Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

büyüklerimiz...FOTOĞRAF TOPLU HALDE... (1 Kullanıcı)

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Erzincanlı Abdurrahim Reyhan Hz. "Gül'den Bülbüllere" Sohbet Kitabından:

"Şeriatın takva yönüyle çalışıp nefsinin arzularından geçenler, nimetleri olan kerametlere makamlara ulaşırlar. Ancak kemâlâta ulaşabilmeleri için, kazandıklarını yok edebilmeleri için bir Naib-i Peygambere (Peygamber Vekiline, Mürşid-i Kamil'e) ihtiyaçları vardır."

"İnsanlar kerameti en büyük makam bilirler. Halbuki, veliler için keramet kemâlat değildir. 'Keramet de bir varlıktır' diye ondan da geçmişlerdir. Keramet de insanlara bir perde olabiliyor!"

"Kemâlat, mahviyet-yokluktadır."

"Dervişlik: Hak için her şeyden geçmek demektir."

"Biz de veli olur muyuz? Oluruz. Hizmet görür, himmet alırsak oluruz... İnsanlardan Sa’y eden çalışan veli oluyor. Ama bu çalışmak ne ile oluyor: Şeriat-tarikat-hakikat-marifet ile oluyor. Sade (yalnızca) bir şeriatla da insan yetişemiyor."

"İnsanları muhalefetlerden, mecazdan kurtaran; Hakikata ulaştıran Tarikat Sohbetidir."

"İrfan sahibi: Kalbini tamamen ALLAH’a vermiş, ALLAH kalbinden hiç eksik değil... Amenna ibadet olacak ama insanlar ibadetle irfan sahibi olamaz!... İnsanı 'Kâmil' eden sohbettir, Kitap insanı irşad etmez."

"İnsan Arif olmadıktan sonra her türlü noksanlığı işler. Arif: ALLAH’ı hiç unutmayandır."

"Bütün hataların başı dünya sevgisidir."
coollogocom3192531173rm5ph7zb9.gif
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Seyda Muhammed Konyevi K.S Hazretleri, "Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar" eserinde buyurmuştur:

Hz. Ömer radıyAllahu anh'ın rivayet etmiş olduğu hadis-i şerifte (Cibril Hadisinde), Hz. Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem bize İslam dininin üç rükün üzerine olduğunu bildirmiştir.

1. İslam: Zahirî azalara taalluk eden amellerdir. (Namaz, oruç, hac, zekât gibi.)

2. İman: ALLAH'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kaderin ALLAH'tan olduğuna iman etmek gibi kişinin itikadına taalluk eden amellerdir.

3. İhsan: Bu da murakabe ve müşahedeye (iç dünya ve kalbe) taalluk eden amellerdir. Bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde ALLAH-u Zülcelal'e ibadet ederek kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmını eksik bırakılmış olur.

... Kişinin ihsan halini bozan sebepler; şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileridir. O halde, bu tesirlerden tedavi olup kurtulmamız gerekmektedir ki ihsanı yaşayabilelim. ... İşte bu da tasavvuf ilmini zorunlu hale getirmektedir.

... Birer tasavvuf mütehassısı olan mürşid-i kamil; hem bu konulardaki zahirî ilmini, hem tecrübelerini ve hem de bâtınî yolla ALLAH-u Zülcelal'in verdiği manevî ilmi kullanarak kişiyi tedavi etmektedir.

certificate_besmele.gif
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Seyda Muhammed Konyevi K.S Hazretleri, aynı eserinde devam ediyor:

"... Zahiri ve batini kötülüklere yaklaşmayın." (En'am; 151)

Görüldüğü gibi, ALLAH-u Zülcelal hem zahiri hem de batini kötülüklerden uzak durmamızı emretmiştir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:

"... İnsanın vücudunda bir et parçası vardır. Eğer o ıslah olursa, bütün vücut ıslah olur. Eğer o fesada uğrarsa, bütün vücut fesada uğrar. Dikkat edin o da kalptir." (Müslim)

İmam Şarani 'Sefaü'l Kulub' adlı kitabında şöyle demiştir:

"Zahiri emir ve nehiyler ekmek gibidir. Manevi olan emir ve nehiyler ise o ekmeğin yanındaki katık gibidir. Bu ikisi bir arada bulunursa, insan yaptığı ibadet ve taatinden lezzet alır. Bu tecrübe edilmiştir. Kalbinde şüphe bulunanlar bunu tecrübe etmeden anlayamazlar."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur:

"Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim " (İmam Malik)


--------------------------------

Bir kişi, arif zatlardan birisine mektup yazmış ve demiş ki:

"Siz bu maneviyatı nereden çıkarıyorsunuz? İnsan ALLAH-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini zahiri olarak yerine getirirse evliya olur."

O arif zat, o kişinin mektubuna şöyle cevap vermiş:

"Bir kişi, mescitte namaz kıldığı zaman, bu haliyle diğer insanların yanında evliya gibidir. Çünkü ALLAH-u Zülcelal'in emrini yerine getirmektedir. Ama o kişinin kalbinde; 'Ben namaz kılayım da diğer insanlar beni görsünler' diye bir niyet bulunduğu zaman bu da riyadır ve bu haliyle ALLAH-u Zülcelal'in yanında ibadetinin hiçbir kıymeti kalmaz. Çünkü riya küçük şirktir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:

'Sizin müptela olmanızdan korktuğum şeylerin en büyüğü küçük şirktir.'

buyurunca, sahabe-i kiramlar:

'Ya Resulallah! Küçük şirk nedir?'

diye sormuşlar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:

'Riyadır (gösteriş).' buyurmuştur. (Beyhâki, Ahmed bin Hanbel)

Onun için insan ALLAH-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini ne kadar yaparsa yapsın maneviyat olmadan evliya olamaz. "

Arif zatın bu cevabını alan kişi derhal onun ziyaretine gitmiş ve tasavvuf yoluna girmiştir.


-------------------------------

İmam Hadimi şöyle demiştir:

"Tasavvuf yolu nasıl inkar edilir? Çünkü bu yol Evliyaullahın yoludur. İnsanın kemale ulaşması, ancak zahir ve batını birleştirmesi ile mümkündür."

Abdülhalik Gücdevani de şöyle demiştir:

"Evliyaullah'a ve onların yoluna düşmanlık etmekten kaçının. Çünkü onların yoluna düşmanlık edenler ebedi iflah olmazlar."
455rj1nhve0.gif
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Bu tür konular konuşulmaya başlarken genellikle "Sufi" ve "tasavvuf" kelimelerinin Asr-ı Saadette ve sonraki şerefli iki yüzyılda olmadığı, bunların sonradan ıstılah olarak yerleştiği, Tarikatlerin sonradan kurumlaştığı, bir takım uygulamaları, tabirleri kendi bünyesine alarak sistemleştirdiği söylenir.. Hatta, biraz daha ileri gidilip bu kavramların haşa başka inançlardan devşirildiği bile iddia edilir..

Bütün bunlar doğru mudur? Değildir tabi.. Yenilerin tabiriyle bu bir "ezber", bu bir "yanılsama"..

Yanlış hatırlamıyorsam Musa Topbaş Efendi Hazretleri, Tasavvufun isim olarak değil ama yaşantı olarak Asr-ı Saadette tamamen mevcut bulunduğunu söylüyordu.. Zühdü takvası dahil..

Bununla ilgili Şeyh Sühreverdi Hazretlerinin nefis eseri, Avarif'te şu kayıd vardır:

"Gerçek Sufi, 'mukarreb'tir (mukarrebundur).. Kur'an-ı Kerim'de 'Sufi' kelimesi yoktur.. Sufi kelimesi yerine 'mukarreb' kelimesi kullanılmıştır"

Gerçekten, Ayet-i Kerimelere baktığımızda:

56- VAKIA 10. Ve's-sabikunes-sabikune. 10. Önde olanlar (Sabikun), öndedirler. (herkesi geçmişlerdir)

11. Ulaike'l mukarrabune. 11. İşte bunlar, (ALLAH’a) en yakın olanlardır (mukarreblerdir)

Bakınız, “mukarebun” kelimesi Ayet-i Kerime'de zikredilmektedir..

Razi, bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken:

İnsanlar 3 sınıftır; Ashâb-ı Meymene (kitabını sağdan alanlar, sağı nurlanmış olanlar, cennetlikler), Ashâb-ı Meş'eme (kitabını soldan alanlar, cehennemlikler), Sabikun (Önde olanlar)..

… Sonra, kendilerine hesap sorulmayacak olan ve hesapsız olarak, sağ ya da soldaki (Ashâb-ı Meymene ya da Ashâb-ı Meş'eme olan) insanların önüne geçecek olan "es-sâbikûn"u zikrederek, onların en sağdan en yüce menzil ve makamda olacaklarını onların ALLAH'ın huzuruna yaklaştırılmış olup, başkaları için söz söyleyebildiklerini, başkaları için şefaatçi olduklarını, insanların işlerini gördüklerini... anlatır. Bunlar, Ashâb-ı Yeminden (Meymene) daha yüce bir mertebenin adamıdırlar.

… Kıyamet ve onda vâki olacak dehşetengiz şeyler ancak, kendisini, günah ve isyanlardan alıkoyacak muhabbetullaha sahip olmayan kimseler için zikredilir. Ama, Rableri ile meşguliyetleri kendilerini sevindiren ve sûru andıran kimselere gelince, onlar azabtan dolayı hiç hüzünlenmezler.

Sâbikûn, nail olduğu her şeye ALLAH'ın cezbesiyle nâil olmuştur. Nitekim şu hadiste buna işaret edilmektedir:’Rahmanın cezbelerinden tek cezbe, yetmiş yıllık (nafile) ibadetten daha hayırlıdır

… Sağcılar (Ashâb-ı Meymene) henüz mukarreblerin, kendisine yöneldikleri şeye yönelmişlerken, sabikûn cennette ALLAH'a yaklaşmıştır, demektir. Çünkü hareket ve yükselme sona ermez. Çünkü ALLAH Teâlâ'ya doğru yapılan seyr-ü seferin ve yükselmenin, sonu ve nihayeti yoktur. Binâenaleyh her ne zaman sağcılar, sâbikûn'un derecesine yaklaşırsa, sâbikûn, oradan daha yükseğine geçer. Dolayısıyla sağcılar, huriler ile vuslat halinde iken, sâbikûn, naîm cennetlerinde, A'la-yı illiyyin'de mukarrebler olurlar.

Bu tefsirde anlatılanın, Tasavvuf Ehli olduğunu satırlardan anlamış olmamız gerek.. Bakınız orada ALLAH ile meşgul olan, muhabbetullah’a sahip, cezbe ile yüksek makamlara çekilen, nafile ibadetler ile meşgul ve ALLAH’a seyr eden bir sınıftan bahsediliyor.. Çok açıktır ki bu vasıflar Tasavvuf ehline aittir.. Sayılan vasıfların hepsinin birden, onlardan başka bir sınıfa ait olduğu şimdiye kadar da malum olmuş değildir..

certificate_besmele.gif

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Asrı Saadete yakın zamanların büyüklerinden kıymetli alim Şeyh Sühreverdi’nin kıymetli eserini takip etmeye devam edelim:

Yukarıdan anladık ki ALLAH Teala’nın “mukarebun” diye vasıflandırdığı sınıf hakiki sufilerdir, Ehli Tasavvuftur.. Tasavvuf cihetiyle yetişmiş Evliyaullah zümresidir.. Ve onlarla beraber bulunan onları seven ve takip eden kimseler.. Peki bunları böylesine seçkin hale getiren hangi özellikleri.. İşte Avarif’te yazan bu özelliklerden bazıları:

- Kalb temizliğine ermişlerdir..
- Zühd ile kalbleri tasfiye olmuştur..
- Tasavvuf ilmi ise, safileşmiş gönüllere verilen bir Hakk ihsanıdır..
- Onların kalbleri zikir sayesinde mutmaindir..
- Kalblerini ALLAH’ın nuruyla nurlandırmışlardır..
- ALLAH ile kalben ünsiyet kurmuşlardır..
- Kalbleri ihlaslıdır..
- ALLAH’ın zatını tanımışlar, marifet ve irfana kavuşmuşlardır..
- İlimleri onlara fayda vermiştir..
- ALLAH onları dostları kılmıştır..
- İçleri ve dışları takva ile doludur.. Dünyadan yüz çevirmişlerdir..
- Beşeriyet karanlığından kurtaran “yakin” kandili onlar için yandırılmıştır..
- Nefsin tuzaklarına aldanmazlar..
- Şeraitin emrettiklerini işlemekten büyük haz ve lezzet duyarlar..
- Kur’an ve sünnete tam bağlıdırlar.. Bu yüzden insanları davet ile görevli kılınmışlardır..
- Korku ve ümid yüceliklerini aşmışlardır, himmetleri yüceleri tutmuştur..
- Mele-i ala ile gönül bağı kurarak haberleşirler..
- Zaman ve mekan mefhumunu aşmışlar, yüksek alemleri seyre dalmışlardır..
- Bilmeyenler, onların yüce hallerini, ali makamlarını anlayamazlar..
- Suretleri (yüzleri) siretlerinin (içlerinin) aynasıdır..
- Melekler gibi edepli, ahlakları güzeldir..
- Her zaman ve her devirde yeryüzünde mevcutturlar..

Yukarıda geçiyordu: “- Zühd ile kalbleri saflaşmıştır..” Gördüğünüz gibi yalnızca zühdden yani dünya meşguliyetlerinden uzaklaşarak ahiret işleriyle meşgul olmaktan ibaret değildir.. Sayılan maddelerden yalnızca biridir.. Daha başka bakın mesela neler var: Takva, zikir, ilim, ihlas, marifet, irfan, ünsiyet, dostluk, yakin, nefis terbiyesi, himmet, seyir, irtibat, ilham, edep, ahlak, tenvirat.. vs.. vs.. Daha da bunlar bir kısmıdır..

Ve Tasavvuf ehli ile Asr-ı Saadeti ve sonraki şerefli iki nesli birbirinden ayırmaya çalışanlara, Mürşidsiz kemalata erilebileceğini sananlara Şeyh Sühreverdi Hazretleri, Avarif'te şöyle cevap veriyor:


- Onlar usullerini Selef-i Salihinden almışlardır.. Peşine ekler: “Sufilerin, ihtisaslarının adı var, kendi yok sanılmaktadır” (Yani bunların usulleri ve merasimlerinin Kur’an ve Sünnet’te yeri yok zannedilmektedir)

- Tasavvuf ilimlerinde Ruhlar manevi yaklaşma yoluyla birbirlerine yol gösterirler.. (Mürid-Mürşid ilişkisi)


- İhlas ilmi farzdır.. Denilmiştir ki ihlas ilmi, Mukarrebun, yakin uleması ve Salih kişilerle bir arada olmak ve onlarla sohbet etmek suretiyle elde edilen ilimdir..

Avarif’de yine dikkat çeken şu ibareler de var:

“Tefsir uleması, Hadis Alimleri, İslam fukahası, zühdü gerçekleştirmek için dünya meşgalelerini azaltıp iç alemlerine giden yollar açıldığı ve kalbleri bu yolla anlayışlı kılındığı için en güzel biçimde İslam dinini anlamışlardır.. Onlar sayesinde Şeriat-i Muhammediye yerleşip sağlamlaştı.. Hidayet istikamet bulup genişledi ve kuvvetlendi

Evet, Tasavvuf ehli ile diğer alimler Zühdü yaşamada ortaktırlar.. İnkar edilmez.. Onlar da Zühd ehli.. Bunlar da.. Peki fark nerede:

“Sufiler, diğer ilim erbabıyla aynı malumata sahip oldukları halde, ‘veraset ilmini’ de fazladan bildikleri için diğer ilim erbabından daha üstün ve daha alim oldular.. Veraset ilmi, dini en ince noktalarına kadar bilmektir..” “Sufilerin kalbleri, temiz tıynetle yakın münasebet içinde olduğundan, ilimde de en büyük nasibi onlar almışlardır
blume1121zg7.gif
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Allah rahmet eylesin, "Mektubatçı" diye tanınan fazıl insan Bayram Ali Öztürk Hoca:
mehmetmehmet1aa3.gif

"Şeyhülislam Hirevi Kuddıse Sırruhu Hazretleri:

'ALLAH dostlarına gizli ve aşikâr buğz etmek öldürücü zehirdir. Onlara taan etmek (onları kötülemek, yermek, ayıplamak) ebedi nimetten mahrumiyeti gerektirir. '

Hirevi Hazretleri bir başka zamanda şöyle buyurdular:

'İlahi, her kimin perişan olmasını dilerse, onu aleyhimize düşürür. Bizi ayıplamaya ve gıybetimizi etmeye başlar.'
"

mehmetmehmet2tf8.gif
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Tasavvuf İlminden İlk Bahsedenler Sahabilerdir:

İbn Luyûn, et-Tücîbî el-İnâletü'l-ümiyye'sinde şöyle der:

"Tasavvuf ilimleri konusunda ilk söz söyleyen kimse Hz. Âli'dir"

Salih alim Ebu'l Kasım Ali b. Muhammed b. Haccû Ziyâü'n-nehâr'da şöyle der:

"Ashabın bilgisi ALLAH ve ahirete dairdi. Kendileri havf (korku), hüzün, mücâhede, murakabe, kanaat, sabır, tevekkül, rıza, ALLAH'tan başka şeylerden kopup yalnız ona bağlanma, derin ve tüm kapsayıcı bir ihlas ehli idiler.

Cihad, nefisle mücâhede, ikram, güzel ahlakı elde etmeye çalışmak, tevhid, ihlas, yakin ve zikir gibi ibadet ve hususları yerine getirmeye ve elde etmeye çalışıyorlardı, işte bu da tasavvuf ilmidir. ALLAH Resulü'nün (sav) hutbe ve tavsiyelerinin büyük kısmı tasavvufun kapsamına giren hususları içeriyordu. Erkek ve kadın sahabiler de buna rağbet duyup elde etmeye çalışıyorlardı. Her müslümana vacip olan ilim, zamanında Ashabın ilgilenip uyguladığı ilim olup bu da tevhid, ihlas ve tevbeden sonuna dek tasavvufun diğer makamlarının bilgisinden ibarettir".


Bu bilgilerle, tasavvuf konusunda ilk söz söyleyen kimsenin Hasan-i Basri olduğuna dair el-Medhal'de geçen bilginin anlamını bilmiş olursun.

Hasan-ı Basri, Hz. Peygamberin hanımlarından Ümmü Seleme tarafından emzirilmiş olup burada kastedilen, onun Hz. Ali'den sonra tasavvuftan söz eden ilk kimse olduğudur.

Daha sonra Kadı İbnül-Hâc'ın ed-Dürrü's-semin'e yaptığı haşiyede Tüsteri'nin er-Risâletül-ilmiyye'sinden şu bilgiyi naklettiğini gördüm:


"Hasan-ı Basri şöyle dedi: Tasavvuf ve fakr konusunda ilk söz söyleyen kimse Hz. Ali'dir".

Îbnü'l-Hâc şöyle der:

"Bu yüzdendir ki babam el-Hikem'e yaptığı nazımda Hz. Ali'yi tasavvuf ilminin kurucusu saymıştır: (Nazımın açılımı şöyle) Onun kurucusu, İlim ve hikmet sahibi olan Ali'dir "

Bu bilginin benzerini o el-Ezhârü't-tayyibetü'n-neşr adlı eserinde de tasavvuf ilminin kurucusundan sözederken vermiştir. Kâvukci'nin ez-Zehebü'l-ibriz'inde şu bilgi verilir:

"Ebû Zer el-Gıfâri, beka ve fena ilmi konusunda konuşan ilk kimsedir."

İmam Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kûtü'l-kulûb'unda şu bilgi kaydedilir:

"Hasan-ı Basri bu ilmin yolunu açan, bu konuda dilleri çözen, onun manalarını dile getiren, nurlarını açığa çıkaran ve peçesini açan ilk kimsedir. Bu konuda söyledikleri, akran ve arkadaşlarının hiç birinden duyulmuş değildi.

Kendisine şöyle denildi: 'Ey Ebû Said, bu ilimle ilgili öyle şeyler söylüyorsun ki başkasından duymuş değiliz. Kimden aldın bunu?' Hasan-ı Basri 'Huzeyfe b. Yemân'dan' karşılığını verdi.

Denildiğine göre, Huzeyfe b. Yemân'a "Bu ilimle ilgili olarak öyle şeyler söylüyorsun ki ALLAH Resulü'nün Ashabından hiç kimseden duymadık, nereden aldın bunu?" diye söylenmiş, o da "Resulullah bunu yalnız bana bildirdi" karşılığını vermiştir.

Ebû Tâlib el-Mekkî bundan önce şöyle der:

Hasan-ı Basri, bu söz ettiğimiz ilimde imamımızdır; onun izinden gidiyor, yolunu takip ediyor, kandilinden aydınlanıyoruz. Allah'ın izniyle bu bilgiyi, ona varıncaya dek bir imam diğerinden alarak naklede geldik. O Bedir'e katılan Sahabilerden yetmiş kişiyle görüşmüştür. Üç yüz Sahabiyi, Osman b. Affân'ı, Ali b. Ebî Tâlib'i ... görmüştür.

Ebû Tâlib el-Mekkî, bundan önce de şu bilgiyi zikreder:

Ali b. Ebi Tâlib Basra mescidinde Hasan-ı Basri'nin ilim halkasına vardı, o bu ilim konusunda konuşuyordu. Kendisini dinledi sonra döndü ve onu dışarı çıkarmadı"


(Kûtü'l-kulûb, I, 148,149,150).
adszbc0.png
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Haberiniz olsun ki Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edip, takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlar için müjdeler var. Allah’ın kelimelerinde asla bir değişme söz konusu değildir, işte bu, en büyük saadetin ta kendisidir." (Yunus, 62-64).

Ebu Hureyre’ den rivayet edilen şu hadis de buna işaret etmektedir: «Allah Teâlâ der ki: “Benim bir veli kuluma düşmanlık eden bir kimseye savaş ilan ederim. Kulumun kendisine farz kıldığımı yerine getirmekle bana yakınlaşması bana her şeyden daha sevimli gelir. Kulum sürekli nafile ibadetlerle bana yaklaşırsa Öyle bir dereceye gelmiş olur ki, onu severim. Onu sevdiğimde, dinleyen kulağı, gören gözü, çalışan eli ve yürüyen ayağı ben olurum.» (Buharî)

İbn Abbas’tan rivayet edilen şu hadistir:

«Ey Allah’ın Resulü! Allah’ın velileri kimlerdir?» diye sorulduğunda Hz. Peygamber (s.a); «Allah’ın velileri o kimselerdir ki, görüldükleri zaman insanın hatırına Allah gelir.» (İbn Mübarek, Tirmizi, «Nevadır’ul-Usûl», Ebu Şeyh, İbn Merduveyh). Yani onların güzel yüzleri, güzel ibadet ve davranışları olduğundan dolayı, görenler hemen Allah’ı hatırlarlar.

Ebu Musa el-Eş’arî’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

«Kuşkusuz ki Allah’ın bazı kulları vardır ki onlar peygamber değillerdir, şehid de değillerdir. Ancak peygamberler de, şehidler de onların meclislerinden ve Allah’a yakın olmalarından dolayı onlara gıpta ederler».

Bir bedevi «Ey Allah’ın Resulü! Onların özelliklerini bize tanıt» deyince Hz. Peygamber (s.a).şöyle dedi:

«Onlar insanların, dünya mertebesi yönünden düşük kabilelerinden ayrılmış, aralarında yakın bir sıla-i rahim olmayan, sadece Allah için seven, Allah için dost olan kimselerdir. Onlar için kıyamet gününde nurdan tahtlar konulacak ve onlar da o tahtlar üzerinde oturacaklardır. O gün insanlar korku içindeyken, onlar korkmazlar. İşte onlar Allah’ın veli kullandır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.» (İmam Ahmed, İbn Ebi Hatim, Beyhakî)

Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan ‘yani cehennemden’ uzaklaştırılmışlardır.. En büyük korku onları kederlendirmez.” (el-Enbiya)

Said b. Cübeyr’in rivayetine göre de Resulullah (sav)'a: Allah’ın velileri kimlerdir? diye sorulmuş, o da: “Görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı kimselerdir” diye cevap vermiştir.

Bu ayet-i kerime hakkında Ömer bin el-Hattab da şöyle demektedir:

Ben, Resulullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allah’ın kullan arasında Öyle kimseler vardır ki onlar ne peygamberdir, ne de şehiddirler. Fakat peygamberler de, şehidler de kıyamet gününde yüce Allah’ın nezdindeki üstün mevkileri dolayısıyla onlara gıpta ederler.” “Ey Allah’ın Resulü! Bize onların kim olduklarını ve amellerinin ne olduğunu bildir”, denildi. “Belki böylelikle onları severiz.”

Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Bunlar, aralarındaki akrabalık bağları ve alış veriş ettikleri mallar olmamakla birlikte Allah için bir birbirlerini seven kimselerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri bir nurdur. Ve şüphesiz onlar nurdan minberler üzerinde olacaklardır. İnsanlar korktuklarında onlar korkmayacak, insanlar kederlendiklerinde onlar kederlenmeyeceklerdir.” Daha sonra Hz. Peygamber: “Haberiniz olsun ki, Allah’ın velilerine hiç bir korku yoktur, onlar kederlenecek de değillerdir” ayetini okudu.

Ali b. Ebi Talib (r.a) da dedi ki:

Allah’ın velileri, uykusuzluktan yüzleri sararmış, ibret almaktan gözleri kamaşmış, açlıktan karınları nerdeyse sırtlarına yapışmış, susuzluktan da dudakları kırışmış kimselerdir.

Onlar İçin hiç bir korku yoktur” buyruğundan kasıt, geriye bıraktıkları zürriyetleri hususunda (korkmayacaklarıdır). Çünkü yüce Allah onlara riayet eder. “Onlar kederlenecek de değillerdir.” Yüce Allah, gerek dünyalarında, gerekse ahiretlerinde onlara dünyalıklarının karşılığını vereceğinden dolayı kederlenmezler. Çünkü onların gerçek dostları ve yardımcıları O’dur.


Onlar için dünya hayatında da... müjde vardır” buyruğu ile ilgili olarak Ebu’d-Derdâ’dan şöyle dediği nakledilmektedir:

Resulullah (sav)’a bu buyruk hakkında sordum, şöyle buyurdu: “İndirildiğinden bu yana buna dair senden başka bana soru soran olmadı. Buradaki “müjde”den kasıt, Müslümanın gördüğü yahut ona gösterilen salih (gerçek çıkan) rüyadır.” Bu hadisi Tirmizî, Câmi’i’nde rivayet edilmiştir.

ez-Zührî, Ata ve Katade de şöyle derler:

Buradaki müjdeden kasıt, meleklerin Ölüm esnasında dünyada iken Mü’mine verdikleri müjdedir.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazî’den de şöyle dediği nakledilmektedir:

“Mü’min kulun canının çıkmasına yakın bir zamanda ölüm meleği gelir ve şöyle der: “Ey Allah’ın velisi, sana selam olsun, Allah sana selam gönderdi” der, sonra da Muhammed b. Ka’b, şu: “Onlar ki, melekler hoş ve temiz olarak ruhlarını alırken: Selam size... derler” (Nahl, 16/32) ayetini okudu. Bunu, İbnü’l-Mübarek zikretmektedir.

Katade ve ed-Dahhak da derler ki: “Bu müjdeden kasıt, ölmeden önce nereye gideceğini bilmesidir.

el-Hasen ise şöyle der: “Bu, yüce Allah’ın, Kitab-ı Keriminde kendilerine cennetine ve bol mükâfatına dair vermiş olduğu müjdedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Rableri, onları, katından bir rahmet, hoşnutluk... ile müjdeler” (et-Tevbe, 9/21); ‘İman edip Salih amel işleyenlere de şunu müjdele; gerçekten onlar için... cennetler vardır” (.el-Bakara, 2/25); “Ve size vaadolunan cennet müjdesiyle sevinin...” (Fussilet, 41/30)

İşte bundan dolayı: “Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz” diye buyrulmaktadır ki “vaadinden caymaz” demektir. Çünkü O, vaadlerini sözleriyle dile getirir.

Ebu İshak es-Sa’lebî nakleder: Ben, Ebu Bekr Muhammed b. Abdullah el-Cevzakî’yi şöyle derken dinledim:

“Hafız Ebu Abdullah’ı, rüyamda üzerinde Taylasandan bir kaftan ve sarık sarınmış olduğu halde bir katıra binmiş olarak gördüm. Ona selam verip: "Hoş geldin dedim. Bizler hâlâ seni anmaya, senin güzelliklerini zikretmeye devam edip duruyoruz." O da: "Biz de hâlâ seni anmaya, senin güzelliklerini zikretmeye devam edip duruyoruz", dedi Yüce Allah: “Onlar için dünya hayatında da âhirette de müjde vardır” diye buyurmaktadır. Buradaki müjdeden kasıt, güzel şekilde övülerek kendisinden söz edilmesidir, deyip eliyle işarette bulundu: “Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz” yani, O’nun vaadinden cayma olmaz.

Haberlerinde değiştirme olmaz”, anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani, “verdiği haberleri herhangi bir şey ile nesh etmez ve O’nun haberleri ancak haber verdiği şekilde gerçekleşir.”

İşte bu, en büyük kurtuluşun ta kendisidir.” Yani, Allah’ın velilerinin, gerçek dostlarının vardığı sonuç, büyük kurtuluşun ta kendisidir

Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)’in: ‘‘Onlar, aralarında bir akrabalık ve alıp-verecekleri bir mal olmadığı halde, birbirlerini Allah için seven kimselerdir. Allah’a yemin olsun ki onların yüzleri nurdur ve insanlar korkup hüzünlendikleri zaman, onlar korkup hüzünlenmezler” dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.

Yine, Hz. Peygamber (s.a.s)’in: “Onlar öyle insanlardır ki onları görenler, Allah’ı hatırlarlar” buyurduğu rivayet edilmiştir. Muhakkik âlimler şöyle derler: “Bunun sebebi şudur: Onlarda görülen, huşu ve huzû alâmetlerinden ötürü, bir de Hak Teâlâ onlar hakkında, “Secde izinden nişanlan yüzlerindedir” (Fetih, 29) buyurduğu için, onların bütün bakıp müşahede edişleri, ahireti hatırlamaya yöneliktir.

Muhakkik âlimlerin çoğu “Kıyamet meydanında, mükâfat ehli için bir korku söz konusu değildir” demişler ve görüşlerine hem “Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir” ayetini, hem de “O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez..” (Enbiya. 103) ayetini delil getirmişlerdir.

Ebu Zerr (r.a)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ya Resulullah, bir kimse Allah için amel ediyor ve insanlar da o kimseyi seviyorsa (onun hakkında) ne buyurursunuz?” dedim, Hz. Peygamber(s.a.s) de: “İşte bu, müminin büşrasının (müjdesinin) peşin olarak verilmesidir” buyurdu.”

el-Büşra (müjde), onlar ölürken tahakkuk eden müjde, iyi haber demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Onların üzerlerine, “Korkmayın, tasalanmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin” diye melekler inecektir” (Fussilet, 30) buyurmuştur.

İbni Mes'ûd (r.a.) rivayet ediyor:

İnsanların öyleleri vardır ki Allah'ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldükleri anda Allah hatırlanır.

(Taberâni’nin Kebir’inden)

Mersed el-Ganavî'den rivayetle:

Eğer namazınızın kabul edilmesini istiyorsanız, âlimleriniz size imam olsun. Çünkü onlar sizinle Rabbiniz arasında elçilerinizdir

(Taberâni'nin Kebirinden)

Enes (r.a.) rivayet ediyor:

Allah'ın öyle kulları vardır ki ‘Şu şöyle olacak’ diye yemin etse, Allah onu yalancı çıkarmaz.

(Buhari, Sulh: 8; Cihad: 12; Müslim, Kasame: 24; Tirmizi, Cehennem: 13.)
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Allah için Sevmenin Fazileti ve İman Lezzeti:

Bize Şu'be, Katâde'den; o da Enes (Ra)'den tahdîs etti. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:

Kimde üç şey bulunursa imânın lezzetini tatmış olur:

1- Allah ile Rasûl'ü kendisine başkalarından daha sevgili olan kimse,

2 -Bir kulu seven, fakat yalnız Allah için seven kimse,

3- Allah kendisini kâfirlikten kurtardıktan sonra yine kâfirliğe dönmekten ateşe atılacakmışçasına hoşlanmayan kimse
..”
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Allah İçin Allah'ın Kullarını Sevmenin Fazileti ve Bir Hadis-i Şerifin Hükümleri:

38- (2567) Bana Abdü'l-A'lâ b. Hammad rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Hammad b. Seleme Sâbit'ten, o da Ebû Râfi'den, o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber Efendimizden (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet etti ki:

«Bir adam başka bir köydeki kardeşini ziyaret etmiş. Bunun üzerine Allah onun için yoluna bir gözcü melek oturtmuş. Adam meleğin yanına gelince (ona) :

— Nereye gitmek istiyorsun? diye sormuş. Adam :

— Şu köydeki kardeşime gitmek istiyorum! cevâbını vermiş. Melek :

— Onun üzerinde ıslâhına çalıştığın bir nimetin var mı? diye sormuş. Adam :

— Hayır! Şu kadar var ki ben onu Allah (Azze ve Celle) için sevdim, cevabını vermiş. Melek :

— O halde ben senin o kardeşini Allah için sevdiğin gibi, Allah da seni sevdiğini bildirmek üzere Allah'ın sana gönderdiği elçiyim, demiş.»


(...) Şeyh Ebû Ahmed demiş ki: Bana Ebû Bekr Muhammed b. Zen-cûyete'l-Kuşeyrî haber verdi, (Dedi ki) : Bize Abdü'l-A'lâ b. Hammad rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Hammad b. Seleme bu isnadla bu hadîsin benzerini rivayet etti.

Medrace: Yol demektir. Ulemânın beyânlarına göre Allah'ın kulunu sevmesinden murad; ona rahmet etmesi, ondan razı olması ve ona hayrı irâde buyurmasıdır. Kullar hakkında muhabbet kalbin meylidir.


Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1- Hadis-i şerif Allah için birbirini sevmenin faziletine ve bu muhabbetin Allah'ın kulunu sevmesine sebep olacağına delildir.

2- Sulehâyı ve dostları ziyaret müstehabdır.

3- İnsanlar bazen melekleri görebilirler.

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Sual: Ruhun var olduğuna, insan ölünce ruhun ölmediğine vehhabiler inanmıyor mu?
CEVAP
Ruhun var olduğuna herkes inanıyor. Ruhun ölmediğine biz müslümanların inandığı gibi vehhabiler de inanıyor. Çünkü buna inanmamak insanı, tekrar dirilmeyi inkâra yol açar. Beden ölse bile ruhun ölmediğine inanıp da, bu ruhun bedende iken bulunan özelliklerine yani görmesine, duymasına, işitmesine, hareket etmesine inanmamak açık bir çelişkidir.
Ruhun ölmediğine inandıkları gibi, bu ruhun duyduğuna, işittiğine, gördüğüne de inanmalılar. Bu inanmaları hâşâ böyle mantık yoluyla da olmamalı. Çünkü dinimiz bunu açıkça bildirmektedir.
Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, karşı olmamak icap eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı red edilmez.
Kabirde, hem ruha, hem de bedene nimet ve azap vardır. Buna, böylece inanmak lazımdır.
İmam-ı Muhammed bin Hasen Şeybani, Akaid-i Şeybaniyye manzumesinde, (Kabir azabı vardır. Kabir azabı, hem ruha, hem de bedene olacaktır) buyurdu. Yani, kabirde nimetler ve azaplar, ruha ve cesede birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lazımdır. Gaybe iman etmek lazımdır. Buna inanmamak, kıyamet günü mezardan kalkmaya inanmamaya yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur.
Seyyid Davud bin Süleyman’ın Minhat-ül-vehbiyye fi redd-il-vehhabiyye kitabında diyor ki:
(Vehhabiler, Peygamberleri ve salih kullardan Evliyayı vasıta yaparak, onları şefaatçi kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmaya ve Allahü teâlânın keramet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeye ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşturması veya bu sıkıntıdan kurtarması için, kabirlerine gidip, onlardan şefaat istemeye inanmıyorlar. İnsan ölüp, toprak olunca, işitmez, görmez, kabir hayatı diye bir şey yoktur diyorlar. Dünyada bir şeye kavuşmak için, diriler sebep yapıldığı halde, ölülerin de, bir şeye kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmıyorlar.
Eğer, [diğer maddelerde delilleriyle yazdığımız gibi] ölülerin kabir hayatı denilen bir hayat ile diri olduklarına ve bu hayatlarından dolayı, bildiklerine, işittiklerine, gördüklerine ve kendilerini ziyaret edenleri tanıdıklarına, selam verenlere karşılık selam verdiklerine ve birbirlerini ziyaret ettiklerine, kabirde nimet veya azap içinde olduklarına ve nimetin ve azabın, ruh ile bedene birlikte olduğuna ve tanıdıkları dirilerin yaptıkları işlerin kendilerine bildirildiğine ve iyi işleri öğrenince, Allahü teâlâya hamd edip birbirlerine müjde verdiklerine ve işi yapana dua ettiklerine, kötü işleri öğrenince, bunları yapanlara dua ederek (Ya Rabbi! Bunlara iyi işler yapmak nasip et! Bize yaptığın gibi, onlara da hidayet nasip eyle) dediklerine inansalardı, böyle inkâr etmezlerdi.
Çünkü ölmek, bir evden, başka bir eve göç etmektir. Bu bildirdiklerimizin hepsinin doğru olduklarını, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler ve icma’ı ümmet bildirmektedir. Bunlara inanmayan, iman edilmesi vacip olan bir şeye inanmamış olup, bid’at fırkalarından olur. Resulullahın sünnetinden ayrılmış olur. Çünkü, Mahşer yerinde toplanmak için dirilip, mezardan çıkmaya inanmak, imanın altı şartından biridir. Buna inanmayan kâfir olur. Ölüler için kabir hayatı olup, nimeti ve azabı duyduklarına inanmamak, küçük kıyamete inanmamaktır. Küçük kıyamet, büyük kıyametin örneğidir.)
Allahü teâlânın sevdiği kullarının mezarlarından şefaat ve Allahü teâlânın yaratması için vasıta, vesile olmalarını istemek caiz olduğunu gösteren delilleri diğer maddelerde de bildirdik. Bunları okuyup anlayanlar, ölülerin kendilerinin bir şey yapmadıklarını, mezhepsizlerin iftira ettikleri gibi, onlardan bir şey yapmalarının istenilmediğini göreceklerdir. Bunlar, dirilerin hareket ettiklerini, iş yaptıklarını görerek, bunlardan yardım, şefaat isteyenlerin bunların kendilerinden istediklerini sanıyorlar. Halbuki, dirilerden istemek de, bunların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmalarını istemektir. Her şeyi yaratan, yapan, yalnız Allahü teâlâdır. Diri de, ölü de, canlı da, cansız da, Onun yaratmasına sebep olmaktadır. Onun yaratmasına, mahlukların sebep olmalarını, yine O dilemiştir. Âlemin nizamlı, düzenli olması için, birçok şeyi, sebep ile yaratmak istemiştir. Dilediği birçok şeyi de, sebepsiz yaratmaktadır.
İbni Kemalpaşa’nın Hadis-i erbain’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin) ve Deylemi’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir. (M. Nasihat)
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
(Evliyayı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve enbiya da kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir.) (Hadika)
Vehhabilerin kendi kitaplarında diyor ki:
(Gökler Allah’tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mescitteki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) (s. 200)
(Buhari’de, İbni Mesud diyor ki, yediğimiz yemeğin tesbih sesini işitirdik. Ebu Zer diyor ki, Resulullah, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbih sesleri işitildi. Resulullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahihtir.) (Feth-ül mecid s. 201)
Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah’tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Demek ki, Resulullahtan başka müminler de, herkesin işitemeyeceği sesleri işitirmiş. Bu taşlar Hazret-i Ebu Bekir’in elinde iken de tesbihlerinin işitildiği, aynı haberin sonunda bildirilmektedir. Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’daki ordu kumandanı Sariye’yi görerek, (Sariye, dağdaki düşmandan korun) demiş ve Sariye işiterek, dağı ele geçirmiştir. (Şevahid-ün-nübüvve)
Puta tapanlar için gelmiş olan âyet-i kerimelerle, bu sözlerini ispata kalkışıyorlar. Halbuki, Ehl-i sünnet, Peygamberlere ve Evliyaya ibadet etmez. Allahü teâlânın sevgili kulları olduğuna ve Allahü teâlânın, bunların hatırı ve hürmeti ile, kullarına merhamet edeceğine inanır. Zararı, faydayı yaratan, ancak Odur. Ondan başka ibadete kimsenin hakkı yoktur, der. Kabir ziyaretinde, kabirdeki zat vasıtası ile Allahü teâlâya dua eder.
Peygamberler ve Evliya mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden bir şey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikram, ihsan yapmaktadır. Onların hürmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir. Vehhabilerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri Müslümanlara iftiradır.
Mezarları ziyaret ile tevessül eden kâfir olsaydı, Peygamberimiz ile de tevessül edilmezdi. Halbuki, O, dünyaya gelmeden önce ve dünyada diri iken ve vefatından sonra, hep tevessül edilmiştir.
Şevahid-ül-hak 153. sayfada yazılı, ibni Mace hadisinde, Peygamberimiz (Allahümme inni eselüke bihakkıssailine aleyke), yani (Ya Rabbi! Senden isteyip de, verdiğin kimselerin hatırı için, senden istiyorum!) derdi ve böyle dua ediniz buyururdu. Hazret-i Ali’nin annesi Fatıma’yı kendi mübarek elleri ile mezara koyunca (İgfir li ümmi fatımate binti Esed ve vessialeyha medhaleha bi-hakkı Nebiyyike vel Enbiya-illezine min kabli inneke erhamürrahimin) buyurduğunu, Taberani ve İbni Hibban ve Hakim ve Süyuti bildirmektedir.
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Osman bin Huneyf bildiriyor ki, iyi olması için dua isteyen bir a’maya, abdest alıp, iki rekat namaz kılmasını, sonra (Allahümme inni eselüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, ya Muhammed inni eteveccehü bike ila Rabbifi haceti-hazihi, li taktıye-li, Allahümme şeffihü fiyye) okumasını emr etmiştir. Bu dua, (Merakıl-felah) ve bunun Tahtavi haşiyesi ve türkçe tercümesi olan (Nimet-i islam) kitaplarında, (Hacet namazı) sonunda ve (Şifa üs-sikam) ve (Nur-ül-islam)da ve (Dürerüsseniyye)de de yazılıdır. Eshab-ı kiram, bu duayı hep okurdu.
Hakim’in bildirdiği sahih hadiste buyuruldu ki:
Âdem aleyhisselam Cennetten çıkarılınca, çok dua etti. Tevbesi kabul olmadı. Nihayet (Ya Rabbi! Oğlum Muhammed hürmeti için, bu babaya merhamet et) deyince, duası kabul oldu ve (Ya Adem! Muhammed aleyhisselamın ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu. Bu hadis-i kudsi, (Mevahib) ve (Envar)ın başında da yazılıdır. Böyle olduğunu, Alusi’nin (Galiyye) kitabı da, 109. sayfasında uzun bildirmektedir. Bu dualarda bulunan (hak) kelimesi, hürmet, kıymet demektir. Sevdiklerine verdiği kıymetli dereceler hatırı için istemektir. Çünkü, hiçbir mahlukun, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâda hakkı yoktur.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Devamı...
Âdem aleyhisselam, Cennette iken, Cennetin her yerinde ve Arş üzerinde (La ilahe illallah Muhammedün Resulullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın en sevgili kulu olduğunu bilip onun hürmeti için dua etti.
Bu dualar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile tevessül etmek, yani onları araya koyarak, onların hatırı ve hürmeti ile Ondan istemek caizdir.
İbni Abidin hazretleri, 5. cild, 524. sayfada buyuruyor ki:
(Resulullahı vesile kılarak Allahü teâlâya dua etmek güzel olur. Ehl-i sünnet âlimleri hiç biri buna karşı bir şey demedi. Yalnız ibni Teymiye bunu kabul etmeyerek ortaya bir bid’at çıkarmış oldu. İmam-ı Sübki bunu güzel açıklamaktadır.)
Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Mekke’nin müftüsü ve reis-ül-uleması ve Şafii şeyh-ul-hutebası idi. Birçok eserleri olup, (Hülasat-ül-kelam fi beyan-i umera-il beled-il-haram), (Firredd-i alel-vehhabiyyeti-etba-ı mezheb-i İbni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitaplarında bunların içyüzlerini açıklamakta, yanlış yolda, sapık olduklarını âyet ve hadislerle göstermektedir.
Hülasat-ül-kelamda, şöyle demektedir:
Resulullahı hayatta iken de, vefatından sonra da, vesile ederek dua etmek sahihtir. Bunun gibi, Evliyayı ve Salihleri vesile ederek dua etmek caiz olduğunu hadis-i şerifler göstermektedir. Hazret-i Ömer’in yağmur duasına çıkarken Hazret-i Abbas’ı götürmesi, Resulullahtan başkası ile de tevessül olunabileceğini göstermek için idi.
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyorlar ki:
Tesiri veren, yaratan, fayda ve zarar veren, yok eden ancak Allahü teâlâdır. Onun şeriki yoktur. Peygamberler ve bütün diriler ve ölüler, tesir, fayda ve zarar yaratamazlar. Hiçbir şeye tesir yapamazlar. Yalnız, Allahü teâlânın sevgili kulları oldukları için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin tesir ettiğine, ölülerin tesir etmediğine inanıyorlar.
Şah Ahmed Said-i Dehlevi hazretleri, Tahkik-ul-hakkıl-mübin kitabında, Hindistan’daki vehhabilerin kırk bozuk sözüne vesikalarla cevap vermektedir. Kırkıncı cevabında buyuruyor ki:
Abdülaziz-i Dehlevi, Fatiha tefsirinde: (Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına mazhar olduğu düşünülmezse, haramdır. Eğer yalnız, Allahü teâlâya güvenilip, o kulun Allah’ın yardımına mazhar olduğu, Allahü teâlânın her şeyi sebep ile yarattığı, o kulun da bir sebep olduğu düşünülürse, caiz olur. Peygamberler ve Evliya da, böyle düşünerek başkasından yardım istemişlerdir. Böyle düşünerek birisinden yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur) diyor.
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri de Mişkat tercümesinde buyuruyor ki:
(Peygamberler ve Evliya öldükten sonra, bunlardan yardım istemeye, meşayıh-ı ızam ve fıkıh âlimleri caizdir dedi. Keşf ve kemal sahipleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu ruhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysi) dediler. İmam-ı Şafii buyuruyor ki, imam-ı Musa Kazım’ın kabri, duamın kabul olması için bana tiryak gibidir. Bunu çok tecrübe ettim. İmam-ı Gazali buyurdu ki, diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye, öldükten sonra da tevessül olunarak feyz alınır. Meşayıh-ı kiramın büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tasarruf yaptıkları gibi, öldükten sonra da tasarruf, yardım yapan dört büyük Veli gördüm. Bunlardan ikisi, Maruf-i Kerhi ve Abdülkadir-i Geylani hazretleridir. Batı âlimlerinin ve Evliyanın büyüklerinden olan Ahmed bin Zerruk diyor ki, Ebül Abbas-ı Hadremi hazretleri bana sordu ki, diri olan Veli mi, yoksa ölü olan mı daha çok yardım eder? Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan daha çok yardım eder diyorum dedim. Doğru söylüyorsun. Çünkü, diri iken, kullar arasındadır. Öldükten sonra ise, Hakkın huzurundadır buyurdu. [Kılıç kınından çıkınca kesmeye hazır hâle gelmiş olur.]
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kâmillerin, Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan, ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın, dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes, her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır.)
Mevlana Abdülhakim-i Siyalküti hazretleri, Zad-ül-lebib kitabında buyuruyor ki:
(Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlayamıyorum. Dua eden, Allahü teâlâdan istemektedir. Duasının kabul olması için, Allahü teâlânın sevdiği bir kulunu vasıta yapmaktadır. Ya Rabbi! Kendisine bol bol ihsanda bulunduğun bu sevgili kulunun hatırı ve hürmeti için bana da ver demektedir. Yahut, Allahü teâlânın çok sevdiğine inandığı bir kuluna seslenerek, (Ey Allah’ın Velisi, bana şefaat et! Benim için dua et! Allahü teâlânın dileğimi ihsan etmesi için vasıta ol!) demektedir. Dileği veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü teâlâdır. Veli, yalnız vesiledir, sebeptir. O da fanidir. Yok olacaktır. Hiçbir şey yapamaz. Tasarrufa, gücü, kuvveti yoktur. Böyle söylemek, böyle inanmak şirk olsaydı, Allah’tan başkasına güvenmek olsaydı, diriden de dua istemek, bir şey istemek yasak olurdu. Diriden dua istemek, bir şey istemek, dinimizde yasak edilmemiştir. Hatta müstehap olduğu bildirilmiştir. Her zaman yapılmıştır. Buna inanmayanlar, öldükten sonra keramet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini ispat etmeleri lazımdır. Evet, Evliyanın bir kısmı öldükten sonra, alem-i kudse yükseltilir. Huzur-i ilahide her şeyi unuturlar. Dünyadan ve dünyada olanlardan haberleri olmaz. Duaları duymazlar. Bir şeye vasıta, sebep olmazlar. Dünyada olan, diri olan Evliya arasında da böyle meczuplar bulunur. Bir kimse, keramete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyeti yoktur. Sözlerini ispat edemez. Kur’an-ı kerim, hadis-i şerifler ve asırlarca görülen, bilinen olaylar, onu haksız çıkarmaktadır.
Bir cahil, bir ahmak, dileğini Allahü teâlânın kudretinden beklemeyip, Veli yaratır, yapar derse, bu düşünce ile ondan isterse, bunu elbet yasak etmeli, ceza da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, İslam âlimlerine, âriflere dil uzatılamaz. Çünkü Resulullah, kabir ziyaret ederken, mevtaya selam verirdi. Mevtadan bir şey istemeyi yasak etmedi. Ziyaret edenin ve ziyaret olunanın hallerine göre, kimine dua edilir, kiminden yardım istenir. Peygamberlerin kabirde diri olduklarını her Müslüman biliyor.)
Vehhabiler, Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanların, onları vesile yapanların müşrik olduklarını bildiren âyet-i kerimeleri yazarak: (Peygamberlerden ve salih kullardan ölmüş veya uzakta olanlardan herhangi bir sözle yardım isteyenler, bu âyetlere göre müşrik olur) diyorlar.
Biz müslümanlar, Evliyanın kendiliklerinden bir şey yapacaklarına inanmayız. Allahü teâlâ, onları çok sevdiği için, onların dua ve hatırı ile yaratacağına inanırız. Kullara tapınmak demek, onların sözlerine uyarak, İslamiyet’in dışına çıkmak, onların sözlerini, kitab ve sünnetten üstün tutmak demektir. İslamiyet’i emredenlere uymak, böyle değildir. Buna uymak, İslamiyet’e uymak demektir. Hayber gazasında, Hazret-i Ali’nin gözü ağrıyordu. Resulullah, mübarek ağız suyunu onun gözlerine sürdü ve dua eyledi. Gözleri iyi oldu. Peygamberin hatırı için, Allahü teâlâ şifa ihsan eyledi. Vehhabi (Feth-ul-mecid) kitabı da, 91.sayfasında bunu yazıyor ve Buhari ile Müslim’in haber verdiklerini bildiriyor.
Resulullahın duası kabul olduğu gibi, Onun yolunda, izinde bulunanların da, duaları kabul olur. Kendisi de, 381. sayfada, imam-ı Ahmed’in ve imam-ı Müslim’in, Ebu Hüreyre’den bildirdikleri hadis-i şerifte, (Saçları dağınık ve kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onları doğrulamak için, o şeyi yaratır) buyurulduğunu yazmaktadır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarını yalancı çıkarmamak için, yemin ettikleri şeyleri bile yaratınca, dualarını elbette kabul buyurur. Allahü teâlâ, Mümin suresinin 60.âyetinde mealen, (Bana dua ediniz! Duanızı kabul ederim) buyuruyor. Duaların kabul olması için şartlar vardır. Bu şartları taşıyan dua elbet kabul olur. Herkes bu şartları bir araya getiremediği için, duaları kabul olmuyor.
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki:
(Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!) Yani, Huda dostlarının huzurunda tevazu eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için dua etsinler. İstigase, yani bir Veliye tevessül de, bu demektir.
[İsa aleyhisselama gelip derler ki, dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, (Dua doğru ama ağız yanlış) buyurur, yani doğru dua öğrettim, dua aynı dua ama, ağız aynı ağız değil!]
Bu şartları yaptıklarına güvendiğimiz Âlimlerin, Velilerin dua etmeleri için, onlara yalvarmak, niçin şirk olsun? Biz, Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için, istenileni yaratır diyoruz. Allahü teâlâ için hayvan kesiyor ve Kur’an-ı kerim okuyoruz. Sevabını meyyitin ruhuna gönderip ondan şefaat, yardım istiyoruz. Ölü için ibadet eden elbet müşrik olur. Allahü teâlâ için ibadet edip, sevabını ölüye bağışlayan müşrik olmaz ve hiç suçlu olmaz.
Hazret-i Meryem’in ve Esyed bin Hudayr’ın ve Ebu Müslim Abdullah Havlani’nin kerametlerini, kendisi de yazmaktadır. [Abdullah-ı Havlani, hicri 62 senesinde Şam’da vefat etti.] Evliyanın ruhlarından yardım isteriz. Çünkü, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ruhları, diri iken de, öldükten sonra da, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile ve izni ile, dirilere yardım ederler. Böyle inanarak Evliyadan yardım istemek, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak olmaz. Ondan istemek olur.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Talebeleriyle cephede savaştı!

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî Hazretleri, insanın, özüne/aslına dönerken baktığı ve yolunu bulduğu işaret taşlarından biri..
12 TARİKATIN ŞEYHİ!
Âlimler peygamberlerin vârisleri, içinde bulundukları toplumun rehberi ve önderidirler. Kendilerini insanlığın hizmetine adamış gönül erleri, aynı zamanda ilmin ve irfanın zirvelerinde dolaşan ilahî aşkla yoğrulmuş insanlardır.
14431.jpg

Âlimler, sanki koca bir ormanda yalnız başına kalmış bir insanın, geriye dönerken kaybolmaması için yola bırakılan işaretlere benzer. Bambaşka bir dünyadan bu dünyaya gönderilen insan, özüne/aslına dönerken onlara bakarak yolunu bulur. İşte o işaret taşlarından biridir, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî.
7’sinde ne ise 70’inde de o!
İnsanın ne olacağı daha çocukluğunda belli olurmuş ya, Ahmed Ziyaüddin Hz.leri de kendini daha küçük yaşlarında belli etmiş. Beş yaşında Kur’an’ı hatmetmiş, sekiz yaşında ise Kasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet almış. Bize şu an bir hayal yahut masal gibi görünen bu haller, onun gibi insanlar tarafından gerçekleştirilmiş. Bir insanın kapasitesinin sınırlarını gözlerimizin önüne seren bu manzara ne kadar ibretli ve ne kadar güzel bir numunedir!
Nispesinden de anlaşılacağı üzere Gümüşhane’de doğan Ahmed Ziyaüddin Hazretleri, on yaşlarındayken ailesiyle beraber Trabzon’a göç eder. Ticaretle uğraşan babasına yardım edip bir yandan da muhitindeki hocaların derslerine devam eden bu zat, abisinin askerden gelmesinden sonra İstanbul’daki Daru’l-Ulûm’a gönderileceğine dair babasından söz alır.
14432.jpg
İlmî hayatına böyle başladı

On sekiz yaşlarındayken amcasıyla beraber ticarî alış-veriş için İstanbul’a gelir. O sıralarda abisi de askerden geldiği için, babasının sözünü tekrar gündeme getirir ve ihtiyaçları için biriktirdiği paraları kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir. ‘’Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter’’ diyerek İstanbul’da hiçbir tanıdığı ve tek kuruşu olmadığı halde Bayezıd Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velinin murakabesinde hikmet, ahbar, tasavvuf ve fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zatın vefatından sonra da Mahmut Paşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.
Burada ise Abdurrahman el-Harputî’den ve Muhammed Emir el-İstanbulî’den ders okur. Mezkur hocaların rahle-i tedrisinde on üç yıllık tahsil hayatı sonucunda, 1844’te icazet alır. Bundan sonra ise Bayezıd ve Mahmut Paşa Medreseleri’nde hocalığa başlar. Bir yandan ilmî eserler telif ederken, bir yandan da ilim halkasını genişletir.






Tasavvufa giriş serüveni
Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî ile bir sohbet meclisinde tanışır ve ona intisap etmek ister. Ancak el-Ukarî, ileride gelecek olan bir zatın buna izinli olduğunu söyleyerek, onun bu isteğini kabul etmez. Pek çok şeyhin, manevi bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşidlerini diyar diyar gezerek aradıkları ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhanevî Hazretlerinde ise durum tam tersi olur. Bu da onun ileride Halidiyye tarikatı içindeki yerinin büyüklüğüne işaret etmektedir.
14433.jpg

Nihayet bir gün Abdulfettah Efendi’nin tekkesinde, sadece kendisini irşad etmek için İstanbul’a gelen Mevlânâ Halid-i Bağdadî’nin başka bir halifesi olup Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervadî ile karşılaşır. Onun manevi murakabesi altında seyr u sülûkunu tamamlar. Girdiği iki halvet sonunda, 1848’de şeyhi Ervadî’den Nakşibendi, Kadiri, Kübrevî, Çeştî, Sühreverdî, Şazelî, Desûkî, Halvetî, Müceddidî, Mazharî, Rıfâî, Halidî tarikatlarından hilafet-i tamme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış-verişi on altı yıl sürer. O artık manevi ilimlerin de bir kutbu olur.
Tekkesinin özelliği
Bâb-ı Âli’nin tam karşısında metruk bir vaziyette duran Fatma Sultan Camii’ni talebeleriyle beraber ihya etmiş ve onun yanına Gümüşhanevî Dergah-ı Şerifi’ni inşa etmişlerdi. Toplumun istikametini tayin etmenin, büyük ölçüde idarenin insiyatifini ele geçirmeye bağlı olduğunun idrakinde olan Gümüşhanevî, ehemmiyetli bir mevkiyi tekke olarak seçer ve devlet idaresine yön verici bir irşad siyaseti ile hareket eder. Kendi zamanında bir daru’l-hadis hüviyeti kazanan dergâhına Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz, Sultan 2. Abdülhamid ve daha birçok devlet adamının zaman zaman gelerek sohbet ve derslerine katılmaları onun ne derece etkili ve hürmet edilip sözü dinlenen bir şahsiyet olduğunu gösterir.
14434.jpg
O hayatın içindeydi
Toplumun her türlü ihtiyacına cevap verme gayreti içinde olan Ziyaüddin Hazretleri, o devirde yeni kurulmaya başlanan ve faizle çalışan bankalara bir alternatif olarak, müntesiplerinin ellerinde bulunan menkul kıymetleri bir araya getirerek bir yardım ve borç sandığı kurar. Bu birikimler toplanarak ortak yardımlaşma ve yatırım amacıyla kullanılacak bir sermaye olur.
Biriken sermaye ile büyükçe bir matbaa satın alarak ilmî eserler ilim adamlarına ücretsiz ve hediye usulü dağıtılır, ilim daha verimli ve yaygın hale getirmeye çalışılır. Yine aynı sermayeden alınan beş yüzer altınlık vakıflarla İstanbul, Bayburt, Rize ve Of’ta on sekiz bin ciltlik dört ayrı kütüphane kurarak ilmin Anadolu’da da yayılmasını sağlamaya gayret gösterir.
Hem ilim hem cihad!
Gümüşhanevî Hazretlerinin öğrendiği ilim dilinde kalmazdı, o aynı zamanda bir aksiyon adamıydı. Toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye son derece önem verirdi. Bu, biraz da müntesibi bulunduğu tarikattan kaynaklanmaktaydı. Zira Nakşibendilik, irşad faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön planda tutan bir anlayışa sahipti.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda talebelerini alıp cepheye gider. Düşman askerleriyle savaşır. Bu sırada 55 yaşlarındadır. Gönüllü olarak gittiği bu savaşın kesintiye uğradığı bir ara Of’a gelerek tarikat neşrinde ve irşad hizmetinde bulunur, savaş başlar başlamaz muharebe meydanına tekrar döner.
Eserleri ve usulü
Yirmi civarında eser telif etmiş olan Ahmed Ziyaüddin’in en önemli eseri Ramuz el-Ehadis (Hadisler Deryası) ve onun şerhi (açıklaması) olan Levamiu’l-Ukul (Akılların Işıkları) isimli hadis kitaplarıdır. Ramuz el-Ehadis kitabını ömrü boyunca yetmiş defa haftanın iki günü ders yapmak suretiyle hatmettirmiştir. Kendisinden icazet alanlar da aynı usule riayet etmişlerdir.
Bu silsilenin son halifelerinden Mehmed Zahid Koktu Hazretleri, İskenderpaşa Camii’nde bu geleneği devam ettirmiştir. Günümüzde ise Prof. Dr. Cevat Akşit, Pazar günleri Süleymaniye Camii’nde, Cuma günleri ise Böcekli Camii’nde Ramuz sohbetlerine devam etmektedir. Aynı zamanda Cevat Akşit Hoca ve öğrencileri tarafından Levamiu’l-Ukul kitabını tercüme faaliyetleri sürdürülmektedir.
Evliliği ve vefatı
14435.jpg

63 yaşına geldiğinde, Şeyhü’l-Harem-i Nebevi Mehmed Emin Paşa’nın kızıyla evlenir. 13 Mayıs 1893 sabahında ansızın gözlerini açıp ‘’Hepsini isterim ya Kibriyâ!’’ diyerek ebedi âleme göç eder.
Naaşı, Süleymaniye Camii avlusunda Kanuni Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafına defnedilir. Kendisinden on sekiz sene sonra vefat eden eşi de onun yanında yatmaktadır.
Halifeleri kimler?
Yüzden fazla kişiye hilafet tacı giydiren Gümüşhanevî Hazretlerinin halifeleri, Kazan’dan Komor Adaları’na, Mısır’dan Medine’ye, Çin’den Afrika’ya kadar geniş bir alana yayılmıştır. Dünyanın dört bir yanında bir milyondan fazla müridi bulunan Ahmed Ziyaüddin (k.s)’in büyük değer verdiği halifelerinden Lüleburgazlı Muhammed Eşref Efendi Pekin’e gönderilmiştir. Oradan dönerken Pekinli müslümanlar 2. Abdülhamid adına bir üniversite yaptırmaya başlamışlardır. Bu hocaya bundan sonra Çinli Hoca da denmiştir.
Söz hitama ererken…
Hayatının başından sonuna kadar tam bir adayış ve teslimiyeti müşahede ettiğimiz bu kıymetli âlimimiz, bu topraklarda yetişmiş; ancak hizmeti sadece bu topraklardaki insanlarla sınırlı kalmamış, kendisinden çağlayan ilim ve irfanın ışığı tüm dünyada yankısını bulmuştur. Öğrendiği ilmi hayatına geçirmiş, böylece Allah onu aziz kılmıştır ki, onu hiç tanımamış olan bizler bile ondan haberdar oluyor, hayatını öğrenince imreniyor ve eserlerini okuyup faydalanıyoruz. İşte gerçek ilim sahiplerinin güzel akıbeti böyle olur! Allah bizlere, onların yolundan gitmeyi ve şefaatlerine nail olmayı nasip eylesin.
dünyabizim.com'dan Şeyma Derbeder bir Fatiha dileyerek yazdı
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
site-logo.jpg


Bediüzzaman, Büyük Doğu'ya ve Necip Fazıl Üstada nasıl yardım etti?


Vakit yazarı Hüseyin Öztürk, Bediüzzaman`ın Büyük Doğu Dergisi`ne yaptığı yardım ile ilgili ilginç bir anektod aktardı
Söze hayırla başlayalım. Öncelikle Üstad Bediüzzaman ve Necip Fazıl Kısakürek’i rahmetle anıp, ruhlarına birer fatiha gönderdikten sonra yazının başlığına dönelim.

Malum bugünlerde Üstad Necip Fazıl Kısakürek hakkında; “iyi bilenler” “iyi” yazıyor. İyi bildiği halde “fitne ve fesattan” yana olanlar da “vazife-i fitneciliklerini” yerine getiriyor. Küçük bir gazetede bir yazar, sanki Bediüzzaman ile Necip Fazıl arasında nahoş bir durum varmış gibi, Necip Fazıl’ın İslam ve iman yolundaki hizmetini eleştirmiş.

“Doğrunun” olduğu yerde, elbet “eğriler de” olacak ki, şeytanın varlığının bir manası olsun. Söz konusu yazının muhtevasına girip, esastan uzaklaşmak istemem. Bu sebeple de Üstad Bediüzzaman Said Nursi ile Necip Fazıl Kısakürek arasındaki muhabbetin ve bağlılığın ne merkezde olduğunu, Necip Fazıl’ın kaleminden aktarmak en uygunudur:

“Bediüzzaman’ın İstanbul muhakemesi sırasında bende kendini yakından görmek ve İslâm yolunda çırpınan bu muhterem mücahidi göz ve kulak planında tanımak arzusu doğdu. Otel, kapısından itibaren Nur talebeleriyle doluydu. Kendimi haber verdim. Beni yukarı kata çıkardılar. O katta da hizmetine bakan talebeler… Bu gençlerin yüzlerinde ziyaretimden memnunluk duyduklarını ilan eden mânâlar… Beni, içinde, dar ve tek kişilik bir karyola bulunan bir odaya aldılar ve: “İşte Necip Fazıl” der gibi bir eda ile huzuruna çıkardılar.
Derinlerden bakan hummalı gözlerin hâkim olduğu sakalsız bir çehrede, içine kapanık bir hâl… Heybet hissinden ziyade, davasına teslim olmuş çilekeş bir insan intibaını aldım.

Beni “Büyük Doğu” faaliyetimle tanıyorlar ve o tarihlerde henüz başlarında olduğum hapislerimi biliyorlardı. Bana iltifat ettiler ve aynen şu kelimeleri söylediler:
“-Seni Nur Risalesine 40 yıl hizmet etmiş (sene sayısını tam hatırlamıyorum; daha az veya daha çok olabilir) kabul ediyorum!” Kendi kıymet hükümlerine göre bu gayet cömert iltifata teşekkürle mukabele edip huzurlarından ayrıldım ve ondan sonra kendilerini bir kere daha görmek fırsatına eremedim.” (Son Devrin Din Mazlumları NFK)

Üstad Bediüzzaman “Büyük Doğu”yu yakından takip eder ve Zübeyr Gündüzalp ağabeye okutturarak dinler. Büyük Doğu’nun bir sayısında acı bir haber vardır. Gelecek sayının çıkması tehlikededir. Çünkü yayın için ayrılan para bitmiştir. Okuyucuları acilen yardım etmezse “Büyük Doğu” yayın hayatına son verecektir.

Bu mealdeki yazıyı dinleyen Bediüzzaman Hazretleri çok duygulanır ve “Zübeyr, Büyük Doğu’ya yardım edelim” der. Zübeyr ağabey, “Peki üstadım” diye cevap verir. Fakat “Bu yardım nasıl ve ne ile yapılacaktır?” diye düşünürken, Bediüzzaman Zübeyr ağabeye dönerek;

“İki yorganım var, biri bana kâfi... Diğerini satın, parasını Büyük Doğu`ya gönderin” der. Vehbi Vakkasoğlu bu yardım şeklini anlatır ve sözü şöyle bağlar: “Biri yazlık, ince; diğeri kışlık, daha kalınca iki yorgan... Ve biri “Büyük Doğu`ya kurban.”

Bediüzzaman da Necip Fazıl’a şu mesajı iletecektir: “Biz bir ağacın meyveleriyiz. Aramızda ayrılık-gayrılık yoktur. Ders almak ve kaynak bakımından aynı yere gidiyoruz.”

Evet, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni de Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i de tekrar rahmetle anarken, sözü Necip Fazıl’ın şu müthiş nefis manifestosuyla tamamlayalım:

“Dünyanın ve her şeyin mutlak sahibini, has aynası olan gönüllerde, mutlak sahiplik tecellisine davet etmeyi bilecek miyiz, bilmeyecek miyiz? Bilmeyeceksek bilelim ki bir saniye ilerimizde, artık bir daha zerrelerimiz yan yana gelmemecesine müthiş patlama ânı var!..

vakit
 
E

Ebu İbrahim

Rabıtayı anlamadığı, bilemediği, delillerini çözemediği için inkar edenler var ya; Asr-ı Saadette yaşasalardı, Ashabın mallarıyla, kanlarıyla, canlarıyla Resulullah Efendimizin çevresinde nasıl pervane olduklarını görselerdi; Ona duydukları aşktan ve sevgiden ciğerlerine kadar yandıklarına kokusundan şahit olsalardı; Onu sohbetlerinde nasıl yana ve yakıla yad edip Ondan nasıl bahsettiklerini dinleselerdi; Allah bilir cümlesini Müşrik ilan eder çeker giderlerdi.. Nasip olmayacak ya..

Sana bir soru sorayım...

NUH A.S ın kavminin helak olmasına sebep olan olay ne idi...?

23. Ve dediler ki: Sakın ilâhlarınızı bırakmayın; hele Ved'den, Suvâ'dan, Yeğûs'tan, Ye'ûk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin! NUH SURESİ..


MUHAMMED S.A.S Mekkeli müşrikler ile yaşadığı müşkilat ne idi...?

Lat, Menat, ubel kimdi..?

Mekkeliler onları hangi mertebeye oturtmuşlardı..?
 
E

Ebu İbrahim

Ulûhiyette şirk:

Kişinin ibadetinde, sevgisinde, korkusunda, ümidinde ve sığınmasında Allah'a ortak koşmasıdır.

Bu Allah'ın tevbe edilmedikçe bağışlamayacağı şirktir.

Allah Teâlâ:

"O inkar edenlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse geçmişteki günahları bağışlanır; yok yine isyana dönerlerse kendilerinden önceki ümmetlere uygulanan ilahi kanun geçmişti, artık onu beklesinler!" (8 Enfâl; 38)
buyurmaktadır.

Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in Arap müşrikleriyle savaşması da bu sebeptendi. Çünkü onlar, "Ulûhiyette" Allah'a şirk koşmuşlardı.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan bazıları Allah'tan başkalarını (Allah'a) denk tutarlar. Onları Allah'ı sevdikleri gibi severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler. Zulmedenler (ahiretteki) azabı gördüklerinde bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının şiddetli olduğunu muhakkak göreceklerdir." (2 Bakara 165)


E lâ lillâhid dînul hâlis(hâlisu), vellezînettehazû min dûnihî evliyâ, mâ na’buduhum illâ li yukarribûnâ ilallâhi zulfâ, innallâhe yahkumu beynehum fî mâ hum fîhi yahtelifûn(yahtelifûne), innallâhe lâ yehdî men huve kâzibun keffâr(keffârun).

Dikkat et, halis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp kendilerine bir takım dostlar edinenler: Onlara, bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola iletmez.
(39 Zümer 3)


"İlahları tek bir ilah mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir, dediler" (38 Sâd 5)

Yine şöyle buyurur:

"Her inatçı inkarcıyı, iyilikleri durmadan engelleyip, zalim ve şüpheci olanı, Allah'ın yanında başka ilah benimseyen kişiyi cehenneme atın, onu çetin azaba sokun." (50 Kaf 26)



Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Husayn'a:

"Kaç (ilâh)'a tapıyorsun?" dedi.

"Altısı yerde, biri de gökte", diye cevap verdi. Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"İsteyerek ve korkarak yaptığın hangisidir?" dedi.

"Gökte olan" karşılığını verdi. Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem):

"Sana bazı sözler öğretsem müslüman olmaz mısın?" dedi.

Adam müslüman oldu. Resûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona şöyle demesini tavsiye etti:

"Allah'ım bana hidayetimi ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru"
(Tirmizî, Deavât 69)



Rubûbiyete gelince;onu ikrar ediyorlardı.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki onlara" Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorarsan "Allah'tır" derler." (31 Lokman 25)

"(Ey Muhammed!) De ki: "Biliyorsanız söyleyin, Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"

"Allah'ındır" diyecekler. "Öyleyse ders almaz mısınız (öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?) de" .

"Yedi göğün Rabbi ve o yüce arşın Rabbi kimdir?" de.

"Allah'tır" diyecekler. "Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?" de."

"Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?" de.

"Allah'tır" diyecekler. "Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?" de. "Hayır! Biz onlara gerçeği getirdik ama onlar yalancıdırlar." (23 Mü'minûn 84-89)


Onlardan hiçbiri, putların yağmur yağdırdığına, âlemin rızkını verip onu idare ettiğine inanmıyordu.

Şirkleri, zikrettiğimiz gibi, sadece Allah'a benzer tanımaları ve bu benzer tanıdıklarını Allah'ı severcesine sevmeleriydi.

Bu da gösteriyor ki, kim Allah'tan başka birşeyi Allah'ı sever gibi severse, müşriktir.

Nitekim bu durumu şu âyetlerde dile getirilmektedir:

"Onlar orada (putlarıyla) çekişerek dediler ki: 'Vallahi biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz! Çünkü sizi âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk" (26 Şuarâ 96-98).

Aynı şekilde:

- Birinden Allah'tan korktuğu gibi korkan,

- Allah'tan ümit ettiği gibi birine ümit bağlayan

- ve benzeri tavırlar içerisinde bulunan da "şirk koşmuş" olur.
 
E

Ebu İbrahim

Vehhabiler, Peygamberleri ve salih kullardan Evliyayı vasıta yaparak, onları şefaatçi kılarak, Allahü teâlâdan dilekte bulunmaya ve Allahü teâlânın keramet olarak onlara verdiği kuvvet ile sıkıntıdan kurtarmalarını istemeye ve Allahü teâlânın bir dileğe kavuşturması veya bu sıkıntıdan kurtarması için, kabirlerine gidip, onlardan şefaat istemeye inanmıyorlar.

Dünyada bir şeye kavuşmak için, diriler sebep yapıldığı halde, ölülerin de, bir şeye kavuşmak için sebep yapılmasına bir türlü inanmıyorlar


KABİR EHLİNDEN YARDIM



MÜRİT- Şu hadisi kabul etmediğini söylemişsin:İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz.( Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) başkanlığında bir heyet, Ruhul-Furkan Tefsiri İstanbul 1992 c. II, 82)
Bunun nesine karşı çıkıyorsun. Kabir ehlinden yardım istemek onlardan ibret almak demektir.


CEVAP-
Öyleyse neden kabir ehlinden ibret alın denmiyor da onlardan yardım isteyin deniyor. Hadis diye uydurulmuş o sözün Arapçasında istiânede bulunun, yani yardım isteyin, ifadesi geçer. Halbuki Fatiha suresinde Yalnız senden istiânede bulunuruz anlamında iyyâke nestaînâyeti vardır. Bu âyet, yardımı tek bir yerden, yani yalnız Allahtan dilememiz gereğini ifade eder. O zaman yukarıdaki sözle bu âyet açıkca çatışmıyor mu?Fatihayı her namazda okuyup bu anlamı hep zihnimizde diri tutmamızın bir sebebi yok mudur?Yukarıdaki sözü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme mal edenlerin yanında yer almak size ağır gelmiyor mu? Hiç düşünmez misiniz, temel görevi Kuranı anlatmak olan Hz. Muhammedin Kurana aykırı bir sözü olur mu? Sonra bu sözü Hz. Muhammedden duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir söz söylemiş olan yok. Bunu nakletmiş sahih bir hadis kitabı da yok. Bunların hiç biri yok.Bunu size duyuralı çok oldu ama bu konuda siz de bir şey getiremediniz. Çünkü olmayan şey getirilemez.

MÜRİT-Aclûnînin Keşfül Hafâ adlı kitabında varya. Onun kitabında olması bizim için yeterlidir. Aclûnî büyük bir hadis alimidir. O da İbni Kemâlin el Erbaîninden almış.

CEVAP- Aclûnî bu eserini, halk arasında hadis diye bilinen sözlerin doğrusu ile asılsız olanını ortaya koymak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Aclûnî, kitabının başında Hafız ibni Hacerin şu sözünü naklediyor: Aslı olmayan hadisi kim nakletmişse Buhârînin Sülasiyyatında rivayet ettiği, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözünün kaps***** girer : Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse Cehennemde oturacağı yere hazırlansın.(İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşful-hafâ, Beyrut 1988/1408, c. I, s. 8.)

Sonra alfabetik olarak hazırladığı kitabında hadislerin kaynaklarını veriyor. Ama bu sözle ilgili olarak sadece İbni Kemal Paşanın el Erbaîninde böyle geçmiştir ifadesini kullanıyor. İbni Kemal Paşanın bu eserine baktığımızda da hadis diye söylediği o söz için hiçbir kaynak göstermediğini görüyoruz. Bu sebeple aslı astarı olmayan bu sözü hadis diye nakledenlerin Cehennemde oturacakları yere hazırlanmaları gerekir.

MÜRİT - Yaşayan bir insandan yardım istemiyor muyuz? Bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur( Ruhul Furkan, c. II, s. 67)
ve daha çok yardım yapma imkanı elde eder. Bunlar bir çok tasarruflarda bulunurlar.

CEVAP- Yaşayan insandan yardım isteme konusuna biraz sonra geleceğiz. Ama veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunun Kurandan ve Sünnetten bir dayanağı var mıdır? Hz. Muhammed de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde ona salat ve selam getiririz. Yani Allahın rahmeti ve ebedi mutluluk onun olsun deriz. Böylece Allahtan Peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını isteriz. Ama hiç bir duamızda Hz. Muhammed den bir isteğimiz olmaz. Çünkü o zaman Hıristiyanların Hz. İsaya yaptığını biz Hz. Muhammede yapmış oluruz ki bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey olmaz.Ölmüş bir velinin daha çok tasarrufta bulunduğunu, yani daha çok iş çevirebildiğini ifade ettiniz. Bu konuda dayanağınız nedir?

MÜRİT- Bir veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunu söyleyen bazı büyük alimler var.

CEVAP- Ama her şeyi bilen Allahın kitabında bunun böyle olmadığına dair açık âyetler vardır.

Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.(Zümer 39/42)

Bu âyete göre Allah, ölülerin ruhunu, belli bir yerde, berzah aleminde tutmaktadır.Kabirdekilerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.(Fatır 35/22)

Hz. İsa aleyhisselamın ahirette yapacağı konuşmayı veren şu âyet üzerinde düşünmek gerekir.

İçlerinde bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.(Mâide 5/117)


Büyük Peygamber Hz. İsa öldükten sonra ümmetinden habersiz oluyorsa ölen bir velinin ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olması nasıl kabul edilebilir?

Herhalde şu âyet konuya nokta koyacaktır

.Allahın berisinden Kıyamete kadar kendisine cevap veremiyecek olana dua edenden daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların duasından habersizdirler. (Ahqâf 46/5)

Bazı meâller, âyetlerde geçen dua kelimesini ibadet diye tercüme ederek garip bir tutum içine girmişlerdir. Mesela bu âyette dua manasına iki ifade vardır. Bunlar ve kelimeleridir. Bu kelimeleri yabudu ve ibadet diye tercüme etmek doğru olmaz. Çünkü Kuranı Kerimde o iki kelime de geçer. Her şeyi bilen ve yerli yerine koyan Allah dileseydi burada o kelimeleri kullanırdı. Örnek olarak Hasan Basri ÇANTAYın ayete nasıl meal verdiğine bakalım. Allahı bırakıp da kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek kişiye nesneye tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar onların tapmalarından da habersizdirler. Bu gibi mealleri okuyanlar, âyeti puta tapanlarla sınırlayacak ve yaşadığı hayatla ilgilendirmeyecektir. Arapça tefsirlerde duanın ibadet manasına olduğu ifade edilir. Bir Arap için böyle bir açıklamaya ihtiyaç vardır. Çünkü Hz. Muhammed sallalahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: Dua ibadetin kendisidir. (Tirmizî,Dua 1, 3371 nolu hadis.) Arap o açıklamayı okuyunca duanın ibadet demek olduğunu öğrenmiş olur. Ama yukarıdaki meali okuyan bir Türkün böyle bir şeyi öğrenmesi imkansızdır. Bu bakımından Türkçe meal yapanların bu gibi hususlara dikkat etmesi gerekir. Bu mealde, âyet metninde geçen Allahın dunundan ifadesi Allahı bırakıp da şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme de yanlış anlamalara yolaçar. Yani bu tercümeden Allahtan başkasına dua edenlerin Allahı büsbütün devre dışı bıraktıkları anlaşılabilir. Halbuki Allahtan başka velilere tutunanlar, onların hep Allaha çok yakın olduğuna inanmışlardır. Hiç bir kâfir veya müşrik, hiç bir gayrimüslim Allahın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allaha boyun eğer gibi onlara da boyun eğerler.Ateistler Allahı inkar ettiklerini söylerler ama başları daralınca Allaha sığınırlar. Bu onların inkarda samimi olmadıklarını gösterir.

MÜRİT- Kabirlere giderek hastalıklarına şifa bulanlar var. Bunlar en güvenilir zatların ağzından anlatılıyor, ona ne diyeceksin?

CEVAP- Benim bu gibi konularda bir şey söylememe gerek yok. Çünkü okuduğumuz ayetler bunun olamayacağını haykırıyor.

MÜRİT- Bir değerli büyüğümüz bayram sohbetinde şöyle demiş:

Benim bir hemşirem kızkardeşim vardı, yürüyemezdi. Adanada o zaman bulunan bütün doktorlara gittik, dışarıda hepsine gösterdik çare bulamadılar. Nihayet bize dediler ki, Toroslarda bir zatın türbesi var, hastayı götürün orada bir gece durdurun. Allahın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur. Biz artık her türlü tıbbî ümidimiz kesildikten sonra oraya annemle birlikte hemşiremi sırtımızda götürdük. Geceleyin hemşirem birden bir feryad etti. Annem, acaba aklına, şuuruna bir şey mi oluyor, korkuyor mu? diye hemen yanına fırladı. Hemşirem halâ bağırıyordu. İyi oldum, iyi oldum, yürüyorum, aman Allahım diye haykırıyordu. Biz de hayretle yanına vardık. Sabahı beklemeden oradan döndük. Sırtımızda götürdüğümüz hemşirem yürüyerek eve geldi.(Bir Bayram Sohbeti, Altınoluk Mecmuası, Şubat l997, s. 13.)Bu değerli zatın sözü ve tecrübesi bizim için önemlidir. Bu konuda sen ne diyeceksin?

CEVAP- Kabir ehlinden yardım istenebileceği kabul edildikten sonra arkasından ister istemez böyle şeyler gelecektir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuyor mu ki, İnsan ölünce ameli yani işi biter. Üç kişi bunun dışındadır.Sadakai câriyesi olan, yararlanılan bir ilim bırakan ve kendi için dua eden salih bir evladı olan.(Müslim, Vasiyyet 14 Ebû Davud Vesâyâ 14 Neseî, Vesâyâ 8)

Sadakai câriye, cami, çeşme ve köprü gibi halkın yararlandığı şeylerdir. Bunlardan insanlar yararlandıkça bu şahsın işi devam etmiş olur ve onun sevabından alır.Yararlanılan ilim de sadakai câriye gibidir. Yaptığı bir ilmî çalışmadan insanlar yararlanıyorlarsa bu şahsın işi o konuda devam ediyor demektir ve bunun sevabından yararlanır. Hayırlı evlat da böyledir. Bunların hepsi hayatta iken yaptıkları işlerin birer devamıdır. Yoksa insan ölünce yapacağı bir işi kalmaz.Anlattığınız olayda Allahın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur diye bir söz geçti. Ölülerin diriler için duacı olmaları diye bir şey yoktur. Bu olabilseydi herkes hastasını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kabrine götürürdü. Her halde onun dua ve ruhaniyeti daha etkili olurdu.Her türlü tıbbî ümidin kesilmesinden sonra bir ölünün kabrine gidip ondan şifa beklemek akıl kârı mıdır? Hiç düşünmez misiniz, dirilerin yapamadığı şeyi ölüler nasıl yapar?

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin. (Fatır 35/22)

Aslı astarı olmayan işleri halkın değer verdiği kişilerin yapması, üstelik iyi bir şey yapmış gibi tutup onu insanlara anlatması ne kötü.

MÜRİT-Ben bu zatın doğru söylediğine bütün kalbimle inanıyorum. Sen şimdi bunun olmadığını mı iddia ediyorsun?

CEVAP- Benimkisi bir iddia değildir, ayet ve hadislerin hükmüdür.O hasta orada gerçekten şifa bulmuş olabilir. Ama bir ölünün şifaya vesile sayılması asla kabul edilemez. Dünyada sadece bu olay olmuyor ki, her türlü olaylar oluyor. Önemli olan bunların doğru yorumunu yapmaktır.Aslında biz sırat köprüsünü bu dünyada geçiyoruz. Yanlış bir yorum ayağımızı kaydırabilir. Mesela Kadirî tarikatına mensup kişiler vucutlarına şiş batırırlar. Bazıları bunu, o tarikata mahsus bir keramet sayar. Diğer taraftan Hintliler özel dini günlerinde vücutlarına kılıç saplarlar. Keser sapı kalınlığındaki kamışları bir yanaklarından sokup diğer yanaklarından çıkarırlar. Eğer Kadirilerinki kerâmet ise bunun mucize sayılması gerekir. Aslında her ikisinin de dinle bir ilgisi yoktur. Yanlış olan onu din ile ilgilendirmektir. Bu bir hipnoz olayıdır. Hipnoz sayesinde bazı ameliyatlar uyuşturulmadan yapılıyor da hasta bundan dolayı bir acı hissetmiyor. Ben televizyonda bu şekilde bir açık beyin ameliyatı gördüm. Doktor ameliyatla meşgul iken hastaya, bir acı duyup duymadığı soruluyor, o da gıdıklanma gibi bir şeyler hissettiğini ama acı duymadığnı söylüyordu.

MÜRİT- Öyleyse kabrin başında şifa bulma olayını da izah et.

CEVAP- Bakın Kuranı Kerimde şeytan çarpmasından bahsedilir. Şöyle buyurulur:

Faiz yiyenler, sersemliklerinden dolayı başka değil, sadece şeytan çarpmış kimseler gibi doğrulurlar.(Bakara 2/275)

Şeytan çarpmış kimselerin nasıl doğrulduğu bilindiği için ayette bunun izahı yapılmamıştır. Şeytan çarpması elektrik çarpması gibi bir şeydir. İnsanı felç edebilir. Bazı organlar çalışamaz hale gelebilir. Tam doğrulamaz, yürüyemez, sersem gibi olur. Tıp buna çare bulamaz.O hanımefendiyi de şeytan yani cin çarpmış olabilir. Çünkü şeytan cinlerin kâfir olanıdır.Şeytan onların, bir kabir başına gelip, ölüden medet umduklarını görünce hastayı bırakmış olabilir. Çünkü şeytan tecrübesiyle bilir ki kabir başları insanların duygu yüklü oldukları yerlerdir.Onlar burada kolayca saptırılabilirler.Şeytan insanı saptırmak için her yolu kullanır. Zira o, Allahtan yetki alınca şöyle demişti:

İşte senin beni azgınlığa uğratmana karşılık andolsun ki, ben de senin doğru yolun üzerinde oturacağım.Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarındanlara sokulacağım. Sen de onların pek çoğunu artık sana şükreder bulamayacaksın. (Araf 7/16-17)

Mutlaka böyle olmuştur demiyorum ama bu kuvvetli bir ihtimaldir. Fakat o ölünün dua ve ruhaniyeti ile şifa bulmanın ihtimali yoktur.

İyi bilin ki Allahın velilerine korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Bunlar inanmış olan ve takva ehli bulunan kimselerdir.(Yunus 10/62-63)

Demek ki, inanıp takva ehli olanlar Allahın velisidir.Takva ehli olanların kimler olduğu da Bakara suresinin baş tarafında bildirilmiştir. Bu âyetlere göre Onlar gayba inanan, namaz kılan, kendilerine verilen rızıktan yerli yerince harcayan, Hz. Muhammede ve ondan önceki elçilere indirilene inanan, ahireti kesinkes kabul eden kimselerdir.(Bakara 2/2-4) Kuranda veli tanımı bu iken siz niçin başka bir tanım yapıyorsunuz? Veli, dost demektir. Karşıtı düşmandır. Bütün müminler Allaha dost yani Allahın velisidir. Kimileri şeytanı da veli edinir.

Kim Allahın berisinde şeytanı da veli edinirse doğrusu açık bir biçimde kaybetmiş olur.(Nisa 4/119)

Dostluk karşılıklı olur. Müminler Allahın velisi olduğu gibi Allah da müminlerin velisidir. Şeytan da kendini veli bilenlerin velisidir. Allah müminlerin velisidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Allahı tanımazlık edenlerin evliyası da zorbalardır. Bunlar onları aydınlıktan karanlıklara sokarlar. Onlar cehennemlik kimselerdir. Orada devamlı kalacaklardır.(Bakara 2/257)

Allaha andolsun ki, biz senden önceki topluluklara da elçiler göndermiştik. Ama şeytan onların yaptıkları işleri kendilerine güzel göstermişti. O, bugün de onların velisidir. Onlar için acıklı bir azap vardır.(Nahl 16/63)Şeytanları inanmayanların evliyası kıldık.(Araf 7/27)

Onlar Allahın berisinden şeytanları kendilerine evliya edindiler. Zannediyorlar ki, doğru yoldadırlar.(Araf 7/30)


Müminler birbirlerinin velisidirler.Sakın ola müminler müminlerin berisinden kafirleri kendilerine veli edinmesinler. Her kim böyle yapacak olursa artık Allahtan hiç bir şey beklemesin. Ancak bunu onlardan korunmak için yapmışsa o başka.(Ali İmran 3/28)

Bu konuda çok âyet vardır.Dostluğun dereceleri olur. Öyle insanlar vardır ki, Allaha iyi bir kul olmak için elinden geleni yapar malını, canını ve her şeyini onun yoluna koyar. Tabii ki Allahın böylelerine olan dostluğu fazla olur.Sana vahyettiğimiz Kitap gerçeğin ta kendisidir. Kendinden öncekileri de doğrulamaktadır. Allah kullarından, kesinkes haberdardır ve onları görmektedir.Sonra bu Kitabı kullarımız içinden seçtiklerimize bıraktık. Onlardan kimi kendini yanlışa sürükler, kimi orta yolu tutturur, kimi de Allahın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte faziletin büyüğü budur.(Fatır 35/31-32)

Bu büyük fazileti elde edenler her zaman Allahı kendileriyle beraber hissetmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşarlar. Karşılaştıkları güçlükleri gözlerinde büyütmez, Allahın izniyle üstesinden geleceklerini bilir, Allaha dayanarak yollarına devam ederler. Bunların sıkıntıları hep görünüştedir, içleri daralmaz.

EVLİYÂNIN YARDIMI

ŞEYH EFENDİ- Abdülkadir Geylânî hazretleri bir şiirlerinde buyururlar ki:
Müridim ister doğuda olsun ister batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada

CEVAP- Bu Kuranı kerimin çok sayıda âyetine açıkca aykırıdır.

Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz.(Neml 27/62)

Güç yetirilemeyen konularda Allahdan başkasından yardım istenir, o da yardıma koşarsa artık kim Allaha sığınma ihtiyacı duyar?

ŞEYH EFENDİ- Sen Abdülkadir Geylaniye inanmıyorsan seninle konuşacağımız bir şey yoktur.

CEVAP- Abdülkadir Geylaniye inanmak imanın şartlarından değildir ama Kuranı Kerime inanmak gerekir. Bana göre bu zatlarla ilgili bilgilerin çoğu uydurmadır. Yukarıdaki şiir o uydurmalardan biridir. Allahın Peygamberi için milyonlarca hadis uyduranlar Abdülkadir Geylani için, Mevlânâ için, İmam Rabbânî için niye bir şeyler uydurmasınlar ki? Ama Abdülkadir Geylaninin kendisi gelip bu sözü söylese, bir bildiği vardır, demez tereddütsüz reddederiz. Çünkü biz ahirette Abdülkâdir Geylaniden değil, Kurandan hesaba çekileceğiz.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
NAKŞİ SIRRIDIR KAVGAM...
Asırlarda Halidîlerin Damgası var ...
Bülbül güle sevdalıdır denir ya; işte bülbülün derdi-tasası, rüyası, umudu, türküsü-şiiri, kısacası ötüşü bile güle dairdir. Bülbül, dünyanın her yerinde gülün derdindedir. İster Dicle kenarında olsun; ister Tuna boylarında uçsun, bülbülün arayışı hep güldür. Siz de bülbül gibi Allah dostlarının bahçesini aramaya başladığınızda, karşınıza nice güller çıkar.

Buram buram Resulullah Efendimiz (sav) kokan Allah dostlarını ararsanız tan yeri ağarırken; gülün kırmızı yaprağından çiğ katresinin sızması gibi; Güllerin Efendisi’ne sevdalı Hak aşıklarının gözlerinden süzülen gözyaşının, Allah Aşkından kaynaklandığını anlarsınız.

Tasavvuf bir çiçek bahçesidir. Kar gibi beyaz sarıklı hocaların ders verdiği camilerdeki çinilerde bile tasavvufu, ümmetin sevdasını bulursunuz.

Çinilerde lale, tevhidi; gül, Efendimizi; karanfil ise mürşidi simgeler. Lale’ye aşık, güle meftun karanfilleri bulmak, tanımak o kadar zordur ki. Ancak nasibi olanlar, Hak aşıklarını tanıma ve sevme bahtiyarlığına erişebilirler.

Nasıl Osmanlı ecdadımızın İznik Çinileri hala sırrını koruyorsa; Hak Aşıkları da kendilerini çinilerin sırları gibi saklarlar. Ancak vazife-i irşad için tasavvuf imbiğinden sızanların içinde kimler yoktur ki?

Tevazu, vefa, muhabbet, sevgi, sevda dolu bu sırlar dünyasından kimler geldi, kimler geçti? Osmanlı’nın yaşlı çınarları, Fatih Camii’nin o geniş kubbeleri, kim bilir hangi Hak aşıklarının zikrini duymakla bahtiyar oldu? Ümmetin köklü ve derin tarihini geçin; son asırda bu koca dünya, kimlerin ayak izlerine şahit oldu? Kimlerin; hangi Hak aşıklarının gözyaşları seccadeleri ıslattı?

Şeyhinin sağlığında hilafetinin açıklanmamasını isteyecek kadar tevazu sahibi Seyyid Muhammed Hüseyni Hazretlerinden bahsedebiliriz mesela. Yada mahdumu Gavs-ı Kasrevi olarak tanınan Seyyid Abdulhakim Arvasi’ye Suriye yollarında rastlarız. Kaçakçıların geçtiği yollardan mayın tehlikesine aldırmadan yapılan ondört seferin sonunda gelen makamı, Gavs-ı Azamlık’tan dem vururuz…

Kaçakçıların da amacı ticaretti, Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni Hazretlerinin amacı da... Ama bir tarafın ticareti dünyalık içindi, Gavs’ın ticareti ise ahiret için. Bir taraf ucuz mal peşinde koşuyordu; Gavs ise dünya ve ahiretten daha hayırlı olan Muhabbet-i İlahi’nin… Kaçakçılar, sonunda bir mayın patlaması sonucu ölürken; Seyyid Abdulhakim Hüseyni’nin Şah-ı Hazne’ye giden yolda marifetullah sırrına erip veliyullah oluşuna şahit oluyoruz.

Yalova’ya gidelim mesela. Güneyköy’de, Şeyh Ziyaeddin Dağistani Hz.lerini buzlu havalarda soğuk su ile erbainde guslederek, bin bir meşakkate rağmen, hakkın rızasını aramasının hikayesini dinleriz.

Bayburt’a uzanırsak belki, Dede Paşa Hazretlerinin ağzından dökülen hikmet yüklü inci tanelerini şaşkınlıkla dinleyebiliriz. Rufai Şeyhi Hacı Mevlüd Baba’nın aşktan yanmasını görebiliriz. Belki Giresun’a geçersek, Halveti-Şabanî Şeyhi Mehmed Emin Efendi Baba’nın Keşap’taki evinde şirin Şabanî tacıyla; gül yüzlü, nur sözlü dervişleri ile hemhal oluruz.

Bakınız; Şabanilikte sarık, yani tac-ı şerif çok önemlidir. Taçsız, yani sarıksız gelen, derse alınmadığı gibi tac-ı şerifin rengi dahi önemlidir. Yeşil Allah Resulüne tahsis edilmiştir ve dahi varis-i enbiyalık makamına, yani irşad haline ermemiş dervişânın yeşil rengi giymesi yasaktır. Halvetiliğin diğer kolu Cerrahi Şeyhi Muzaffer Özak’tan; kitaba sevdalı sahaflar şeyhinden ve eliyle Müslüman olan yabancıların devranına girmek, insanı nasıl bir cezbeye sürükler, bir düşünsenize!..

Ramazanoğlu Sami Efendi’yi zikretmeden, Hak aşıkları anlatılabilir mi hiç? Osmanlılardan daha eski bir aile olan; Ramazanoğullarına mensup bu şehzade, mirat-ı Resulullah’tır. Ailesinden kalan altı asırlık mal varlığını, haram endişesi ile reddedecek kadar hassas bir yapıya sahip olan Sami Efendi Hazretleri; uzun yıllar eserlerini yeni harfler ile bastırmaya müsaade etmeyecek kadar Osmanlı’ya tutkundur.

Suriyelilere Hac yolculuğu esnasında “edep Türklerdedir.” dedirtecek kadar edep ve haya numunesi olan Sami Efendi (ks), son hastalığında dahi ayaklarını uzatıp yatmayacaktır. Hani derler ya; “Yol, baştan aşağı edeptir” işte, Sami Efendi’de yolu, yani edebi görürsünüz. Kapısında yemek bekleyen köpeğe bile ‘köpek’ demez. Koca Sultan; damadı ve Halifesi Musa Efendi’ye “birisi yemek istiyor” diyecek kadar yaratılanı sever. Bu haliyle, hayvan hakları savunucularına nasıl da güzel bir ibret oluyor değil mi?

Otuzyedi ilin müftüsüne tarikat talim ettiren Şeyh Muhammed Masum Norşini’yi; Ehl-i Sünnet karşıtı akımlara karşı son devrin ciddi eser veren alimlerinden Molla Sadreddin Yüksel Hocaefendi’yi, Hz. Ebu Bekr gibi halim, Hz. Osman gibi cömert Musa Topbaş Efendi’yi burada anmamak olur mu?

Halil Nurullah Zağrevi Hazretlerinin haftada bir Kur’an-ı Kerimi hatmettiğini söylemeden geçmek de olmaz. Haftada bir hatim dedim de; aklıma Mehmed Ruhi Kulevî (r.aleyh) geldi. Halveti-Uşşaki yolunun bu kutlu mürşidi de haftada bir hatmeder ki; takvası, zühdü; Ege ovalarında; Gediz nehrinin kenarlarında hala dillere destandır.

Mehmed Ruhi Efendi’nin büyük şeyhi Saruhanlı Abdurrahman Sami Efendi (ks) da son asrın sultanlarındandır. Abdurrahman Sami Efendi, irşadını Uşşaki’den yapar ama başta Nakşi-Halidi olmak üzere pek çok tarikattan da icazetlidir. Fatih Medreselerinden gelen bir allamedir. Dini ilimlerde zirvede olduğu gibi dünyevi ilimlerden kimyada uzmandır aynı zamanda. Üstelik son devrin önde gelen divan şairlerinden birisidir. Aruz veznine hakimdir. Şimdi bakmayın siz; kapı gıcırtısına; mide gurultusuna benzer dörtlükleri ‘şiir’ diye yutturmaya kalkanlara; Abdurrahman Sami Efendi’nin Divanı, sizi Arşın ötesine; kalbin zümrüt tepelerine götürür…

Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe şiirler yazan; Divan Edebiyatının doruklarına uzanan Erbilli Esad Efendi’den (r.aleyh) bahis açmamak olmaz. Esad Efendi büyük şairdir; lakin o, vaktini şiire değil irşada verir. Halidi şeyhidir çünkü. Halidi şeyhidir ama aynı zamanda Meclis-i Meşayih (Osmanlı zamanındaki resmi Şeyler Meclisi) reisidir. Şeyhlerin hangisinin altın; hangisinin ‘mangır’ olduğunu belirleyen heyetin reisidir Erbilli Esad Efendi.

Aruz vezni ve divan edebiyatına söz gelince Erzurum’a uzanmamak; Alvarlı Muhammed Lütfi Efendiyi (ks); dadaşların deyimiyle Efe Hazretlerini hatırlamamak, o meşhur beytini;

Herkes yahşi men yaman,
Herkes buğday men saman

deyişini; divan şiirindeki maharetini zikretmemek mümkün müdür?

Erzurum gibi karın kalkmadığı; imkansızlığın silinmediği bir coğrafyada, böyle bir Enderun alimi nasıl yetişti diye şaşırırsınız. Bu işlere yabancıysanız şaşarsınız; ama biraz kalp ikliminden nasibinizi almışsanız; boyun büker; ‘Efe Hazretleri de Nakşi Halidi şeyhidir ne de olmazsa’ dersiniz.

Kökü Asrı Saadete Uzanan Yol; Halidiyye

Dergimizin yayın yönetimi, bizden Ekim sayısı için Halidiliğin seyri ve son dönem Gönül Sultanları, konulu bir yazı talep ettiğinde, şöyle bir durdum... Beş-on saniyelik bu duruşumun altında; koca bir tarihin nasıl yazılacağı düşüncesi vardı. Halidiliği anlatmaya kalkışmak; yaşlı dünyamızın en uzun ve en çetin son iki asrını anlatmaktır. Miladi 19. ve 20. asırlar; insanoğlunun belki de en zor devreleri. Bu en zor devrenin; en önemli odaklarından birisi de hiç kuşkusuz Halidilik’tir.

Televizyonlarda görmüşsünüzdür; sosyologlarımız, araştırmacılarımız Türkiye’deki cemaat/tarikat yapılanmalarını değerlendirirken, çoğunlukla Nakşileri toplumun “varoşlarına”(!) hitap eden bir hareket olarak gösterirler. Halbuki işin aslı bundan çok daha farklıdır.

İşin detaylarına girildiğinde, Halidiliğin tesir etmediği, İslami manada hitap etmediği, muhatap almadığı herhangi bir toplumsal katman yoktur, dense yeridir. Çünkü onlar her eve ve çadıra İslam’ı sokmanın derdindedirler.

Halidilik; gerek yayıldığı coğrafi alan, gerek etki alanı açısından müslüman toplumlar içerisindeki en büyük dini, fikri, kültürel, iktisadi ve sosyal harekettir. Kafkas Dağlarından Yunanistan’daki Yanya şehrine; Mekke-i Mükerreme’den Komor Adalarına kadar çok geniş bir saha da nüfuz bulan Nakşi-Halidi yolunun izleri; ümmetin soluk aldığı her yerde mevcuttur.

Bu kadar geniş bir coğrafyada; fıkıhtan hadise kadar tüm İslami ilimlerde, büyük ve derin izler bırakan Halidi ekolunu biraz da olsa anlamak için gelin Halidi Tekkelerine bakalım. Rastladıklarımızı değerlendirmeye tabi tutalım.

Her Halidi Tekkesi; aynı zamanda bir medresedir. Büyük Selçuklu Veziri Nizamü’l Mülk’ün temelini attığı medrese sistemi; Hoca (Seyda) yetiştirmeyi hedefleyen ve bu hedefe uygun yetişen hocalar ile ümmet-i Muhammed’in kalplerine itikadi virüslerin; ibadetlerine de ameli bidatlerin girmesine engel olmaktır.

Alemlerin Efendisine (sav) dayanan silsileleri ile Halidi Meşayihleri; bu medreselerde oniki temel ilmi tahsil ederek, hocasının onayı olan ilmi icazetle yani, diploma ile olgunluğunu ispat etmemiş kişilere, tasavvuf icazeti (irşad izni) vermemeyi temel prensip olarak benimsemişlerdir.

Böylelikle hem Tarikat-i Aliyye vasıtasıyla toplumun itikadi sapmalarına engel olunmuş; hem ibadet hayatına karışmış bidatler temizlenmiş; hem de irfani mektep olarak ahlak tezhibi ve kalbin safileşmesi sağlanmıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi (ks)’dan beri binlerce ‘ümmi’ (yeteri kadar zahiri ilmi olmayan) veli yetiştiren Halidilik; ümmi şeyh çıkarmamıştır. İrşad müsadesi verilen şeyhlerin yanında da muhakkak kuvvetli hocalar bulundurulmuştur.

Bu noktadan hareketle bir misal verecek olursak; Mevlana Halidi Bağdadi (ks) Hazretlerinin halifelerinden ve cenaze namazını kıldıran, ‘Reddü’l Muhtar’ın yazarı İbn-i Âbidin (ks)’yu ve ‘Ramuzu'l-Ehâdis’ ve ‘Levâmiul-Ukûl’ kitaplarının müellifi Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi Hazretlerini zikretmek mümkündür.

 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Nakşilikte Dört Tecdit Ekolü

Halidiliğin ilme bu kadar önem vermesinde, içinde yetiştiği ve Hacegan yani ‘Hocalar yolu’ olarak da bilinen Nakşiliğin de tesiri büyüktür. Nakşilik, tarihin akışı içinde, diğer irfan mekteplerinden ayrılmasına yol açan birkaç tecdit hareketi geçirmiştir.


Hace Abdulhalik-i Gücdevani (ks) ile dervişlerin şatahata kapılmaları önlenmiş (şatahat; zahiren şeriata aykırı sözlerin manevi sarhoşluk ile söylenmesi), Hazreti Pir Muhammed Bahauddin Buhari Şah-ı Nakşibend (ks) ile bir kısım ulemanın riyaya kapılma endişesi taşıdığı cehr-i zikirden kalbi zikre dönülmüş ve üveysiliğin hayatta olan bir şeyhin gözetiminde olması gerektiği gösterilmiştir. İmam-ı Rabbani (ks) ile de vahdet-i vücut halinin nakıslık olduğu ve Ehl-i Sünnet itikadına tam uygun olan ve kemal makamının vahdet-i şuhud hali olduğu beyan edilmiştir.

İmam-ı Rabbani ile tasavvufun itikadi sapmalara engel olmasının da gerekli olduğu gösterilmiştir. Serhend gibi küçücük bir şehirde mukim İmam-ı Rabbani Hz.leri, Hindistan’a hakim Babür İmparatoru Ekber Şah’ın ‘Din-i İlahi’ isimli karma din safsatasını tarihe gömüvermiştir. Üstelik bir tek ok atmadan, bir tek kılıcı kınından çıkarmadan.

Nakşilikte dördüncü büyük tecdid hareketi, Mevlana Halid-i Bağdadi tarafından yapılmıştır. Bu tecdidin irfani yönden en önemli kaidelerinden birisi de ümmi olana seyr-i sülukunu bitirse dahi icazet verilmemesi olmuştur. Bu ilim, fıkıhta amel esnasında ruhsatları dahi terk ettirmiş, azimetin seçilmesi gerektiği gibi bir takva kaidesini de yola oturtmuştur.

Bu ilmi hassasiyet ve dirayet, daha önce de söylediğimiz gibi bid’atlara ve itikadi sapmalara engel olmuştur. Şia mezhebi sınırın hemen ötesinde tek renk iken; sınırın hemen bu tarafında bir tek Şii’nin olmaması, Hakkari Şemdinli’deki Nehri Tekkesi’ndeki Seyyid Taha (ks) Hz.lerinin irşadının bir eseridir.

Şii olan seyyidlerin şahıslarına saygısızlık etmeden; Allah Resulunun ruhaniyetini incitmeden, Şia ile mücadelenin nasıl olması gerektiğinin en güzel misali Seyyid Taha ve O’nun baş halifesi Gavs-ı Azam Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hz.lerinin ‘Minah’ isimli eserinde görülebilir.

Bakınız; Seyyid Taha’da da İmam-ı Rabbani’nin tavrını görürsünüz. İmam-ı Rabbani, Serhend’den çıkmadan “Din-i ilahi” isimli saçmalığa set olurken; Seyyid Taha (ks) da Nehri’de üzüm bağlarının altındaki sohbetleri ile Şia’ya engel olur.

Bakmayın siz azlığa, küçük yerlerde, imkansızlıklar arasında olmaya. Halidikte ihlaslı olmanın Allah’ın yardımına mazhar olmanın en bariz örneklerini görürsünüz, Asr-ı Saadetten sonra. Onlar saf niyetlerinin karşılığında, hak olan davalarında, İlahi yardıma mazhar olanlardır.

Halidiler Kökten Orijinaldir; Ehl-i Sünnet’tir

Halidi Meşayihinin medresede aldıkları sağlam ve köklü eğitimin bir diğer sonucu da toplumu derinden etkileyen; toplumun ahlaki, fikri ve itikadi yapısını sarsan ve kimliğini değiştirmeye yönelik meselelerdeki tavırlarıdır. Kimileri, yenilikçi ve reformist yaklaşımlara karşı sert çıkışlarından dolayı Halidi Şeyhlerine “muhalif” yaftasını vurmaya çalışsalar da; işin doğrusu, bu davranışın adı Ehl-i Sünnet vel Cemaat hassasiyetidir.

İttihad ve Terakki’nin arka planını gören Halidi Şeyhleri bu oyunda rol almamışlar; temel tavırlarını Ehl-i Sünnetten yana belirlemişlerdir. Şeyh’ül İslam Mustafa Sabri Efendi gibi pek çoklarının savrulduğu bu noktada, Ulu Hakan Abdulhamid Han’ın Huzur Dersleri baş muhatabı Ahıskalı Hacı Ali Haydar Efendi’yi zikretmek gereklidir. Ali Haydar Efendi’nin Abdulhamid Han devrindeki tutumunu, yıllar sonra Seyyid Abdulhakim Arvasi’nin dervişi Necip Fazıl’da görüyoruz.

Ali Haydar Efendi (ks) bu tutumundan ötürü çok zor günler geçirecek ve şeyhi vefat ettiğinde, hakkı olan tekkesi bile İttihad ve Terakki tarafından gasp edilecektir. Ama o bu durumu saraya şikayet etmeyi kendine zül addecek ve irşad vazifesini senelerce evinden sürdürecektir.

Vatan Müdafaasında Mücahittir Halidiler

İttihad ve Terakki’nin yıkılışa sürüklediği koca çınar Devlet-i Aliyye’nin zor o durumunda, yine Halidiler yardıma koşacaktır. Kimseye sorulmadan girilen Birinci Dünya Savaşı’nda İslam ümmetine ilan edilen cihad-ı ekber fetvasını veren heyette Ahıskalı Ali Haydar Efendi de vardır. “Cihad-ı Ekber” fetvasını Meşihat Makamı’ndan Fatih Camii’ne kadar başında götüren Ali Haydar Efendi; caminin avlusunda cihad fetvasını o gür sesiyle okuyacaktır.

Koca Çınar şahlanmıştır; koca şeyh durur mu? O da yaşı atmışı devirmesine rağmen soluğu cephe de alır; Çanakkale siperlerinde askerlere vaazlarıyla maneviyat aşılar; Mehmet Akif’in deyimiyle ‘Bedrin Aslanları’ misali şanlı olan Çanakkale yiğitlerinin arasına dahil olur.

Birinci Dünya Savaşı’ndan çok önceleri; Hizan ve Nurşin Şeyhlerini Doğu Anadolu’nun manevi cihad erleri olarak görüyoruz. ‘Dahile karşı kılıç çekilmez’ (Yani; müslümanlar, halkı müslüman olan devlete isyan etmez) düsturu ile hareket eden Hizan ve Nurşin Tekkeleri; bir yandan Batılı misyonerlere; diğer yandan hem Avrupa’nın hem Rusya’nın kışkırttığı Ermenilere; hem de ayrılıkçı fikirlere karşı seneler boyu irşatları ile engel oldular.

Ne zaman ki Ruslar, Bitlis önlerine kadar geldiler; ve onların maşalığını yapan Ermeniler, Doğu Anadolu’da müslüman kıyımını başlattılar; işte Nurşin Tekkesi postnişini Muhammed Diyauddin Nurşini (ks), dervişanı ile beraber, gönüllü birliklerinin başında, Bitlis müdafaasına koştu.

Artık, misyonerlere ve ayrılıkçı akımlara karşı, senelerce süren ‘emr-i bil-maruf’ devresi bitmiş; hariçten gelen düşmana karşı, vatan savunması başlamıştır. Yüreklerdeki şahadet aşkı coşmuş; Said Nursi’nin ‘insan kılığındaki melekler’ diye tavsif ettiği Nurşin dervişleri vatan müdafaası için beyaz vird örtülerini kendilerine kefen yapmışlardı. Yüzlerce Nurşin Tekkesi dervişi, Bitlis Müdafaasında şehit olmuş; Şeyh Muhammed Diyauddin de bir kolunu cihad meydanında bırakmıştı.

Cihad, Halidi dervişlerinin yabancı olduğu bir hal değildi. Daha önce de Şeyh İsmail Kumuki Hz.lerinin halifesi Şeyh Şamil ve dervişanı Çeçenistan’da, Dağıstan’da cihad meydanlarındaydı. Beyaz vird örtüleri, Bitlis’ten önce Dağıstan’da kefene dönüşmüştü.

Otuzbeş sene Ruslara kök söktüren Halidi Şeyhi Şeyh Şamil (rahmetullahi aleyh) ve dervişleri, ümmetin yüz akları olarak tarihe yazıldılar. Suriye’de Fransız işgaline karşı direnen ve defalarca zehirlenen, hapsedilen Şeyh Ahmed Haznevi (ks) bu halkanın bir diğer örneği.

Bugün birileri sahiplenmeye kalksalar da; Milli Mücadelenin en önemli ayaklarından birisi olan Özbekler Tekkesi de bir Nakşi dergahıdır. Öyle veya böyle, başka mühürler vurulmaya kalkışılsa da Milli Mücadele’nin İstanbul ayağında bir dergah; başında bir Nakşi Şeyhi Ataullah Efendi (r.aleyh) vardır. İstiklal Marşı’mız da bir dergahta, Ankara’da Taceddin Dergahı’nda yazılmadı mı? Birileri görmezden gelse bile, dergahın duvarları şahit:

Bu ezanlar -ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

Mısraları, dergahın zikr seslerinin aksettiği duvarlarına yazılmadı mı?

Tarikat-ı Aliye’nin müntesibleri arasında kimleri ararsanız vardır. Osmanlı döneminde, padişaha kadar her sınıftan insan gönül vermiştir dergahlara. Mesela, Risale-i Kudsiyye’nin müellifi Mustafa İsmet Efendi’nin baş müridinin Sultan Abdulmecid Han olduğunu biliyor muydunuz?

Evet; tekkeler kapatılıncaya kadar, Sultan Abdulmecid Han türbesinde İsmet Efendi Tekkesi Şeyhi ve müridlerinin her Perşembe gecesi Hatm-i Hacegan okudukları da tarihi bir vakıadır.

İsmet Efendi Tekkesi’nde; o devirde teveccüh ve hatm-i haceganlarda Sultan Abdulmecid Han’a edilen duaların tesiriyle, Osmanlı hiç toprak kaybetmez. Sultan Abdulmecid Han da her Halidi Dervişi gibi Mustafa İsmet Efendi’nin elini tutup da “Ya Rabbi! Ben pişmanım!..” demiş midir? Emin olun demiştir. Dolmabahçe Sarayı’nda, beyaz örtü altında o da letaif zikri çekti. Her Osmanlı Sultanının yanında bir büyük Hak aşığı yok mudur? Nasıl Fatih’in Akşemseddini, Kanuni’nin Yahya Efendi’si varsa; Abdulmecid Hanın Hace-i Sultanisi’de Mustafa İsmet Efendi’dir.

Cumhuriyet devrinde de hemen her kesimden insanımız, gönlünü bir maneviyat sultanına kaptırmıştır.

Seyyid Esad Coşan Hocaefendi’ye, kendisinin bir Halidi dervişi olduğunu ve Komor Adalarında faal bir Gümüşhanevi Tekkesi bulunduğunu söyleyen, Komor İslam Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nı da bu yazıda zikretmek elzemdir.

Halidiliğin içinden çıkan; ülkemizde yeni yeni, bir grup hocanın özverili çalışmasıyla tanınmaya başlayan, fakat İslam Aleminde ‘Asrın müceddidi’ olarak bilinen Düzceli, Şeyhülislam Vekili Muhammed Zahid Kevseri Efendi Hazretleri de bu yazıda değinilmesi gereken önemli köşe taşlarından birisidir.

Gerek Türkiye’deki faaliyetleri ile gerekse Cumhuriyet’ten sonra Mısır’daki muazzam çalışmaları ile İslam Aleminin takdirini kazanan Zahid Kevseri Efendinin babası, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi Hazretlerinin halifesidir. Dahası Zahidü’l Kevseri, ‘İdgamul Merid’ isimli eserinde, Gümüşhanevi Halidi Tekkesi’nden aldığı ‘Ramuzu’l-Ehadis’ icazetini, hayatındaki en büyük şeref saymaktadır.

Halidîler Düşmanlıkla Vakit Kaybetmezler

Halidîlikte düşmanlıklara yer yoktur. İnsanlara Marifetullah’ı aşılamayı temel esas telakki eden Halidi Şeyhleri, kendilerine ne yapılırsa yapılsın; zümlun ağırlığı ne kadar büyük olursa olsun, kimseye düşman olmamaları ile bilinirler.

Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Son Devrin Din Mazlumları’ isimli eserinde zikrettiği gibi Menemen Provokasyonu ile suçsuz yere ilişkilendirilen Kemali Dergahı Postnişini Erbilli Esad Efendi ve oğlu Şeyh Ali Efendi’nin başına gelenlerden sonra, dergahın sonraki şeyhlerinin ve müdavimlerinin kimseye düşman olmamaları; devlete düşmanlık izhar etmemeleri az şey midir?

Menemen’de idam edilen Şeyh Ali Efendi; doksan yaşını aştığı için idam edilemeyen ama zehirlenerek şehid olan Esad Efendi’nin kaybına rağmen, herhangi bir düşmanlık beslenmemiştir. Çünkü, Halidi Şeyhleri düşmanlıkla vakit kaybetmezler.

Hac yolu açılır açılmaz Hicaz’a koşan; ama dönüşte doksan dört yaşında olmasına rağmen Suriye’den asker toplamakla itham edilen Ahıskalı Ali Haydar Efendi’de de aynı tavır vardır. 12 Eylül’den sonra Gökçeada’da zorunlu ikamete mecbur edilen; ailesinden ve sevenlerinden uzakta tutulan Seyyid Muhammed Raşid Efendi (ks) de aynı hassasiyeti sergiler. Hatta Seyyid Muhammed Raşid Efendi o kadar müşfiktir ki; bayramlaşma esnasında el öpme bahanesiyle, eline zehir şırınga eden bedbaht gence bile dua edecektir.

Halidileri Anlamak; Kütüphaneler Devirmeyi Gerektirir

Tarihin son iki asırdaki tozlu yapraklarını çevirdikçe karşınıza Halidi Şeyhleri ve Dervişleri çıkar. Halidi Şeyhlerini anlamak isteyen, önce onlarca Ehl-i Sünnet kitabına vakıf olmalıdır.

Öyle göz gezdirmekle değil; müdakkik bir alimin bakışıyla bakabilmelidir onlara. Taftazani’den ‘Şerh-i Mevakıf’a; ‘Risale-i Halidiye’den ‘Risale-i Kudsiyye’ye, ‘Reşahat’tan ‘Nefahatü’l Üns’e… Nakşi yolunun önemli kitaplarına, onların içinde de en önemlisi olan ‘Mektubat-ı Rabbani’ye hakim olmalıdır.

Bakın Mektubat dedik de; toplamı üç cilt tutan bu kısa mektuplar, insanı başka alemlere götürür. Mektubat’a tutkuyu Süleyman Hilmi (Tunahan) Efendi’de kemal noktasında görüyoruz. Nakşi Müceddidî Şeyhi olan Süleyman Efendi de korkusuz bir Hak yolcusudur. Herkesin korktuğu yerde, o korkmaz. Cenaze yıkayacak imamın bulunmadığı zamanlarda; kalaycıdan, demirciden hoca yetiştirmek, öyle her babayiğidin harcı değildir!

Süleyman Hilmi Efendi (ks) deyince, aklıma hep müminlerin kardeşliği fikri gelir. 1950’lerin sonuna doğrudur; devrin hükümeti Avrupa ile yakınlaşmak için Fransızların Cezayir katliamını görmezden gelir ama Süleyman Hilmi Efendi’nin duasında da rüyasında da Cezayir’de akan Müslüman kanı vardır. Bir gün kürsüden; Cezayir müslümanlarına dua edince; yetmiş yaşından sonra, hapishanenin tabutluklarına düşer yolu. İşkencede, bembeyaz sakalına sırma gibi gözyaşları akar; ama sakın işkenceden falan zannetmeyin; aklı da fikri de Cezayir çöllerindedir.

Halidiliğin hikayesini anlatmanın güçlüğüne, yazımızın başında da değinmiştik. Yazımız burada bitti ama Halidiliğin hikayesini biz de layığıyla anlatamadık… Onları anlamada bazı ipuçları verebildiysek ne mutlu bize.

Bu hikayede sevgi okudunuz, aşk okudunuz, muhabbet okudunuz, sevdaya şahit oldunuz. Korku da gördünüz. Ama Allah için söyleyin; Allah korkusundan başka korkuya rastladınız mı?
 

Kaim

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
11 Ocak 2010
Mesajlar
2,197
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
büyüklerimizi gördük ama birkacını tanıyorum sadece

bunların resimleriyle isimlerini eşlestirip verebilirmisiniz.

pek tanımıyoruz

tanıtmak lazımdır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt