Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Esma-i hüsna (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Selamün Aleyküm Ve Rahmetullahi
Değerli kardeşlerin nasip olursa İmam Gazali hz. ağzından ESMA-İ HÜSNA yı tekrar tanımaya çalışacagız İnşaAllah
Bismillahirrahmanirrahim

Azamet ve kibriyasında eşsiz, teâlî ve samedâniyetinde emsalsiz olan Allah'a hamd olsun! O Allah ki izzet ve celâlinin korusuna girebilmek için akıl kanat bulamaz. O Allah ki zatını tanımaya, tanımaktan acziyeti yegâne vesile kılmış; en fasîh dillere kendisini, kendisinin vaz'ettiği övgülerle, tadad eylediği isim ve sıfatlarla övdürmüştür. Cümle mahlûkatm efdali Muhammed'e ve O'nun âline, ashabına ve zürriyetine selât ve selâm olsun!..
Talebi reddedilmeyen bir din kardeşim, Esmâ-i -Hüsnâ'nın mânalarını açıklamamı benden istemekte idi. Bu talep, müteaddit defalar tekerrür etti. Ben ise bir adım ileri ve bir adım geri atarak yerimde sayıyordum. Aramızdaki manevî kardeşliğin hakkını Ödeme bakımından bu dostumun arzusuna, boyun eğmekle ihtiyatlı davranma ve son derece tehlikeli olan bir işe atılmama yoluna giderek bu ağır işden beni affetmesini istirham etmek arasında mütereddid idim. Beşer idrâkinin, bu ulu maksada erişebilecek güçte olmadığı görüşünde idim. Nitekim bu mevzuda eser vermekten basîret sahibini alıkoyacak iki mühim sebeb vardır:
1 — Haddi zatında bu mevzu, güç erişilen, zor ulaşılan ve kolayca anlaşılmayan bir mevzudur. En yüksek zirvede tevattun etmiş, en uzak gaye olarak teayyun etmiş ve insan aklını hayret ve şaşkınlık içinde komuştur Aklın gözleri, onun değil uzaklarını ve enginlerini, kıyılarını ve sahillerini bile görebilecek nitelikte değildir. Artık Rubûbiyet sıfatları sahasında araştırma, deneme ve tedkik, beşerî kuvvetlere nasıl ve nereden müyesser olacaktır?. Hiç yarasanın gözü, güneşin ışığına dayanabilir mi?.
2 — Bu mevzuda hakikatin künhünü açıklamak, halk kütlelerinin kabul edegeldikleri duruma muhalif düşebilir. Hak Teâlâ Hazretlerinin herkese ayrı bir tecellisi vardır Her ferd, iktidan nisbetinde bu tecellîye mazhar olmaktadır. Sonra büyük gayelere yönelenlerin yardımcıları azdır ve hem halk arasında yaşayanlara temkinli hareket etmek yaraşır. Lâkin Hakk'ı görenlerin, O'nu görmez gibi görünmeye çalışmaları da güçtür. Allah'a arif olamıyanların susması vacib ise arif olanların susması haramdır. «Arif olanın dili bî -tab olur!» sözü, işte bu gerçeğin ifadesidir.
Ne var ki şiddetli İsrar ve gerçek ihtiyaç, bütün bu mazeretleri hükümsüz kıldı. Artık Allah'dan dilerim ki, lütf-ü keremiyle doğru yolu bulmamızı asan kılsın ve ecr-i cezîl ile bizleri mükâfatlandırsın. Şübhesiz o, cûd ve kerem sahibidir ve kullarını son derece esirgeyendir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Her kimin Esmâ-i hüsna'dan nasibi, sadece lafızlarını işitmek, lügat bakımından tefsir Ve vaz'ını bilmek ve manasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğuna kalbi ile inanmaktan ibaret kalırsa, şübhesiz o insan talihsizdir ve derecesi düşüktür. Halk arasında övünecek bir şeye sahip olduğu söylenemez. Çünkü lafızları işitmek, sesleri işitmeye yarayan kulak vasıtasının selâmetine bağlıdır ki, bu meziyet hayvanda bile mevcuddur. Lafızların mâna ve istimalini anlama keyfiyetine gelince, bu, Arab lisanına vâkıf olmaya bağlıdır bir lûgatçı ve hattâ geri zekâlı bir bedevi bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Bir lafzın mânasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğunu keşifsiz olarak itikad etme keyfiyetine gelince bu, lafızların mânalarını anlayıp onları tasdik etmekten üstün bir meharet gerektirmez. Avamdan biri ve hattâ bir çocuk bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Sözü anlamaya başladıktan sonra bu mânalar çocuğa telkin edilirse kabul ve telâkki eder, kalbi ile inanır ve gönlünü kesin olarak o mânalara bağlar. Âlimlerin ekserisinin mertebesi de işte budur. Tabiî ki onlar, bu üç mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler. Fakat bu, olgunluğun zirvesine nazaran apaçık bir naksıyettir: Zira ebrâr (iyiler) in hasenatı mukarrabin (ermişler) in seyyiâıdır.
Nitekim ermişlerin Esmâ-i hüsna'dan nasibi üçtür:
a — Bu mânaları mükâşefe ve müşahede yolu ile bilirler. Bu mânaların hakikatleri, kendisinde hata ihtimali bulunmayan bir burhanla onlara açıklanır. Alllahü Teâlâ'mn bu mânalarla muttasıf olduğunu keşif yolu ile bilirler ki, bu keşif, vuzuh ve açıklık bakımından insanda bâtını sıfatlan sebebiyle hasıl olan yakin mesabesindedir. Maddî ihsas île değil, ancak batini müşahede ile idrak edilir. Bu çeşit imanla baba Ve öğretmenlerden taklid yolu ile alınıp kesin olarak gönül bağlanan itikad arasındaki fark cidden büyüktür. İsterse bu taklidi itikad, ilm-i kelâm'a dair bir takım cedelî delillere dayalı olsun.
b — Keşif tarikiyle erdikleri celâl sıfatlarını çok büyük bulurlar; mekân bakımından değil, sıfat bakımından Hakk'a daha yakın olmak için imkânları nisbetinde o sıfatları takınmaya çalışırlar. O sıfatlara bürünmeleri neticesinde kendileri için Allah-ü Teâlâ nezdinde melâike-i mukarrabîin'e benzerlik hasıl olur. Gönül, bir sıfatın büyüklük ve cazibeliği ile dolduktan sonra artık o sıfata karşı sürükleyici bir arzu duymaması, o celâl ve cemâl'e âşık olmaması, nefsini o sıfat ile tezyin hususunda titizlik göstermemesi tasavvur edilemez. O sıfatın kemâline ermek mümkün olmasa bile malikün olduğu kadarına ulaşmak arzusu onu harekete geçirir. Bu arzu herkeste vardır. Ya bilinen vasfın, celâl ve kemâl vasıflarından olduğuna dair marifet ve yakinin zayii oluşu veya gönlün başka bir arzu ile dolu ve o arzunun içine gömülü olması. Talebe, hocasının ilimdeki kemâlini müşahede ettiği vakit ona benzemeye ve iktida etmeye kendisini sevkeden şiddetli bir arzu belirir. Fakat o talebenin gönlü açlık duygusu ile dolu ise iç âlemini kaplayan yemek arzusu, ilim arzusunun harekete geçmesini önleyebilir. Bu itibarla Allah-ü Teâlâ'nm sıfatlarını mütalâa eden kişinin kalbi, masivadan tamamen arınmış olmalıdır. Çünkü marifet arzunun tohumudur; nefsani duygulardan boş olan bir kalbe rastlayınca derhal yeşerir ve eğer kalb, bu duygulardan hâlî olmazsa tohum da başarılı olamaz.
c — O sıfatlardan mümkün olanı elde etmeye, onunla ahlâklanmaya, onun güzellikleri ile nefsini tezyin etmeye çalışırlar. Kul böylece Rabbani, yâni Rabb Teâlâ Hazretlerine yakın ve melâikeden meydana gelen mele-i a'lâya refik olur. Nitekim onlar yakınlık bisatı (yaygısı) dırlar. Her kim onların sıfatlarından bir benzeyiş kaparsa onları Hak Teâlâ Hazretlerine yaklaştıran sıfatlarından ne miktar elde etmiş ise o miktar yakınlık kazanmış olur.
Hak Teâlâ Hazretlerine sıfat yönünden yaklaşma nuri kapalı bir mâna olduğunu ve kalblerin, bu hususu kabul ve tasdikten istinkâf etmeye meyyal bulunduklarını ileri sürerek, «meseleyi, inkarcıların inkâr gücünü kıracak şekilde vuzuha kavuştur; meselenin hakikati izah edilmedikçe bir çoklarının bu meyandaki tutumları inkâra yakındır» dersen, cevaben derim ki:
Sen ve sarıklı cahiller mertebesinin biraz ilerisinde olan da bilir ki; varlıklar, kâmil ve nakıs varlıklar olarak ikiye ayrılır. Kâmil, kemâl dereceleri her ne kadar mütefavit (birbirinden farklı) olursa olsun, nâkısdan daha üstündür. Kemâlin müntehâ (en son mertebe) si Bir'e mahsustur; hattâ mutlak kemâl sahibi ! sancak O'dur. Diğer varlıklar mutlak kemâl sahibi değillerdir. Her biri, izafet sebebiyle değişen kemâlâta sahiptir. Onlarin ekmel (en kâmil)'i, mutlak kemâl sahibine en yakın olanlarıdır. Mekân ve mesafe yakınlığını değil, rütbe ve derece yakınlığını kasdediyorum. Sonra varlıklar, canlı ve cansız olarak da ikiye ayrılır. Biliyorsun ki, canlı cansızdan daha üstün ve daha kâmildir ve canlıların dereceleri üçtür: Meleklerin derecesi, insanların derecesi ve hayvanların derecsi. Hayranların, sayesinde üstünlük kazandıkları hayat (canlılık) daki dereceleri en geridedir. Çünkü canlı demek idrakli ve faal demektir. Hayvanın idrâkinde noksanlık ve fi'linde de noksanlık vardır. İdrakindeki noksanlık, onun idrâkinin sadece duygulara münhasır oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü eşyayı ancak el değdirmek veya yakınında olunmak suretiyle idrâk eder. Şayet elle tutma veya yakınlık olmazsa duygu işlemez. Nitekim elle tutma ve tatma duyguları değmeye muhtaç görme, işitme ve koklama duygulan da yakınlığa muhtaçtır. Kendisinde temas ve yakınlık tasavvur edilmeyen bir varlık olursa, duygu, bu durumda o varlığı idrâk edemez. Hayvanın fi'lindeki noksanlık ise, şehvet (istek) ve öfkenin iktizasına münhasır oluşundan ileri geliyor. Bir hayvanı istek ve öfkeden başka harekete geçiren bir âmil yoktur. Hayvanın aklı yoktur ki, onu istek ve öfkenin icaplarına muhalif (aykırı) olan işlere çağırsın.
Meleklere gelince, onların derecesi en yüksek derecedir. Çünkü melekler, idrâki yakınlık ve uzaklığın tesiri altında bulunmayan varlıklardır. Hattâ onların idrâki, kendisinde yakınlık ve uzaklık tasavvur edilenlere münhasır değildir. Çünkü yakınlık ve uzaklık ancak cisimler üzerinde tasavvur edilir. Cisimler, mevcu en değersiz kısımlarıdır. Ayni zamanda melek, şehvet ve öfkeden münezzehtir. Onların fiilleri şehvet ve öfke icabı, değildir. Fiil ve amelleri, şehvet ve öfkeden yüce bir gayeye dayanır. Bu gaye, Allah-ü Teâiâ'ya yakın olma isteğidir.
İnsan ise, iki derece arasında orta mertebede bulunmaktadır. Sanki insan, hayvaniyet ve melekiyetten mürekkeb (terkib edilmiş) bir varlıktır. Başlangıçta (çocuklukta) hayvaniyet ciheti daha galiptir. Çünkü önceleri yürümek ve kımıldamak suretiyle mahsûs (duyulanca yaklaşıldığı zaman ancak idrâk edebilen duygulardan başka bir idrâke sahib değildir. Beden hareketine muhtaç olmaksızın ve eşyayı idrâk etmek için temas ve yakınlık aramaksızın göklerin ve yeryüzünün alemlerine, hattâ mekânda yakınlık ve uzaklıktan münezzeh olan hususların idrakine nüfuz eden akim nuru ile aydınlanıncaya kadar bu durum devam eder. Ayni zamanda önceleri onun varlığına hâkim olan şey, şehvet ve öfkesidir. Kendisinde olgunluk arama isteği, sonuç ve akıbet düşüncesi, şehvet ve öfkenin icaplarına karşı isyan belirinceye kadar bu iki unsurun tesiri altında kahr. Şayet şehvet ve öfkesini yener, onlara malik olur ve onlar, kendisini kumanda" ve idare edecek gücde olmazlarsa, bu bakımdan meleklerden bir benzeyiş almış olacaktır. Keza nefsini hayâlât ve mahsûsâttan keser, hiç bir his ve hayâlin erişemiyeceği hususların idrâki ile ünsiyet peyda ederse, meleklerden bir benzeyiş daha almış, .olacaktır. Çünkü hayatın hususiyeti' idrâk ve akıldır. Noksanlık, itidal ve kemâl bu iki şeye racidir. Bu iki hususiyette ne derece meleklere uyarsa o nisbette hayvaniyetten uzak ve melekiyete yakın olur. Melek ise Allah'a yakındır. O halde yakına yakın olanın da yakan olması gerekir.
Diyeceksin ki, bu sözden anlaşılan zahir mâna kul ile Hak Teâlâ Hazretleri arasında benzerlik bulunduğunu gösterir. Çünkü kul, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklandığı vakit O'na müşabih (benzeyen) olur. Oysa şer'an ve âklen bilinmektedir ki, Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. Allah hiç bir şeye benzemez ve hiç bir şey de O'na benzemez. Buna cevaben derim ki:
Allah-ü Teâlâ hakkında menfi olan mümâselerin mânâsını her ne şekilde anlarsan anla, O'nun eşi ve benzeri bulunmadığını bileceksin. Şöyle ki herhangi bir vasıf da ortak olmanın mümâseleti gerektireceği zannedilmemelidir. Birbirine benzemeyen ve birbirinden son derece uzak olan iki ziddın bir çok sıfatlarda ortak oldukları görülmektedir. Nitekim siyah, araz olma, renk olma, gözle görünme ve diğer bazı hususlarda beyaza ortak olmuştur. Bu durumda bir kimse «Allah-ü Teâlâ mahalle muhtaç olmayan mevcuddur ve o, Semî', Basîr, Âlim, Mürid, Mütekellim, Hayy, Kadir ve Fâil'dir» der ve insanında böyle olduğunu söylerse, onu müşebbihe fırkasından mı görecek ve misil isbat ettiğine mi hüküm vereceksin? Heyhat.. Durum zannettiğin gibi değildir. Eğer böyle olsaydı bütün insanların müşebbihe olmaları gerekirdi.' Çünkü en azandan vücud sıfatında müşareket vardır. Vücud ise müşabeheti, hatta nev'iyet ve mahiyette müşareketten ibaret olan mümâseleti andıricıdır. At, zeyreklikte her ne kadar üstün olsa da insana örnek olamaz. Çünkü at, neviyette insandan ayrılmaktadır ve yalnız zeyreklikte ona benzemektedir ki bu zeyreklik, insanın zatiyetini teşkil eden mahiyetten hariç bir ârizdir. Tanrılık hususiyeti ise, bizatihi Vacibülvücud olup var olması mümkün olan her şey'i muntazam ve mükemmel şekilde yaratan bir varlık olmasıdır. Bu hususiyette ortaklık ve ortaklıkdan hasıl olan mümâselet elbetteki tasavvur edilemez. Kulun rahim, sabûr ve şekûr olması mümâseleti gerektirmez. Nitekim semî basîr, âlim, kaadir, hayy ve fail oluşu mumâseleti gerektirmiyor. Hatta diyebilirim ki, tanrılık hususiyetini ancak Allah-ü Teâlâ ve.O'nun eşi ve benzeri olan bilir.. fakat O'nun eşi ve benzeri olmadığına göre O'ndan başkası zinhar bilemez. Bu sebeble «Allah'ı ancak Allah-ü Teâlâ bilir!» diyen Cüneyd (Rahimehullah) hakikati ifade etmiştir. Nitekim en üstün kuluna bile bir isim vererek o ismi arada perde kılmıştır; Allah'dan başkası bilmez. Zinnûn ölüm yatağında iken kendisine «ne arzu edersin?» diye soruldu. Cevaben «bir lahza bile olsa ölmeden evvel O'nu tanımayı» dedi. Bu söz şimdi bir takım zayıfların kalblerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette olmadıklarından inkâr ve tevile gitmektedirler. Halbuki «Allah'ı çok iyi bilirim» diyen de bence sözünde doğrudur ve «Allah'ı bilemem» diyen de sözünde doğrudur.
Bilindiği üzere nefy ve isbat, ikisi birden bir arada sıdka hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yâni nefy doğru olursa isbat yalan ve isbat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat sözün vechi değişirse sıdk, iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle ki, «Ebu Bekir 'Es-Sıddîk'ı tanır mısın?» sorusu iki kişiye sorulsa ve onlardan biri, «Ebu Bekir Es-Sıddîk, bilinmeyecek ve tanınmayacak bir şahsiyet midir? büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa yayılmış olması yanında, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü ve meziyetleri bütün dillerde söylenir) diye cevab verse, öbürü de, «ben kimim ki Sıddîk'ı tanıyabileyim! heyhat, heyhat! Sıdd'k'ı ancak kendisi gibi veya daha. üstün olan tanır; onu. tanıdığımı nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl göz dikerim; ben gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia etmeye hakları yok dese her ikisi de doğruyu söylemiş olmaktadırlar.var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o tazim ve ihtirama daha lâyıktır.
İşte Allah'ı bilirim veya bilemem diyenlerin sözlerini bu şekilde anlamak gerekir. Hatta düzgün bir yazıyı anlayışlı bir insana göstersen ve «bu hattın sahibini tanır mısın?» diye sorsan, «hayır!» dese doğru söylemiş olur. «Evet! bu hattın sahibi yaşıyan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve hattatlık sanatına vakıf bir İnsandır; hakkında bütü bunları bildiğim halde kendisini tanımaz olur muyum?» diye cevab verse gene doğru söylemiş olur. Şu farkla ki, tanımam sözü daha doğru ve uygundur. Çünkü hakikatte o hattın sahibini tanımamaktadır. Sadece düzgün bir yazının yaşayan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve yazı sanatını bilen bir hattata muhtaç olduğunu bilmiş, hattatın kendisini tanımamıştır. Bütün inslar da böyledir. Bu muntazam ve muhkem kâinatın müdebbir, hayy, âlim ve kaadir bir yapıcıya muhtaç olduğunu bilirler. Bu ise iki taraflı bir marifettir: Bir tarafı alem ile ilgilidir ve buradan alemin bir müdebbir'e muhtaç olduğu biliniyor. Öbür tarafı ise Allah-ü Teâlâ ile ilgilidir ve buradan da zatın hakikat ve mahiyetine dahil olmayan sıfatlardan müştak olan isimler biliniyor. Nitekim bir "kimse, bir şey'i göstererek «o nedir?» diye sorarsa, bu soruya karşı bir takım müştak (türemiş) isimlerin zikredilmesinin zinhar cevab sayılmayacağını yukarıda açıklamış bulunmaktayız. Meselâ bir hayvanın şahsını işaret ederek «bu nedir?» dese ve cevab olarak da ya uzundur veya beyazdır veya kısadır dense, yahud suyu işaret ederek «bu nedir?» dese ve soğuktur cevabı verilse, yahud ateşi işaret ederek «bu nedir?» dese ve ısındıncıdır cevabı verilse, şübhe yok ki bütün bunlar maliyetin cevabı değillerdir. Bir şey'i tanımak, ancak o şeyin hakikat ve mahiyetini bilmekle kaabildir; müştak isimleri tanıyıp bilmekle değil.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Evet bir şey'i tanımak, o şey'in hakikat ve mahiyetini tanımaktır. Isındınci ise, hararet vasfına sahip mübhem bir varhktır. Âlim ve kaadir sözümüz de böyledir. Alim, ilim vasfına sahib mübhem bir varlık, kaadir de kudret vasfına sahib mübhem bir varlıktır. Eğer sen, «var olması mümkün olan her şey'i var eden Vacibül-vücud» sözümüzün O'nun hakikatinden ibaret olduğunu söylersen; heyhat! derim. Çünkü «Vacibülvü-cud» sözümüz, O'nun illet ve faile muhtaç olmamasından ibarettir, bu da, O'ndan sebebin selbi hususuna racidir. «Bütün varlıklar O'ndan vücud bulur» sözümüz ise, fiilerin Allah-ü Teâlâ'ya izafeti hususuna racidir. Bu durumda bize «bu şey nedir?» şeklinde bir soru tevcih edilse ve biz «faildir» desek, cevab olmaz. İlleti bulunan, bir varlıktır desek, gene cevab olmaz. Ya illeti bulunmayan bir varlıktır desek nasıl cevab olur? Bütün bunlar O'nun zatının gayrisinden ve nefy veya isbata mevzu olmak üzere zatına izafe edilen bir husustan haber vermektedir. Bütün cevablar isimlerde, sıfatlarda ve izafetlerde kalıyor. O halde «O'nu tanımanın yolu nedir?» diye sorarsan cevaben derim ki:
Bir sabi veya bir innîn (iktidarsız, puluç), bize çiftleşmenin tadını duyma ve hakikatini idrâk etme yolunu sorsa, bu meselede iki yolun bulunduğunu söyleriz. Ya onu kendisine vasfederek tanıtacağız veya «şehvet garizesine ulaşıncaya kadar sabret; o zaman çiftleşmeyi kendin yapar ve tadını öğrenirsin!» diyeceğiz.. Gerçek marifete ulaştıran tahkik yolu bu ikinci yoldur..' Birinci yol ise bir tevehhüm yaratmaktan ileri geçmez.. Çiftleşmeyi tad diye adlandırılan bir nesneye benzetmekten ibaret kalır. Fakat kendisinde şehvet meydana gelir ve tadarsa, onun şekerin tadına benzemediğini ve gerçek tadın, tevehhüm ettiği şekilde olmadığını kesin olarak anlayacaktır. İsmi ve sıfatı hakkında bütün duydukları ve onun lezzetli ve güzel olduğu doğru olmakla beraber.
Böylece Allah-ü Teâlâ'yı tanımanın da iki yolu vardır: Biri kaasır (kusurlu) ve öbürü mesdûd (kapalı) dır. Kaasır, isim ve sıfatların zikredilmesidir ki, bunun yolu, nefislerimizden öğrenip bildiklerimize benzetmektir. Biz kendimizi kaadir, âmil, hayy ve mütekellim olarak biliyoruz. Sonra bunların, Allah-ü Teâlâ'nın vasıflarından olduğunu işittik; delil ile öğrendik; kaasır (kusurlu) olarak da fehmettik. Tıpkı ınnîn'in, şekerin tadına benzetmek suretiyle çiftleşmenin tadını anlaması gibi. Oysa bizim hayatımız, kudretimiz ve ilmimiz, Allah'ın hayat, kudret ve ilminden alabildiğine uzaktır; hatta iki uzaklık arasında münasebet yoktur.
Allah-ü Teâlâ'yı bu evsaf ile tarif etmenin faidesi ise iham, teşbih, kendisine benzemediği halde isimde müşarekettir. Gayemiz, çiftleşmenin tadını ınnîn'e anlatmak olunca, onu kendisine, duyduğu tatlardan biri, meselâ tatlı bir yemeğin lezzeti ile temsil ederek, ona «şekerin tatlı olduğunu, şeker yediğin zaman ağzında tatlılık ve içinde hoş bir raiha hissettiğini biliyor musun?» deriz ve o, «evet!» der. Bunun üzerine «cima (cinsî münasebet) de içte böyledir!» deriz. Fakat ona çiftleşmenin gerçek tadını hakikatine uygun şekilde •anlatmış olduğumuza ve ınnîn'in bu tadı filen zevkeden ve duyan kişinin durumunda olacağına kani misin? Heyhat! Gerçek şu ki bu vasıf bir îhârı, yanlış bir teşbih ve tefhim ve isimde' müşareket olmaktan ileri geçmez. İhamdır; çünkü umumiyetli güzel bir iş olduğu vehmini uyandırır. Teşbihdir; çünkü çiftleşmenin tadı sadece isimde şekerin tadına benzetilmiştir.
Fakat «hiç bir şey O'nun misli gibi değildir; diridir, diğer diriler gibi değil, kaadirdir, diğer kaadirler gibi değil» diyerek teşbihi keseriz. Nitekim «çiftleşme,. şeker gibi tatlıdır, fakat o lezzet elbette bu lezzete benzemez ve aralarında yalnız isimde müşareket vardır!» deriz. Sanki biz, Allah-ü Teâlâ'nın hayy, âlim ve kaadir olduğunu bilince önce kendi sözümüzün mânasını bilmekte ve O'nu ancak kendimizle tanımaktayız. Şöyle ki kulağı işitmeyen insanın, «Allah-ü Teâlâ semi'dir!» sözümüzün mânasını anlaması tasavvur edilemez. Anadan doğma kör de, «O basîr'dir!» sözümüzün mânasını anlayamaz. Nitekim bize, «Allah eşyayı nasıl bilir?» diye sorulsa, «senin eşyayı bilmen gibi!» deriz. «Nasıl kaadir oluyor?» diye sorsa, «senin kaadir olmaklığın gibi!» deriz. Bizim bu cevabımızdan bir şey anlayamaz. Ancak, kendisine münasib olan bir vasıf ise önce onunla kendisinin muttasıf olduğunu ve sonra kendisine mukayese etmek suretiyle başkasını bilir. Allah-ü Teâlâ'nın, bizde münasibi bulunmayan bir vasıf ve hususiyeti olursa bu durumda bizdeki vasıf sadece isimde ona ortak olur. Şekerin tadının çiftleşmenin lezzetine müşareketi olmasaydı anlaşılması elbette imkânsız olurdu.
Her insan önce kendini tanımakta ve sonra Allah-ü Teâla'iyn sıfatları ile kendi sıfatlan arasında mukayese yapmaktadır. Oysa Allah-ü Teâlâ'nm sıfatlan yücedir ve bizim sıfatlarımıza benzemekten münezzehdir. İşte bu marifet kaasır (kusurlu) ve kendisinde îhârh ve teşbih ciheti galibdir. Bu itibarla müşabehetin aslen menfî olduğunu ve isimde müşareket olmakla beraber ikisi arasında münasebet bulunmadığını bilmek gerekir.
Mesdûd (kapalı) olan ikinci yola gelince, bu, kulun tanrılık sıfatlarının tamamını elde edinceye kadar beklemesi ve nihayette tanrı olması yoludur. Tıpkı Sübyanın çiftleşmenin tadını duymak için bulûğ çağını. beklemesi gibi.
Ne var ki bu yol kapalı ve yasaktır. Çünkü tanrılık hakikatinin Allah'dan başkası için hasıl olması mütahildir. Bu yol, tahkiki marifetin yegâne yoludur amma, o, Allah'dan başkasına mutlak ve katî surette kapalıdır. O halde Allah'ı, hakikati üzere Allah'dan başkasının bilmesi muhal (imkânsız) dır. Hatta diyebilirim ki. Peygamberi bile ancak Peygamberin kendisi bilir. Nübüvvet mertebesine ermemiş olan nübüvvetin sadece adını ve onun insanda Peygamber'i Peygamber" olmayandan ayırdeden bir hususiyet olduğunu bilir. Fakat o hususiyetin mahiyetini ancak o hususiyete sahib olan peygamberin kendi bilir. Peygamber olmayan asla bilemez. Ancak kendindeki sıfatlara benzetmek suretiyle anlar. Hatta daha ileri gidecek ve diyeceğimki: Hiç kimse ölümün hakikatini, cennetin hakikatini ve cehennemin hakikatini bilemez. Bu hususlar ancak ölümden sonra, cennet ve cehenneme girdikten sonra bilinir. Çünkü cennet esbabı melezzettir. Ömründe lezzet duymayan bir insan farzedelim, cenneti ona çekici ve cazib bir şekilde anlatabilmemize imkân yoktur. Cehennem de acı veren sebeblerden ibarettir ki, ömründe acı çekmeyen bir insan farzedelim, cehennemi ona anlatabilmemiz mümkin değildir. Ancak acı çektiği en büyük acıya benzetmek suetiyle cehennemi kendisine anlatabiliriz ve lezzetlerden bir kısmını tatdığı vakit de yemek, cinsî münasebet, manzara ve benzeri lezâizden tatdığı en büyük lezzete benzetmek surtiyle cenneti kendisine anlatmaya çalışırız. Şayet cennette dünyadaki lezzetlere benzemez bir lezzet varsa onu anlatmaya aslen imkân yoktur. Ancak teşbih yolu ile anlatılabilir. Tıpkı çiftleşmenin lezzetinin şekerin tadına benzetilmesi gibi. Şübhe yok ki cennetin lezzetleri, dün
dünyada tatdığımız her çeşit lezzetten, cima lezzetinden, şeker lezzetinden çok uzak ve başkadır. Nitekim cennet lezzetlerinin en doğru tabiri göz görmemiş, kulak işitmemiş ve insan hayalinden geçmemiş lezzetler olarak tavsif edilmesidir. Eğer. dünya yiyeceklerinden birinin tadına benzetirsek, onun dünya yiyecekleri gibi olmadığını ve meselâ cinsî münasebetin lezzetine benzetecek olursak, onun dünyada bildiğimiz cinsî münasebet gibi olmadığını söylemek zorundayız.
Bütün bunlardan sonra artık yer ve gök halkının, Allah'ı ancak isim ve sıfatları ile tanıdıklarını söylememizin "hayreti mucip olacak tarafı var mıdır? Nitekim cennet hakkmdaki bilgilerin de isim ve sıfatlardan ibaret olduğunu söylemekteyiz. îşte insanın isim ve sıfatını işitip de tanımadığı, idrâk edemediği. zatıma erişemediği, hali ile hallanamadığı her şey de böyledir.
«Ariflerin Allah'ı tanımalarının neticesi nedir?» diye sorarsan deriz ki: Allah'ı (gerçek mânada) tanımaktan aciz olduklarını bilmeleridir. İşte O'nu tanıyamıyacaklarını ve tanımanın zinhar mümkün olamıyacağıni bildikleri zaman hakikati bilmiş olurlar. Zira tanrılık sıfatlarının künhüne vakıf olarak hakikî marifetle Allah'ı bilmek, Allah'dan başkası için muhaldir. Marifet, yukarıda zikrettiğimiz gibi keşif ve burhan tarikiyle olursa, bir mahluk için mümkin olan marifetin son haddine erişilmiş olur. Nitekim Sıddîk'ı Ekber (R.Â.), «derki idrâkden acziyet idrâktir'.» sözü ile bu gerçeği işaret etmiştir. Hatta kâinatın efendisi Rasûlüllah (S.A.V.) de, «sen kendini övdüğün gibi ben seni övmeye muktedir değilim!» sözü ile bu hakikati kasdediyor. Bu sözün mânası şudur: Ey Allahımî Sana mahsus olan övgüleri ve tanrılık sıfatlarını ihata edebilecek gücte değilim; onları ancak ve ancak sen ihata edersin. Yoksa bu sözden, dil ile tabiri mümkün olmayan hakikatlere erdiğini kasdetmiş değildir.
Marifetin genişlemesi meselesine gelince bu genişleme, O'nun isim ve sıfatlarına dair olan marifette olur. Eğer O'nu bilmek mümkün değilse o halde melekler, nebiler ve velilerin marifet babındaki derecelerinin ne ile birbirinden farklı olacağını sorarsan cevaben derim ki: Marifetin iki yolu olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun. Birisi hakikî olan yoldur ki, bu yol, Allah'dan başkasına kapalıdır..Bu yolu kazanmak ve idrâk etmek isteyen bir mahluku celâl tecellileri hayrete düşürür ve başını kaldırıp bakmak istediği an, duyduğu dehşetten gözleri kapanır. Sadece isim ve sıfatlan tanımaktan ibaret olan ikinci yol ise halka açıktır. Mahlukların meratibi işte bu yolda değişmektedir. Allah-ü Teâlâ'nın âlim ve kaadir olduğunu icmali olarak bilenle O'nun yer ve gök alemlerinde ruhların ve cesedlerin yaratılışında akıllara hayret veren eserlerini müşahede eden, memleketinin eşsiz ve emsalsiz güzelliklerine ve harika (sanatlarına vakıf olan, bunları bütün ayrıntıları ile inceleyen, herbirinde gizli olan hikmeti arayan, letâifi tadbiri müstevfî ve Allah-ü Teâlâ'ya yaklaştıran melekiyet sıfatlarının tamamı ile muttasıf olan, o sıfatları bilfiil yaşayan bir olur mu? Hatta bu iki kişi arasında erişilemiyecek derecede uzaklık vardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Mamafi nebilerin ve velilerin meratibi arasındaki farkı, ancak bir misal ile anlayabileceksin. Meselâ İmam Şafiî (Rahimehullah) gibi takva sahibi ve kâmil bir âlimi, malûm olduğu üzere kapıcısı da tanır, talebesi El-Müzenî de tanır. Kapıcı, onun. bir hukuk alimi ve yazarı olduğunu ve halkı Allah'a irşad ettiğini icmali olarak bilir. El-Müzenî ise, kapıcısının tanıması gibi değil, onu sıfat ve malûmatının teferruatını ihata edecek şekilde tanır. Hatta on çeşit ilim sahibi olan bir âlimi, o ilimlerden yalnız birini tahsil etmiş olan talebesinin, tanımış olmasına imkân bulunmadığı halde o ilimlerden hiç birini tahsil etmeyen hizmetçi nasıl tanısın?. Hatta on ilimden birini tahsil eden talebe, eğer o ilimde hocasına müsavi olursa onun onda birini tahkik yolu ile tanımış olur. Şayet o ilimde de hocasının seviyesinde değilse, geri kaldığı hususlarda hocasını tahkik yolu ile değil, ancak icmali olarak bildiği söylenir. Bu icmali bilgi ise, hocasının kendisinden daha çok malûmatlı olduğunu bilmesinden ibarettir.
İşte marifetüllah'da meratibin değişik olması da buna benzer. Allah-ü Teâlâ'nın malûmatına, kudretinin harika eserlerine, dünya, ahiret, mülk ve melekût alemlerini süsleyen eşsiz ve benzersiz sanatlarına vukufiyet arttıkça Allah-ü Teâlâ'ya olan marifeti o nisbette artar ve tahkiki marifete o nisbette yaklaşır.
Eğer «zatın hakikatini bilmediklerine ve bunun müstahil olduğuna göre isimleri ve sıfatlan gerçek ve tam marifetle bilmişler midir?» diye soracak olursan, deriz ki: «Hehatl. Bunu da ancak tam ve hakiki olarak Allah-ü Teâlâ bilir. Çünkü bir zatın alim olduğunu bildiğimiz vakit, hakikatini anlayamadığımız mübhem bir varlığı tanımış olmaktayız. Sadece o zatın ilim sıfatına sahip olduğunu biliriz. Sonra ilim sıfatını gerçekten ve hakikatine uygun şekilde bilirsek, o zatın alim olduğuna dair bilgimiz tamdır; yoksa değildir. Allah-ü Teâlâ'nın ilminin hakikatini ancak o ilime olan bilir ve o ilme Allah'dan başkası sahip olamıyacağina göre O ndan başkası bilemez. Ne var ki kendi ilmine teshih yolu ile anlar. Allah-ü Teâlâ'nın ilmi, halkın ilmine benzemez ve bu itibarla halkın Allah-ü Teâlâ'nın ilmine olan marifeti tam ve hakikî marifet değildir. İlhamı ve teşbihidir. Bu söz, hayretini mucip olmasın. Ben ayni zamanda bir sihribaza ancak o sihribazın kendinin veya onun
ettiğiniz şeker gibi veya onun üstünde olan başka bir sihribazın bilebileceğini söylemekteyim. Sihir nedir bilmeyen, sihrin hakikat ve mahiyetini tanımayan kişi, sihirbazın sadece vücud yapısını ve onun, mahiyetini bilmediği bir ilim ve hususiyete sahib olduğunu bilebilir. Sihribazın malûmatına ve taşıdığı hususiyetin mahiyetine vakıf değildir. Gerçi o hususiyetin, 'mübhem de olsa ilmin bir şubesi olduğunu ve semeresinin de gönüllere tesir etmek, cisimlerin zahirî evsafını değiştirmek ve kan kocayı birbirinden ayırmak olacağını bilir. Fakat bu, sihrin hakikatini bilmiş olmak değildir. Sihrin, hakikatini bilmeyen de sihribazın hakikatini bilemez. Çünkü sâhir (sihribâz), sihir hususiyetine sahib kişi demektir ve sihir sıfatından müştak bir isimdir ki, sıfat bilinirse ancak isim bilinir ve sıfat bilinmezse isim de bilinmez. Bu itibarla sihirden başkasının sihir hakkındaki bilgisi, mahiyetten uzak bir umumi vasıfdan ibarettir; yâni sihrin ilmin bir şu'besi olduğunu ve kendisine ilim isminin intibak ettiğini bilmekten ileri geçmez. Allah-ü Teâlâ'nın ' kudretine dair malûmatımız da böyledir. Kudretin bir vasıf ve semeresinin de eşyayı yaratmak olduğunu, kendisine kudret adı verildiğini, çünkü cima lezzetinin şeker lezzetine münasib olması gibi onun da kudrete münasib olduğunu biliriz. Bütün bunlar, kudretin hakikatinden uzak ve ayrı şeylerdir. Ne var ki Allah'ın kudretinin şümulü altına giren eşyanın tafsilatı ve kâinattaki üstün sanat eserleri hakkında malûmat bakımından kulun ihatası arttıkça kudret sıfatını anımaktan nasibi de o nisbette artar. Nitekim bir meyve bir meyvalığı göserir. Hocasının ulûm ve maarifi hakkında talebinin ihatası arttıkça onu daha iyi tanır ve ona karşı saygısı bütünlenir. Ariflerin marifetinin birbirinden farklı oluşu da bu hususa racidir. İşte meratibin nihayeti yoktur. Çünkü kulun, Allah-ü Teâlâ'nm nihayetsiz malûmatından bilebildiklerinin ve bilemediklerinin de nihayeti yoktur. Vücud bulan şey mütenahî ise de insanın ilimler üzerindeki kudretine nihayet tasavvur edilemez'. Gerçi vücud alemine intikal eden eşya, kesret (çokluk) ve kıllet (azlık) bakımından ' birbirinden farklı olurlar ve insanların da marifetde birbirinden farklı oldukları bununla bilinir. Bu durum, zenginliği ile hasıl olan kudrette insanların birbirinden farklı olmalarına benzer. Bir kuruşa veya bir liraya malik olan var; binlerce liraya malik olan da vardır. İlimler de böyledir. Hatta ilimlerdeki farklılık daha büyüktür. Çünkü malûmat sonsuzdur. Malların maddeleri cisim ve cisimler de mütenâhidir ki, kendilerinde sonsuzluk tasavvur edilemez.
Artık yaratıkların marifet denizlerinde birbirinden nasıl farklı olduklarını, marifetin de nihayetsiz olduğunu anlamış oldun. Ve artık bildin ki. Allah'ı Allahdan başkası bilemez diyen doğruyu söylemiştir; yalnız Allah'ı tanıdım diyen de doğruyu söylemektedir. Çünkü vücud aleminde yalnız Allah ve O'nun ef'âli vardır. Allah'ın fiillerine O'nun kendi fiilen olması yönünden bakıp bu yönde karar kılar veya Allah'ın fiillerini gök veya yer veya ağaç olarak görmez de sırf O'nun sun'u ve eseri olarak görürse, bu şahsın marifeti rubûbiyet sahasını geçmez ve bu şahıs için «yalnız Allah'ı tanıyorum!') veya «yalnız Allah'ı görüyorum!» demek mümkün ve caiz olur. Yalnız güneşi ve onun ufuklarda intişar eden ziyasını görebilen bir şahıs tasavvur edilse, bu şahsın, «yalnız güneşi görüyorum!)) demesi doğrudur. Güneşten taşan ışık, güneşin cümlesinden olup, bu cümleden hariç bir varlık değildir. Vücud aleminde bulunan her şey de, ezelî kudretin nurlarından bir nur ve âsânndan bir eserdir. Güneş, bütün eşyayı aydınlatan ışık kaynağı olduğu gibi böylece ibarenin tam olarak ifade edemediği mâna da zaruret icabı ezelî kudret olarak tabir edilir ki, varlık aleminde hakim olan bu ezelî kudrettir ve bu mânada vücud âleminde yalnız Allah'ın bulunduğu ve arifin de «yalnız Allah'ı tanıyorum!» demesi caizdir.
Hayreti mucib olan hallerden biri de, «Allah'dan başka bir varlık bilmiyorum!» diyenin doğruyu söylemiş ve ayni zamanda «Allah'ı bilemem!» diyenin de doğruyu ifade etmiş olmasıdır. Ne var ki bu sözlerin vecihleri değişiktir. Nitekim vecihleri değişik olan mütenakızları tekzib etmek gerekseydi, Allah-ü Teâlâ'nın «attığında sen atmadın; ancak Allah attı-» Kavl-i Şerifi doğru olmazdı. Oysa doğrudur. Çünkü rami (atıcı), iki itibarla ramidir. Birinde kula, öbüründe ise Allah'a nisbet edilmiştir ki, bunda tenakuz yoktur.
Artık bu kadarla iktifa edelim; sahili bulunmayan bir denizin enginlerine açılmış olduk. Bu çeşit sırların, kitablara tevdi edilmek suretiyle tebeddüle uğramaması gerekir. Bunların burada arz ve beyanı kasıtsız gelmiş olduğundan bu bahsi kapatarak Esmâ-i Hüsnâ'nın mufassal olarak izahına dönelim.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah'ın doksandokuz isminin manalarının izahı hakkındadır

Allah'ın doksandokuz isminin manalarının izahı hakkındadır

Ebu Hüreyre (R. A.) rivayet ediyor. Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurdular:
«Şüphe yok ki, Allah'm doksan dokuz İsım vardır.Yüzden bir eksik.. Çünkü o, tektir; tek'i sever.. Bu emleri her kim sayarsa Cennet'e girer»


ALLAH (c.c.)
Lâfza-i Celâl bu mânâyadır. Onun asıl kökü hakkında yani (Allah) kelimesi hangi kelimeden meydâna gelmiştir hususundaki ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhude çabalamaktan ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz.
FAİDE :
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah'ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna, olmaksızın, bütün ilâhi sıfatlan cem eden zâte delâlet etmektedir.. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mâna birimlerine delâlet etmektedir.
Ve yine bu isim, Allah'dan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmiyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlâk edilip çağınlabilir: Kadîr, Alîm, Halım gibi.. İşte bu iki sebebdendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur.
BİR İNCELİK :
Diğer isimlerin mânaları, kula sübutu itibarila da tasavvur edilebilir. Hattâ merhametli kişiye rahim, bilgin olan kişiye âlim, sabırlı olan'a sabûr, çok şükredene şekûr denebilir. Tabiî Allah'a denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lâkin «Allah» ismi ise her ne suretle olursa olsun Allah'dan başkasına itlâk edilemez.. Yukanda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve ne de mecaz cihetinden.
Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Es'sâbûr, Eş'şekur, el'cebbar, el'melik gibi isimler Allah'a izafe edilerek: «Bunlar Allah'ın isimlerindendir» denilmiştir de
Allah ismi, Sebûr ve Şekûr'ün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de
Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) ilâhî mânaların hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli olduğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri ise ancak O'na (Lafza-ı Cellâl'e) izafetle tanımlanmıştır.
TENBÎH:
Kulun bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır. Yani Allah'a bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki, gözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifat eylememeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı (yani kimseye boyun eğmemeli), ondan başkasından korkmamalı!... Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, O'nun (Allah'ın) gerçek varlık olduğunu, O'ndan başka ne varsa, bütün herşeyin fani, "boş ve yokluğa mahkûm olduğunu anlamıştır.. Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağını bilmelidir. Nitekim Resûlullah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arab'ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid'in şu sözüdür: «Allah'dan mâada herşey boştur.»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
er-RAHMAN - er'RAHİM
Kasd etmeden, murat etmeden muhtacın ihtiyacı, (ihtiyarı olmadan) karşılanır. Öyleyse muhtaç olan kişiye Rahim denemez!
Bir ihtiyacı karşılamak isteyen kimse, eğer o ihtiyacı karşılamaya gücü yettiği halde karşılamazsa ona. Rahîm denmez, çünkü iradesi tamam olsaydı mutlaka o ihtiyacı karşılardı. Eğer ihtiyacı karşılamaktan aciz. ise, içinde şefkat ve merhamet duygusu taşıdığından dolayı kendisine Rahim denebilir.. Lâkin ne var ki onur ve merhameti noksan sayılmış olur. Zira tam rahmet merhamet iyiliğin muhtaçlara izafesiyle ve onlara gerçekten istemesiyle mümkün olur. Umumî Rahmet (Esirgeme) ise, hak edene de, etmeyene de şamil olan bir merhamet (esirgeme) dir.
Allah'ın Rahmeti (Esirgemesi) hem tamdır, nemde şümulüdür.
Tamdır: Çünkü muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek istemiştir ve bizzat tam mânâsiyle gidermiştir...
Şümullüdür; Zira, O Rahmeti hak edene de, ermeyene de şamil olmuş, dünya ve ahirette duyulacak her türlü zaruret ve ihtiyaçları kapsamıştır... Şu halde mutlak ve gerçek Rahim (esirgeyici) O'dur!...
BİR İNCELİK :
Rahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız olan hüzün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabsa şüphesiz ki bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu sebeble belki bunun rahmet anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; O'nun hakkında noksanlık değil, bilâkis kemâl (mükemmellik) dir.
Noksan değildir. Çünkü, Rahmetin (esirgemenin) mükemmelliği semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının za'afına ve noksanlığına delâlet eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek mânada karşılanınca bu bir şey ifade etmiş olamaz.
Bunun esirgeme anlamında mükemmel olmasına gelince: Esirgeyici, hiç şüphe yok ki, kendi nefsinde duyduğu bu acıma hissini, muhtaç durumda olana yardım etmek suretiyle bertaraf etmek ister. Bu, her ne kadar zahiren ona noksanlık iras edeceği hissini verirse de, asıl gaye muhtaç durumda olan kişinin ihtiyacını karşılamakdır. Yoksa kendi vicdanî üzüntüsünü dindirmek değildir. Öyleyse, esirgeyici için böyle bir noksanlık kabil-i tasavvur değildir..
FAİDE :
RAHMAN (ismi) Rahim (isminden) daha hususullik ifade eder. Bu sebebledir ki, Allah dan gayrisine bu isim konamaz. Rahim ismi ise, Allah'dan başkasına da litlak edilebilir. Bu yönden Rahman ismi Allah'ın Âlem (Zat) ismi olan «Allah» ismi ne yakındır. Her ne kadar bu isim Rahmet kökünden gelme ise de gerçek budur.Bu sebebledir ki Cenab-ı Hak her iki ismi şu ayette bir Sarada zikr etmiştir: «De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz nihayet en güzel isimler onundur»
İşte bu yönden ve birde sayılan Allah isimlerinde teradüfü önleme keyfiyetinden dolaydır ki, her ikinin arasını ayırd etmek gerekmektedir. Rahman ismiin ifade ettiği mâna Rahim isminin ifade ettiği nanânadan mutlaka farklı olmalıdır. Yalnız Ahiret saadetini vermek (Mü'minlere) anlamında olan Rahim isminden Rahman ismi şu bakımlardan farklıdır:
Rahman ismi icabında Allah insanları önce yaratmıştır, sonra mü'minleri imana ve mutluluk sebeblerine hidayet etmiştir. Daha sonra da onlan ahirette mutlu kılmıştır. Dördüncü olarak da onları, kendi Cemal-i İlâhisini müşahade etmek şerefine nail ve mazhar etmiştir...
TENBİH:
Mü'minler bu isimden ne elde edebilirler? Mü'minler bu isimden şunu elde edebilirler. Önce Allahtan gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yoluna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Böyle bir teşebbüsde bulunduklarında şiddet yolundan ziyade yumuşaklık ve şefkat yollarını tercih ederler.' Asilere de merhamet gözü ile bakarlar, eziyet ve zulüm nazan ile değil...
Mü'minin başlıca gayesi, insanlardan sadır olan her masiyet sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları Allah'ın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır.
Mü'minin «Rahim» İsminden istifade edeceği husus da şudur:
Gücü yettiği iadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karşılar, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı hiç bir fakir bırakmaz. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile, ya da nüfuzu ile veyahut hayra delâlet etmekle, daha olmazsa zengin ve söz sahibi olan kişilere baş vurmak suretiyle karşılar. Bu saydıklarımızdan aciz olursa, o zaman ona hayırlı dualar yapmak suretiyle onun hüzün ve kederini paylaşır...
BİR SUAL VE BİR CEVAP :
SUAL:
Allah'ın Rahim ve Erhamerrahimin (merhamet edicilerin en merhamet edicisi) olmasının mânâsı nedir? Mademki Rahîm, zarara uğramış, hasta, işkenceye maruz kalmış, belâ ve musibetlerle karşı karşıya gelmiş kişilerin imdadına koşup kurtarmaktır. Mademki Hak Teala her belâyı, her fakr-ü zarureti önlemeye, her hastalığı bertaraf etmeye kaadirdir. Öyleyse neden dünya hastalarla, muhtaçlarla doludur? Kullarını neden böyle işkenceler içerisinde kavranır bir halde bırakmakladır?.
CEVAP :
Bu suali bir misalle cevablandıralım. Bir küçük yavruyu ele alalım, hastadır. Ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi acıdığı için bir türlü onu ameliyat masasına, cerrahi müdahalede bulunacak operatöre teslim etmek istemiyor. Babacı ise ameliyat olmasında kararlı...
Cahil zanneder ki, anne babadan daha merhametlidir. Bak anne evlâdı için nasıl telâşlanıyor ve ameliyata kıyamıyor, der. Akıllı kişi ise hiç de böyle düşünmem. O, babanın daha merhametli olduğuna inanır. Çünkü baba onu devamlı sancıdan kurtaracak.. Bunun için de muvakkat acılara tahammül etmesine göz yumacaktır..
Çünkü az ve geçici acılar sancılar ilerde gerçek sıhhata vesile olacaksa nazar-ı itibare alınmaz. Onlara kötü hazar ile bakılmaz. Bilâkis iyidir gözü ile bakılır. Çünkü onlar iyiye bais olacaklardır.
Rahim (merhamet edici) ye gelince, hiç şüphe yok ki, merhamete muhtaç olan kişiye merhamet etmek ister... Sonra varlık aleminde hiç bir şer yoktur ki «Hayrı» içinde bulundurmasın. Şer, büsbütün ortadan kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı da beraberinde alıp götürecekti, içinde bulundurduğu hayırla beraber ortalardan kaybolmasıyla şüphe yok ki daha büyük serler ve zararlar ortalığı dolduracaktı...
Mikrop almış bir eli düşünelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selâmeti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda sonsuz hayırlar gizlidir. Çünkü eli öyle kendi haline terk etmek bütün bedenin helâkına sebeb olur. Böylelikle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Şu halde bütün bedenin selâmeti için bir elden olmak şer değil, bilâkis hayrdır. El kesmek bizzat bedeni kurtarmak için murat edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selâmeti için kesilmiş olması, asıl gayenin eli değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır.. Netice olarak her ikisi de iradede yer almıştır. Ancak şu farkla; birisi kendi zatı için arzu edilmiş, diğeri ise başkasını kurtarmak için istenmiştir.. Kendi zâtı için murat edilen, her zaman için başkası için murat edilenden önce gelir. Bu sebeble Cenab-ı Hak «Rahmetim gazabımı sebk etmiştir» buyurmuştur.
Şimdi bu Kudsî Hadisi inceliyelim: Allah'ın gazabı,Şerri murat etmesidir. Çünkü şer de (kötülük de) O'nün iradesiyle meydana gelir.
Rahmeti ise Hayrı (iyiliği) murat etmesidir. Hayır da onun iradesinin bir neticesidir. Lâkin hayrı, bizzat hayrın kendisi için murat etmiştir. Şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundurduğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayr için murat etmiştir. Demek ki, şer (kötülük) bizzat kendisi için maksud değil, içinde sakladığı hayır için kasd edilmektedir. Şu halde hayr, kendisine vusul için bazı arazları gerektirmektedir.
Böyle, olan bir şey, rahmete engel olabilir mi hiç? şimdi içinde hiç bir hayır saklamıyan bir şer aklına gelirse veyahut hayrı serde değil de başka yönden tahsil edilmesi mümkündür dersen, o zaman bu iki vehmi sana ilham eden cüce aklını suçla! (Neden mi? )
Şerrin içinde hayır yok demen, daha doğrusu böyle bir hükme varman, cüce aklının gerçek marifete nüfuz edememesinden ileri gelmektedir. Çünkü sen böyle düşündüğünde, ya ıztırap'tan kurtulmak için ameliyatı kötü ve tehlikeli gören sebi, veyahut da maktulün ölümünü şer kabul ettiği için kısasla öldürülen kişinin idamını şer kabul eden ahmak gibi olursun. Ahmak kısasda olan umum menfaati, insanlığın selâmet ve saadetini düşünememiştir. Tek şahısda görülecek bir şer'in kaldırılmasıyla, umumun hayrına vesiyle olacak genel bir hayra tevessülün sırtını anlayamamıştır. O öyle düşünüyor veyahut öyle olmasını istiyor diye hayr olan şey ihmal edilir mi hiç?.. «Hayrı şerrin dışında tahsil etmek mümkündür.» gibisinden aklını kurcalayan vehme gelince. Bu da ince, her aklın idrak edemiyeceği gayet muğlak bir keyfiyet arz etmektedir. Zira her muhal veya mümkün olan şeyin imkanlılığı veya imkânsızlığı, ne bilbedahe ve ne de azıcık bir düşünce bir nazarla anlaşılmaz, bilâkis bu, derin ve geniş düşünce leri gerektirir ki, bir çok kimselerin içinden çıkabileceği iş değildir bu...
Öyleyse bu iki vehmi sana ilham eden aklını suçla da Allah'ın merhamet edicilerin en merhamet edicisi olduğu ve Rahmetinin de gazabını sebk ettiği hususunda asla tereddüte kapılma. Şerri murad eden kimse hakkında, bunu bizatihi şer için murad ediyor, öyleyse o, Rahmet ismine müstahak değildir diyerek şüphecilik yollarını arama!
Şerrin ifşasını engelliyen örtüyü kaldırdığımızda mahz-ı hayrın su yüzüne çıkacağını söyledik. İman et (yeter) beni ifşaya zorlama! Ben sana şifreyi verdim, eğer işaret ve şifreden anlıyorsan bu kadan sana yeter...
BEYİT :
«Eğer diriye çağırsaydın mutlaka duyururdun; lâkin ne yazık ki çağırdığın kişide hayat yoktur!...»
Bu bir çok kimselerin düşündüğüdür.. Onun için böyle bir açıklamada bulundum, Yoksa Allah'ın kader hakkındaki sırra vakıf olan kardeş bu söz sana değildir. Sen zaten bu gibi açıklamalara ve tenbihlere muhtaç değilsin.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MELİK

el'MELİK

O, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilâkis herşey zatında, sıfatında, mevcudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır! .
Şu halde ondan başka herşey O'nun memlukûdür..
O'nun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak O'dur!..
TENBÎH:
Kulun mutlak melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allah'dan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allah'a muhtacdır. Sonra ona herkesin, her şeyin muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona muhtaç olmayan bir çok varlıklar vardır da o farkında değildir.. Lâkin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce onun Melik olduğu zannı hakim olur.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah'dan başka kimsesi olmaz.. Allahdan gayri her şeyden alâkasını keser. O, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahib olur.. (Nasıl mı?)
Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise; dili, gözleri elleri ve sair azalarıdır..
O, bütün bunlara hakim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.. Bir de buna insanlara Karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin - gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında - kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allanın selâmı üzerlerine olsun.) rütbesidir. Çünkü O'nlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allah'dan başka hiç kimseye ihtiyaçları yoktur, herkes kendilerine muhtaçtır..
Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan alimler takib ederler, onlann sultanlık derecesi de, kullan irşat edebilmek yeteneğiyle ölçülür.
Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allah'a yaklaşabilir. Bu mülk - hakimiyet - kendilerine gerçek melik olan, mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir.
Emirlerden biri, ariflerden birine:
— Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine verdiği cevab ne de arifanedir.
— Ben senden ne istiyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki onlar senin efendindir.
— Neymiş onlar bakalım?
— Biri hırs, diğeri heva ve heves... îşte ben bu ikisinin sırtını yere getirip onlara hakim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar sana hakim oldular. Demiştir.
Adamın biri, bir şeyhden kendisine nasihatta bulunmasını rica edince Şeyh ona dedi ki:
— Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü duyunca şaşırdı ve tekrar sordu:
— Nasıl yani?
— Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dünyada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette değil...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'KUDDÛS

el'KUDDÛS

O, hissin idrak ettiği, hayâlin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilâç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve müberradır... •
O'nu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykın düşer.. Zira böyle bir ifade, ülkenin kiralını vasf eden kimsenin: «ülkemizin kiralı, mühür kazıya, kan alıcı değildir!» sözüne benzer.
Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.
Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealaya- noksanlık isnad etmeye yol açar. Onun için O'nu vasf ederken dedim ki: O, bir çok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.. Çünkü o 'insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabiî ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcud olduğu gibi noksan olanlar da mevcuddur.
Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflannı mânalarının hizasına koyarak işte bu kemâl sıfatlardır, dediler.
Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatlan da mânalarının hizasına koyarak noksan saydılar.
Sonra Allah'ı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemâl sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlardan da münezzeh ve müberradır. Hattâ yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de O'na menend olamaz!..
Bu konuya dalma ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim, tekrarına lüzum görmüyorum..
TENBÎH :
Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir İlmine gelince: Onu, bütün muhayyelât, mahsusat (his edilenler), Mevhûmat (vehm edilenler) ve behîmi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.
İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşerî lezzet ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir.
İşte kul, böyle olunca ancak Allah'a yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allah'la beraber olabilir. Onun Allah'dan başka hiç bir şeyde hazzı, Allah'a kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allah'dan gayri hiç ; bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz!.. O'na Cennet bütün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahipsiz evi ne yapsın o?.. Hülâsa: Kul, hissî, hayali ve hayvanı olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemâle ermiş olur.
Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur...
Allah'dan başka gayesi olmayan kişinin derecesi,himmetine göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icablarmdan arınırsa Hazretil - Kuds'un sevgisine mazhar olmuş demektir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
es'SELÂM

es'SELÂM

Tüm selâmet ve emniyetler ondan sadır olmuştur ve yine ona rucû edecektir. Yukarıda anlatmıştık: Vacib teâla'nın fiilleri şer'den (yani mutlak serden) salim olmuştur.
Şerri hiç bir zaman bizatihi murat etmemiştir. Ama içinde hayr saklı olan şerri murat etmiş olabilir. Çünkü böyle olan şer aslında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi şer değildir...
TENBÎH :
Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, günâh ve yasaklardan beri olan her kul, Allah'a selâmet bulmuş bir kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selâm-ı Mutlak'dan istifade etmesiyle mümkündür.
Kulun her bakımdan selâmet bulması, ayrıca in'tikas ve in'ikasdan da beri olmasına bağlıdır.
İn'tikas: Aklın şehvet ve gadaba esir olması demektir. Gerçekse bunun tam aksidir. Yani şehvet ve gazabın aklın esiri olmasıdır. Bunun aksi olunca intikâsa maruz kalmış olur. Böyle olunca da emir memur; kıral köle olmuş olur.. Şu halde selâm ve islâmla, ancak müslümanlarin dilinden ve elinden kurtulmuş olan kimse nitelenebilir. Henüz kendi nefsini kurtaramıyan kişi, bu ulvi vasıfla nasıl nitelenebilir?...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MÜ'MİN

el'MÜ'MİN

O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve eman ona racidir. Çünkü emniyet sebeblerini o açıklamış, korku .yollarını o kapatmıştır.
Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olmadan da korku tasavvur edilemez. Mü'mini mutlak o varlıktır ki, bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz. İşte o da Allah'dır.
Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine bir felâketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz, sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler.
İşte insan oğlunun bütün organ ve duyulan da. böyledir... İsimlerinden biri Mü'min olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş, kuvvetlendirmiştir.
Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim:
Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket edemiyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silâhı yok. Veya silâhı da var ama, düşman çok, tek başına üstelerinden gelemiyor. Kendini koruyan insanlar da var ama, mutlaka hep beraber sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor.. Tam o sırada biri yetişiyor ona silâh, asker veriyor. Üstelik onu ve askerlerini muhafaza edecek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye şimdi rahatlıkla biz mümin diyebiliriz..
şimdi kul, yaradılış itibarı ile gayet zayıftır. Hastalık, açlık, susuzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi; yanma, boğulma, yaralanma, kırılma tehlikeletiyle de her saman karşı karşıyadır.
Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, ancak hastalığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azaları (organları) da bedenin muhafazası için elverişli olabilir.
Duyulan da felâketten haber verecek birer casuslarıdır..
Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegane siper ise Kelime-i Tevhiddir, Allah'da işte kullarına en büyük bir reçete olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: «— La ilahe illellah, benim kalemdir. Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur..»
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kâinatta, esbaba tevessül etmeden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebelerin halikı; onların göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki (Allah)'dır.
O'dur herşeyi yaratan, O'dur yol gösteren.
Evet, O'dur gerçek ve mutlak MÜ'MİN...
TENBİH :
Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz, ona baş vuran her korkan kişiyi, gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nitekim Resûlüîlah Sallallâhû Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır:
«Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu' kendi kötülüklerinden emin kılsın»
Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet, ederek Allah'ın azabından kurtaran kişilerdir.. Bunu da hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve âlimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar:
«Şüphesiz siz, ateşte kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım'..»
HAYÂL VE TENBİH :
Korku, şüphesiz ki Allah'dandır. Kullarını korkutan O'dur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır.. Öyleyse emniyet O'na nasıl izafe edilir?
CEVAP: Korku ondandır... Emniyet de ondandır. Korku sebeblerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki O'dur! Onun korkutucu olması, Mümin olmasına mani teşkil etmez. Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması O'nun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir. O, Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır..
Ve yine O'nun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi,, bazılarını da yükseltebilir..
Demek ki, Mümin (Eman veren) de O'dur, korkutan da O'dur.. Lâkin güzel isimlerinden biri Mü'min olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MÜHEYMİN

el'MÜHEYMİN

Bu ismin, Allah hakkındaki mânası şudur: O (Allah), yaratmış olduğu mahlûkatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza eder. Her muhafaza ile memur olana müheymin derler. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demektir. Şu halde israf (gözlem) ilme, istilâ ise Kudretin kemaline, muhafaza ise akla racidir. İşte bu mânaların hepsini ancak (Müheymin) ismi içine alır. Bu mânaları tam mânasiyle ve kayıdsız şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil. Bu sebebledir ki,
(El-Müheymin) ismi, kadim kitablarda da Allah'ın isimlerinden sayılmıştır...
TENBÎH :
Kendini mürakaba eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hakim olma itibari ile müheymindir. İsraf ve ittilaı daha da genişletip Allah'ın kullarına yol gösterme imkânına sahib, feraset ve istidlal tariki ile iç ve dış yüzlerine de vak'f olup da onları irşat edebilirse tabii ki bu mânadan nasibi son derece fazla olmuş olur...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'AZİZ

el'AZİZ

O, öyle bir kıymetli isimdir ki, emsali az bulunur. Ona çok ihtiyaç duyulur. Ona ulaşmak güç olur. Bu üç mânayı üzerinde bulunduramayan kişi'ye «Aziz» ismi verilemez!
Çünkü çok nadir olan şey var ki, kıymetli ve faydalı değildir.. Bunun için de hiç bir zaman (Aziz) olamamıştır..
Nice kıymetli ve yararlı, misli bulunmayan şeyler var ki vüsûlü güç değildir: Güneş gibi.. Onun emsali yok... Yer de öyle... Bunların faydası pek çoktur. Onlara olan ihtiyacımız da son derecededir.. Lâkin (bütün bunlara rağmen) her ikisine de (Aziz) diyemiyoruz. Çünkü, onları müşahede etmek onlara vasıl olmak güç değildir.. Onun için bir şeyin aziz olması için mutlaka yukarıda arz ettiğimiz üç mâna (Vasf) m bulunması gerekmektedir..
Sonra bu üç mâna'mn her birerleri için kemâl ve noksanlık söz konusu olabilir...
Meselâ nadir olmasındaki kemâl, bir olmasına bağlıdır. Çünkü birden az hiç bir şey tasavvur edilmez. Tek olan misli ve menendi bulunmayan varlık ancak Allah'tır. O'ndan başkası için böyle bir şey düşünülemez..
Güneş mevcut olma bakımından her ne kadar tek ise de lâkin onun gibisinin bulunması da mümkündür. Yani mümkün olma bakımından o, tek değildir. Kemâl, nefasette onun gibisi bulunabilir...
Şiddetli ihtiyaç meselesine gelince:
Bu, herşeyin -varlığında, bekasında, sıfatında- kendisine ihtiyaç duyulan varlık olarak kabul ettiğimizde «Hakkında kemâl» sözü doğru olabilir.. Böyle bir varlık Allah'dan başka var mıdır?
, — Bütün varlıklar O'na muhtaçtır. Hemde herşeylerinde.
Yukarıda açıklamıştık. Allah'ı kendisinden başka tam mânasiyle kimse bilemez! (Künhünü..) Kayıtsız şartsız gerçekten Aziz olan O'dur!... Azizlikte O'na hiç bir şey benzeyemez!...
TENBÎH:
Kullardan aziz olan, uhrevî hayatlarında ve ebedî saadetlerindeki önemli işlerinde kendilerine ihtiyaç duyulandır. Şüphesiz ki, bu evsafta olanlar yok denecek kadar azdır. İşte bu ancak Peygamberlerin rütbesidir. (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun.)
Şeref ve izzet, bakımından onlara ancak, asırlarında yaşamış halifeleri ve kendilerine varis olacak ümmet âlimleri yaklaşabilir.. Tabiî bunların her birerleri,halkı irşat hususunda gösterebilecekleri basarı nisbertinde onlara yaklaşma imkânına kavuşabilir...
 

gulen76

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 May 2008
Mesajlar
360
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
48
allah razı olsun kardeşim...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el-Cebbar

el-Cebbar

O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile herkesde icra edebilir. Hiç kimse O'na bir şey yapamaz. Hiç kimse O'nun elinden (kudretinden) kurtulamaz. Bütün eller O'na karşı aciz kalır. Mutlak (kayıdsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allah'tır. O herkese cebr eder, hiç kimse O'na cebr edemez. Bu hususta hiç kimse Ortak eş olamaz.
TENBÎH :
Kullardan bu isme lâyık olan, uymaktan uyulmak derecesine, yükselen, rütbe itibarı ile herkesden yüksek olan, heyeti ve suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onları mecbur kılan, onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç duymayan, tesir edebilen, hiç kimsenin tesirinde kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine sevileri bir kimse, onu gördüğünde, bir daha görmek isteyen ve fakat onun gibi olma temennisinde bulunmayan, kimsedir ki bu vasıf ancak insanlığın Önderi Hazret-i Muhammed'e (S.A.V.) nasib ve müyesser olmuştur... Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöylece tebarüz ettirmişlerdir:
«— Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı. Ben Adem oğullarının efendisiyim (ki bununlla) gururlanmıyorum.»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MÜTEKEBBİR

el'MÜTEKEBBİR

O zatına nisbetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine lâyık gören, başkalarına meliklerin kölelere karşı takındığı bir nazar misali bakandır... "
Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mutabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir olmuş olur. Ne varki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak Allah'ındır....
Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani göründüğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum olur. Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur. Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allah'a mahsustur...
TENBÎH :
manada mütekebbir, zahid ve
Kullardan gerçek arif olandır.
Arifin zühdü ne demektir?
Onun manası nedir?
Mânası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah'dan başka herşeyden kendisini üstün görmesi, dünyayı - hattâ - ahireti küçümsemesi, kendisini Hak'dan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir. İşte Arifin zühdünün mânâsı budur.
Arif olmayanın zühdü; bir nevî alışverişten ibarettir. Ahiret metaını dünya metaı ile satın alır.. Veresiye alışverişteki kâr ve kazanca tama ederek peşin ahş verişi terk eder. İşte buna selem ve mubayaa derler...
Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten hakirdirler. Hiç bir zaman gerçek mânada mütekebbir olamazlar. Çünkü gerçek mânada mütekebbir, her şehveti hakir gören, hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el HALİK el'BARİ el'MUSAVVİR

el HALİK el'BARİ el'MUSAVVİR

Belki bu isimlerin eş mânalar ifade eden isimler olduğu akla gelebilir.
Hepsinin de mânası (Yaradıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık alemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdir'e göre icad, icad'dan sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır. İcad edici olarak da halıkdır. Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır. Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde o, yaratmıştır...
Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu - metre karesi - ne kadara, kaça mal olacağını hesablıyacak birine ihtiyaç vardır.
İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz..
Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır... İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur. Lâkin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz. Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de O'dur.
Şimdi Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatmdan birini ele alalım. Meselâ insanı...
İnsanoğlu Allah'ın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvelâ nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı. Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lâzımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi..
İnsanın bünyesi ancak su ve toprakda vücut bulabilir. Yalnız toprak kâfi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağılıverir. Yalnız su da kâfi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmak ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lâzımdır ki, su ve toprak karışımı muhkemleşip ayakda durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan yaratılmış, olmuyor. Bilâkis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor...
Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgâr vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder.
Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz.. Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet O, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir... İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire göre icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir..
Lûgatta bu iki kelimenin aytı ayrı mânalar ifade ettiğine şahit vardır. Arablar hazık ve herşeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler. Nitekim şair:
«Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi yar ki yapar ama güzel yapamaz!» demiştir...
El-MUSAVVİR İSMİNE GELİNCE :
Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli tarza sokmak itibariyle O'na mahsustur. Bu, fiil'in vasıflarıdır. Bunun hakikati ancak kâinatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan Allah'a mahsustur.
Evet kainatın tamamını bir çok organdan teşekkül tek şahıs olarak mütalea edebiliriz...
Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve [havadır...
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi. Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilâkis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını, alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder.
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebebleri böyle anlamalıyız...
Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intizamındaki hikmetleri sayacak olsak bitiremeyiz..
Ayrı ayn herşeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin manasını daha iyi anlar ve bilir.
Bu tasvir ve tertip, alemin her parçasında mevcuddur. Hatta karınca ve zerre de bile mevcuddur. Hatta ve hatta karıncanın organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyacan veren nizam ve intizam, mevcuttur.
Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekillerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da aynı şeyi söyliyebiliriz...
TENBÎH :
Bu isimden kulun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde bütün alemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp tafsilâta geçmelidir:
Önce (Eşrafi mahlûkât) olan insana bakar. İnsan vücudunu iyice inceler, vücûdda bulunan cismanî organları gözden geçirerek, nevilerini, adet ve terkibini, yaradılışında ve tertip edilişindeki hikmetleri öğrenir, sonra, onunr idrak, irade gibi manevî niteliklerine bir göz atar, düşünür, düşünür...
Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın suret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye kadar... Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir..
Bir de bunun ruhanî tertibi vardır ki; bu melekleri ve mertebelerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir...
Ondan sonra beşeri kalblere tasarruf etmeye başlar, onları doğru yola irşad etmeye koyulur...
Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına doğru sevkeder... İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır. Yani vücûdî şekle mutabık ilmî suret kazanmalıdır kul. Çünkü nefsin şeklini bilmek, malûmun şekline mutabıktır. Allah'ın suretleri bilmesi, suretlerin ayan'da mevcut olmasına sebebdir. Ayanda hnevcut olan suretler ise ilmî suretlerin insan kalbine hasıl olmasını sağlar... Böylece kul, Allah'ın isimlerinden olan (El-Musavvir) isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekillendiricilik vasfını kazandırmış olur. Hattâ öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekillendirici) durumuna gelir. Tabiî bu, mecaz yoluyladır. Çünkü o suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir roiü yoktur... Lâkin kul. Allah'ın, Rahmet pınarlarından istifade etmeye koşar. «Bir kavim özlerindeki (güzel hal ve ahlâk) i değiştirip bozuncaya kadar Allah şübhesiz onun (halini) değiştirip bozmaz.»
İşte bundan dolayıdır ki Resûlüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır:
— Şüphe yok ki, Babbinizin ömrünüz boyunca nefhalan vardır. Ona koşuşun!»
EIHalîk. Ve El-Bari isimlerine gelince; Kulun bu isimlerde hiç bir rolü yoktur. yani kullara bu isimler verilmez ve onlara yaradıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazî anlamda denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O (kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre (yine Allahm izni ile) tahsil edebilir.
Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır:
1 — Var olmalarında kul'un hiç bir rolü yoktur: Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kâinatın diğer yaratıkları gibi...
2 — Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar. Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir.
İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde,bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesden faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcud değildiler... Meselâ satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşf eden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildir
ya!..
Hayr ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınaî ve siyasî icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lâkin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil...
Allah'ın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekûr (isimleri) gibi...
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimler de ortaklık düşünülemez!..
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
'' Azamet ve kibriyasında eşsiz, teâlî ve samedâniyetinde emsalsiz olan ALLAH'a hamd olsun!
O ALLAH ki izzet ve celâlinin korusuna girebilmek için akıl kanat bulamaz.
O ALLAH ki zatını tanımaya, tanımaktan acziyeti yegâne vesile kılmış ; en fasîh dillere kendisini, kendisinin vaz'ettiği övgülerle, tadad eylediği isim ve sıfatlarla övdürmüştür.
Cümle mahlûkatm efdali Muhammed'e ve O'nun âline, ashabına ve zürriyetine selât ve selâm olsun. ''
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'GAFFÂR

el'GAFFÂR

O, iyilik yapan ve çirkini örtendir.. Günahlar, Allah'ın dünyada örttüğü ve ahirette cezalandırmaktan (Kullar) hakkında vaz geçtiği çirkinliklerdendir..
El-Gafr, örtmek mânâsmdadır.. Allah'ın kullar hakkında birinci örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin, insan gözleri tarafından tiksinilecek ayıplarıdır. O ayıplar içeri de gizlenmiş ve yüzüne vurulmamıştır... İnsanın iç yüzü ile dış yüzü arasındaki fark cidden büyüktür.
İkincisi; bütün çirkin duygu ve temayüllerin karargâhı olarak kimse görmesin diye kalbi seçmiştir.
Eğer kulun hatırından geçen kötü duygularına, kalbindeki çirkefliklerine başkaları muttali olacak olsalar ona hücum edip helak" ederler. Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır.
İçindekileri dışa vurdurmamıştır.
Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebeb olacak günâhlarını da örtüvermesidir. Sırf günâhlarının çirkinliklerini örtmek için, imanda sebat ettiği müddetçe, günâhlarını sevablara tebdil edeceğini bile vaad etmistir..
TENBÎH :
Kulun bu isimden alacağı ilham şudur: O'da başkalardan sadır olan hataları örter.. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz.
Allah'ın elçisi bunu Allah'ın kullarına öğretmişlerdir:
«— Her kim bir mü'minin aybını örterse, Allah' da kıyamette onun aybını örter..»
Gıybet eden, mütecessis olan, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabiî ki bu vasıftan uzaktırlar..' Bu güzel vasıfla bezenecekler hiç şüphe yok ki, ayıpları ifşa etmeyen, kulun ayıplarını araştırmak için arkası sıra gitmeyendir..
Hiç kimse kusurdan hali değildir. İnsanlar arasında kemale ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karekterli kimselerde vardır.
Çirkinliklere göz yumup da ayıbına muttali olduğu kişinin iyiliklerinden bahs eden kimse bu vasfa lâyıktır.. Aşağıdaki rivayet bizim bu görüşümüze ne güzel rşık tutmaktadır:
Bir defasında' İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz:
— Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca:
(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
«— Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var..»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'KAHHÂR

el'KAHHÂR

O, öyle bir varlıktır ki, düşmanlarının belini kırar,onları öldürmek suretiyle kahreder. Hayatta hiç bir varlık yoktur ki, onun kahrı ve kudreti altında kıvranmasın. Satveti karşısında aciz kalmasın...
TENBÎH :
Kullardan kahhar, düşmanlarını kahr edene denir. Kulların en büyük düşmanı iki yanı (sağrısı) arasında bulunan nefsidir. O, kendisini aldatan şeytandan daha düşmandır. Kul, her ne zaman nefsinin şehvetlerini kahr ederse, şeytanı kahr etmiş olur. Çünkü şeytan onu, ancak şeyvetleri vasıtasiyle helâka sürükleyebilir. ,
Şeytanın insanları aldatmak için alet olarak kullandığı şeylerden biri de kadınlardır. Kadınlara karşı şehvet ve isteğini kahr eden kişi, bu tuzağa düşmez..
Din kuvveti; aklın işareti ile şehvetlerini kırıp parçalayan da böyledir.
Nefsani aralarını yenen kişi mutlaka kendisini aldatmak isteyen insanları da yenmiş demektir. Çünkü insanların gayesi, onun vücûdunu ortadan kaldırmaktır. Onun gaye ve çalışması ise ruhunu ihya etmektir. Birer düşman mesabesinde olan şehvetleri öldüren kişi ruhunu ihya etmiş ve ölümünde ölmemiş olur: «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis ¦onlar Rableri katında diridirler.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt