Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Beni Götürmeye Gelenler (1 Kullanıcı)

zekaikc

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Mar 2011
Mesajlar
903
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
suskun-kelimeler-lugati.jpg


Abdulkerim Kolat, Edebifikir için öykü yazmaya devam ediyor.

***

İlk bakışta büyük bir kasaba izlenimi veren ilçenin, Diyarbakır hudutlarına yaslanmış ağaçtan yoksun fakat görkemli dağlarındaki arı vızıltılarıyla göl kenarına yerleşen yazlıkçıların fiyakalı arabaları, bal ticaretinden yüklüce paralar kazanılan ilçenin karayağız, çakır gözlü insanlarına, baharın gelişini çoktan müjdelemişti bile. İlçe insanı 1933′ten 1940′a kadar Yugoslavya, Romanya ve Rusya’dan Anadolu’ya getirilen, 92 göçmenin çocuklarıydı. Fiziki görünümü ve lehçeleriyle göçmene hiç mi hiç benzemeseler de, yüreğinde büyük vatan hasretinin izlerini taşıyan kuşlara benzetilebilirlerdi. Kışı soğuk ve çetin şartlarda geçen doğunun bu mütevazı yerinde, rızık hep bu aylarda aranırdı. Halk günler öncesinden yaylalara çıkmış ve “Ya nasip” diyerek işe koyulmuşlardı.

Geniş ovanın bitimi ile yükselen dağların sararmış otlarla örtülü yamacında bir çift göz, elini siper ederek karşı kayalıkları izliyordu. Belli bir niyeti yoktu bakışlarında. Sadece biraz uzaklara dalmaktı dileği. Arıların, kangallarının dışında farklı bir şeyler görmeyi ümit ediyordu belki de, kim bilir. Göz torbaları ve yanaklarından sarkan birer tutam et, onun, zamanla verdiği kiloların bir kanıtıydı. Bu denli zayıf ve bezgin birisinin, birkaç yıl öncesine kadar; avurtlarının etli, bileklerinin dolgun ve bakışlarının keskin olduğuna kimse inanamazdı. Son deliğine kadar sıkılmış olan kemer, belini ikiye bölecekmişçesine karnına yapışmıştı. İsteseniz, çakır gözlü ihtiyarı ikiye katlayıp bir bavula sığdırır ve birlikte seyahate çıkabilirdiniz. İşaret ve başparmağınızı birleştirdikten sonra bileğine geçirip, omzuna kadar sıvazlasanız, eti budu hissetmeden hareket ettirebilirdiniz. Bacakları, bir kuklanın ki kadar inceydi. O bedeni, ilahi bir mucize neticesinde taşıdıkları besbelli. Yaratıcı, düşünen bir heykele ancak bu denli hayat üfleyebilirdi. Kendisi ile İsa’dan önce tanışmış olsaydınız, Sokrates ya da Platon olduğuna bahse girebilirdiniz.

Çizgiler, hep yol ve yolculuğun işaretidir! Çizgiler hep gidilmekte olan bir yolu ve yönü tayin eder.

Kısa boyu, dağınık sakalları ve alnındaki çizgiler, gönlünde yoğurup tecrübeye dönüştürdüğü acıların bakiyesi olan, ağır tahribatların iziydi.

Uzaklardaki sevilenin hasretine güç bela sabredebildiği anlaşılan fersiz gözler, elemini, gözyaşlarına katarak yanaklarına yolcu etmişti az önce.

Güneş düşmeye başlıyor. Dağın kuru havasından olacak ki, gündüz kaçık kolları pişiren kuru sıcak, akşama doğru bıçakla kesilmişçesine devinir, üşütmeye başlar. Açıkta bulduğu her tene, iğne darbeleri lüzumsuzluğuyla ince acılar bırakır.

Havanın serinlemesine bakarak üzerine kalın bir şeyler alması gerektiğini düşündü. Sonrasında da kekliklerini doyurmalıydı, “Vakit geçiyor aç kalmasın yavrucaklar!” dedi içinden. Geçen 67 koca yılın bitkin düşürdüğü bedenin sahibi, derin bir iç çekerek kulübesine yöneldi. Kamburlaşmış sırtında dünyayı taşır bir hali vardı. Karşı kayalıklardan bakanlar onu, yamacı tırmanan kervandan ayrı düşmüş, yolunu yitirmiş bir ceylan yavrusuna benzetebilirlerdi.

Kulübeden içeri girerken sendeledi. Boşlukta hissetti kendini, dizlerinin üzerine düşüverdi oracıkta. Yüzüstü yıkılmamak için sağ omzunu açık demir kapıya yasladı. Bir müddet derin aralıklarla, boğuk nefesler alarak kendini toparlamaya çalıştı. Göğsünün ortasından başlayan, oradan kollarına ve boynuna doğru yayılan bir ağrı hissediyordu. Bu ağrı gittikçe sırt ve çenesine yürüdü. Kalp atışları hızlanmış, göğüs kafesi daraldıkça daralmıştı. Bu şekilde bir süre hareketsiz kaldı. Yabancı değildi bu sıkıştırmalara. Ama her defasında ölümün kokusunu almak, her fâni gibi onu da korkutmaya yetiyordu. Her zamanki kalp sıkıştırmalarıydı yaşadığı. Bu nöbetleri son zamanlarda sıkça yaşar olmuştu. Azap tadı veren dakikaların ardından toparlandı. Bir süre sonra ise ayağa kalkabilecek gücü buldu kendisinde. Küçük iniltilerle doğruldu. Mezardan yeni çıkmış, üzerinden nemli toprakların sağa sola döküldüğü yarı ceset bir hali vardı. Ağır adımlarla, kulübenin duvarına tutunarak su kuyusuna ulaştı. Elini yüzünü yıkadı, su içti. Elleri şakaklarında olduğu halde nefeslenerek kendine gelmeye çalıştı. Islak elleriyle başını sıvazladı. Yorgundu. Soğuk suyu yüzüne vurdukça akşam rüzgârının tüylerini diken diken eden darbelerini daha çok hisseder oldu.

yaglidereli-dede.jpg


Tam da bu sırada “Arif Ağa köpek ısırmaz değil mi?” diye seslendi karayağız dağ delikanlısı.

Dönüp baktığında, birkaç yüz metre aşağıda ailesiyle birlikte çadır kurmuş olan Çoban Ali’nin yaklaştığını gördü. Aslen buraların insanı olmayan Ali, her yıl bu zamanlarda ailesiyle birlikte dağlara gelir, çadır kurup hayvanlarını otlatırdı. Bölgenin mümbit otlakları memleketin dilindeydi. Birçok aile yılın bu döneminde aynı niyetle gelir ve bir müddet kalıp dönerdi. Ali de bunlardan birisidir. Lâkin hoş muhabbeti, candan sohbetiyle ihtiyarın yaz aylarındaki vazgeçilmez dostudur. Onu sever, kıymet verir. Çok konuşarak çoğu zaman sıksa da, özünde iyi bir insan olduğunu herkes bilir.

“Yok yok, bağlıdır gel bir şey yapmaz” diyerek sesini duyurmaya çalıştı.

Hacı Arif, Çoban Ali yaklaşırken kuyunun yanındaki ahşap taburelerden ikisini önüne çekti. Birisine kendi oturdu, diğerini ise davetsiz misafiri için ayırdı.

Kendisine ayrılan yere çabucak oturan Ali, o malum konuşkanlığıyla hemen sohbete girdi.

“Nasılsın Hacı Ağam, ne var ne yok sıhhatin yerindedir Allah’ın izniyle, arılar nasıl?”

“Sıhhatim yerinde çok şükür. Arılarsa iyi gibi görünüyor. Fakat ne olur bilmem. Bu sene çiçek yok. Bal çıkmaz zannediyorum ama yine de Allah’ın işine karışılmaz. Ne desek boş…”

Boğuk sesi ve kısa cümlelerinden keyifsiz olduğunu düşündüğü ihtiyara moral vermek istercesine:

“İyi olur üzülme be dayı. Geçen sene de böyle demiştin. Fakat 3 sağım birden yapmıştın unuttun mu?”

Rahatsızlığını belli etmek istemeyen Hacı Arif, kuyudan akan suya bakarak, donuk gözlerle cevap verdi. “Evet, öyle oldu. Rabbimin nereden ne vereceği belli olmaz. Sonumuz hayr olsun be oğul.”

Yaşlı adamın sözleri biter bitmez cebinden sigarasını çıkarıp bir çırpıda yakan çoban, ilk nefesi çekip dışarı üflerken geliş sebebini açıkladı:

“Yahu Hacı Baba, senin şu erkek eniği bana versene.”

Halsizlikten, başı önüne düşmüş olan Hacı Arif kafasını kaldırıp manidar bir bakış fırlattı:

“Olmaz, fakat annelerini alıp götürebilirsin. Ya da dişi olan yavruyu al. Ama erkeği vermem.”

Güneşin altında saatlerce hayvan otlatmaktan kapkara kesilen Ali, sol elinde sigarası olduğu halde kollarını iki yana açarak konuştu:

“Ben dişiyi ne yapayım dayı. Annelerinin de ahı gitmiş vahı kalmış. Bana erkek lazım. Kurtlara karşı iyi bunlar. Ne diyorsun, gör benim işimi hacı!”

“Olmaz” dedi.

“Senden de bir şey alınmıyor Hacı dayı.”

Alt dudağını hafifçe ısıran yaşlı adam kısa bir nefes çekti. Göğsünde takılmış bir yumru, nefes almasına mani olmuştu sanki.

“Sevdiğim ya yanımdadır ya da gönlümde Ali.”

“Peki, Arif Dayı” diyerek ayağa kalktı Ali. Biraz kızmış gibiydi ama Hacı Arif’i severdi. “Bir de şu suyundan içip gideyim. Senin suyun iyidir.”

“Senin hayvanlar nasıl?”

Kuyudan bir miktar su çekerek yüzüne vuran Çoban Ali, yutkunarak konuştu; “İyi şükür. Geçenlerde 50 tanesini verdim. Parasını peşin aldım. Allah bereket versin” Bunları söylerken avuçlarını ovuşturuyordu.

“Allah daha iyi etsin oğul.”

“Âmin. Haydi, kal sağlıcakla. Rengin solmuş kendine de iyi bak ha. Geceleri soğuk oluyor üşütmeyesin.”

Ali, yolla kavuşan yokuşu çıkarken anneleriyle birlikte oynayan köpekleri sevdi bir süre. Sonra da arkasından gelen yavruları taş atarak kovaladı. Hacı Arif olanları düşünceli gözlerle izliyordu. Onları seviyordu. Sadece dağda değil, tüm hayatından geriye kalan, bu bir çift köpekti.
Ellerini arkasında kavuşturdu. Gözlerini kısarak, annelerinin etrafında oynaşan yavrucakları bir süre daha izledi. Göğsünde bir inşirah peydâ oldu. Uzun süredir bu kadar derin bir nefes aldığı vaki olmamıştı.

“Hiçbir ana evladından, hiçbir baba ocağından ayrılmaz. Ne denli fikri olmasa da bir köpek dahi vefasız olmaz.” diye geçirdi içinden. Elbet her beklenilen an ile her beklenilen insan bir gün gelirdi.

Fakat ölmüşler müstesna.

Bazen, cesetler daha vefalıydı yaşayanların dünyasında.

Elleri yana düştü.

Gözleri yukarıda asılı…

Tek tük nefesler…

Etrafı hiç bu kadar kalabalık olmamıştı.

Kim bunlar?

Seni götürmeye gelenler.

Allah-u Ekber, Allah-u Ekber…



Abdulkerim Kolat

kaynak

Beni Götürmeye Gelenler | EdebiFikir - "Eylem" bir kız ismi değildir!
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Ellerinize saglik, Tesekkurler...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt