Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ehl-i sünnet İ’tikâdı (1 Kullanıcı)

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.

[Herşeyin yokdan var olduğunu, bütün varlıkların yok olduğunu görüyoruz. Bu hâl sonsuzdan böyle gelmiş olamaz. Herşeyi yokdan var eden ve hiç yok olmıyan bir yaratıcı yaratmışdır. Bu yaratıcı, varlığını bildirmek için, Peygamberler ve kitâblar göndermişdir. Peygamberler ve kitâblar, meşhûrdur. İsmleri, dünyânın her yerindeki kütübhânelerde yazılıdır. Meydânda olan şey, inkâr olunamaz. Allahü teâlânın, varlığına inanmamak, meydânda olan şeyi inkâr etmek olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, günlük hâdiseleri, kitâbda okuyup, inanmamak gibidir. Bu da, akllı bir kimsenin yapacağı birşey değildir.] Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile var olmuşdur. Onun yaratması ile yoklukdan varlığa gelmişdir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var olmasına lüzûm yokdur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.

Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz. Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, aklları da noksân olduğundan, müslimânlardan mu’tezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için, bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi, inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilm sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya te’allukları, bağlantıları hâdisdir.

Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların, ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zemânları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer eşyâ ise, göstermiyor.

Allahü teâlâ, madde değildir, cism değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fekat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya’nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fekat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:

Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda, Onu
anlıyanlar, O vardır diyip kesdiler sözü.

[İmâm-ı Rabbânî 266.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlâ vardır, birdir. Hayydır, diridir. Her şeyi görür. Hareketleri, düşünceleri, dünyâ ve âhıretdeki şeyleri, ezelde, bir anda bilir. O ve sıfatları ve işleri, akl ile anlaşılamaz ve anlatılamaz. İnsan birşey yapmak irâde edince, O da isterse, hemen yaratır. İnsanın istemesine (Kesb) denir. Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi de, hep bir kelimedir.)]

İslâm âlimlerinin, (Allahü teâlânın gönderdiği ni’metleri düşününüz. Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşünmeyiniz), sözleri meşhûrdur. Allahü teâlânın ismleri, (Tevkîfî)dir. Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. İslâmiyyetin söylediği ismi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği ism söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî) ismi söylenemez. Çünki islâmiyyet, Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günâh olur.]

Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermişdir. Bununla kullarına emrlerini, nehy [ya’nî yasak]lerini bildirmişdir.

Biz mahlûklar, [buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor, arzûlarımızı harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her iki kelâm da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya’nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfrdür. Evvelce gelen Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan hükmleri, o zemânın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuşdur.

Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir şeklde olmıyarak görecekdir. Allahü teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka çâre yokdur. Felsefecilere ve mu’tezile ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyâda kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebeb olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürdü. Dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]

Allahü teâlâ, insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fekat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir. Meselâ, herşeyin hâlıkıdır demeli. Fekat, pisliklerin veyâ domuzların hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb, böyle olur. Mu’tezile fırkası [ve ba’zı sapık kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akl da, din de bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, ya’nî Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yapdığı işde, kendi kuvveti de te’sîr ediyor dedi ve bu te’sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh kazanmakdadır. İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve mecbûr zan eden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin insanda kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini yapmaz demek değildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar, emr olunan şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş vakt nemâz kılabilir. Malın kırkda birini zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruc tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan, ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların za’îfliğine ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emr etmişdir. (Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf, kolay emr etmek istiyor. İnsanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmışdır) meâlindeki âyet-i kerîmeler meşhûrdur.

[Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur. Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık emr etmişdir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre değişdirsin demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]

Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, se’âdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâ’vetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmıyanları ve inanıp da yapmıyanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yokdur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallahü aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır. Onun kitâbı, geçmiş kitâbların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecekdir. Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti olacakdır.

[Ba’zı kimseler, din, zemâna göre değişir, islâm ahkâmı tefessüh etmiş, eskimişdir. Asrımızın îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla değişir. Fekat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem aleyhisselâmdan beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar bütün îcâbları, ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın dînini göndermişdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dediği dinden dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları da, zemânla değişir. Fekat, bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde diyor ki, (Ahkâm zemânla değişir. Örf ve âdete tâbi’ olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zemânla değişmez.)]

Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabr azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabrde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin süâl sorması, kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol tarafdan verilmesi ve iyiliklerin ve günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecekdir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîfdir. [Orada yer çekimi kuvveti yokdur.]
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar ya’nî Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni ile, günâhı çok olan mü’minlere şefâ’at edecekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâ’at edeceğim). Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.

[Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçdiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, ba’zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.]

Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yokdan var etmişdir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr yaratıldıkdan sonra] ebedî olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır. Süâl ve hesâbdan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. [İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmekdedir.] (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmıyacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hurmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.

Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emrlerine ısyân etmeleri câiz değildir. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmişdir. [Diğer meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmişdir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. [Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde yetmişbin melek getirmişdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli, ihtimâlli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emrleri yapmakdan başka işleri yokdur.

ÎMÂN:Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demekdir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, (Dürr-i yektâ)da yazılıdır.] İbâdetler, îmândan değildir. Fekat, îmânın kemâlini artdırır ve güzelleşdirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünki îmân, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demekdir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Îmânın kâmil veyâ noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demekdir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” îmânları gibi olmaz. Çünki, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmışdır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakda ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka dürlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yokdur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakda, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fekat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmışdır. İnsanlıkları, sanki başka dürlü olmuşdur. Sanki, müşterek olan insanlıkdan dahâ yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette mü’minim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfi’î “aleyhirrahme” ise (Ben inşâallah mü’minim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken (Ben elbette mü’minim) demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken (Ben inşâallah mü’minim) der. Fekat, burada da, şübheli söylemekdense, elbette demek dahâ iyidir.

Mü’minin, büyük dahî olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. İşitdiğime göre, İmâm-ı a’zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: (Bir mü’min, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra şerâb içerek) serhoş olsa ve zinâ etse, îmânı gider mi?). İşiten âlimlerin hepsi, o mü’mine kızdı. Bunu sormağa lüzûm yok! Îmânı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a’zam “aleyhirrahme” buyurdu ki, (O kimse yine mü’mindir. Günâh işlemekle, îmânı gitmez). Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günâhı çok olan bir mü’min, son nefesi buğazına gelmeden evvel, tevbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünki, Allahü teâlâ, tevbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuşdur. Eğer tevbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmışdır. İsterse günâhlarının hepsini afv ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günâhları kadar, azâb yapar. Fekat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünki, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacakdır. Eğer günâhlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacakdır. [Onbirinci maddeye bakınız!] Yâ Rabbî! Sen bizlere hidâyet verdikden sonra, doğru yolu gösterdikden sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu hâlimize acı! Bizleri bu küfr ve irtidât karanlığından ancak sen koruyabilirsin!

Ehl-i sünnet âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükâfât versin!” göre halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Ya’nî îmâna bağlı birşey değildir. Fekat, ba’zıları bunda taşkınlık yapdığından, [hoca şekline giren, çenesi kuvvetli birkaç zındık, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb ve mecmû’aları ile, iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], doğru müslimânların âlimleri, halîfeliğe âid bilgileri, kelâm ilmine, ya’nî îmân bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâdan sonra “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” vekîli ve müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın [ya’nî ilk ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmekdedir. Meselâ imâm-ı Şâfi’înin “aleyhirrahme” sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin reîslerinden olan Ebül-Hasen-i Eş’ârî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün ümmetden üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ zındıkdır). İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim). Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn) kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu ki, Alî “radıyallahü anh” dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki: (Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anhüm” olacaksın!).

İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallahü anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe “radıyallahü anhâ” dahâ üstündür). Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekde ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya (Betûl) [ya’nî çok temiz] demişlerdir “radıyallahü anhümâ”. Âişe “radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası, iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket etmişdir. İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmışdır. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, sevâb kazanmışdır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr [ya’nî Alî] “radıyallahü anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi. Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile olan muhârebelerini, başkalarının sulhlarından dahâ iyi bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünki, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma îmân etmiş olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)].

[Âlûsî, (Gâliyye) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü’min olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli, zındık olduklarını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çokdur. Bunların meşhûrlarından biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri (Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin “rahmetullahi aleyh” (Üns-üt-tâibîn) kitâbı fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda basılmış olanın kırkdördüncü sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve Eshâb-ı kirâmın hepsi çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri kendileri gibi sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen, yetmişiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdiği, mubârek (Alevî) ismini kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını bu mubârek ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini taşıyan kimseler iki kısmdır. Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm düşmanları, ya’nî zındıklardır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler), hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır. Yalancı alevîler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbulda türkçe basdırdıkları (Hüsniyye) ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın, Mürtezâ adındaki bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında bildirilmekdedir. Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye terceme etdiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esmâ-ül müellifîn)de yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar, çirkin iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî bin Tâhir de, [406] da Bağdâdda ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-i Çihâr yâr-ı güzîn) kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1998 de İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır.
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Hurûfî denilen zındıkların i’tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden ayrılıyor ise de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak üzere iken, içlerinden, şâh İsmâ’îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize de sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma’sûmlar bu sârî hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i sünnetin doğru, temiz i’tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn. (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah bin Sebe’ adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî bunu Medâyine sürdü. [Bunun yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan Medîneye gelip, müslimân olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu dalâlet fırkası, her asrda başka bir hâl almış, şâh İsmâ’îl zemânında, belli bir şekle sokularak, kitâblar yazılmışdır. Şî’îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu. İnsanlar arasında yayılması dahâ sonra başladı. Hicretin altmış senesinde (Kîsâniyye), altmışaltı senesinde (Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde (Hişâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar, yok oldular. Asrlar boyunca müslimânları doğru yoldan ayıran (Zeydiyye) fırkası, yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı. Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır:

1) (Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.

2) (Sebbiyye), Eshâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zâlim, kâfir oldular, diyorlar. Bunları sebb ediyorlar. Ya’nî kötülüyorlar.

3) (Gulât), hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. (Sebeiyye) ve (Nusayriyye) fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmuşdur.

Bunlar, her zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın “radıyallahü anhümâ” torunlarından birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel’âbidîn vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında toplandı. Emevî hükümdârı Hişâm bin Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd bunlara (Râfizî) dedi. Kendileri ise (İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında kalanlara (Zeydî) denildi. Her ikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) dediler.

(Oniki imâm): Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî Nakıy, Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çeşidli oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imâmiyye olup üç ana inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çeşidli değişiklikler olmuşdur. Bunlar, şimdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler hakkında, kitâbın sonundaki ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık) kelimesinde uzun bilgi vardır].

Muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru haber verici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zemân güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân” çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.

[(Huccet-ullahi alel’âlemîn)de diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların adedlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları seddi hergün oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı bunlara karşı düâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc) ve (Me’cûc) çok eski zemânda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer altında kalmış şehrleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın bugün meydânda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin de, bugün nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları düşünülebilir].

(Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ edip, (Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateşdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] Hindistânda birisi, Mehdî olduğunu iddi’â etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş. Meşhûr, hattâ ma’nâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadîs-i şerîfler böylelerinin bu i’tikâd ve sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı câhiller, tesavvuf kitâblarından terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, (Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacakdır. Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz! diyecekdir.) Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne [ya’nî, o zemân bilinen memleketlerin çoğuna] dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân “aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî de, mâlik olacakdır).

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun zemânında gökden inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı zemânında, her zemânkinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacakdır ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler, [câhillerin, Mehdî zan etdikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü vesselâm” haber vermişdir. Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın alâmetlerini yazmışdır. Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken, başkalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasîb eylesin! [Celâleddîn-i Süyûtînin (Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti fî hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].

Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir fırkaya ayrılmışdı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur. Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir. Bir zemân sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi, Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur). Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i şerîfin dört (Sünen) kitâbında bulunduğu (Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemâ’atdir ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır. Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiği îmândan, i’tikâddan ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi doğrudan kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân edenlerin en büyüğüsün!



Seyyid Abdülhakim Arvasi “kuddise sirruh” buyuruyor ki: "Allahü teâlâ bir kuluna îmân vermişse ona daha ne vermemiştir. Îmân vermemişse ona daha ne vermiştir!”



Hâce Ubeydullah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehul’azîz” buyurdu ki: (Bütün keşfleri, kerâmetleri bana verseler, fekat, Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını vermeseler, kendimi harâb bilirim. Keşf ve kerâmetim olmasa ve kabâhatim çok olsa, fekat Ehl-i sünnet velcemâ’at i’tikâdını ihsân eyleseler, hiç üzülmem).



İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî “kuddise sirruh” buyurdu ki: Her müslimânın, önce i’tikâdını düzeltmesi, ya’nî Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ, bol bol mükâfat versin! Cehennemin ebedî azâbından kurtulan, yalnız bunlar ve bunların izinde gidenlerdir.



Hüseyn Hilmî Işık bin Saîd İstanbûlî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki: Bütün insanlara önce lâzım olan şey, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarında bildirdikleri gibi, bir îmân ve i’tikâd edinmekdir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmetde kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolunu kitâblara geçiren, değişdirilmekden ve bozulmakdan koruyan, (Ehl-i sünnet) âlimleridir.


http://forum.islamiyet.gen.tr/sunnet-i-seniyye/68661-ehl-i-sunnet-kasidesi.html#post822194

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Eshâb-ı kirâmı kötülemek câiz midir?

Eshâb-ı kirâmı kötülemek câiz midir?

Müslümanlar, Eshâb-ı kirâmın tamamını severler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

Eshâbım konuşulurken dilinizi tutunuz!

Ümmetimin en kötüsü, Eshâbıma dil uzatmağa cesaret edenlerdir.

Eshâbıma dil uzatanlara, onlara söğenlere Allah la’net eylesin!

Eshâbımı incitmekte Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü bilmeyiniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur. Onları inciten beni incitir. Beni inciten de Allahü teâlâya eziyet etmiş olur ki, buna azap eder.
Bu hadis-i şeriflerin hepsi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât isimli kıymetli kitabında vardır.

Yine hadis-i şerifte buyuruldu ki:

Eshâbım arasında fitne olacaktır. 0 fitnelere karışanları, Allahü teâlâ benimle olan sohbetleri hürmetine afv ve mağfıret edecektir. Sonra gelenler ise, bu fitnelere karışan Eshâbıma dil uzatarak Cehenneme gireceklerdir.
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Ehl-i sünnetin başlıca prensipleri nelerdir?

Ehl-i sünnetin başlıca prensipleri nelerdir?

İmâmı A‘zam hazretleri, Ehl-i sünneti şöyle bildirmiştir:

1.Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’i ümmetin en üstünü tutmak,

2.Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali’yi sevmek

3.Hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak. Allahın yaratmasıyle meydana geldiğine, kul iyilik isteyince Cenab-ı Hakkın yaratıp râzı olduğuna, kötülük isteyince yaratıp razı olmadığına inanmak,

4.Mest üzerine meshi câiz görmek,

5.Günah işleyenlere kâfir dememek.

Bu beş i’tikad ile, Ehl-i sünnet diğer, sapık mezheplerden ayrılmaktadır.
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Îmânın sahih, makbul ve mu’teber olması için şartlar nelerdir?

Îmânın sahih, makbul ve mu’teber olması için şartlar nelerdir?

1— İmânda devamlı ve sabit olmak : Üç sene sonra müslümanlıktan çıkacağım derse, o andan itibaren müslümanlıktan çıkmıştır.

2— Havf ve reca arasında olmak : Allahü teâlânın azabından korkmalı ve rahmetini ümit etmelidir. Bir kimse, ben muhakkak Cennetliğim diyerek, Allahü teâlâdan korkmazsa veya ben çok günahkârım Cehenneme gideceğim diyerek Cenab-ı Hakkın rahmetinden ümidini keserse imân nûru söner.

3— Can boğaza gelmeden imân etmek : Can boğaza gelince âhıret işleri müşahede edilir. 0 zaman bütün gayr-i müslimler hakikatı görünce hemen îmân ederler, ama kabul olmaz. Çünkü îmân gaybidir. Ölmek üzere iken Cenneti Cehennemi görünce (Demek ki âhıret varmış, iman ettim) demek mu’teber olmaz. Fakat bu anda bile mü’minin yaptığı tevbe kabul olur.

4— Güneş batıdan doğmadan önce îmân etmek : Âhır zamanda dünya yörüngesinden çıkıp başka bir yörüngeye girdiği zaman güneş batıdan doğup doğudan batacaktır.

5- Gaibi yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmak : Gaibi yalnız Allahü teâlâ bilir. Bir de onun bildirdikleri bilir. Melekler, cinler ve peygamberler de gaibi bilemez. Fakat Allahü teâlânın bildirdiği sâlih bir kulu da bilebilir.

6— Zaruretsiz ve kasten îmândan bir hükmü reddetmemek : Küfrü icap ettiren söz veya başka şeyleri kullanmamalıdır. Kısacası tahkiri icap eden şeyi ta’zim, ta’zim icap eden şeyi tahkir ederse îmân dairesinden çıkar.

7— Dinde zaruri bir şeyde şüphe ve tereddüt etmemek : Acaba namaz farzm mıdır, kumar haram mıdır. Kur’ kerim kelâm-ı ilâhi midir? gibi bir hükümde şüphe eden kimse, îmândan çıkar. Meşhur bir harama helal, meşhur bir helâla haram demek îmândan çıkmağa sebeptir.

8— İtikadını lsi İslâm dininden almak : Tarihçilerin, felsefecilerin, fencilerin bildirdiği şekilde değil, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde iman etmek lâzımdır.

9— Hubbi fihlâh, buğd-ı fillâh üzere olmak : Sevgi ve buğzu yalmz Allahü teâlâ için olanıdır.

10— Ehl-i sünnet vel cemaata uygun itikad etmek
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Ehl-i Sünnet Olabilmenin Şartları Nelerdir?

Ehl-i Sünnet Olabilmenin Şartları Nelerdir?

1) Kur’ân-ı kerimin kelâm-ı ilâhi olduğuna inanmak.

2) Kendi îmânından şüphe etmemek.

3) Eshâb-ı kirâmın tamamını sevmek, hiç birine dil uzatmamak.

4) Cennette mü’minlerin Allahü teâlâyı göreceğine inanmak.

5) Fıskı bilinmeyen her îmâmın arkasında namaz kılmak.

6) Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek. (Dinde bilinmesi zaruri lâzım olan şeylere inanmıyanlar mü’min değildir.)

7) Ameli îmândan parça bilmemek. (Günah işleyen kimseye kâfir dememek.)

8) Mest üzerine meshin dinden olduğunu kabul etmek.

9) İyilik ve kötülüğün, hayır ve şerrin Allahü teâlânın takdiri ile olduğuna inanmak

10) Mir’acın ruh ve beden ile olduğuna inanmak, Şefa’ate inanmak, Kabr azabının ruh ve bedene olacağına inanmak.
 

nakşibendi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Mar 2006
Mesajlar
1,946
Tepki puanı
0
Puanları
0
Ehl-i Sünnet İtikâdı Nedir?

Ehl-i Sünnet İtikâdı Nedir?

Hadis-i şerifte, ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, birisi hariç diğerlerinin Cehenneme gideceği, Cennete gidecek tek fırkanın Peygamber aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın yolundan giden fırka olduğu bildirilmiştir. İtikatda ayrılık olmaz. İslâm âlimleri, Hadis-i şerifler ve icma ile hâsıl olan hükümleri sistemleştirmişlerdir. Bu sisteme Ehl-i sünnet vel cemaat dendiği bütün mu’teber kitaplarda yazılıdır. Sonradan çıkmış değildir. Tek doğru olan islâm itikadının adıdır.
 

emine2

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2008
Mesajlar
254
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
emeğine sağlık çok güzel olmuş
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt