilerini büyük bir dikkatle dinleyen Nemrud'a bü­tün olup biteni anlattılar.
Allah kendisine mülk ve makam verdi diye azgın­laşan, kendisini tüm ilahların yeryüzündeki temsilcisi yerine koyan Nemrud, kibirli ve düşünceli bir yüz ifa­desiyle İbrahim Aleyhisselam'a kısa bir süre baktı. İlahlara ve kendisine karşı gelme cesaretini gösteren bu genç delikanlının, gerçekten bir sapık mı, yoksa ne söylediğini bilmeyen bir deli mi olduğunu anlamak İs­tiyordu. Bunu anlayabilmek için İbrahim Aleyhisse­lam'a Rabbiyle ilgili sorular sormaya ve onunla Rabbi hakkında tartışmaya başladı. İbrahim Aleyhisselam “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” deyince, ilahların gücünü elinde bulunduran bir kral olarak “Ben de öl­dürür ve diriltirim” cevabını verdi. Sonra da bu sözünü yani ilahların gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilmek için zindandan İki esir getirterek, birisini öldürmüş di­ğerini ise salıvermişti. Aciz bir mahluk olduğunu unu­tan Nemrud, küçücük aklınca diri olanı öldürmüş ve ölüm mahkumu olan diğerini serbest bırakarak diriltmişti!.
İbrahim Aleyhisselam bunun üzerinde durmak, bu basit ve kaçamak örnek üzerinde tartışmak İsteme­di. Çünkü Rabbiyle ilgili olarak Nemrud'a verebileceği birçok tartışmasız örnek vardı. Nitekim güneşi bir İlah yerine koyan ve bu ilahın gücüne sahip olduğunu söyleyen Nemrud'a dönerek “Şüphe yok ki benim Rabbim olan Allah güneşi doğudan getirir, (haydi, iddian­da samimi isen) sen de onu batıdan getir” deyince, küfre sapan Nemrud ve çevresindekiler bu soru karşı­sında afallayıp kalmışlardı. Çünkü bir ilah yerine koydukları güneşin, kendi isteği ile batıdan gelmeyeceğini ve Nemrut'un da onu batıdan getiremeyeceğini onlar da biliyorlardı. Fakat yine de küfürlerinde inat ettiler ve bu doğru söze, doğru bir karşılık vermeden inkar yolunu seçtiler.Allah hiç kuşkusuz ki, zalimler topluluğunu hidayete erdirmeyecekti.
Nemrud ve Nemrud'un ileri gelen çevresi, bütün itibarlarını yoketmek isteyen bu genç delikanlı ile daha fazla tartışmak, daha fazla konuşmak istemediler. Çünkü iman dolu gözlerle kendilerine bakan bu genç delikanlı, ne söylediğini ve ne yaptığını gayet iyi biliyordu!. Derin bir şaşkınlık ile İbrahim Aleyhisselam'ın sözlerini düşünmekte olan insanlara dönerek “Niye duruyor ve niye düşünüyorsunuz ki!. Sizlere şimdiye kadar hep yardım eden ilahlarınız için bir şey yapmak istiyorsanız, ne dediğini bilmeyen bu genci yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun” dediler.
Kalplerindeki şeytani vesveseler ve yüreklerindeki Nemrud korkusu ile bu emir etrafında birleşen in­sanlar, geniş bir alanda toplanarak ateş yakacakları ye­rin önüne yüksek bir duvar örmeye başladılar. Yüksek duvarın inşası tamamlanınca, ateş yakacakları yeri odunla, kalplerini ise küfürle dolduran bu insanlar için artık geri dönüş yoktu. Kendilerine her fırsatta Allah'ı hatırlatan bu genci çılgınca yanan bir ateşe atacaklar ve bu genç delikanlıyla birlikte, bu delikanlının söyledi­ği bütün sözleri de bu ateşte yakacaklardı.
Hiç kuşkusuz ki İbrahim'in Rabbi, İbrahim'e yar­dım etmeyecekti. Çünkü putperest kavmin önde gelenlerî itiraf etmeseler ve açıkça söylemeseler de, ken­di ilahlarının kendilerine yardım etmediklerini onlar da biliyorlardı. Birçok adaklarda bulundukları kendi ilah­ları, kendilerine nasıl yardım etmiyorsa; İbrahim'in ila­hı da, hiç kuşkusuz İbrahim'e yardım etmeyecekti!. Dolayısıyla hiçbir yardımcısı olmayan bu genç delikan­lıyı ateşe atıp, ateşte yaktıkları zaman; bu gencin söz­leriyle şüpheye düşen ve zihinleri bulanan halk da görecek, halk da anlayacaktı İbrahim denilen bu gencin ne kadar aciz ve ne kadar yalancı olduğunu!.
Bütün bunlar yapılırken sessiz ve sakin bir bekle­yiş içinde olan İbrahim Aleyhisselam, insanların kendi­sine ne yapmak istediklerini biliyor fakat kendisi için değil, bu insanlar için endişe ediyordu. Çünkü Allah'ın davetini inkar ederek kendisine böyle davranan insan­lar, İbrahim'i değil, kendilerini tehlikeye atıyorlardı. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, dilerse elbetteki kendisini koruyacak, elbetteki kendisine yar­dım edecekti. İbrahim Aleyhisselam'ın bu İlahi yardım­dan en ufak bir şüphesi, en ufak bir kuşkusu yoktu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam muhtemel kaderinin Nemrud ve adamlarının elinde değil, Allah'ın elinde olduğunu biliyor, çok iyi biliyordu. Zaten bu nedenle “Allah ne dilerse, Rabbim ne isterse o olacak, sadece o olacak” diyordu. Allah'ın kendisi hakkında ne dileye­ceğini bilmeyen ancak bu İlahi dileme ne olursa olsun pazarlıksız ve itirazsız bir şekilde peşinen “Eyvallah” diyerek teslimiyet gösteren İbrahim Aleyhisselam, bu teslimiyet ile ellerini semaya açıyor ve İbrahimi bir yü­reğe yakışan sabır dolu bir tevekkül ile şöyle sesleni­yordu Rabbine.
“Ya Rabbim, hakkımda hayırlı bir hüküm ver ve beni salih olanlara kat. Benden sonra gelecekler ara­sında, bana insanların tehditleri karşısında durmaya­cak, duraksamayacak ve gerçeklerden vazgeçmeyecek bir doğruluk dili (lisan-i sıdk) ver. Beni nimetierledonatılmış cennetin mirasçılarından kıl. Babamı da bağışla, çünkü o şaşırıp sapanlardandır. Ve beni (insanların) diriltilecekleri ve malın da, çocukların da bir yarar sağla­yamadığı günde küçük düşürme. Cennetin takva sa­hiplerine yaklaştırılacağı o günde, Sana selim bir kalp ile gelmemi nasib et...”
“Bu duaya hepimiz amin diyelim hocam.”
Babasıyla ilgili kısmı hariç, diğer bütün kısımlarına elbetteki hep birlikte amin diyelim Merve. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, İbrahim Aleyhisselam babasının gerçekten bir Allah düşmanı olduğunu anla­yınca, kendisi de babasından ve babası için yaptığı bu duadan uzaklaşmıştı.
Evet. odunlar dağ gibi yığılıp, ateş tutuşturulunca İbrahim Aleyhisselam getirildi. Nemrud ve adamları çılgınca yanan ateşi görünce bu genç delikanlının korkmasını, duyduğu korku ile söylediklerinden vaz­geçmesini ve kendilerinden af dilenmesini bekliyorlar­dı. Tabi ki boş bir umud, boş bir bekleyişti bu. Yüreğinde korku, bakışlarında kuşku olmayan İbrahim Aleyhisselam, kendisi için hazırlanan ateşi ve kendisi­ni ateşe atmak için sabırsızlanan insanları hiç görmü­yor gibiydi. Sanki bir başka dünyada yaşıyor, sanki bir başka aleme bakıyordu bu genç delikanlı.
Bir insanın çılgınca alevler arasında yanmasını seyretmeye gelen insanlar arasında, İbrahim Aley­hisselam'ın hak sözlerini vicdanen kabul eden fakat Nemrud korkusu ile bunu açığa vurmayan insanlar da vardı. Bu insanlar hüzünlü gözlerle İbrahim Aleyhisselam'a bakıyor, kısa bir süre sonra cayır cayır yanacak olan bu genç delikanlı için üzülüyorlardı. Fakat kosko­ca bir topluma ve acımasız bir Nemrud'a karşı ne ya­pabilirlerdi ki!.
“Mesele bu noktaya geldiği zaman, halk arasında anlatılan ve benim de hoşuma giden bir hikayeyi sizin­le paylaşmak isterim. İbrahim Aleyhisselam'ı yakmak için dağ gibi yığılan odunlar tutuşturulduğu ve alevler göğe doğru yükseldiği zaman, küçük bir kuş ağzına su alarak havalanmış ve ağzındaki bu bir damla suyu alev­lerin üzerine bırakmış. Alevlere daha yaklaşamadan buharlaşacak olan bu bir damlacık su ile ne yapmak is­tediğini soranlara “Bir damla su ile de olsa, İbrahim'e olan dostluğumu göstermek istedim” demiş.”
“Çok güzel hocam.”
“Evet Hamdi, benim de çok hoşuma gitti bu hika­ye. Bu hikayenin doğruluğunu veya yanlışlığını bilmesek de, hikayedeki mesajın hak ve güzel bir mesaj ol­duğuna inanıyorum. Hepimiz biliyoruz ki, Allah Celle Celaluhu hiçbirimize güç yetireceğimizden fazlasını yüklemez. Dolayısıyla gücümüz bir damla suya yetiyor­sa, bir damla su ile de olsa İbrahim'e olan dostluğumu­zu ve Allah'a olan kulluğumuzu göstermemiz gerekir.”
“Evet, ateş git gide kızışıyor, alevler sanki gökle birleşiyordu.”
Alevleri göğe doğru yükselen ateşe bir türlü yaklaşamayan Nemrud'un adamları, İbrahim Aleyhisselam'ı bu çılgınca yanan ateşe bir mancınık ile atmaya karar verdiler. Büyük bir sapana benzeyen bu mancı­nık hazırlandıktan ve yeterince gerildikten sonra, kendilerine hiçbir zorluk çıkarmayan İbrahim Aleyhisselam'ı mancınığın içine yerleştirdiler. Artık bütün gözler Nemrud'a, Nemrud'un vereceği işarete çevril­mişti. Sadece İbrahim Aleyhisselam hiç bakmıyor ve hiç ilgilenmiyordu Nemrud ile!. Çünkü bir sabır ve te­vekkül timsali olan bu güzel müslüman, gözünü ve gönlünü sadece Allah'a yöneltmişti. Her şeye Kadir olan Allah'a dua ediyor ve Allah'ın kendisi hakkında vereceği hükmü bekliyordu.
Önündeki dağ gibi ateşe rağmen söylediği sözle­rin arkasında duran ve kendisinden af dilemeyen genç delikanlıya hayret dolu gözlerle bakan Nemrud, kısa bir süre sonra kararını vermiş ve karanlık elini havaya kaldırmıştı. İnsanları öldürdüğünü ve dirilttiğini iddia eden Nemrud, şimdi de kirli ve küçük bir el işaretiyle İbrahim'in ölüm emrini vermişti!. Nitekim Nemrud'un bu karanlık işaretiyle mancınığı geren ip kesilmiş ve İbrahim Aleyhisselam ateşe doğru fırlatılmıştı.
Melekler inanamıyorlardı gördüklerine!.
“Ya Rabbi, biz Seni tenzih ve takdis ederken, yer­yüzünde kan dökecek ve fesat çıkaracak birisini mi ya­ratacaksın” diyerek, insanın yaratılışını ve halifeliğini kuşkuyla karşılayan melekler, bir türlü inanamıyorlardı gördüklerine. Nefsi endişelere ve insani korkulara rağ­men ne müthiş bir teslimiyet ve ne görkemli bir tevekküldü bu!. “Hasbinallahu ve nimel vekil” diyen İbrahim Aleyhisselam, Allah'ı kendisine vekil kıldıktan sonra gözünü ve gönlünü hiç kırpmadan ateşe, ateşin ta or­tasına doğru gidiyordu.
Ve bu gidişte bir korku, bu gidişte bir pişmanlık, bu gidişte bir kuşku yoktu. Çünkü Allah'a sığın­mış, Allah'a tevekkül etmişti İbrahim Aleyhisselam. Bu ateş şayet kendisini yakarsa “Ben Nemrud'un emriyle değil, Rabbimin izniyle yanıyorum” diyecekti. Ateşin kendisini yakmasını Nemrut'tan ve kavminin yücelttiği putlardan bilmeyecekti. Çünkü her şeyi Allah'tan bili­yor ve her şeyin Allah'ın izniyle gerçekleştiğine yakinen iman ediyordu İbrahim Aleyhisselam.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması Devamı...

İbrahim Aleyhisselam'ın Ateşe Atılması Devamı...

Bizlere de makul ve makbul gelen bazı tarihi rivayetlerde bildirildiğine göre, İbrahim Aleyhisselam hızla ateşe yaklaşırken, Allah'ın dilemesi ile Cebrail Aleyhisselam gözüktü kendisine ve zamanın durgunlaştığı o anda “Ey İbrahim, ben Cebrail'im. Benden bir isteğin, bir hacetin varsa hemen söyle yerine getire­yim” dedi. İbrahim Aleyhisselam, büyük meleklerden olan Cebrail'in, Rabbimiz katında şerefli bir makamı olduğunu biliyordu. Fakat makamı yüksek bir melek dahi olsa, Allah ile arasına niye bir aracı koyacak ve Allah'tan başkasına niye hacetini bildirecekti ki!. Zaten kendi kavmiyle de, Allah'tan başka şeylerden medet umdukları için mücadele etmemiş miydi? Ayrıca İbrahim Aleyhisselam Rabbisine öylesine sığınmış, öylesine tevekkül etmişti kî, Rabbisiyle arasına Cebrail dahi olsa hiçbir kimsenin, meşru da olsa hiçbir vesilenin girmesini istemiyordu.
O halde neydi, neydi bu durumun nedeni? Yaklaştığı ateşin sıcaklığını bedeninde hisseden İbrahim Aleyhisselam, hüzünle burkulan yüreğinde daha büyük bir ateş, daha büyük bir yangın hissetti. Yoksa “Rabbim, Rabbim” diye yalvardığı Allah Celle Celaluhu, bir hatasından dolayı ona darılmış ve on­dan uzaklaşmış mıydı!. Bu nedenle mi Cebrail gelmiş ve bu nedenle mi ona acıyarak bu sözleri söylemişti kendisine!. Şayet Rabbi ondan hoşnut değil ise, şayet Rahman'ın ilgisi ve rahmeti İbrahim'den uzak ise, bu ateşten kurtulmasının ne anlamı vardı!. İbrahim Aley­hisselam böylesi duygular içinde Cebrail Aleyhisselam'a döndü ve “Benim hacetim sana değil, Allah'adır. Ben O'nun kuluyum, bu ateş de O'nundur. Artık benim hakkımda neyi dilerse, onu yapsın” cevabını ve­rerek; hüzünle bükülen boynunu, tam bir teslimiyet ile İlahi takdire uzattı.
İşte tüm kainatı rahmetle titreten bu sözler üzeri­ne. Rahman olan Rabbimiz meleklerin şahitliğinde “Halilim, Dostum” dedi İbrahim Aleyhisselam'a. Çün­kü bu genç delikanlı ateşle burun buruna gelmesine rağmen Cebrail'in dahi araya girmesini İstememiş, tevekkülle aydınlanan yüzünü Allah'a, sadece Allah'a yöneltmişti. Netice olarak babasının taşlamak, kavmi­nin yakmak istediği bu genç delikanlı, sabrı ve tevek­külü ile Halîlullah makamına yükselmiş; kralların veya sultanların değil, alemlerin Rabbi olan Allah'ın dostu olmuştu.
Ve bu İlahi hoşnutluk ile İlahi emir geldi.
Ateşi yaratan Rabbimiz “Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol” emrini verdi. Ateşin ve alevlerin ortasına düşen İbrahim Aleyhisselam, her tarafını ku­şatan ateşin kendisine karşı soğuk ve zararsız olduğu­nu görünce, bunun apaçık bir İlahi yardım olduğunu anlamakta gecikmedi. Demek ki Rahman olan Rabbi ona darılmamış, Rabbi onu terketmemişti. Ağlamaya başladı İbrahim Aleyhisselam. Ateşten kurtulduğu için değil, Allah'ın yardımına ve hoşnutluğuna kavuştuğu için ağlıyordu. Şükür duyguları içinde Allah'ı tenzih ve takdis etmeye başladı.
“Hocam halk arasında, yakılan ateşin Allah'ın emrinden sonra gül bahçesine dönüştüğü ve odunların da ateşi söndüren suda birer balık oldukları söyleni­yor!.”
“Bilmiyorum Merve hanım!. Asırlardır süregelen bu söylentileri kimlerin çıkardığını ve Kur'an-ı Kerim'deki açık beyanlara rağmen bâzı müslümanların böylesi söylentilere nasıl inanabildiklerini hiç bilmiyo­rum. Oysa Rabbimizin “Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol” emri, çok açık bir emirdir. Rabbimiz bu İlahi buyruk ile ateşe, ateşten başka bir şey olmasını emretmemiş; ateş vasfını devam ettirmesine rağmen, sadece İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik olmasını dile­miştir.”
Ayrıca şu hususu da dikkate almamız gerekir ki, şanı yüce Rabbimiz, yakılan bu ateşe sadece “So­ğuk ve esenlik ol” emrini verseydi, bu ateş elbetteki herkes için soğuk ve zararsız olabilecekti. Ancak Rab­bimiz bu ateşin İbrahim'e, sadece İbrahim'e karşı so­ğuk ve esenlik olmasını emretmişti. İşte bu nedenle İn­sanlar korkunç ateşe yaklaşamıyorlar fakat ateşin içindeki genç delikanlının durumunu büyük bir şaşkınlıkla izliyorlardı. Ateş bildikleri türden bir ateş olması­na rağmen, ateşin her nedense yakmadığı, yakamadığı bu genç delikanlı bildikleri türden bir insan değildi!.
“İbrahim Aleyhisselam bir müddet sonra ateşten çıkarak insanların yanına geldi. Herkes büyük bir dik­katle ona bakıyor fakat hiç kimse ona yaklaşmaya, ona bir şey yapmaya cesaret edemiyordu. İbrahim Aleyhisselam Nemrud'a ve onun küfürde ileri gitmiş elebaşlarına dönerek “Siz gerçekten, dünya hayatında Allah'ı bırakarak putları ve birbirinizi ilahlar edindiniz. Fakat kıyamet günü, bir kısmınız bir kısmınızı inkar edip-tanımayacak ve bir kısmınız bir kısmınıza lanet edeceksiniz. Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yar­dımcınız da yoktur” dedi.
Sonra rahmetle yumuşayan bakışlarını halka çe­virerek “Siz yalnızca Allah'tan başka bir takım putlara tapmakta ve birtakım yalanlar uydurmaktasınız. Ger­çek şu ki, sizin Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şük­redin. Siz hiç kuşkusuz O'na döndürüleceksiniz” ika­zında bulundu.
Bu rahmetli ikaz üzerine Lut ona iman etti. Hak ve hakikate karşı gözleri kör olan kimseler, birkaç kişi­nin daha iman etmeye başlaması üzerine, insanlar nezdindeki itibarlarını yitirmemek için olaya yine mü­dahale ettiler. Başkalarının iman etmesini engellemek için, iman edenlere tehdit ve hakaretlerde bulundular. İbrahim Aleyhisselam'ın davetine icabet eden ancak küfürde ısrar eden böyle bir kavim içinde barıamayacağını anlayan Lut Aleyhisselam “Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi.
Gördükleri mucizelere ve duydukları ilahi gerçeklere rağmen hakkı inkardan vazgeçmeyen bu azgınlar, iman edenlere hileli bir düzen, bir tuzak kurmak iste­diler. Bunun üzerine şanı yüce Rabbimiz, İbrahim ve Lut Aleyhisselam'ı onların arasından kurtararak, geri­de kalanları hüsrana uğrattı. Allah'a karşı büyüklenenler, büyüklük taslayanlar, bir sinek, bir sivrisinek karşı­sında dahi aciz duruma düşerek alçalmışlar, aşağılık kılınmışlardı.
Katından bir rahmet ile İbrahim ve Lut Aleyhis­selam'ı bu kavimden kurtaran ve içinde alemler için bereketli kılınan bir ülkeye çıkaran Rabbimiz, onları hidayete yönelten imamlar kıldı. Onlara iman ve salih ameli, namaz ve zekatı vahyetti. Onlar gerçekten Allah'a, sadece ve sadece Allah'a ibadet eden salih kimselerdi.
Evet, sözümü hiç kesmeden ve bu muazzam ola­yı sanki yeniden yaşıyormuş gibi beni dinlediğiniz için size teşekkür ediyorum. Hiç kuşkum yok ki bizzat ken­diniz yaşamış, kendiniz şahit olmuşunuz gibi iman et­tiğiniz bu olayları, kendi özgeçmişinize dahil edecek ve dağ gibi büyüyen bu özgeçmişinizle birlikte sizler de bir İbrahim gibi yükseleceksiniz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İbrahim Aleyhisselam Ve Kuşlar

İbrahim Aleyhisselam Ve Kuşlar

Babil den ve putperest kavminden ayrılan İbra­him Aleyhisseİam, bir gün Nemrutla yaptığı konuşma­ları hatırladı. İbrahim Aleyhisselam Nemrud'a “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” deyince, ilahların gücünü elinde bulundurduğunu iddia eden zalim kral “Ben de öldürür ve diriltirim” cevabını vermişti. Sonra da bu sözünü yani ilahların gücüne sahip olduğunu kanıtlayabilmek için zindandan iki esir getirterek, birisini öl­dürmüş diğerini ise salıvermişti. Kendi aklınca diri ola­nı öldürmüş ve ölecek olan diğerini serbest bırakarak diriltmiştü. Tabi ki saçma bir iddia idi bu!. Çünkü dirilt­tiğini söylediği mahkum, zaten diriydi. Oysa alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu insanlar ölü iken on­ları dirilten, sonra öldürecek ve tekrar diriltecek olan bir Rab idi.
İyi ama bu nasıl olacak, insanlar öldükten, kemikleri çürüdükten sonra Allah bu insanları nasıl diriltecekti? İbrahim Aleyhisselam yeniden dirilmeye iman ediyor, hiç kuşku duyma­dan iman ediyordu ama bunun nasıl olacağını hiç bil­miyordu. Allah'a ve ahiret gününe yakinen iman eden İbrahim Aleyhisselam, kendi kendisine sorduğu fakat bir türlü cevaplandıramadığı bu soruyu Rabbimize so­rarak, “Ya Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster” demişti. Şanı yüce Rabbimiz İbrahim Aleyhisselam'ın iman ettiğini bilmesine rağmen, böyle bir sorunun kuşkudan veya imani zayıflıktan kaynaklanabileceğini belirtmek istercesine “İbrahim, yoksa inanmıyor mu­sun” dedi. İbrahim Aleyhisselam bu İlahi soru üzerine hiç durmadan ve duraksamadan “Hayır inanıyorum, ancak kalbimim tatmin bulması, mutmain olması için istiyorum" cevabını verdi.
Bunun üzerine Rabbimiz “Öyleyse dört kuş tut ve onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayarak, herbir parçasını bir dağın üzerine bırak. Daha sonra da onları çağır. Kuşların hepsi sana koşarak gelirler. Hiç kuşku duymadan bil ki Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi.
“Hocam, İbrahim Aleyhisselam bunu yaptı mı?”
Elbetteki yapmıştır Merve. Çünkü Rabbimizin bu buyruğunda İbrahim Aleyhisselam'a “İstersen bunları yapabilirsin” şeklinde bir muhayyerlik, bir tercih hakkı verilmemiş, söylenilenleri yapması emredilmiştir. Tabi ki biraz üzerinde durmamız, düşünmemiz gereken bir olaydır bu!.
“Neresini düşünmemiz gerekir hocam? Meselenin şu yönünü düşünebiliriz Fatih. Allah Celle Celaluhu İbrahim Aleyhisselam'a neden dört kuş tutmasını, onları kendisine alıştırmasını ve sonra par­çalayarak, her parçasını bir dağın üzerine bırakmasını emretti!. Mesela İsa Aleyhisselam'a verdiği mucize gi­bi İbrahim Aleyhisselam'ı eski bir kabirin başına gön­derebilir ve İbrahim Aleyhisselam da “Her şeye kadir olan Rabbimin izniyle kalk ve diril” diyerek, kabirdeki insanın dirilişine şahit olabilirdi. Öyle değil mi?”
“Çok doğru hocam. Peki Allah Celle Celaluhu İb­rahim Aleyhisselam için daha kolay ve daha kısa ola­cak böyle bir şeyi değilde, neden belli bir zamana ve uğraşıya gerek duyan diğer olayı emretti?”
“İşte Fatih, sormamız ve üzerinde düşünmemiz ge­reken soru bu. Nitekim Rabbimizi ve İbrahim Aleyhisselam'ı dikkate alarak bu önemli soruyu düşündüğü­müz zaman, şu gerçekle karşılaşıyoruz. Rabbimiz ile İbrahim Aleyhisselam arasındaki konuşmaları dikkate alırsak, Rabbimiz kendisinden bir talepte bulunan İbra­him Aleyhisselam'a “Yoksa inanmıyor musun” diye sorduğunda, İbrahim Aleyhisselam hiç duraksamadan “Hayır inanıyorum” cevabını vermişti. Kalplerdekİni hakkıyle bilen Allah Celle Celaluhu, elbetteki İbrahim Aleyhisselam'in doğru söylediğini biliyordu. Fakat Rahman olan Rabbimiz yinede İbrahim Aleyhisselam'ı bu sözü ile sınamak, bu cevabı ile imtihan etmek istedi.
İbrahim Aleyhisselam'ı eski bir kabirin başına gönderip, kabirdekine “Allah'ın izniyle kalk ve diril” demesini emretseydi, böyle bir imtihan İbrahim Aley­hisselam için elbetteki daha kolay olurdu. Fakat Rabbimiz İbrahim Aleyhisselam için bu kolay imtihanı di­lemedi. Ona dört kuş tutmasını, bu kuşları kendisine alıştırmasını, sonra elleriyle bu kuşları parçalamasını ve her parçasını bir dağın üzerine bırakmasını emret­ti. Şimdi bütün bu olayları İbrahim Aleyhisselam ile birlikte yaşamaya çalışalım.
“Allah'ın emrettiği gibi dört kuş tutan, tuttuğu kuş­ları eliyle besleyip kendisine alıştıran, bu kuşların ha­yat dolu hareketlerini gören, cıvıl cıvıl seslerini duyan İbrahim Aleyhisselam, sonra bu kuşları kendi elleriyle boğazlamış, kanlarının akışına ve titrek titrek can çe­kişmelerine şahit olmuş, bu şekilde can veren kuşları yine kendi elleriyle parçalamıştı. Bu dört kuş parçalan­dıktan sonra, ortada kuş parçalarından oluşan küçük bir yığın vardı. İbrahim Aleyhisselam bir an durdu, bir­biri içine giren ve birbirine karışan kuş parçalarına baktı. Acaba bu parçalar birbirine hiç karışmayacak, her kuşun kendi parçalan bir dağa mı bırakılacaktı? Ama Allah böyle bir şey tenbih etmemiş, “Her kuşun kendi parçalarını bir dağa bırak” dememişti ki!. Rabbisi İbrahim Aleyhisselam'a kuşları parçalamasını ve her parçasını bir dağa bırakmasını emretmişti. İbrahim Aleyhisselam bu İlahi emir istikametinde birbirine ka­rışan kuş parçalarını gelişi güzel alarak, her parçasını bir dağa bırakmaya başladı.
Bu işi bitirdikten sonra bulunduğu yere dönen İb­rahim Aleyhisselam’ın, artık yapması gereken tek bir iş kalmıştı.. Ay ağa kalkacak ve Allah'ın kendisine em­rettiği gibi parçaladığı ve her parçasını bir dağa bırak­tığı bu kuşları çağıracaktı. Bu düşünceyle ayağa kalkan İbrahim Aleyhisselam, önce uzaktaki dağlara baktı. Seslenmek için ağzını açmadan önce “Böyle bir uzaklıktan, canlı bir insan veya kulakları çok hassas canlı bir hayvan bile sesimi duyamaz” düşüncesi geçti için­den. Aslında bu bir düşünce değil, şeytan aleyhillanenin vermek istediği bir vesveseydi. Çürîkü şeytan aleyhillane çok iyi biliyordu ki, İbrahim Aleyhisselam en ufak bir kuşku duysa ve duyduğu bu küçücük kuşku ile kuşları çağırsa, kuşlar kesinlikle dirilmeyecek, kesinlik­le İbrahim Aleyhisselam'a doğru gelmeyeceklerdi.
Şeytan aleyhillane bunu çok iyi bildiği için İbra­him Aleyhisselam'a bir kuşku, küçücük bir kuşku vere­bilmek için adeta çırpınıyordu. Bunun için İbrahim Aleyhisselam’ın aklını, İbrahim Aleyhisselam'ın duyu organlarını muhatap alıyor ve “Kendi ellerinle parça­ladığın, can çekişmelerini kendi kulağınla duyduğun, ölümlerine ve öldükten sonra hiçbir şey duymayan, hiçbir şey hissetmeyen birer et parçası olduklarına kendi gözünle şahit olduğun bu kuşlara şimdi bu kadar uzak mesafeden sesini duyuracağını mı sanıyorsun!. Kanadının bir parçası bir dağda, diğer parçalan öteki dağlarda olan bu kuşların bir araya geleceğini ve diri­leceğini mi zannediyorsun” gibi gayet akli gözüken vesveseler vermeye çalışıyordu.
içinden bu gibi düşünceler geçen İbrahim Aley­hisselam ise bütün bu vesveselere “Rabbim böyle yap­mamı emretti.” cevabını veriyor ve içinden bu vesve­seleri söküp atıyordu. İlahi hükme sımsıkı sarılan İbrahim Aleyhisselam'a, şeytan aleyhillanenin verebi­leceği son bir vesvese vardı. Nitekim hak hükme batıl yorum getirmeyi amaçlayan bu vesveseyi de vererek “Anlamıyor musun İbrahim!. Allah bütün bu olaylarla senin imanını değil, akıllı olup-olmadığmı sınıyor. “Ben kuluma akıl verdini, bakalım bunu akledecek mi?” buyuruyor. Öyleyse bunu görmüyor musun, bu­nu akletmiyor musun İbrahim" dedi.
Tabi ki İbrahim Aleyhisselam bu son vesveseyi de dinlemedi. Çünkü o aklı değil, imanı önceleyen bîr müslümandı. Ayrıca mevcut aklın ufukları dışında da olsa İlahi hükmün gereğini yapmamak, büyük bir akıl­sızlık değil miydi? içinden geçen bu düşünceler hiç kuşkusuz ki şeytanın, rahmetten kovulmuş şeytanın, rahmetten uzak vesveseleri olmalıydı. İbrahim Aleyhis­selam bu düşünceler ile şeytandan ve şeytanın vesve­selerinden Allah'a, tekrar tekrar Allah'a sığındı. Ayakları üzerinde dimdik duran İbrahim Aleyhisselam, kısa bir sü­re uzaktaki dağlara tekrar baktı. İman ile tebessüm eden gözlerinde en ufak bir kuşku, en ufak bir tered­düt yoktu. Sonra dudaklarını hafifçe açtı ve içinde hiçbir kuşku olmadan ve iman dolu sesini yükseltme­ye bile gerek duymadan kuşları çağırdı. Kuşkudan uzak büyük imanın ifadesi olan böyle bir çağrı ile dirilen kuşlar, Rabbimizin rahmeti ve hoşnutluğu ile İb­rahim Aleyhisselam'a doğru koştururken; “İnanıyo­rum” diyen İbrahim Aleyhisselam artık hem bu sözünü doğrulamış, hem de kalbi tatmin bulmuş, kal­bi mutmain olmuştu.
“Çok güzel hocam.”
“Elbetteki çok güzel Veli. “İnanıyorum” diyen bir mü'minin, her türlü vesveseye rağmen bu imanının imtihanını aydınlık bir yüzle vermesi tabi ki çok güzel. Bu arada Fatih arkadaşınızın düşüncelere daldığını gö­rüyorum.” “Hayrola Fatih, ne düşünüyorsun?”
Hocam Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz, Kabe'nin duvarlarını yükselten İbrahim Aleyhisselam'a “İnsan­lar içinde haccı duyur; gerek yaya, gerekse uzak yol­lardan (derin vadilerden) gelen yorgun düşmüş deve­ler üstünde sana gelsinler.” buyuruyor. Bu İlahi buyrukta da İbrahim Aieyhisselam'm açık bir daveti, açık bir çağrısı var.
“Evet Fatih, niye sustun lütfen devam et.”
Parça parça olan kuşlar İbrahim Aieyhisselam'm çağrısına hemen gelirlerken, güçleri yetmesine rağ­men İbrahim Aieyhisselam'm çağrısına icabet ederek hacca gitmeyen veya hacca gitmeyi yaşlılığa erteleyen müslümanları düşünüyorum. Onlar bu parçalanmış kuşlardan daha mı ölü, daha mı duyarsız, daha mı çok parçalanmışlar?
Bu güzel sorun ve bu güzel tesbitin için teşekkür ediyorum Fatih. Sorduğun bu sorunun cevabını biz yi­ne de kendilerine bırakalım. Rızk için dünyanın her ta­rafına giden ve gidebilecek olan bu gibi insanlar ayna­ya bakarak, Rezzak olan Allah için Kabe'ye neden gitmediklerine bir cevap, yüzlerini kızartmayacak doğ­ru bir cevap versinler.
Tabi ki böyle bir cevaplan varsa!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sare Ve Hacer Validemiz

Sare Ve Hacer Validemiz

Kendisine iman eden ve ilk mü'minelerden olan Sare validemizle evlenen İbrahim Aleyhisselam, Şam dolaylarında bir süre kaldıktan sonra Mısır'a geldi. Kendi zamanının en güzel kadınlarından birisi olan Sa­re validemizi gören kralın adamları, hemen zalim kra­la giderek “Senin memleketine öyle güzel bir kadın girdi ki, sizden başkasının olması münasib değildir” de­diler. Kral derhal adamlar gönderip, Sare validemizi yanına getirtmek ve onunla konuşmak istedi.
Kralın emri ile tek başına saraya getirilen Sare validemizi gören zalim kral, Sare validemize kısa bir süre baktıktan sonra şehirde yanında bulunan adamın yani İbrahim Aleyhisselam'ın kim olduğunu sordu. Bu zalim kral tarafından birçok evli kadının alıkonduğunu ve kocalarının öldürüldüğünü duyan Sare validemiz, ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya olduğunu anlamış ve o günün şartlarına göre bu sıkıntıyı daha fazla büyütme­mek için İbrahim Aieyhisselam ile evli olduğunu gizle­mek istemişti. Nitekim kendisine İbrahim Aleyhisse­lam'ın kim olduğunu soran zalim krala, “Mü'minler birbirinin kardeşidir” gerçeğinden hareket ederek “Kardeşimdir” cevabını verdi.
Bu cevap üzerine “O kardeşin ise ben kardeşin değilim” diyerek Sare validemize elini uzatan kral, bir anda elinin tutulduğunu adeta kuruduğunu gördü. Eli­ni kıpırdatmaya mecali kalmayan kral “Sen bir cadı mısın? Elimi sihirle mi böyle yaptın?” diye sordu. Rabbimizin bu yakın yardımı ile tüm korkulan ve endişe­leri bir anda gidiveren Sare validemiz, rahatlamış bir ses tonuyla “Ben cadı değilim. Allahu Tealanın pey­gamberlerinden bir peygamberin hatunuyum” cevabı­nı verdi. Kral “O halde elimi salması için Allah'a dua et! Sana zarar vermeyeceğim!” dedi. Sare validemizin duasıyla eli açılınca, inat ve ısrar ile iki kere daha eli­ni uzatmak istedi. Fakat her seferinde eli tekrar tutu­lup, Sare validemizin duasıyla açılınca artık bu işten vazgeçti. Pişmanlık duyguiarı içinde Sare validemize ismi Hacer olan bir cariye hediye edip, onu izzet ve ikramla uğurladı.
Bütün bunlardan habersiz bir şekilde Sare valide­mizi dua ve tevekkül içinde bekleyen İbrahim Aieyhis­selam, sağ salim geri dönen Sare validemize “Nasıl­sın?” diye sordu. Şükür duygulan içinde tebessüm eden Sare validemiz “Allah o zalimin elini tuttu ve ba­na bir de yardımcı verdi!” diyerek, Allah'a hamdetti. Bu olaydan sonra Mısır'dan ayrılan ve Filistin civarına gelen İbrahim aüesi. Lut Aleyhisselam'ın bulunduğu yere yakın olan Sebu bölgesine yerleştiler.
“Hem Sare validemiz ve hem de İbrahim Aleyhisselam'a iman eden Hacer validemiz burasını çok sev­mişti. Koyun, kuzu ve keçi edinen İbrahim Aieyhisse­lam, buranın dört yanında ekinlikler yaptı. Allah'ın bereketi ile hayvanlar çoğalıyor, Allah'ın lutfu ile mah­suller çok verimli oluyordu. Burası o kadar bereketli bir yer olmuştu ki, dört bir taraftan gelen insanlar bu­raya yerleşerek İbrahim Aleyhisselam'a komşu oldu­lar. Kendilerini hak ve hakikate davet eden İbrahim Aleyhisselam'a iman etmeye başladılar.”
İbrahim Aleyhisselam'ın tek özlemi çocuk idi. Uzun yıllardır dua etmelerine rağmen, Sare validemi­zin henüz bir çocuğu olmamıştı. İbrahim Aleyhisse­lam'ın çocuklara yönelik sevgisini ve özlemini bilen Sare validemiz, bir hizmetçiden ziyade bir kardeş, bir arkadaş olarak gördüğü cariyesi Hacer validemizi, İb­rahim Aleyhisselam'a hanım olarak teklif etti. Bir sü­re düşündükten sonra hanımının bu samimi isteğini kabul eden İbrahim Aleyhisselam, Hacer validemizi nikahı altına aldı. Ve bu kutlu nikahtan bir oğlan ço­cuğu, bir İsmail doğmuştu.
İbrahim ailesine bir rahmet, ona bakan gözlere bir sevinç getirmişti İsmail Aleyhisselam'ın doğumu. Fakat İbrahim Aieyhisselam doya doya bakamadı, do­ya doya sevemedi bu oğlunu. Çünkü Allah'ın bir em­ri, apaçık bir emri üzerine, bu güzel oğlunu ve oğlu­nun annesini buradan götürmesi, Kabe temellerinin bulunduğu Mekke topraklarına bırakması gerekiyor­du. Bu İlahi emrin nedenini soramaz ve bu emre itiraz edemezdi İbrahim Aleyhisselam. Çünkü bu dünya ha­yatı mü'minler için. Özellikle İbrahim Aleyhisselam gi­bi tarihe destan yazan mü'minler için bir imtihan ha­yatıydı.
“Hocam birçok kitabta, çocuğu olmayan Sare validemizin Hacer'i kıskandığı ve bu kıskançlık duygu­larıyla İbrahim Aleyhisselam'a dönerek “Ey İbrahim!. Hacer'i ve oğlunu buradan uzaklara götür” dediği söy­leniyor.”
“Merve hanım, bunların hepsi çirkin ve batıl söy­lentilerdir. Değil İbrahim Aleyhisselam, herhangi bir müslüman bile hanımının isteği üzerine böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Çünkü hasetlik alanına giren gibi duygular, Rabbimizin hoş gördüğü ve makul bir maze­ret olarak kabul ettiği duygular değildir. Dolayısıyla karşılaştığı her meseleye Rabbani ve Rahmani ölçüler­le bakan İbrahim Aleyhisselam, Sare validemizi ne ka­dar çok severse sevsin, onun isteği üzerine bir karın­cayı bile kendi yuvasından uzaklara götürmez, bir karıncayı bile uzaklara götürüp bırakmazdı. Kaldı ki böylesi çirkin söylentilerden uzak bir kimliğe ve kişili­ğe sahip olan Sare validemiz, kendi hizmetine verilen Hacer validemizi, yine kendi isteği ile İbrahim Aleyhisselam'a vermişti. Çünkü Mısır'daki zalim kral tarafın­dan Sare validemize verilen ve onun tasarrufunda olan Hacer validemizi, İbrahim Aleyhisselam'in zorla alma ve kendisine nikahlama hakkı yoktu.”
“Hocam, Sare validemiz İbrahim Aleyhisselam'ı sevmiyor muydu? Şayet seviyorsa, Hacer ile nikahlan-masına neden izin verdi?”
“Elbetteki seviyordu Seda hanım? Ancak daha ön­ce de belirttiğimiz gibi kendisinden bir çocuğu olma­yan İbrahim Aleyhisselam'in bir evlad sahibi olmasını da istiyordu. Çünkü bir insanı gerçekten sevmek demek, o insanın sevinmesini ve mutlu olmasını da iste­mek demektir. Nitekim bencillikten uzak böylesi bir sevgiye sahip olan Sare validemiz, hizmetçisini kendi isteği ile İbrahim Aleyhisselam'a nikahlamış ve bu ev­lilikten doğan masum bebeği, en az İbrahim Aleyhisselam kadar sevmiştir.”
“Kadınsı duygulara ve zafiyetlere rağmen böylesi­ne güzel bîr davranışta bulanan Sare validemizi sevgi, selam ve rahmetle anmak istiyoruz. Çünkü Sare vali­demiz bir rastlantı sonucu İbrahim Aleyhisselam'a ha­nım olmamış, tesadüfi bir şekilde “İbrahim ailesine”, Rabbimizin ve meleklerin selamla andığı 'İbrahim aile­sine' dahil olmamıştır. Çünkü o, İbrahim Aleyhisselam'ın rabbani ve rahmani ölçülerle sevdiği Sare idi, bu kısaca anlatmaya çalıştıklarımızdan çok daha güzel bir kişiliğe sahip olan Sare validemizdi.
Evet, bu kısa açıklamadan sonra tekrar konumu­za dönüyoruz. Bütün ömrü boyunca bir İmtihandan diğer bir imtihana, bir destandan diğer bir destana yol alan İbrahim Aleyhisselam, Allah'ın emri gereği oğlu­nu ve oğlunun anasını yanma alarak yollara düştü. İb­rahim Aleyhisselam'ın cemalinde, merhametle hüz­nün, hüzünle teslimiyetin birbirine girdiği, birbiriyle kaynaştığı görülüyordu. Kucağındaki biricik oğluyla yürüyen ve nereye gittiklerini henüz bilmeyen Hacer validemizin siyah yüzü ise şefkat ve teslimiyet duygu­larıyla güneş gibi parlıyordu.”
İbrahim Aleyhisselam'ın cemalindeki hüzün, Ka­be mahalline yaklaşıldıkça daha bir koyulaşmakta, da­ha bir belirginleşmekteydi!. Derin duygular, büyük hü­zünler içindeydi İbrahim Aleyhisselam. Çünkü Rabbimizin uzun yıllar sonra nasib ettiği sevgili oğlu­nu ve oğlunun anası olan değerli hanımı Hacer'i, yine Rabbimizin bir emri ve işareti gereği bu ıssız yere bı­rakacaktı!.
Kabe temellerinin yukarı kısmında bulunan bü­yük ağacın altına geldiklerinde durdular. Allah'dan yardım isteyen ve tekrar tekrar Allah'a tevekkül eden İbrahim Aleyhisselam, değerli ailesini Devha denilen büyük ağacın dibine bıraktıktan sonra oradan uzaklaş­maya başladı!. Bu susuz, bu çorak, bu ıssız yerde he­nüz bir bebek olan yavrusuyla kalakalan Hacer valide­miz ise şaşkınlık içindeydi ve bu şaşkınlıkla İbrahim Aleyhisselam'ın arkasından seslendi.
“Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyor­sun?”
İbrahim Aleyhisselam hiç dönmedi, hiç döneme­di, hiç cevap veremedi bu soruya!. Hacer validemiz ise “Ey İbrahim, bizi burada bırakıp nereye, nereye gi­diyorsun? diyerek birkaç kez tekrarladı bu sorusunu. Fakat yine dönmedi, yine cevap vermedi İbrahim aleyhisselam!. Çünkü dönmek, çünkü arkasında bı­raktığı acı tabloyu bir kez daha görmek istemiyordu. Çünkü Rabbimizin de Kur'an-ı Kerim'de beyan ettiği gibi yüreği çok yumuşak, çok duyarlı, çok merhamet­li bir insandı İbrahim aleyhisselam. Çorak ve ıssız bir yere bıraktığı ailesine tekrar dönüp bakabilecek, onla­rın masum ve mahsun yüzlerini tekrar görebilecek, yüreğindeki hüzün ateşini tekrar körükleyebilecek bir qücü hissetmiyordu içinde!. Bu nedenle dönmedi, dö­nüp bakamadı ailesine!.
Sorularına cevap alamayan Hacer validemiz “Ey İbrahim!. Böyle yapmanı Allah mı emretti?” diyerek son kez seslendi İbrahim Aleyhisselam’a.
Bu soru üzerine durdu, kurşun yemiş bir ceylan gibi durakaldı İbrahim aleyhisselam!. Çünkü bu soru suskunlukla karşılanabilecek, bu soru cevabsız bırakı­labilecek bir soru değildi. Her şartta hakka şahitlik eden, hakka şahitlik etmesi gereken bir peygamber olarak durdu ve döndü baktı Hacer validemize!. Rah­met dolu bakışlarıyla “Ey Hacer, bu nasıl soru, bu na­sıl bir soru?” derken, merhametten yaşaran gözleriyle “Allah Celle Celaluhu emretmiş olmasa, ben sizleri hiç burada bırakır, hiç burada bırakabilir miyim? Öpüp-koklamaya doyamadığım yavrumu, hiç terkedebilir miyim?” diyordu. Gönlüne ağır gelen, hüznüne hü­zün, gözyaşlarına yaş katan bu soruya kısaca cevap verdi.
“Evet Ya Hacer. Allah emretti.”
Bu cevap ile bakışları değişen, bu cevap ile yüre­ğindeki korku ve endişeden uzaklaşan Hacer valide­miz, hüzün içindeki Hazret-i İbrahim Aleyhisselam'ı da rahatlatmak istercesine “O halde git, git ya İbra­him!. Rabbimiz koruyucumuzdur, O bizi burada peri­şan etmez!.” dedi.
Büyük imtihanların, büyük kahramanı Hazret-i İbrahim Aleyhisselam bu cevap ile yoluna devam etti. Ailesinin kendisini göremeyecekleri Seniyye (tepesi­ne) gelince, Beyt-i Haram'a yönelerek ve ellerini alemlerin Rabbi olan Allah'a açarak şu duayı yaptı.
“Rabbimiz, ailemden bir kısmını dosdoğru nama­zı kılsınlar diye Beyt-i Haram yanında ekini olmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık Sen, insanların bir kısmı­nın kalplerini onlara meyledici kıl ve onları bir takım ürünlerden rızıklandır. Onlar da (nimetlerinin kadrini bilip) şükretsinler.”
Hacer validemiz ise tam bir tevekkül ile İsmail'ini kucaklamış, henüz çok küçük olan oğluna şefkatle sarılmıştı. Yanlarında içinde hurma buiunan eski bir azık dağarcığı ile içinde su bulunan bir tuluk vardı. Yalnız­dı, oğluyla beraber yapayalnızdı bu issiz ve çorak yer­de. Her insan için apaçık bir düşman olan şeytan aleyhillane ise tabi ki boş durmuyor ve Hacer validemizin kadınlık duygularını dikkate alarak ona değişik vesve­seler vermeye çalışıyordu.
“Ey Hacer!. İbrahim seni ve çocuğunu Sare için terketti. Çünkü hiç çocuğu olmayan Sare seni kıskanmıştı. İbrahim seni ve çocuğunu terkederek, senden çok daha güzel olan hanımı Sare'nin yanına gitti.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sare Ve Hacer Validemiz

Sare Ve Hacer Validemiz

Hacer validemiz böylesi vesveselere hiç itibar etmeden Allah'a yöneliyor ve şeytan aieyhillaneden Allah'a sığınıyordu. Çünkü İbrahim Aleyhisselam'ı ve Sare validemizi çok iyi tanıyor, böylesi vesveselerin şeytandan geldiğini, şeytandan gelebileceğini çok iyi biliyordu. Kaldı ki bir rahmet, bir merhamet, bir doğ­ruluk timsali olan eşi İbrahim Aleyhisselam, burada bı­rakılmalar ıy la ilgili olarak “Evet ya Hacer, bunu Allah emretti” cevabını vermişti.
Günler geçiyordu!. Hacer validemiz yanlarında bulunan sudan içiyor, çocuğunu emziriyordu. Her an teşbih ettiği, her an dualarda bulunduğu Allah Celle Celaluhu'dan, bir yardım, bir işaret bekliyordu. Fakat gelmiyordu böyle bir yardım, gelmiyordu böyle bir işaret!.
Suluktaki su bitmiş, susuzluktan sütü de kesilmiş­ti Hacer validemizin!. Olup-bitenden habersiz olan İs­mail ise susuzluktan kurumuş dudaklar ile annesine bakıyor, mahsun bakışları ile “Anne bana ne zaman süt, anne bana ne zaman su vereceksin?” diyordu!. Bu mahsun bakışlar ve yakarışlar perişan ediyordu Hacer validemizi!. Bir anne buna nasıl dayanır, nasıl dayana­bilirdi?
Dudaklarını çatlatan, dilini kurutan susuzluktan değil, İsmail'in susuzluğundan kavruluyordu Hacer va­lidemiz!. Etrafına bakındı, binlerce umudla yüzlerce kez etrafına bakındı!. Allah'tan bir vesile, Allah'tan bir işaret, Allah'tan bir yardım bekliyordu!. Susuzluktan kıvranıp acı çeken oğulçağızına gözyaşlarıyla bakıyor ve bu gözyaşlarını oğlunun dudaklarına sürerek “Da­yan, dayan oğulcağizım, dayan yavrum! Allah'ın yar­dımı gelecektir, elbette gelecektir” diyordu. Bu umud­la tekrar etrafına bakıyor, tekrar tekrar etrafına bakmıyordu Hacer validemiz!.
Fakat yoktu, yoktu bir işaret, yoktu bir gelen!. Bu durumu gören ve bu durumu bir ganimet telakki eden şeytan ise lanetli bir yılan gibi vesvese zehirini akıtma­ya devam ediyordu.
“İşte Hacer!. İşte İbrahimin'in Rabbi, işte İbra­him'in söyledikleri!. Şimdi anladın mı bu sözlerin, şim­di anladın mı bu vaadlerin ne kadar boş olduğunu. Şimdi anladın mı burada kimsesiz ve yardımsız kaldı­ğını!. Haydi al çocuğunu, al çocuğunu ve hemen ayrıl buradan. ilerlerde bir su, ilerlerde birilerini bulabilir­sin!. İsmail'e hiç acımıyor musun? Haydi çocuğun te­lef olmadan hemen ayrıl, çocuğunu al ve hemen ayrıl buradan!.”
Yine Allah'a sığmıyor, bütün susuzluğuna ve bütün çaresizliğine rağmen iç dünyasında bu vesveselere bir yer, tek bir yer vermi­yordu Hacer validemiz!. Kurumuş dudakları ile “Alem­lerin Rabbi olan Allah var, Vallahi de var, Billahi de var” demekten, “İbrahim'in söyledikleri doğru, Vallahi de doğru. Billahi de doğru" demekten vazgeçmiyor, bir an bile vazgeçmiyordu Hacer validemiz!. Ve tüm susuzluğuna ve tüm çaresizliğine rağmen “Allah'ım yardım et. Allah'ım yardım et!” diyerek içindeki umudu sulamaya devam ediyordu.
Tekrar İsmail'e bakınca, Hacer validemizin gözle­rini bir alev, kızgın bir alev yalıyordu!. Çünkü İsmail susuz, İsmail bitkin, İsmail perişandı!. İsmail'in susuz­luğa susuzluk katılmış gözlerinde sanki bir ateş, sanki bir orman yangını vardı!.
Artık dayanamıyor, susuzluktan kıvranıp acı çe­ken oğulcağızına bakamıyor, bakmaya tahammül ede­miyordu Hacer validemiz!. Peki ama ne yapacaktı ki!. İsmail'i alıp, başka yerlere de gidemezdi!. Çünkü ko­cası, çünkü peygamberi, çünkü oğlunun babası olan İbrahim Aleyhisselam onları buraya bırakmıştı. Ne yüz metre batıya, xıe yüz metre doğuya, buraya, tam bu­raya bırakmıştı onları!.
Fakat artık duramaz, artık bekleyemezdi Hacer validemiz. İsmail'i bu yere, İbrahim Aleyhisselam'ın tayin ettiği bu yere bı­raktıktan sonra, kendisine en yakın tepe olan Safa'ya baktı. Acaba Safa tepesinin arkalarından gelen bir in­san, gelen bir kervan, gelen bir yardım var mıydı? Bu umudla yerinden kalktı ve Safa tepesine çıkmaya başladı. Tepenin arkalarında gelen bir yolcu, gelen bir kervan görürse, hiç durmadan, hiç duraksamadan on­lara koşturacak ve “Yavrum susuz, yavrum yanıyor, ne olur su, birazcık su!.” diyerek aldığı suyu bir solukta İs­mail'e, bir solukta yavrusuna yetiştirecekti!.
Safa tepesinin üzerine geldiğinde görmüyor, göremiyordu görmek istediklerini. Bir de karşı tepeye çı­kayım, bir de karşı tepeden bakayım diyerek Merve'ye yöneldi. Merve tepesine çıkınca yine kimseyi, yine hiç kimseyi göremedi!. Etraf yine boş, etraf yine ıssızdı!.
Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye..
Tekrar Safa tepesine, tekrar Merve'ye.. İki tepe arasında gidip gelen Hacer validemiz hiç bıkmadan, hiç usanmadan Rahman'm rahmet kapısını çalıyordu. “Ya Rabbi yavrum susuz, yavrum kavruluyor!. Ya Rah­man rahmet kapını aç, ne olur aç.” diye yakarıyordu.
Ne var ki açmıyordu Rahman, açılmıyordu rah­met kapısı!. Fakat Safa. ve Merve arasında gidip gel­mekten bıkmayan Hacer validemiz, yine de ayrılmı­yordu Rahman'm kapısından, dualarıyla, zikirleriyle, yalvarışlarıyla Rahman'm rahmet kapısını çalmaya de­vam ediyordu.
Hacer validemizin bu münacaatı, gözyaşlarıyla sulanan bu duaları karşısında öfkesinden kuduran şey­tan aleyhillane ise, Hacer validemize sadece bir kuş­ku, küçücük bir kuşku vermek istiyerek “Ey Hacer!. Ağlaya ağlaya, çırpma çırpma çalman bu rahmet ka­pısı neden açılmıyor ve sana neden yardım edilmiyor ki!. Acaba içerde kimse yok mu? İbrahim'e aldanarak Rahman Rahman dediğin Rab, acaba yok mu?” vesvesenini fısıldadı!.
İşte kainatın sustuğu, İşte kainatın pür dikkat ke­sildiği an!.
Acaba ne yapacaktı Hacer validemiz? Uzun süre­dir yaşadığı çaresizlik duygulan içinde bu vesveseye nasıl bir tavır alacaktı. Hacer validemiz bu şeytani ves­veseye, bu kuşkuya iç dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz ki Hacer bitecek, Hacer kaybolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer ola­mayacaktı!. Ancak bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir feryat yükseldi Hacer validemizden ve onun her hücresinden.
“Hayır, var, var, var, var... Rahmet kapısını çal­dığım Rahman var. Bu kapı sahipsiz, bu kapı kim­sesiz değil. Bu rahmet kapısı şimdiye kadar açılmadıy-sa, şimdiye kadar açılmıyorsa, bu kapının açılmama nedeni benim!. Bu rahmet kapısının açılmama nede­ni benim yanlışlarım, benim günahlarım!”
Şeytanı susturan ve şeytani vesveseleri yerle yek­san eden bu feryattan sonra tekrar kapıya baktı, tek­rar kapıyı çaldı, tekrar ağlamaya başladı Hacer valide­miz!. Tertemiz ellerindeki kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir yönelişle tevbe eden, tev-beler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve arasında gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet ka­pısını dua ve yakarışlarla çalmaya devam etti.
“Ey tevbeleri kabul eden, ey Rahman olan Rab-bim. Beni affet, beni bağışla. Benim günahlarımdan dolayı İsmail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!. Ey İb­rahim'e merhamet eden, ey İbrahim'i yakmayan Rabbim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in oğlu susuzluk­tan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et Ya Rabbi!.”
Ve Allah ve alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek “Siyahi bir köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl mü-nacaatta bulunduğunu, Bana nasıl dua ettiğini. Bana nasıl yakardığını ve rahmet kapımı nasıl çaldığını gö­rüyor musunuz!.” buyurdu. Meleklerin gıptayla baktık­ları Hacer validemizden artık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimiz.
Tevbelerle, dualarla, yakarışlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu gidiş-gelişi yedi kere yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca rahmet kapılarının açıldığına şahit oidu. Çünkü çölün sessizli­ğinde bir su, bir su sesi duyuluyordu!. İsmail'in bulun­duğu yerde, yani kocasının, yani peygamberinin, yani İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerini bıraktıkları tam o yerde, zemzem fışkırmaya, zemzem akmaya başlamış, dünya zemzem ile tanışmıştı artık!.
Bir İsmail için ağlayan, bir İsmail için “Su, su” di­ye yakaran Hacer validemiz, Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat netice­sinde binlerce yıldır, milyarlarca İsmail'in susuzluğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!. Ve Hacer validemiz. Rahman olan Rabbimize öylesi­ne bir münacaatta bulunmuştur ki, bu muhteşem mü­nacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gelmiştir.
“Merve sen ağlıyorsun!. İyisin değil mi?”
“Ağlıyorum hocam. Şimdiye kadar okuduğum her peygamber kıssasında, içimde erkek olma isteği, erkek olma özlemi hissederdim. Fakat sizin bu anlat­tıklarınızı dinledikten ve Hacer validemizi tanıdıktan sonra, onu tanıdıktan sonra, Kendini daha fazla zorlama, seni anlıyorum Mer­ve. Dünyaya erkek veya kadın olarak gelmenin, elbet-teki fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan ne yapıldı­ğı, nasıl bir kulluğun yaşandığıdır. Mesela siyahi bir cariye olan Hacer validemiz, Allah'a gösterdiği bu tes­limiyet ile milyarlarca müslüman erkeği gerilerde, kendisinden çok çok gerilerde bırakmıştır. Çünkü in­sanların farklı dillerde, farklı renklerde yaratılmaları bir üstünlük vesilesi olmadığı gibi, farklı cinsiyetlerde yaratılmaları da bir üstünlük vesilesi değildir. Allah ka­tında üstünlük, sadece ve sadece takva iledir.”
Evet, Hacer validemiz artık yalnız değildi. Zemze­min çıkmasından sonra ticaret kervanlarıyla buradan gelip geçen insanlardan bir kısmı, suyun tasarrufunu Hacer validemize vermek şartıyla bu bölgeye yerleşmeye ve burasını bir şehir haline getirmeye başlamış­lardı. İbrahim Aleyhisselam ise belli zamanlarda onla­rın yanına geliyor, durumlarını öğreniyor ve ihtiyaçla­rını giderdikten sonra Sebu bölgesine tekrar geri dönüyordu.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İsmail Aleyhisselam'ın Kurban Edilmesi

İsmail Aleyhisselam'ın Kurban Edilmesi

Evlad sevgisiyle ilk imtihanı ayrılık hükmüyle olan İbrahim Aleyhisselam, bu imtihana teslimiyet göster­mişti!. Nitekim hiç çırpınmadan, hiç direnmeden ve hiç isyan etmeden ailesiyle birlikte yollara düşmüş ve onları ıssız bir yer olan Kabe'nin yanına kendi elceğiziyle bırakmıştı!. Çünkü o, büyük İmtihanların, büyük kahramanıydı!. Çünkü o, küçük yaşlardan beri Allah'a teslim olmuş ve bu teslimiyeti kendisine şiar edinmiş biriydi!. Çünkü o, her hükümde Allah'a tesiim olan ve bu teslimiyeti ile şeytanı tesiim alan İbrahim Aleyhisselam idi!.
Fakat ne var ki bitmemiş, sona ermemişti İlahi imtihan!. İbrahim Aleyhisselam arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini elinde bir bıçakla oğlunu, oğlu İsmail'i boğazlarken görüyor­du!. Peygamberler dışındaki insanlar gördüğü zaman hiçbir bağlayıcılığı olmayan ve şeytani bir kabus ola­rak nitelendirerek şerrinden Allah'a sığınılması gere­ken böyle bir rüya, hak peygamber İbrahim Aleyhisselam için İlahi bir işaret, İlahi bir emir niteliğinde idi. Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu, İbrahim Aleyhisselam'dan bu rüyayı doğrulamasını, bunun ge­reğini yapmasını emrediyordu!.
Hocam, okuduğum bazı tefsirlerde “İbrahim Aleyhisselam daha önceden oğlunu kurban olarak adamış fakat bu adağını unutmuştu. Gördüğü bu rüya ile adağı kendisine hatırlatıldı!.” deniliyor.
Fatih, böylesi batıl yaklaşımlarından, İbrahim Aleyhisselam'ı hiç düşürtmeden tenzih etmemiz gere­kir. Çünkü hiçbir peygamber ve hiçbir müslüman, bir insanı kurban olarak adama ve kurban etme hakkını kendinde göremez. Doğmuş ya da doğacak çocuğu­muzu elbetteki Allah'a adayabiliriz. Ancak Hazret-i Meryem örneğinde de olduğu gibi bu adağın ve adanmışlığın, Allah için kesilen bir kurban olarak de­ğil, Allah yoluna adanan ve Allah'a emanet edilen bir kul olarak gerçekleştiğini görürüz. Nitekim doğru ve hak olan da budur.
“Hocam, söylediklerinizi çok iyi anlıyoruz. Peki bu durumda İbrahim Aleyhisselam'ın gördüğü rüyayı ve bu rüyanın arka planını nasıl anlamamız, nasıl tef­sir etmemiz gerekir?”
Fatih, bu konuyu fazlaca zorlamamıza, olayın ar­ka plana ait bilmediğimiz boşlukları, bilmediğimiz var­sayımlarla doldurmaya çalışmamıza gerek yoktur. Ko­nuyla ilgili ayet-i kerimeleri incelediğimiz zaman, İbrahim Aleyhisselam’ın -bir kefaret veya bir şükür ve­silesi olarak, Allah'a söz verdiği bir adağı olduğunu an­layabiliriz.
Evet, bir adağı vardı İbrahim Aleyhisselam’ın. Rabbi için bir kan akıtarak, bir kefaret veya bir şükür vesilesi olan bu adağını yerine getirecekti. Ancak ken­disi için oldukça önemli olan bu adak kpnusunda, sa­dece bir şeyi bilmiyor, sadece bir konuda kararsızlığa düşüyordu İbrahim Aleyhisselam.
“Rabbi için ne kesmeliydi?”
Alemlerin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu için büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyor, büyük ve değerli bir kurban kesmek istiyordu ama bu ne olma­lıydı?
Koyun mu, keçi mi, sığır mı, deve mi? İbrahim Aleyhisselam bu sorularla istihare yaptı mı, yapmadı mı, bu konuda Allah'tan bir işaret bek­ledi mi, beklemedi mi bilmiyoruz. Bize bildirilen ger­çek, İbrahim Aleyhisselam'a bu cevabın ve bu İlahi işaretin rüyada verildiğidir. İbrahim Aleyhisselam arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini oğlu İsmail'i boğazlıyorken görmektedir!.
Hükmünde hikmet, hikmetinde rahmet olan Rabbimiz “Ey İbrahim!. Madem ki Benim için büyük, Benim için değerli bir kurban kesmek istiyorsun, bu kurban senin için de büyük, senin için de değerli olan İsmail'dir” Duyuruyordu!.
Açık seçik bir şekilde bu rüyayı gören İbrahim Aleyhisselam, yattığı yerde usul usul gözlerini açtı!. Hiç hareket etmiyor, hiç hareket edemiyordu!. Uzak­lara, çok uzaklara dalıp giden hareketsiz gözleriyle öy­lece duruyor, bütün duyu ve duygularının donduğunu hissediyordu!. Kendisinde bir hata, kendisinde bir suç arayarak “Neden yattım, neden uyudum” diyordu ken­di kendisine!. Çünkü böyle bir rüyayı göreceğini bil­seydi, belki de ömrünün sonuna kadar hiç yatmaz, ömrünün sonuna kadar hiç uyumak istemezdi İbrahim Aleyhisselam!.
Oğlunu düşündü ve biricik oğlu geliverdi gözleri­nin önüne!.
içinde sessiz bir patlamayla, sessiz bir ateş harlayıverdi!. Nemrut'un kendisi için yaktığı ve kendisinin içine atıldığı ateş, bu sefer dışında değil içinde tutuş­muş, çok daha büyük alevlerle içinde tutuşuvermişti!.
Bu ateş sönmüyoi. t ateş söndürülmüyordu!. İbra­him Aleyhisselam'ın içini kavuran bu ateş, Nemrut'un yaktığı ateş gibi serin ve soğuk olmuyordu!.
Ağlamaya başladı İbrahim Aleyhisselam!.
“Ya Rabbi ben bunu nasıl yaparım, nasıl yapabi­lirim?” diye ağlamaya baöladı. Elbetteki her canlı gi­bi İsmail de, sevgili oğlu ismail de ölebilirdi. Ve buna dayanır, buna dayanabilirdi İbrahim Aleyhisselam!. Fakat neden bu iş kendisine verilmişti!. O bu işi na­sıl yapar, o sevgili oğulcağızım kendi elleriyle nasıl boğazlayabilirdi!.
Bu acıyla günler, bu acıyla haftalar geçiren İbrahim Aleyhisselam bir çıkış, bir kurtuluş yolu arar gibiydi!. Kendisine ke­sin bir zaman, kesin bir mühlet verilmemekle beraber, rüyasında gördüğü çocuk İsmail'in şimdiki halinden daha büyük, daha gelişmiş bir durumdaydı. Bu neden­le hiç acele etmedi ve içinde her geçen gün daha da mayalanan bu acı ile İsmail'in biraz büyümesini bekle­di!. Ayrıca içindeki acı ne kadar büyük olursa olsun, bu geçen süre zarfında gönlünde besleyip büyüttüğü bir de umudu vardı İbrahim Aieyhisselam'ın. Bu umu­dunun gerçekleşebilmesi için İsmail'in büyümesini, gezip-koşabilecek bir çağa gelmesini bekliyordu. Nite­kim biricik oğlu kendi başına gezip-koşabilecek çağa erişince onu yanına çağırdı ve “Oğlum!. Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken görüyorum. Bir dü­şün, sen ne dersin” dedi İsmail Aleyhisselam'a.
İbrahim Aleyhisselam. böyle bir yaklaşım ile oğlu İsmail'e tercih hakkı veriyordu. “Oğlum, ben boğazla­makla emrolundum fakat sen boğazlanmakla emrolunmadın. Tercihin nedir” diyordu. Yumuşacık yüreği rahmet depremlerîyle sarsılarak bu soruyu soran İbra­him Aleyhisselam, gezip-koşabilecek çağa gelen İsmail'în, belki de koşarak kendisinden uzaklaşmasını, uzaklaşıvermesini umud ediyordu. Çünkü böyle bir durumda ne kendisini boğazlatmayan İsmail, ne de İs­mail'i boğ az laya madiği için kendisi sorumlu olmaya­caktı.
Fakat olmadı, gençlik duygulan ve yaşama heyacanı ile kaçıp gitmedi İsmail!. Çünkü İbrahim Aleyhisselam’ın oğlu, İbrahim Aleyhisselam'a yakışan bir evlad, bir İsmail idi!. Nitekim hiç durmadan, hiç duraksamadan “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaalİah, beni sabre­denlerden bulacaksın.” cevabını verdi babasına.
Artık her şey bitmiş, bütün çıkış yolları kapan­mıştı İbrahim Aleyhisselam için!. İsmail'in bu muhte­şem cevabı karşısında öylece kalakaldı!. Kendisine “Babacığım” diyerek sevgisini, “Emrolunduğun şeyi yap” diyerek saygısını, “İnşaallah” diyerek tevekkülü­nü. “Beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek teslimi­yetini ifade eden oğluna bakakaldıî. Üzülmesi mi. yok­sa böylesine salih bir evlad ile gurur duyması mı gerekiyordu, bilemedi!. Ne var ki yapılması gereken iş, yapılacaktı artık!.
Rivayetlere göre oğlu İsmail'i yanma alıp Mina'ya doğru giderken. Şeytan aleyhillane üç kere karşısına çıkmış ve İbrahim Aieyhisselam vesveselerle kendisini engellemeye çalışan bu şeytanı, üç keresinde de taşla­yarak uzaklaştırmıştir. Ve Mina'ya geldiklerinde oğlu gibi kendisi de Allah'ın hükmüne teslim olmuş ve İs­mail'i alnı üzerine yatırmıştı.
Bu müthiş olayı yaşarcasına düşünürken, tüm duygularınızın titrediğini hissediyorsunuz!. Meleklerie, cinlerle ve bütün kainat ehliyle birlikte, İsmail Aleyhisselam'ın yere uzanışına, boynunu hafifçe uzatışına ba­kıyorsunuz. Kalbiniz duruyor fakat yaşıyorsunuz, yine de yaşayabiliyorsunuz bu yaşanan hadise karşısında!.
İsmail'in anası olan Hacer validemizi düşünüyor­sunuz!. Yıllar önceki hadiseye dönüyor ve Hacer vali­demizin “Ya Rabbi İsmail susuz, İsmail susuzluktan kavruluyor!.” diyerek yaptığı yakarışları hatırlıyorsu­nuz. Böyle bir olayın duygu yüklü bir kadın, yüreği merhamet dolu bir anne' için büyük bir imtihan oldu­ğunu biliyorsunuz.
Sonra İbrahim Aleyhisselam'a bakıyorsunuz!.
Yüreğinde evlad sevgisi ve elinde bıçak ile İsma­il'in başucunda duran İbrahim Aleyhisselam'a bakıyor­sunuz!. Söylenecek bir söz, konuşulacak bir kelime kalmıyor!. Gözleriniz doluyor ve ağlamaya başlıyorsu­nuz!. “Ya Rabbi nasıl, nasıl dayanabildi buna!. Nasıl üstesinden gelebildi böyle bir imtihanın!” diyerek ağlı­yorsunuz!. Biricik oğlu İsmail'in başucunda öylece du­ran İbrahim Aleyhisselam’ın gözlerine bakıyor, rahmet ve merhamet yüklü bu gözlerde bir gözyaşı gibi eridi­ğinizi, bir gözyaşı gibi akıp-gittiğinizi hissediyorsunuz!.
İsmail'i boğazlamaktansa, dünyevi ateşlere binlerce kez atılmaya razı olabi­lecek olan İbrahim Aleyhisseİam, ağır ağır İsmail'in boğazına doğru eğiliyor!. Bir an duruyor, sağ eline ve sağ elindeki bıçağa bakıyor!. Bıçak, titreyen ellerinden düşecek gibi!. Son bir güçle ellerini sıkıyor, ellerini sı­karak bıçağı kavramaya çalışıyor!.
İbrahim Aleyhisselam henüz İsmail'i kesmemiş, İsmail'i boğazlamamıştır ama bu kısacık sürede içinde­ki binlerce İbrahim kesilmiş, binlerce İbrahim parça­lanmış gibidir!. İçi kan olmuştur, içi kan dolmuştur, içi kandan bir derya olmuştur İbrahim Aleyhisselam’ın. Gözlerinden artık yaş değil sanki kan, kıpkırmızı bir kan boşanıyordur!.
Dayamlası bir hal değildir bu!.
Elindeki bıçağı atarak geri dönmesi, geri dönü-vermesi de mümkün değildir!. Çünkü Allah'ın, alemle­rin Rabbi olan Allah Celle Celaluhu'n emridir bu!. İla­hi emre teslim olmaktan başka ne yapabilir, ne yapabilirdi kü.
İbrahim Aleyhisselam titreyen ellerindeki bıçak ile İsmail'in, yüzünü ve gözierini görmediği oğlunun, önünde boyîu boyunca yatan sevgili oğulcağızımn boğazına tekrar eğildi!. Hiçbir şey düşünmek, hiçbir şey hissetmek istemiyordu. “Bitsin, artık bitsin, artık bitiversin” duyguları içinde “Bismillahİ Allahu ekber” diyerek bıçağı İsmail'in boğazına çaldı. İşte o an, bı­çağın tene değdiği o an, rahmet kapıları açılmış ve İbrahim'e büyük bir kurbanı fidye olarak gönderen Rahman'ın sesi duyulmuştu.
“Ey İbrahim. Gerçekten sen, rüyayı doğruiadın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllen­diririz.”
Rüyasında gördüğü oiayı aynen yaşayan ve tüm hücrelerindeki titremesi henüz geçmeyen İbrahim Aleyhisselam anlaşılmaz duygular içindeydi!. İnanıl­maz bir darlıktan çıkarılmış, inanılmaz bir genişliğe bı­rakılmış gibiydi!. Şaşkın gözierle elindeki bıçağa ve önündeki İsmail'e baktı!. Önündeki İsmail yaşıyordu, yaşıyordu ama, bıçağın tene değdiği o unutulmaz an­da, İbrahim Aleyhisselam gönlündeki İsmail'i boğazla­mış, İsmail'ini boğazlayıvermişti!.
Artık gönlünde bir İsmail değil, İsmail'i kendisine bağışlayan Allah, sadece Allah Celle Celaluhu vardı!. Engin bir huzuru yaşayan İbrahim Aleyhisselam’ın gönlünde, sadece ve sadece Rahman, sadece ve sade­ce Rahman sevgisi kalmıştı!.
Selam olsun, tekrar selam olsun, tekrar tekrar selam olsun İbrahim Aleyhisselam'a!. Ve yine selam olsun İsmail'e ve Hacer valide­mize..
Biz de bu güzel müslümanlara selam ediyoruz hocam. Ayrıca size de teşekkür ediyoruz. Sizi dinler­ken bu olayı sanki yeniden gördük, sanki yeniden ya­şadık.
Anlatmak kadar anlamak ve iman etmek de önemlidir arkadaşlar. Zaten bizlerden istenen de bu gibi olayları gözlerimizle görüyormuşuz gibi anlama­mız ve kendimiz yaşjyormuşuz gibi iman etmemiz de­ğil miydi!. İman dolu bu anlayışınız için ben de teşek­kür ederim.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kabe Temellerinin Yükseltilmesi Ve İbrahim'in Hanif Dini

Kabe Temellerinin Yükseltilmesi Ve İbrahim'in Hanif Dini

İbrahim Aleyhisselam’ın duası ve zemzemin bere­keti ile bir yerleşim yeri olmayan başlayan Mekke, her kervanın uğramak istediği bir yer durumuna gelmişti. Burada annesi Hacer ile birlikte yaşayan İsmail Aley­hisselam büyümüş ve evlenmişti.
O zamana kadar peygamberlerin ziyaret ettikleri Kabe'yi, bir rahmet mekanı olarak mü'minlere açma­yı dileyen ve duvarlarının yükseltilmesini isteyen Rabbimiz, bu kutlu görevi İbrahim Aleyhisselam ve oğlu İsmail'e verdi. İsmail Aleyhisselam taş getiriyor, İbra­him Aleyhisselam da bu taşlarla duvarları örüyordu. Duvarlar yükselmeye başlayınca, İsmail Aleyhisselam bugün makam-ı İbrahim olarak bilinen büyük taşı ge­tirdi. İbrahim Aleyhisselam bu taşın üzerine çıkarak duvarı örmeye devam ediyor ve namazını da burada kılıyordu. Oğluyla birlikte Kabe'nin duvarlarını yüksel­ten ve İsmail Aleyhisselam'ın getirdiği taşları büyük bir özenle örmeye çalışan İbrahim Aleyhisselam, arasıra boynu bükük bir şekilde duruyor ve gönlünü Allah'a yönelterek “Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul et, şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin” diyordu.
“Hocam, İbrahim Aleyhisselam böylesine şerefli bir işi yaparken dahi çok mütevazı, çok alçakgönüllü.”
Dikkatin için teşekkür ederim Veli. Gerçekten örnek alınması gereken bir davranıştır bu. Çünkü Allah'ın lutfu ve nasip etmesi ile bir fakiri doyurduktan veya bir yoksula yardım ettikten sonra büyüklenme duygusuna kapılan insanlar, bu çirkin duygu ile kibirlenerek “Ben şunu doyurdum veya buna yardım et­tim” diyebilmektedirler. Oysa İbrahim Aleyhisselam Kabe-i Muazzamanın duvarlarını yükseltmek gibi çok şerefli bir işi yapmasına rağmen boynunu bükmekte ve korkuyla titreyen yüreğinde “Rabbimiz acaba bu amelimizi kabul eder mi?” endişesini taşımaktadır. Bu endişe ile “Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul et” di­yen İbrahim Aleyhisselam, hiç kuşkusuz ki yaptığı işi, yaptığı ameli küçümsemiyordu. Çünkü Kabe-i Muaz­zamanın duvarlarını yükseltmek gibi bir işin, Allah'a inanan her müslüman için çok şerefli bir iş olduğunu kendisi de biliyordu. Ancak yapılan iş ne kadar şeref­li ve değerli bir iş olursa olsun, önemli olan bir insa­nın bu işi nasıl yaptığı, hangi niyet ve duygularla yeri­ne getirdiği idi. Meseleye bu gerçeklik açısından yaklaşıldığı zaman bir insanın Allah rızası ve merha­met duyguları ile susuz bir köpeğe su vermesi, büyük­lenme duygusu ile Kabe'nin duvarlarını yükseltmesin­den çok daha hayırlı ve değerli bir iş oluyordu. Nitekim yaptığı işe bu gerçeklik boyutundan bakan İbrahim Aleyhisselam yüreğini titreten bir endişe ile “Rabbimiz bizden bu amelimizi kabul et, şüphe yok ki Sen işiten ve bilensin” diyor ve bu güzel duasına şöy­le devam ediyordu.
“Rabbimiz, ikimizi Sana teslim olmuş kullanndan kıl ve soyumuzdan da Sana teslim olmuş bir ümmet çıkar. Bize ibadet yöntemlerini göster ve tevbemizi kabul et. Şüphe yok ki Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyen­sin. Ey Rabbimiz, onlara içlerinden bir peygamber gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğ­retsin ve onları arındırsın. Hiç şüphesiz ki Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.”
Bu kalbi duaları hakkıyle işiten ve bu samimi ya­karışlara icabet eden Rabbimiz ise “İnsanlar için ilk ku­rulan ev olan Kabe, insanlar için kutlu bir toplanma ve güvenli bir hidayet yeridir. Burada apaçık ayetler ile müminler için bir namaz yeri olan İbrahim'in makamı vardır. Kim buraya girerse, o güvenliktedir. Buraya gelmeye güç yetirenlerin Ev'i haccetmesi Allah'ın in­sanlar üzerindeki hakkıdır. Ey İbrahim, İnsanlar içinde haccı duyur, ilan et. Gerek yaya olarak, gerekse uzak yollardan ve derin vadilerden gelen yorgun düşmüş develer üstünde sana gelsinler. Evimi, tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temiz­leyin” buyurdu.
O zamana kadar peygamberlerin ziyaret ettiği Kabe-i muazzama, bu İlahi buyruk ile rahmet kapıları­nı artık bütün müminlere, bütün müslümanlara açmış­tı. İbrahim Aleyhisselam'ın “Rabbim, bu şehri bir gü­venlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle nzıklandır” duasına da icabet eden “Rabbimiz, nzıklandırmada mümin kafir ayırımı yapmayacağını beyan ederek “Küfredeni de az bir sü­re yararlandırır, sonra onu ateşin azabına uğratırım, o ne kötü bir dönüştür” demişti.
İman ve teslimiyeti ile birçok imtihandan yüz akıyla çıkan İbrahim Aleyhisselam, Rabbimizin “Ey İb­rahim, seni insanlara imam kılacağım” buyruğu ile bir­çok peygamberin ulaşamayacağı bir makama yüksel­tilmişti. İbrahim Aleyhisselam bu İlahi buyruk üzerine “Ya soyumdan olanlar?” diyerek, kendi soyundan ge­lecek olanların da böyle bir makama ulaşıp, ulaşama­yacağını sordu. Rahman olan Rabbimiz “Zalimler be­nim ahdime erişemez” cevabını vererek, iman veya küfürün irsi yani soy bağı ile ilgili bir hadise olmadığı­nı beyan etti. Çünkü mü'min bir babadan kafir, kafir bir babadan mümin bir oğlun olması mümkündü.
“Hocam, mesela Nuh Aleyhisselam'ın oğlu!.”
“Çok güzel Hamdi. Nuh Aleyhisselam gibi bir peygamberin oğlu kafir olurken, Azer gibi kafir bir putçunun oğlu da İbrahim gibi bir mü'min olmuştu. Dolayısıyla iman ve küfür, soyla ilgili bir hadise değil­di. Eskilerin deyişiyle nice alimden bir zalim, nice zalimden bir alim doğabilirdi. Zaten bunun içindir ki İslami yönetim biçiminde, babadan oğula geçen bir sultanlık, bir saltanat yoktur. Müslümanların başına geçecek olan kimsenin kimin oğlu olduğuna değil, il­mi ehliyetine ve takvasına bakılır, buna göre bir seçim yapılır.”
Nitekim Rabbimizin “Zalimler benim ahdime eri­şemez” cevabıyla karşılaşan İbrahim Aleyhisselam, kendisi de dahil olmak üzere hiç kimsenin akıbetinden emin olmaması gerektiğini anlayarak “Ya Rabbi, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut. Yalanlar ile yüceltilen o putlar, gerçekten insanlardan birçoğunu şaşırtıp-saptırdı” duasında bulundu. Dikkat ederseniz putlara karşı destansı bir mücadele veren İb­rahim Aleyhisselam, kendisine güvenerek ve şeytan küçümseyerek “Ben nasıl olsa putlara tapmam, putla­ra meyletmem” demiyor, diyemiyordu. Çünkü son ne­fesine kadar Allah'a ve Allah'ın yardımına muhtaç ol­duğunu biliyor, kendisine değil Allah'a güvenmeye ve sadece Allah'a tevekkül etmeye devam ediyordu.
Kabe'nin inşaatını tamamlayan ve insanlar ara­sında haccı ilan eden İbrahim Aleyhisselam, gözünü ve gönlünü Rahman'a yönelterek “Ya Rabbi. bundan böyle kim bana uyarsa, artık o bendendir. Kim de bana isyan ederse kuşkusuz Sen, bağışlayansın, esirge­yensin” dedi. Bu güzel duada dikkatinizi çeken bir hu­sus, bir incelik var mı?
“Kendisine isyan edenlere, beddua etmemesi.”
Teşekkür ederim Veli. Birçok mucizeleri yaşayan, kafir ve müşriklerin birçok eziyetleriyle karşılaşan İb­rahim Aleyhisselam, hak bir peygamber olmasına rağmen kendisine isyan edenleri Allah'ın lanetine de­ğil, Allah'ın bağışlamasına ve esirgemesine terkediyordu. Günümüzde kendi mezheplerinden veya kendi gu­ruplarından olmayanlara merhametsiz bir şekilde yaklaşan kimselerin, bu duadan almaları gereken çok önemli dersler vardır.
Evet, İbrahim Aleyhisselam böylesine güzel bir insan, böylesine seçkin bir peygamber idi. Nitekim Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem'e bir adam gelip “Ey yaratılmışların en hayırlısı” diye hitab edince, Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem bu söze hemen müdahale etmiş ve “Bu söylediğin İbrahim aleyhiselam'ın vasfıdır” demişti. İbrahim Aleyhisselam'ın hanif dini, tarihin her döneminde makbul bir din olarak zik­redilmiş, birbirleriyle şiddetli bir rekabet içinde olan yahudiler ve hıristiyanlar bile, büyük bir ısrar ve inat ile İbrahim Aleyhisselam'ın kendilerinden, kendi dinle­rinden olduklarını ileri sürmüşlerdir. Oysa Musa ve İsa aleyhisselamdan çok daha önce yaşamış oları İbrahim Aleyhisselarn, ne yahudi ve ne de hıristiyan idi. Bizle­re bu gerçekleri bildiren Rabbimiz, İbrahim Aleyhisselam'ın hanif diniyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur.
“Kendi nefsini aşağılık kılandan başka, İbrahim'in dininden kim yüz çevirir? Andolsun, biz onu dünyada seçtik. Şüphesiz ki o. ahirette de salihlerdendir. Öy­leyse Allah'ı birleyen muvahhidler olarak İbrahim'in di­nine uyun. O, müşriklerden değildi. İyilik yaparak kendini Allah'a teslim eden ve hanif olan İbrahim'in dinine uyandan, dince daha güzel kim olabilir?”
Nitekim Rabbimizin bu buyruğunu esas alan Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem ve müslümanlar, yahudi ve hıristiyanların yaptıkları gibi “İbrahim biz­dendir” diyerek onu kendilerine değil, “Biz İbrahim'de­niz, İbrahim'in hanif dinindeniz” diyerek kendilerini İb­rahim Aleyhisselam'a nisbet etmişlerdir. Zaten güzel olan yaklaşım da, doğruyu kendimize değil, kendimizi doğruya nisbet etmemizdir.
Kur'an-ı Kerim beyanı ile “Rabbim beni dosdoğ­ru bir yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in ha­nif dinine. O, müşriklerden değildi” diyen Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem “Her peygamberin pey­gamberlerden dostları vardır. Benim dostum da, ced­dim ve Rabbimin halili olan İbrahim'dir” buyurmuştur. Allah'ın dostunu dost edinen Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem, bu sözlerinden sonra Al-i İmran sü­resindeki şu ayet-i kerimeyi okumuştur.
“Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı ona uyanlar ile bu peygamber ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin velisidir.”
“İman edenler denilirken, biz mi kastediliyoruz hocam?”
“Elbetteki Merve inandıkları Allah'a eş koşmayan ve Allah'ı birleyen muvahhidler olarak yüzlerini İbra­him'in hanif dinine çeviren bütün mü'minler, kıyame­te kadar dünyaya gelecek olan bütün müslümanlar kastediliyor. Ne mutlu Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte İbrahim'in hanif dinine uyan mü'minlere, ne mutlu böyle müslümanlara..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Lut Kavmine Giden Elçiler Ve İshak ile Yakup'un Müjdelenmesi

Lut Kavmine Giden Elçiler Ve İshak ile Yakup'un Müjdelenmesi

İbrahim Aleyhisselam ve Sare validemiz oldukça yaşlanmışlardı. Bütün bir gençliğini çocuk özlemiyle ve çocuk umuduyla geçiren Sare validemiz, artık böyle bir umuddan uzaklaşmış gibiydi. İbrahim Aleyhisselam ise ilerlemiş yaşma rağmen evine gelen her misafire hizmet ediyor, onlara güzel nasihatlarda bu­lunuyordu.
Bir gün İbrahim Aleyhisselam'ın evine hiç tanı­madığı kimseler gelerek “Selam” dediler. İbrahim Aleyhisselam'ın şimdiye kadar hiç görmediği bu in­sanlarda, insanın içini ürperten bir tuhaflık vardı. On­ların selamını alarak içeriye buyur eden İbrahim Aleyhisselam. adeti olduğu üzere aç olup-olmadıklarını hiç sormadan yemek hazırlığına başladı. Ve hiç gecikme­den kızartılmış bir buzağıyı getirerek, misafirlerinin önüne koydu.
Misafirlerinin yemek yemesini bekleyen İbrahim Aleyhisselam, onların öylece oturduklarını ve yemeğe hiç el uzatmadıklarını görünce bu durumdan hoşlan­madı. Önce ayakta duran hanımına ve daha sonra içlerine gizli bir korku, gizli bir ürperti veren misafirleri­ne dikkatlice bakarak “Siz kimsiniz, biz sizden korkmaktayız” dedi.
İbrahim Aleyhisselam endişe dolu bu sözleri üze­rine tebessüm eden misafirler “Korkma, biz Allah'ın elçileriyiz” dedikten sonra Sare validemize dönerek “Sana bilgin bir çocuk müjdelemekteyiz” buyurdular. Misafirlere hizmet edebilmek için ayakta olan Sare validemiz, bu söz üzerine güldü ve “Bana ihtiyarlık gelip-çökmüşken mi müjdeliyorsunuz? Beni ne ile müjdele­mektesiniz?” dedi.
Elçiler “Seni gerçekle müjdeledik; öyleyse umud kesenlerden olma” deyince, İbrahim Aleyhisselam imani bir heyecanla söze girerek “Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim umud keser ki?” cevabını verdi. Bu konuşmalar üzerine meselenin gerçekten ciddi olduğunu anlayan Sare validemiz “Vay başıma gelene!. Şimdi ben kocamış bir kadın iken ve şu ko­cam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu, şaşırtıcı bir şey!.” dedi. Birer elçi olan melekler “Allah'ın emrine mi şaşırıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir. Ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye layık olandır, Mecid'tir” dediler.
Bu İlahi müjde üzerine Allah'a hamdü senada bu­lunan İbrahim Aleyhisselam, misafiri olan elçilere dik­katlice baktıktan sonra meraklı bir sesle “Ey elçiler, si­zin bunun dışındaki işiniz ne?” diye sordu. Allah'ın elçileri olan melekler “Gerçekten biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğa. Lut kavmine gönderildik.” dediler. Bu gönderilişin azapla ilgili olduğunu hisseden İbra­him Aleyhisselam'ın aklına hemen Lut, kendisine iman eden bir kardeşi olan Lut Aleyhisselam geldi ve “O topluluğun içinde Lut da vardır” dedi. İnsan sure­tindeki melekler gayet sakin bir ses tonuyla “Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi bilmekteyiz. Kendi karısı dışında, onu da, ailesini de muhakkak kurtara­cağız. Karısı ise arkada kalacak olanlardandır” karşılı­ğını verdiler.
Sünnetullah gereği bir toplumun helak edilmesi­nin, ne kadar şiddetli bir azap olduğunu çok iyi bilen İbrahim Aleyhisseiam, Lut kavmi konusunda elçilerle tartışmaya başladı. Çünkü İbrahim Aleyhisselam yu­muşak huylu, oldukça duyarlı ve Allah'a gönülden yö­nelen merhamet dolu bir insandı. Yüreğinde hissetti­ği bu merhamet duygularıyla Lut kavmine biraz daha zaman, biraz daha fırsat verilmesini istiyordu.
Kesin bir emirle görevlendirilmiş olan melekler ise “Ey İbrahim, bundan vazgeç. Çünkü gerçek şu ki. Rabbinin emri gelmiştir ve gerçekten onlara geri çev­rilmeyecek bir azab gelmiştir” diyerek bu tartışmaya bir son verdiler. Ve İbrahim ailesine önce İshak'ı, İshak'ın arkasından da Yakub'u müjdelediler.
ilerlemiş yaşına rağmen İshak'a kavuşan Sare va­lidemiz, Allah'tan hiçbir zaman umud kesilmemesi ge­rektiğini anlamış, artık çok iyi anlamıştı artık. “Hamd, Allah’a aittir ki; O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail'i ve İshak'ı armağan etti. Şüphesiz benim Rabbim, gerçek­ten duayı işitendir” diyen İbrahim Aleyhisselam ise, çok uzun yıllar sonra kabul olan bu duasının hamd ve şükrünü eda ediyordu. Herbiri peygamber olan İsma­il, İshak ve İshak'ın oğlu Yakup Aleyhisselam, sadece Allah'a ibadet eden ve yüce bir doğruluk dili ile insan­ları hidayete yönelten salih müslümanlardı. Örnek gü­zellikteki bu seçkin müslümanların hepsine salat ve se­lam olsun diyoruz.
Ve söz İbrahim'e, nurlu bir güneş gibi dünyadan gelip geçen İbra­him Aleyhisselam'a gelince, ona ne diyeceğimizi, sevgi ve saygımızı nasıl ifade edebileceğimizi bilmiyoruz.
Ellerimizi semaya açıyor ve “Ya Rabbim, beni na­mazımda sürekli olanlardan kıl, soyumdan olanları da. Rabbimiz, duamı kabul buyur. Rabbimiz, hesabın yapı­lacağı gün. beni, anne-babamı ve müminleri bağışla” diye diye dünyadan ayrılan İbrahim Aleyhisselam'ın bu duasına, iman dolu gönüllerimizle amin diyoruz.
Alemler içinde selam olsun bu güzel müslümana, selam olsun Halilullah'a, selam olsun İbrahim'e ve İbrahim ailesine..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Lut Kavmi Ve Eşcinsellik

Lut Kavmi Ve Eşcinsellik

İbrahim Aleyhisselam'a ilk iman eden müslümanlardan olan Lut Aleyhisselam. kavminin baskıları üze­rine “Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim. Çün­kü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidi” diyerek Babil'den ayrılmıştı.
“Hocam, “Ben Rabbime hicret edeceğim” sözü­nü nasıl anlamamız gerekir?”
Merve hanım. Hicret kelimesi, bir yerden ayrıla­rak başka bir yere göç etmek anlamındadır. Lut Aleyhisselam’ın kavmine karşı “Ben Rabbime hicret edece­ğim” demesi, ben sizin Allah'a şirk koştuklarınızdan uzaklaşarak yüzümü Rabbime cevriyor ve sadece O'na kulluk edeceğim bir yere gidiyorum anlamına gelir. Tabi ki Lut Aleyhisselam bu sözü söylerken, nereye gidebileceğini ve Allah'ın kendisini neyle karşılaştıra­cağını bilmiyordu. Dolayısıyla Lut Aleyhisselam'ın “Ben Rabbime hicret edeceğim” sözünü, “Sadece Allah'a kulluk niyetiyle, Rabbimin takdirine yönelip o takdire doğru yürüyeceğim” şeklinde de anlayabiliriz.
“Bana bir adım gelene. Ben on adım giderim” buyuran Rabbimiz, Lut Aleyhisselam’ın bu hicretini kabul etmiş ve onu peygamberlikle görevlendirmişti. Kendisine hüküm ve ilim yerilen Lut Aleyhisselam, İb­rahim Aleyhisselam’ın yerleştiği Sebu bölgesine yakın bir şehir olan Sodom'a gitmişti. Bu şehirden bir kızia evlenen ve bu hanımından çocukları olan Lut Aleyhis­selam, bu şehir halkını uzun yıliar Allah'a kulluğa da­vet etti. Şehir halkını putlara tapmaktan menetmeye çalışan ve onları sadece Allah'a kulluğa çağıran Lut Aleyhisselam’ın bu daveti, ne yazık ki onlara hiç tesir etmiyor, onların küfürlerine küfür katıyordu!. Çünkü onlar gerçekten bozulmuş, gerçekten haddi aşmış bir kavimdi.
Bu şehir halkı kötülükte o kadar ileri gitmişti ki. açıkça yol keserler, haramilik ederler ve her türlü ah­laksızlıktan hiç utanmazlardı. Cinsel' özgürlük adına erkeklerin erkeklerle ve oğlan çocuklarla düşüp kalk­maya başlamaları gibi bir rezalet, tarihte ilk kez bu ka­vim tarafından işlenmiştir. Hayvanlar dahi böyle bir cinsel sapıklıktan uzak iken, hayvanlardan çok daha aşağılık bir duruma düşen bu şehir haikı, böyle bir utanmazlığı sanki bir eğlence durumuna getirmişlerdi.
“Hocam, bazı kimseler eşcinselliğin insan genle­riyle ilgili bîr hastalık olduğunu söylüyorlar. Yani o ki­şilerin, eşcinsel olarak doğduklarını iddia ediyorlar!.”
“Böylesi iddiaları ben de duyuyorum Fatih!. Bu id­diada bulunan kimseler, eşcinselliği insanın istemeye­rek karşılaştığı bir hastalık gibi göstererek, toplumsal düzlemde bu rezaleti meşrulaştırmak istemektedirler. Nitekim dünyanın birçok ülkesinde eşcinselliğe böyle bakıldığı için. böylesi cinsel sapıklıklar hoşgörüyle karşılanmakta ve bunun da ötesinde eşcinsellerin evlen­mesine dahi izin verilmektedir.”
Oysa insaniar, fiziki olarak kadın ve erkek olarak yaratılmışlardır. İnsanlardaki cinsel sapmalar, insanla­rın fiziki yapılarından ziyade nefisleriyie ilgili bir sap­madır. Kur'an-ı Kerim'de beyan edildiği gibi hem iyili­ğe ve hem de kötülüğe meyyal olarak yaratılan insan nefsi, kendi haline bırakıldığı ve disipline edilmediği zaman doğruca kötülüğe yönelmektedir. Çünkü nefse hoş gelen kötülükler, nefisler için yokuş aşağı ve kolay bir iş gibi gözükürken; nefislere zor gelen iyilikler, ne­fisler için yokuş yukarı ve çetin bir iş gibi gözükmek­tedirler.
İnsan nefsi hakkında bu kısa tanımlamayı yaptık­tan sonra konumuza dönecek olursak, insan nefsinin dizginlenmesi veya disipline edilmesi en zor düzlem, cinsel ilişkiler düzlemidir. İnsanları cinsel düzlemdeki sapıklıklardan engelleyebilecek iki şey. öncelikle kişi­lerin sahip olduğu ahlaki ilkeler ve daha sonra top­lumsal çevrenin ahlaki baskısıdır. Bir insan için sahip­lendiği ahlaki ilke başlı başına yeterli olmasına rağmen, toplumsal çevrenin ahlaki baskısının da bü­yük önemi vardır. Çünkü ahlaki ilkeler noktasında za­yıf olan birçok insan, toplumsal çevrenin ahlaki baskı­sını dikkate alarak böyle bîr sapıklıktan ve rezaletten kendisini koruyabilmektedir.
Ancak insanlar ahlaki ilkelerini yitirirler ve top­lum düzleminde de böylesi sapıklıklar hoşgörüyle kar­şılanırsa, bu rezaletin çığ gibi büyüdüğü görülecektir. Çünkü harama ve haddi aşmaya çok düşkün olan in­san nefsi, ahlaki ölçülerini yitirdiği ve toplum tarafın­dan da yadırganmadığı zaman bu cinsel düzlemde her türlü sapıklığa yönelebilecektir. Geri dönüşü de zordur bu kimselerin. Çünkü bu gibi sapıklıklar ile şeytanı hoşnut eden bu kimseleri tabi ki şeytan da hoşnut et­mekte ve böylesi rezaletleri onlara süslü ve zevkli göstermektedir.
Dolayısıyie eşcinsellik bir hastalık değil, başlı ba­şına bir sapıklıktır. Çünkü hastalıkta bir tercih hakkı yoktur ve tüm insanlar istemedikleri halde hasta ola­bilirler. Eşcinsellik ise sapıkça bîr tercihin neticesidir. Böylesi tercihte bulunan kimselerin söyledikleri “Ben erkek olmama rağmen içimde kadınsı dürtüler hisse­diyordum” veya “Ben kadın olmama rağmen içimde erkeksi dürtüler hissediyordum” gibi sözlerini doğru kabul etsek bile; nefs ve şeytan kaynaklı böylesi dür­tüler sapıkça bir tercih için geçerli neden değildir. Çünkü yanlış dürtüler, bu dürtülerden kaynaklanan ey­lemleri mazur göstermez. Mesela her insan iç dünya­sında çok kızdığı bir insanı Öldürme, öldürüverme dür­tüsünü hissedebilir. Ancak biliyoruz ki böyle bir dürtüyü hissetmek, bu dürtüden kaynaklanabilecek ci­nayeti mazur ve meşru göstermez. Önemli olan içi­mizde hissedebileceğimiz tüm şeytani dürtüleri imti­han bilinciyle bastırabilmek ve Allah korkusu ile böylesi kötülüklerden uzak durabilmektir.
Bu sapıklığı bir hastalık gibi görerek makul karşı­layan ve eşcinselleri gülerek alkışlayan toplumlar, bu sapıklığa kendi ailelerinden de kurban verecek ve git gide artacak olan bu sapıklık içinde boğulacak top­lumlardır. Çünkü daha Önce de belirttiğim gibi, insan­lar ahlaki ilkelerini yitirir ve toplum düzleminde de böylesi sapıklıklar hoşgörüyle karşılanırsa, bu rezale­tin çığ gibi büyüdüğü görülecektir. Nitekim tarihte ilk kez böyle bir sapıklığı yaşayan ve bu sapıklığı hoşgö­rüyle karşılayan Lut kavmi, bütün bir şehir halkı ola­rak bu rezaletin içine sürüklenmişti.
İslami birer kaynak olarak gösterilen birçok eserde dahi, Lut kavminin bu sapıklığına Lutilik denilmesi ise tarihi bir yanılgıdır. Oysa erkekler arasındaki sapık cincel ilişkiye, livata denilmektedir. Söz konusu tarihi yanılgıyı sürdürerek Hvataya Lutilik denilmesi, günü­müz müslümanların ağızlarına yakışmayacak bir ta­nımlamadır. Geçmiş kavimlerin birçok sapıklıklarını, o kavimlere gönderilen peygamberlerin isimleriyle ta­nımlamaktan sakındığımız gibi, elbetteki bu sapıklığı da Lut Aleyhisselam'ın ismiyle tanımlamaktan sakın­malıyız. Çünkü bu iğrenç sapıklığın, Lut Aleyhisselam veya onun tertemiz ismiyle hiçbir ilgisi yoktur.
Evet, ismi ve cismi temiz olan Lut Aleyhisselam, böy­lesine azgınlaşan bir şehir halkını İslam'a çağırıyordu. Yaptıkları kötülük ne olursa olsun, onları yine de tevbeye ve Allah'a kulluğa davet ediyordu. Çünkü tevbe ederek Allah'a yöneldikleri zaman, Rahman olan Rabbimizi hiç kuşkusuz ki affedici olarak bulacaklardı. İş­lenen kötülükler ne kadar geniş olursa olsun, Rah­manın rahmeti elbetteki daha geniş, çok daha genişti. Affedilmeyecek yegane kötülük, kötülüklerden vaz­geçmemek ve tevbe etmemek idi. Önemli olan yaşa­ma fırsatını yitirmeden, tevbe fırsatını kullanmak, kullanıvermekti.
İşte Lut Aleyhisselam merhamet dolu bu umudla onları tevbeye, onları kurtuluşa çağırıyordu. Her fır­satta onlarla konuşuyor, onları ikaz ediyor ve onlara şöyle sesleniyordu.
“Sizler, sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı bir utanmazlığı, bir çirkinliği mi yapıyorsu­nuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşleri­nizi, kadınlarınızı bırakıp şehvetle erkeklere mi yakla­şıyorsunuz? Sizler ne yaptığınızı, Allah'ı nasıl gazaplandırdığınızı bilmeyen ve sının çiğneyen bir kavimsiniz. Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden bir ücret is­temiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir. Sizden istediğim bu İlahi daveti kabul etmenizdir. Çünkü Allah'ın dayetini inkar ederseniz, İlahi daveti inkar eden geçmiş kavimler gibi helak olacaksı­nız. Bu bir İlahi kanun, bu bir İlahi sünnettir ve Al­lah'ın sünnetinde hiçbir değişiklik yoktur. Artık kork­mayacak mısınız, korkup sakınmayacak mısınız? Allah'ın apaçık davetine rağmen siz yine de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çir­kinlikler yapacak mısınız? Oysa Allah sizleri tertemiz bir hayata ve ebedi kurtuluşa davet etmektedir.”
Lut Aleyhisselam'ın bu apaçık daveti, sapıklıktan gözleri dönmüş şehir halkı tarafından ne yazık ki in­karla karşılandı. Kendi aralarında alaycı konuşmalar yaparak “Lut ailesini şehrimizden sürüp çıkaralım, çünkü bunlar çokça temizlenen ve temiz kalmak iste­yen insaniarmış!.” demeye başladılar. Lut Aleyhisse­lam ise onları yine ikaz ediyor ve onlara bir insan ola­rak değer vermesine ve merhametle yaklaşmasına rağmen “Gerçekten ben sizin bu yapmakta olduğunu­za öfke ile karşı olanlardanım” diyerek, yaptıkları çir­kin işlere karşı gerçek duruşunu da beyan ediyordu.
“Hocam, niye böyle yapıyordu?”
“Anlıyamadım Veli!.”
“Yaptıkları kötü işlere nefretle yaklaşırken, bu kötülükleri işleyenlere neden merhametle yaklaşıyor­du?”
Çok güzel bir soru Veli. Tüm peygamberler ve davasının bilincinde olan tüm müslümaniar, cahili top­lumlarda fül-fail ayırımı yaparlar. Allah'ın hoşlanmadı­ğı fiillere yani yanlış olan iş ve eylemlere, kesin bir tavırla karşı dururlarken: bu fiilleri işleyen faillere mer­hametle yaklaşırlar. Çünkü Allah'ın hoşlanmadığı fiil­leri işleyen bu faillerin, yanlış ve çirkin işier yapan bu kimselerin, ne yaptıklarını bilmeyen cahil kimseler ol­ması söz konusudur. Bu nedenle cahili toplumlarda in­sanlara hakkı tebliğ eden bütün müslümanlar, insanla­ra yaklaşımlarında fiil-fail ayırımı yaparlar. Allah'ın hoşlanmadığı filleri kesin bir tavırla reddederlerken, bu filleri bilinçsizce işleyen insanlara merhametle yak­laşarak, onlara yaptıkları işin ne kadar kötü ve çirkin olduğunu anlatırlar.
Fiil-fail ayırımı yapan bu bilinçli müslümanlar. yanlış fiille birlikte, bu fiili işleyen faili reddetmedikleri gibi; merhametle yaklaştıkları faili hoşgormek adına, bu faillerin yanlış fiillerini de hoşgörmezler. Çünkü hoşgörü adına insanların yanlış ve çirkin fiillerini de hoşgördükleri zaman, kendileri de onlara yani o çirkin işleri yapanlara dahil olmuş olurlar. Nitekim Allah'tan ve Allah'ın azabından korkan Lut Aleyhisselam “Ger­çekten ben sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı olanlardanım” derken, bu sözü sadece kendisi için, kendi duruşunu beyan etmek için söylüyordu. Çünkü bir kötülüğü işlemek ile, o kötülüğü hoş gör­mek arasında önemli bir fark yoktur. Bu İlahi gerçeği çok iyi bilen Lut Aleyhisselam. kavminin yaptığı kötü­lüklere öfkeyle karşı olduğunu beyan ederek, o kötü­lükler iie kendisi arasına uzak bir mesafe koymaktadır.
“Günümüzde böyle yapılmıyor!.”
Ne yazık ki böyle yapılmıyor, cinsel sapıklıklara ve türlü rezaletlere karşı Lut Aleyhisselam gibi davra-nılmıyor Veli. Senin de farkettiğin gibi bir tarafta cin­sel sapıklıklara karşı “Ben sizin bu yapmakta olduğu­nuza öfke ile karşı olanlardanım” diyen Lut Aleyhisselam. diğer tarafta ise müslüman olduklarını söylemelerine rağmen cinsel sapıkları gülerek alkışla­yan şaşkınlar!. Şimdi.soruyorum sizlere. Bu cinsel sa­pıklara gelebilecek olan İlahi azaptan, bu sapıkları hoşgörüyle karşılayan şaşkınlar ayrı tutulur mu? Sa­pıklara gelecek azap, bunlara da gelmez mi?
“Gelir, elbetteki gelir hocam.”
“Doğru söylüyorsunuz. Çünkü biraz önce de be­lirttiğimiz gibi bir kötülüğü işlemek ile. o kötülüğü hoş görmek arasında Önemli bir fark yoktur. Bu gerçeği çok iyi bilen Lut Aieyhisselam, kavmiyle bir arada ya­şamasına ve kavmine merhametle yaklaşmasına rağ­men, bu kötülüklere karşı duruşunun nasıl olduğunu da açıkça beyan etmektedir. Tabi ki Lut Aleyhisse-lam'ın bu sözlerine karşı şehir halkı gît gide daha çok kızıyorlar, daha çok öfkeleniyorlardı!. Nitekim kendi­lerini her fırsatta ikaz etmeye kalkışan ve Allah'ın azabıyla tehdit eden Lut Aleyhisselam'a şöyle dediler.”
“Ey Lut, eğer bu söylediklerine h,ir son vermeye­cek olursan, gerçekten buradan sürülüp çıkarılanlar­dan olacaksın. Bizimle artık bu konuda tartışma. Biz senin bu söylediklerine ve Allah'ın bizleri bir azap ile helak edeceğine inanmıyoruz. Şayet doğru söylüyorsan, bize hemen Allah'ın azabını getir!.”
Uzun yıllardır uğraş veren, kavmini sabır ve mer­hametle Allah'a davet eden Lut Aleyhisselam, bu İn­karcı kavme karşı artık konuşulacak bir sözün kalma­dığını anlamış gibiydi. Çaresizlik içinde boynunu bükerek, Rahman ve Rahim olan Rabbimize yöneldi. Hüzün veren bir umudsuzluk ile sıkışan gönlünden “Rabbim. fesat çıkarmakta olan bu kavme karşı bana yardım et” duası yükseldi.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Meleklerin Gelmesi Ve Lut Kavminin Helak Edilmesi

Meleklerin Gelmesi Ve Lut Kavminin Helak Edilmesi

Önce İbrahim Aleyhisselam'a uğrayan ve İbra­him ailesine İshak'ı ve ondan da Yakub'u müjdeleyen elçiler, daha sonra Lut ailesine gelmişlerdi. Birer me­lek olan elçiler Lut Aleyhisselam'ın evine geldiklerin­de, şimdiye kadar hiç görmediği bir toplulukla karşıla­şan Lut Aleyhisselam bir anda kaygılandı ve gönlünü daraltan bir sıkıntı hissetti içinde. Çünkü bu gelen mi­safirlerin herbiri, çok güzel birer delikanlı suretinde idi. Şehir halkı bu misafirlerden haberdar olurlarsa, hiç kuşkusuz ki bunları rahat bırakmazlardı.
Lut Aleyhisselam, bu gençleri hemen içeriye bu­yur etti. Kapıyı endişeyle kapatırken, içindeki kaygı ve sıkıntı ile “Bu, oldukça zorlu bir gün” dedi kendi ken­dine. Bu misafirlerin geldiğini hiç kimse bilsin, hiç kimse duysun istemiyordu. Fakat ne yazık ki haber gitmişti şehir halkına ve bir rivayete göre karısı, bizzat kendi karısı haber yollamıştı şehrin önde gelen azgın­larına!.
Lut Aleyhisselam'ın evine birbirinden güzel deli­kanlıların geldiğini duyan şehir halkı, bu haberi büyük bir müjde gibi birbirlerine iletmeye başladılar. Ve koşa koşa, birbirleriyle yarışa yarışa Lut Aleyhisselam'ın evine geldiler. Ne yapacağını şaşıran Lut Aleyhisselam, yeterince açılamadığını hissettiği koruyucu ka­natlarını misafirlerinin üzerine germeye çalışarak “Bunlar benim konuğumdur, bunlar benim misafirimdir. Ne olur Allah'tan korkup-sakının ve misafirlerimin önünde beni utandırıp, küçük düşürmeyin” dedi.
Misafirlere hayran hayran bakan sapıklar, Lut Aleyhisselam'a dönerek “Biz seni herkesin işine karış­maktan alıkoymamış mıydık?” dediler. Yine durdu, yi­ne ne yapacağını şaşırdı Lut Aleyhisselam. Bu gözü dönmüş İnsanlara ne söyleyeceğini, ne söylemesi ge­rektiğini bilemedi. Onlara kızlarını işaret ederek “İşte bunlar benim kızlarım. Eğer (nikahlamak) istiyorsanız, bunlar sizler için daha temizdir. içinizde hiç aklı başın­da olan bir adam yok mu?” dedi.
Yoktu, Lut Aleyhisselam'ın evini basan azgınlar arasında, ne yazık ki aklı başında hiçbir adam yoktu. Nitekim Lut Aleyhisselam'a dönerek “Andolsun ki, se­nin kızlarında bir hakkımız veya bir talebimiz olmadı­ğını sen de biliyorsun. Ayrıca bizim ne istemekte oldu­ğumuzu da biliyorsun” dediler. Biliyordu, bu azgınların ne istediklerini elbetteki çok İyi biliyordu Lut Aleyhis­selam..
Bir kenarda oturmakta olan misafirlerine baktı. İnsanın gönlüne bir aydınlık veren güzel yüzlerinde, her nedense bir korku veya bir endişe yoktu. Ciddi bir sakinlik ile olup-biteni seyrediyorlardı. Lut Aleyhisse­lam misafirlerinin korku ve endişeden uzak bu sakinli­ğini, onların saflığına ve masumluğuna yorumladı. Bu tertemiz gençler bilmiyorlardı, herhalde bilmiyorlardı bu azgınların ne yapmak istediklerini.
Azgınların elebaşları, misafirlere doğru yürü­meye başlayınca hemen araya girdi Lut Aleyhisselam. Diliyle engelleyemediği bu azgınları, eliyle durdurma­ya, eliyle engellemeye çalıştı. Fakat sert ve acımasız bir hareketle kenara ittiler, bir kenara savurdular Lut Aleyhisselam'ı. Düştüğü yerde ölümden beter bir çare­sizliği yaşayan Lut Aleyhisselam'ın dudaklarından “Si­ze yetecek gücüm olsaydı veya sağlam bir yere sığmabilseydim” sözleri döküldü.
“Hocam, her şeye kadir olan Allah'ın bir pey­gamberi, niye böyle söylüyor?”
“Doğru söylüyorsun Seda. Tabi ki bir peygambe­rin veya Allah'a tevekkül eden herhangi bir müslümanın söylememesi gereken bir sözdür bu. Nitekim Resulullah Sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz. Lut Aleyhisselam'ın bu sözüyle ilgili olarak “Allah, Lut'a rahmetini bol kılsın, aslında o çok muhkem, çok sağ­lam bir kaleye sığınmıştı” buyurarak, meseleye açıklık getirmektedir. Elbetteki Lut Aleyhisseîam'ın da bildiği ve iman ettiği bir gerçekti bu. Ancak kendisine gelen misafirleri koruma işini, sadece kendisine ait bir mükellefiyet olarak gördüğü için, bu mükellefiyeti yerine getirememe yani misafirlerini koruyamama üzüntüsü ve kederiyle o kadar sarsılmıştı ki: derinden duyduğu böylesine bir acı ile o sözleri söyleyiverdi.
Hüzün ve çaresizlik duyguları içinde bu sözleri söyleyen Lut Aleyhisselam, bütün hayatının en zor anını yaşıyordu. Misafirlerini koruyamamış, onlara kanatlarını gerememişti!. Bu çaresizlik içinde misafirleri­ne bakarken, şimdiye kadar ki olup biteni ciddi bir sakinlik içinde seyreden bu gençlerde bir değişiklik olmaya başladığını farketti. Bu gençlerin iri ve masum gözlerinde, insanın içine korku veren bir öfke alevlen­meye başlamıştı. Hiç korkmayan, fakat karşı tarafı korkutan bir bakış belirmişti bunların gözlerinde!.
Fakat gözü dönmüş azgınlar, yine de durmadılar, duraksamadılar bu bakışlar karşısında!. İstediklerini el­de edebilmek için, misafirlerin üzerine yürüyerek on­ları tutmak, onları yakalamak istediler. İşte o an, Lut Aleyhisselam'ın “Artık yenildim, artık yapabileceğim bir şey yok” dediği o an, İlahi işaret gelmiş ve misafir­lere tecavüz etmek isteyen bütün azgınların gözleri si­linerek kör edilivermişti. Ortalık karışmış, neye uğra­dıklarını şaşıran azgınlar kaçışmaya başlamışlardı.
Olup biteni şaşkınlık içinde seyreden Lut Aleyhis­selam, misafirlerine dönerek “Sizler benim bilmediğim yabancı bir topluluksunuz!.” dedi ve onların kim olduklannı öğrenmek istedi. Misafirlerin güzel gözlerin­deki öfke gitmiş, yerini sıcak bir rahmet almıştı. Çok büyük sıkıntılar çeken Lut Aleyhisselam'a rahmet ve merhamet dolu gözlerle bakarak “Ey Lut, biz Rabbinin elçileriyiz ve suçlu-günahkar olan bir topluluğa gönde­rildik. Fasıklık yapmalarımdan dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab İndireceğiz. Sana ger­çeği getirdik, biz hiç şüphesiz ki doğru söyleyenleriz” dediler.
Lut Aleyhisselam o an meseleyi ve meselenin ciddiyetini anladı. Demek ki kavminin birbiriyle müjdeleşmelerine neden olan bu elçiler, kavmi için bir azap müjdecisi olan elçilerdi. Demek ki Allah'ın emri gelmiş, demek ki bu azgın toplum helak edilecekti. Gönlünün korku ve haşyet ile zangır zangır titrediğini hissetti. Elçiler ise sakindi ve aynı sakinlikle sözlerine devam ettiler.
“Korkuya düşme ve hüzne kapılma. Karın dışın­da, seni de, aileni de muhakkak kurtaracağız. O ise, arkada kalacak olanlardandır. Gecenin bir bölümün­de, emrolunduğunuz yere doğru aileni yola çıkar ve sen de onların ardından git. Sakın sizden hiç kimse ar­kasına dönüp bakmasın; fakat senin karın başka. Çünkü onlara isabet edecek olan, ona da isabet ede­cektir. Onlara va'dolunan helak, sabah vakti gerçekle­şecektir. Sabah da yakın değil mi?”
Evet, sabah gerçekten yakındı. Lut Aleyhisselam he­men ailesini hazırlayarak, emrolunduğu yere doğru yola çıkardı. Elçilerin söylediği gibi ailesi önden yürü­yor, o ise ailesini arkalarından takib ediyordu. Karısı da dahil olmak üzere hepsini, hepsini ayrı ayrı ikaz et­miş ve ne olursa olsun kesinlikle arkalarına bakmama­larını tenbih etmişti.
Ailesi önde, kendisi arkada yürürken, uzun yıllar­dır birlikte olduğu yaşlı karısına bakıyor, yaşlı karısını düşünüyordu. Kendisine İnandığını söyleyen ve genel olarak ona itaat eden karısı, demek ki müslime gibi gözükmesine rağmen mu minelerden değildi. Geçmi­şe doğru gitti düşünceleri. İnanmadığı halde inandım diyerek onunla evlenen karısı, herhalde alemlerin Rabbine kul olmak değil, sevdiği ve beğendiği bir er­keğe hanım olmak istemişti. Gerçi kendisi de sevmiş­ti hanımını. Zaten bu sevgi ile onun yaptıklarını hep hayra yorumlamış, onu olduğu gibi değil, görmek is­tediği gibi görmüştü. İyi ama şimdi ayrılacak mıydı, ayrılacak mıydı uzun yıllardır beraber olduğu bu hanı­mından!. Her şeye rağmen çocuklarına küfrü aşılamayan, çocuklarını küfre davet etmeyen bu yaşlı karısı­nın yine de hakkı görmesi, hakka teslim olması söz konusu değil miydi? “Belki”, ufak bir “Belki” dedi için­den? Zaten içindeki bu küçücük umudu büyütebilmek için karısını, özellikle karısını tekrar tekrar ikaz etmiş ve “Ne olursa olsun sakın arkana bakma, sakın arka­na bakma” demişti. Ve Allah'a hamdolsun ki şimdiye kadar hiç dönmemiş, hiç dönüp bakmamıştı arkasına. Ortalık hafif hafif aydınlanmaya başladığında Allah'ın emri gelmiş ve Lut kavmini korkunç bir çığlık yakalayıvermişti!. Bir yağmur, sağanak bir yağmur ya­ğıyordu Lut kavminin üzerine!. Fakat bu yağmur, yeryüzüne hayat veren bir yağmur değildi!. Uyarılıp-korkutulmalanna rağmen Allah'ın davetini inkar eden bir kavim üzerine yağan bu sağanak, kızgın taşlar yağdı­ran bir azap sağanağı, bir azap kasırgası idi!.
“Uyarılıp korkutulanların yağmuru ne kadar kötü­dür” buyuran Rabbimiz, azgınlaşan Lut kavminin üzer­lerine balçıktan pişirilmiş ve istif edilmiş taşlar yağdı­rarak onları yerle bir etmişti. O çirkince sapıklığı işleyenlerle beraber, bu sapıklığa hoşgörüyle bakanlar da helak olmuş, helak edilmişlerdi. Artık öyle bir şehir ve öyle bir şehir halkı yoktu yeryüzünde!. Oysa onlar Rabbimizin toplumlarla ilgili bu sünneti ile uyarılmış­lar, kesin ve değişmeyecek olan bu Sünnetullah ile ikaz edilmişlerdi!.
Ailesiyle birlikte yürümekte olan Lut Aleyhisselam, tabi ki bu korkunç çığlığı ve bu çığlığın ardından gelen azap kasırgasını duymuştu. Fakat dönmedi, dö­nüp bakmadı arkasına. Ve önünde yürümekte olan ai­lesine de “Dönmeyin, sakın dönüp bakmayın” diye seslendi. Allah'ı tenzih ve takdis ede ede yürümeye devam etti. Uzaklaşmak, bir an önce uzaklaşmak isti­yordu buradan. Önünde yürümekte olan ailesine ba­karken, karısının bir anda durduğunu gördü. Kendisi de durdu ister istemez. Karısı belki de şehirde kalan akrabalarını, yakınlarını merak etmişti. Ağzını açarak “Dönme, sakın dönme” diye haykırmak istedi karısı­na. Fakat bunu diyemeden döndü, donuverdi yaşlı ka­rısı!.
Azap şehrine yönelen yüzü, azap toplumuna ba­kan gözleri, benzer bir azap ile kaplanıvermiştü. Önünde duran yaşlı karısının bu durumunu yani ger­çek yüzünü gören Lut Aleyhisselam, karısıyla ilgili bü­tün duygularından, bütün umudlarından sıyrılarak tek­rar yürümeye başladı. Bir azap yumağı haline gelen karısının yanından geçerken, bir daha bakmadı, bak­mak istemedi karısına. Evladlarıyla birlikte yürümeye, Allah'ın rahmet ve bereketine doğru yürümeye devam etti.
Geride helak olmuş bir şehir ve helak olmuş bir yaşlı kadın kalmıştı!. Bu kadın, bir peygamber hanımı idi. Çok uzun yıllar bir peygambere hizmet etmesine, bir peygamberle aynı çatı altında yaşamasına rağmen kocası onu kurtarmamış, kurtaramamıştı!. Nuh Aleyhisselam'ın eşi ve oğlu nasıl helak olduysa. Lut Aleyhisselam'ın eşi de aynı şekilde helak olmuştu. Çünkü bir insan peygamber oğlu veya peygamber hanımı da­hi olsa, bu insanın ebedi kurtuluşu ancak ve ancak kendisinin iman etmesi ve salih amellerde bulunma­sıyla mümkündü. Aksi halde babaları veya kocaları peygamber dahi olsa, onlara gelebilecek azabı durdu­ramazlar, onlardan bu azabı uzaklaştıramazlardı. Çün­kü İlahi adalette. böyle bir itimas, böyle bir kayırma­cılık kesinlikle yoktu. İnsanlar sadece ve sadece kendi amelleriyle cennete veya cehenneme gideceklerdi.
Evet, selam olsun. alemler içinde selam olsun Lut Aleyhisselam'a ve onun mü'min ailesine...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt