Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Esma-i hüsna (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'AZÎM

el'AZÎM

Şunu iyi bil ki: (Azîm) kelimesi ilk vazedildiğinde, cisimlere itlak edilip şöyle denilmiştir:
Bu cisim büyüktür. Şu cisim bundan daha büyüktür.. Cisimlere göre tabiî.. Büyük olan cisme büyük, ondan daha büyüğü görüldüğünde onun hakkında daha büyük cisimdir, tabiri kullanılmıştır.

Sonra bu büyüklük, gözün çevreleyebileceği kadar olur, çevrelemiyeceği kadar olur. Yer, gök gibi.
Meselâ bîr fil için (Fil büyüktür, bir dağ için de bir dağ büyüktür) deriz ve göz onun büyüklüğünü çevreleyebilir. Ama yer (dünya) büyüktür dediğimizde göz onu ihata edemez. Gök de öyle. Çünkü bunlar gözlerin göremeyeceği kadar büyüklüğe sahiptirler.
Sonra gözlerin görüp idrak ettiği şeyler de kısım kısımdır. Akılların künhünü (Hakikatini) idrak edebilecekleri vardır, idrak edemiyecekleri vardır.
İşte akılların künhünü idrak edemiyeceği, bütün büyüklerin ötesinde olan en büyük, ihatası imkânsız olan Mutlak Büyük Allah'tır... Bunun açıklaması birinci bölümde geçmiştir.
TENBİH :
İnsanlar arasında bu sıfata haiz olanlar, Peygamberler ve âlimlerdir.
Kişi, bunlardaki büyüklüğü bilmiş olsa, onların heybetinden kalbi titremeğe başlar, sinesine sığmaz olur.
Ümmetine karşı Peygamber, müridine, karşı şeyh,, talebeye karşı hoca büyüktürler. Ne yazık ki, bazı kısa görüşlü olan insanlar bir türlü bunu kabul etmemektedirler..
Eğer büyüklükte ümmet, peygambere, mürid şeyhe, talebe de hocaya eşit olsaydı büyüklüklerinin mânası kalmazdı.
Allah'dan başkasına izafe edilen her büyüklük hiç şüphe yok ki, küçüklüktür. Çünkü o (insan) mutlak azîm değildir. Ancak kendisinin dününde (kendinden aşağı) olan kişilere izafetle (nisbetle) büyüktür.
Allah'ın büyüklüğü böyle mi ya? O, mutlak azîmdir. (Kayıtsız şartsız büyüktür), O'nun büyüklüğü izafet tariki ile değildir!
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'GAFUR

el'GAFUR

Bu kelime, Gaffar (Ziyadesiyle afv edici) manasınadır. Ancak şu farkla: Bunda olan mübalağalık (Ziyadelik), Gaffar kelimesinde yoktur.
Niçin mi? Çünkü; Gaffar mağfiret bakımından çokluk ifade etmekte, yani mağfiretin tekrarlanması babında ziyadelik ifade eder. Lâkin, fasıl vezninde olan «Gafur» gufranı tam olan, bütün mağfiretleri içine alan gayet şümullü bir mâna taşımaktadır.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
" En güzel isimler Allah'a mahsustur. O'na bu güzel isimlerle dua edin. "
( A'râf Suresi - 180 )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
eş'ŞEKÛR

eş'ŞEKÛR

Bu,taat karşılığında çok büyük dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında âhiret âleminde sonsuz nimetler veren, demektir.
Yapılan iyiliği, daha büyük bir iyilikle karşilayan'a (Şekere tilkelhasene.. = O, iyiliğe karşı teşekkür ederek kadrini bildi ve daha fazlasını yaptı.) derler..
İyilik yapan kimseyi öven kişiye de, «bak filân adam ona teşekkür etti,» derler.
Bu bakımdan (Şekûr) kelimesinin, iyiliği fazlasıyle karşılayan, mânasına geldiğini söylediğimizde, buna Allah'dan başka hiç kimsenin lâyık olmayacağını itiraf etmiş oluruz. Çünkü O'nun amellere karşı verdiği mükâfatların hiddi hududu yoktur. Söyleyin bakalım, cennet nimetlerine pâyan var mıdır?!..
Allah-ü Teâlâ buyuruyor: «Geçmiş günlerde takdim etliğiniz (iyi ameller) in karşılığı olarak afiyetle yeyin, için.»
Sena (övgü) kelimesinin mânasına baktığımızda anlarız ki, her öven kimsenin senası başkasınadır. Rab Teâlâ kullarının amellerini övdüğü zaman, kendini övmüş olur. Çünkü onların amellerinin halikı O'dur.
Veren ve öven bu isme lâyık olduktan sonra, verene veren, vereni öven hiç şüphesiz bu isme daha çok lâyıktır!
Allah'ın, kullarını sena ettiğini gösteren iki âyet:
«Allah'ı çok zikreden erkeklerle, çok zikreden kadınlar.» «O, ne güzel kuldu! Hakıykat O, daima (Allah'a) dönen (bir zat) idi.»
İşte bütün bunlar Allah'ın bir atiyesidir..
TENBİH :
Kul, bazan gördüğü bir iyiliğe karşı sadece teşekkür etmekle Şakir (şükredici) olur. Bazan da gördüğü iyiliğe karşı daha fazla iyilik yapmakla (şakir = şükredici) olur. Nasıl olursa olsun, bütün bunlar iyi huylardandır.
Allah'ın Resulü Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:
«İnsanlara şükr etmeyen Allah'a da şükr etmez!»
Allah'a karşı şükretmesi mecazî yöndendir. Çünkü O'na karşı ne kadar şükretse yine de tam şükretmiş olamaz. Zira nimet ve ihsanları sayısızdır.
Allah'a itaat etmek suretiyle şükretmeye kalkışsa yine de şükretmiş sayılamaz, zira itaat etmesi bile, Allah tarafından kendisine bahşedilen başka bir nimettir. Hattâ şükür nimeti bile, şükrü gerektiren bir nimettir.
Öyleyse Allah'ın nimetlerine karşı yapılacak en iyi şükür: O nimetleri masiyet yollarında kullanmayıp, ta'at yollarında kullanmaktır.
Çok düşün! Bu çok ince bir bahistir. Biz bunu İHYA isimli kitabımızdaki şükür bahsinde anlattık. Çünkü bu kitabın hacmi bu kadar uzun bahsi içine almaya yetişmemektedir
 
B

ber.ha

Allah razı olsun kardeşim .99 ne yüce sımsık sarılmamız gerekir Allahu teala gafletten uyanmayı herkese nasip eder inşallah.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'ALİY

el'ALİY

Bu öyle bir rütbedir ki, bunun fevkinde rütbe yoktur, bütün rütbeler ondan aşağıdır. Çünkü bu kelime, Ulûv (yükseklik) kelimesinden meydana gelmiştir. Bu ise es'Süfl (Alçak) kelimesinin karşılığıdır.
Bu, merdivenler gibi, basamaklı yerlerde ve şeylerde yani hissedilen hususlarda olur ya da tertibi aklîden olan varlıkların manevî rütbeleridir. Yer bakımından olan yüksekliğe mekânı yükseklik denir.
Öbür çeşit rütbe yüksekliğine de ulvî yükseklik denilir.
Akli dereceler, aynı hissî dereceler gibi anlaşılmaktadır.
Aklî derecelere misal sebep ile müsebbip, illet île ma'lüî, fail ile mef'ul, kabul edenle, kabul edilen, kâmil ile nakıs, arasındaki derece farkları gibi...
Bir şey, sebep olarak takdir edildiğinde o, ikinci bir şeyin sebebidir, ikinci bir şey üçüncü bir şeyin sebebidir. Üçüncü ise dördüncünün sebebidir.
Meselâ on sayısına kadar bu böyle devam eder. On, derece itibariyle en son olmuştur. Sebep olma bakımından bir, birinci derece sayılmıştır. Ve o âlâ, (yüksek)dır.
Şimdi birincinin ikinci üzerindeki üstünlüğü (yüksekliği) mâna itibariyledir, mekân itibariyle değil. Demek ki, yücelik (yükseklik) üstünlük itibariyle olmuştur. Tedricî aklî'nin mânasını anlamışsan şunu iyi bilmelisin:
Kâinat aklî derecelere ayrılacak olursa, Allah'ın en yüksek derecede olduğunu kabul etmek lâzımdır. Çünkü onun üstünde hiç bir derece tasavvur edilemez! Çünkü Mutlak yüce O'dur, O'ndan başka olan yücelikler (yükseklikler) madununa izafetledir ki, onun üstünde mutlaka bir yüce de bulunabilir. Aklın taksimine misal:
Mevcudat, sebep ve müsebbip olarak ikiye ayrılır. Sebebin müsebbip üzerindeki üstünlüğü rütbe üstünlüğüdür. Mutlak üstünlük ise Müsebbibil-Esbâb'a mahpustur.
Ve yine mevcudat, ölü diri olarak ikiye bölünür: Diri, yalnız hissî idrake sahip olan hayvan, hissi idrakle birlikte aklî idrake de sahip olan bir varlık olmak üzere ikiye bölünür. Hissî idrakle birlikte, aklî idrake sahip olan da, şehvet ve öfke taşıyan insan, şehvet " ve öfke taşıması mümkün olduğu halde bunlardan salim olan melekler olarak ikiye bölünür. Bu anlattıklarımızın hepsi hakkında müstahil olan bir varlık vardır ki biz buna Allah diyoruz. Şimdi bu tedricî taksimattan şunu elde etmiş oluyoruz:
Melek insandan üstündür, insan hayvan'dan üstündür. Allah ise bunların hepsinden üstündür Çünkü mutlak üstün ve yüce O'dur!
Çünkü O, diridir. Hayat veren O... Mutlak âlim olan O... Ulemanın ilmini halk eden O... Her çeşit noksan sıfatlardan münezzeh olan O...
Ölü, kemâl derecelerinin en alt derecesinde kalmıştır. Diğer tarafta yani bütün bunların ötesinde ve fevkinde Allah vardır. Allah'ın üstünlüğünü ve yüceliğini böyle anlamak lâzım..
Çünkü bu isimler, gözle görünen şeye nisbetle önce böylece vaz edilmişlerdir ki bu, avamın anlayacağı derecedir.
Sonra havas'da olduğu gibi bazı basiretlerin bulunduğu anlaşılınca, bu sefer ondan bazı mutlak lâfızları istiare ettiler. Bu defa bunları havas anladı, avam anlamadı.. Çünkü onların idrak gücü, ancak o kadardır.
Onlar azameti (büyüklüğü), mesafe, yüksekliği mekân itibariyle anlayabildiler de fevkiyet (üstünlük) ancak bundan ibaret sandılar.
Şimdi bu anlattıklarımı anladığın zaman, arşın ne demek olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin! Çünkü Arş, cisimlerin en büyüğüdür. O, hepsinin üstündedir. Cisimler gibi ölçülmekten, tartılmaktan münezzeh olan Ulu varlığın yüceliği rütbe itibariyledir. Yoksa bir mekân üstündedir, anlamında değildir. Arşın zikredilmesi ise, çünkü arş bütün cisimlerin üstündedir, hepsinin üstündedir. Onun için onun üstünde olansa her şeyde üstün olacağı muhakkaktır.
Meselâ halife, sultandan üstündür. Derler ve bu sözle onun bütün insanlardan üstün olduğunu tenbih ederek anlatmak isterler.
Fevkiyetten mutlaka mekânı anlamak isteyen ve bu anlayışta ısrar eden hululinin aklına şaşarım. Mahfilde yan yana oturarak iki büyük insanı göstererek bunlardan hangisi üstündür dersen şu cevabı verir:
Şu adam, o adamın üstünde oturuyor. Halbuki onun, o adamın üstüı ie değil de yanında oturduğunu biliyor. Çünkü üstünde otursa başında oturması gerekir. Veyahut başının üstünde olan bir binada oturması icap eder.
Tutup ona «yalan söylüyorsun, adam üstünde değil, yanında oturuyor» dersen, bu defa. da sana öfke ile bakmaya başlar ve ben üstünlükle rütbe üstünlüğünü (yüksekliğini) kasdediyorum, yer yüksekliğini değil, diyerek sana yan yan bakmaya başlar. Çünkü, gerçekten sadre (koltuğu) yakın olan, uzak olana nisbetle (rütbe) bakımından daha yüksek olduğunu kabul etmiştir.
TENBÎH :
Kulun mutlak yüce olması asla düşünülemez. Çünkü onun üstünlde her bakımdan yüksek birinin bulunması mümkündür. Meselâ Peygamberler v Melekler derecesi herhangi bir kuîun derecesinden yüksektir.
Evet Belki kendi cinsinden olan bütün insanların üstünde olması bir kul için mümkün olabilir. Bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (S.A.V.) gibi. Lâkin bu da, mutlak yücelik sahibine nisbeten noksandır. Çünkü O'nun yüceliği, kendisinin dûnunda olan diğer mevcudata göredir. Bu ise vücup tarikiyle değildir. Zira ondan yüksek birinin bulunması da mümkün olabilir.
Mutlak yüce olan, öyle bir varlıktır ki, onun üstünde. ne izafet tariki ile ve ne de nakızının mukarin olduğu herhangi bir varlığın bulunmasıyle hiç bir üstünlük ve yücelik yoktur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'KEBÎR

el'KEBÎR

O, kibriya sahibidir. Kibriya; zatın kemalinden ibarettir. Kemâl-i zat ile varlığının mükemmel olmasını kasdediyorum. Varlığının mükemmel olması iki şeye bağlıdır:
1 — Ezel ve ebed bakımından devam etmesi... Her varlık ki, önü veya sonu kesiktir o, nakıstır. Bu sebepledir ki çok yaşamış insana şöyle derler:
O, büyüktür, yani yaşı büyüktür. Çok yaşamıştır. Ona azimüşşan (azîm bir yaşa sahip) denilmez. Zira (Kebîr = büyük) kelimesi ile (Azim = büyük) kelimesi ayrı ayrı yerlerde kullanılır.
Hayatı mahdut olan bir yaratık, biraz fazla yaşamakla (kebîr) vasfına lâyık olursa, varlığının evveli ve sonu olmayan bir varlığın kebir olması pek tabiîdir ki evlâdır...
2 — Onun vücudu (varlığı) öyle bir varlıktır ki, bütün varlıklar ondan meydana gelir.
Kendi nefsinde varlığı tamam olan, kâmil ve kebir olursa, bütün mevcudatın kendisinden sudur ettiği O yüce varlık haydi haydi kâmil ve kebir olur!..
TENBÎH.
Kullardan bu vasfa lâyık olanlar, olgun kimselerdir ki, bunlar ahlâk bakımından herkese örnek olurlar. Kimle otururlarsa ona maddî ve manevî yönden faydaları dokunur. Evet kulun kemâli (olgunluğu) aklı, veraı ve ilmi ile ölçülür.
Kullardan büyük o kimsedir ki, alîm, muttaki olduğu gibi halkı da irşat eder. Etrafa saçtığı ilmi ve feyizleri ile herkese örnek olur.
Hazreti İsâ (A.S.) buyurmuştur:
«İlmi ile amel eden âlim'i sema melekûtunda Azim <büyük) diye çağırırlar.»
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
" En güzel isimler Allah'a mahsustur. O'na bu güzel isimlerle dua edin. "
( A'râf Suresi - 180 )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HAFÎZ

el'HAFÎZ

O, gerçekken Hafiz (Koruyucu)'dır.
Hıfz = korumak, kelimesinin mânasını anlamak İki yönden olur. Birincisi, varlıkların devamını (belirli bir zamana kadar) sağlamak, muhafaza etmek ki, Allah, gökler, yerler gibi fazla yaşayan varlıkların da, hayvan, bitki ve insan gibi ömrü az olan varlıkların da hafızıdır..
İkincisi, birbirlerine zıt olan şeylerin, yekdiğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumak.
Meselâ su ile ateş gibi.. Bunlar birbirlerinin zıddıdır. Yekdiğerlerine saldırabilirler. Meselâ su ateşi söndürür, ateş de çok ve önlenmiyecek durumda olursa suyun bulunduğu yeri yakıp kavurur. Su da buhar haline gelir.
Tezad ve teaddi hararet ve bürûdet arasında, birbirlerini yendikleri zaman elle tutulur derecesinde görülebilir. Rutubetle kuruluk da böyledir. Birbirlerine zıd unsurlardan teşekkül etmiş bütün varlıklar da böyledir.
Canlı bir varlığı ele alalım: Mutlaka yaşaması içirt hararet lâzımdır. Hararet olmazsa yaşayamaz. Kan gibi bedenine bir gıda olan rutubetli bir şeyin de bulunması lâzımdır. Azalan birbirine kenetleyecek ve ayakta tutacak kemikler gibi kuru olan unsurlannda bulunması, lâzım gelmektedir.
Hararetin kuvvetini ve şiddetini azaltacak ve vücuda itidali sağlayacak bir bürûdet (soğukluk)un da olması gerekmektedir.
İşte bunlar birbirlerine zıt şeylerdir. Allah bunları insan bedeninde hattâ her canlının vücudunda bir araya getirmiştir. Ve aynı zamanda, bunları, birbirlerine saldırmaktan da menetmiş, korumuştur. Öyle olmasaydı bir vücudda bulunan zıt şeyler (unsurlar) yekdiğerlerine saldırırlardı, dolayısıyle de vücud diye bir şey kalmazdı.
Allah bunları, kâh eşit kuvvette kılmakla, kâh mağlûp olan tarafın imdadına yetişmekle korumuştur.
Bunu bir misal ile izah edelim:
Meselâ, hararet rutubeti yok eder, kurutur. Mağlûp olduğu zaman, bürûdet ve rutubet zayıflamaya hattâ yavaş yavaş yok olmaya başlar. Hararet ve kuruluk fazlalaşır. Bunu önlemek için Allah başka bir cisimle o rutubetin imdadına yetişir. Ona bir susuzluk verir, su içme ihtiyacını duyar. Su içtiği gibi harareti bertaraf edilmiş olur. Böylece vücudda gereken muvazene temin edilmiş olur.
Şimdi Allah'ın, yiyecekleri, suları ve ilaçlan neden halk ettiğini daha iyi anlamış oluyoruz.
însanlann sağlığını koruyacak ilâç ve âletlerin ya-radümasınm sırn da bir kere daha meydana çıkmış değil midir. İşte bütün bunlar, zıd unsurlardan meydana gelen canlı varlıkların bedenlerini korumak için yaradılmışlardır. İnsan varlığını helake sürüklenmekten koruyacak en belirgin sebeplerdir bunlar!..
Çünkü insanoğlu» yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp öldürülmeye her zaman maruz kalmaktadır. Allah ona, gören göz, işiten kulak, koruyan el, vurup öldüren silâh vermekle korumuştur!.
Bütün bunlara rağmen kendisini korumaktan âciz olabilir. Bunun da çaresini bahsetmiştir: Yürüyen hayvana ayak, uçan kuşa kanad vermiştir!.
(Konuyu biraz daha açıklayalım Kudreti yüce olan Allah'ın hıfzı (koruması) varlıktaki her şeyi kuşatmıştır, hattâ yerden biten otu bile muhafaza etmiştir. Onun içini (özünü) korumak için ona kabuk vermiştir.
Bir kutu gibi onu, kabuğunun içinde. saklamıştır. Yumuşak kalması için de ona rutubet bahsetmiştir.
Mücerret kabukla korunmayacak şeyi, ona diken vererek korumuştur. Neden mi. Onu bazı mütecaviz hayvanlardan korumak için!..
Demek ki; bitkilere göre diken, hayvanlara göre boynuz veya pençe ne ise odur! Hattâ ve hattâ suyun her damlasına, zıddı olan bir unsurdan korumak için bir unsur ihsan etmiştir. İzah edelim: Meselâ suyu bir kaba koysak orada uzun bir müddet kalırsa hava haline gelir. Hava onu su olmaktan çıkarır. O suya parmağım sokup çıkanrsan parmağına yapışan ve yere dökülmeyen bir madde hasıl olur. Oysa onun hemen yere damlaması icap ederdi.
Öyleyse suyun her damlasını koruyan bir şey var-, dır. O, kendi kendini koruyamaz; muîi&Ka bir koruyucuya ihtiyacı vardır. -x
Haberde varid olmuştur: Gökten inen yağmtirll" her damlasına, onu yerde kararlaştıran yerine rahatça inebilmesini sağlayacak bir melek verilmiştir.
Bu, basiret erbabına gizli değildir. Basiret erbabı bunu rahatlıkla görmektedirler. Ben de size yolu gösterdim. Öyleyse Habere (Hadîse) taklidi değil de basiretle (göre göre) inanın!
Cenab-ı Hakk'ın eşyayı nasıl koruduğunu izah edecek olursak, söz çok uzar.
Bu ismin mânası, ancak Allah'ın yüceliğini ve kâinatı koruma gücünü uzun uzun düşünmekle bilinebilir. Yoksa lûgattaki iştikakı ve «HIFZ» kelimesinin mânasını alelicmâl tevehhüm etmekle değil..
TENBÎH :
Kullardan bu vasfa lâyık olan o kişidir ki, azalarını, kalbini, dinini ve ahlâkını, öfke, şehvet, hücumlarından, nefis ve şeytanın entrikalarından kurtarır. Çünkü O, uçurumun tam kenarında sayılır, eğer sıkı durmazsa, daima yanında bulunan bu helak edici düşmanları onu iter ve uçuruma yuvarlarlar!.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
" En güzel isimler Allah'a mahsustur. O'na bu güzel isimlerle dua edin. "
( A'râf Suresi - 180 )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MUKÎT

el'MUKÎT

Bunun mânası; azıkları yaratıp beden ve kalplere gönderen demektir. Bedenlere gönderilen azıklar, yemek içmek gibi azıklardır, kalbe ulaştırılan azık ise marifettir. Bu itibarla El-Mukît, Er'Rezzak mânasında olmuş oluyor. Ancak şu farkla:
O, bundan daha ahastır (Daha özellik ifade etmektedir).
Çünkü nzık, azık olanı da olmayanı da içine almaktadır.
Azık, bedenin kıvamını (ayakta durmasını) sağlayan şey demektir...
Bu kelimenin bir şeyi istilâ etmesi ve ona gücü yetmesi anlamına gelmesi, istilânın da ancak kudret ve ilimle tamamlanması meselesine gelince, buna Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti delâlet etmiştir: «Allah her şeye, hakkıyla kadir ve nazırdır.»
Görülüyor ki, bu kelime, kadir (her şeye gücü yelen) mânasına gelmektedir.
Bu ise hem ilme ve hem kudrete racidir. îlim hakkında bilgi yukarıda verilmiştir. Kudret hakkındaki bilgi ise ileride gelecektir.
Cenab-ı Hakk'ın bununla vasf edilmesi, yalnız kudretle veya da yalnız ilim ile vasfedilmesinden etem (daha tamamlayıcı) dır.. Çünkü bu kelime, her iki mânanın bir araya gelmesini göstermektedir. Bu itibarla bu isim, eş anlam ifade eden isimlerden olmamıştır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HASÎB

el'HASÎB

Bu, kâfi (yeterli) anlamına gelmektedir. Allahü Teâlâ herkese ve her şeye kâfidir (yeterlidir). Bu öyle bir vasıftır ki, hakikî anlamı, Allah'dan başkası için katiyen düşünülemez!.
Çünkü kifayet (Yeterlik) Mükeffinin (yeterlik sahibinin) varlığını, varlığının devamını, varlığının kemâlini gerektirir.
Varlık aleminde, Allah'dan başka, yalnız basına her şeye kâfi gelecek bir varlık var mıdır?
Evet Allah hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmadan yalnız başına her şeye yetmektedir. Eşya ancak onun sayesinde vücud bulmakta ve devam edebilmektedir (belirli bir zamana kadar).
Sen, yemeğe, suya, yere, göğe, güneşe muhtaç olduğun zaman, sakın ondan başkasına muhtaç olduğunu sanmayasın! Çünkü bunları sana veren O'dur! Zira yemeği, suyu, göğü, yeri ve güneşi senin menfaatin için vücuda getiren O'dur!...
Sonra yavrunun annesine muhtaç olduğunu görerek, onun Allah'a muhtaç olmadığını da sakın aklının köşesinden geçirmeyesin! Onu herşeyden önce düşünen yine Allah olmuştur. Zira annesini, annesinin memesindeki sütü, annesinin ona karşı olan sevgi ve şefkatini yaratan O'dur! Kifayet bu sebeblerle tezahür ediyorsa muhakkak ki, bu sebeblerin yaratıcısı yine O'dur!
Şimdi aklını belki şöyle bir husus kurcalayabilir: «Çocuk anneye muhtaçtır.. Çünkü Anne ona süt vermektedir. Süt annenin memesinden gelme itibarı ile annedendir. Öyleyse çocuğun anneden başkasına ihtiyacı yoktur. Annesi ona kâfi gelmektedir.» Aklını kurcalayacak böyle bir şey karşısında uyanık olmalısın ve şunu iyi bilmelisin ki: Süt, anneden değildir... Bilâkis o, ve Anne Allah'dandır, yani Allah'ın lütfünden ve ihsanındandır.. Allahın lütfü olmasaydı o anne o sütü nerden bulacaktı? Hatta o anne nereden olacaktı?
Öyleyse yalnız başına herşeye yeten ancak ve ancak Allah'dır.
Eşyalar her ne kadar zahiren birbirlerine bağlı iseler de hemen hepsi aslında Allah'ın kudretine bağlıdır..

Kulun bu vasıfta hiç bir nasibi yoktur. Ancak belki uzak bir ihtimal ile mecazî anlamda ve ilk görünüşte, işin derinine dalmadan onun rolü olduğu sanılabilir.
Mecazî anlamda, çocuğuna bakması, hoca ise talebesine öğretmesi bakımından, onların bu babta yeterli oldukları, çocuk veya talebinin onlardan başkasına muhtaç olmadıkları anlaşılır; fakat aslında tam manâsıyla yeterli olan Allah'tır, kul bir vasıtadır.
Allah, anneye veya babaya güç, hocaya da ilim vermeseydi, anne ile baba çocuğu nasıl bakacaktı, hoca da talebesine dersi nasıl verecekti?..
Çocuğa bakmak için anne bir yere ve bazı şeylere, muhtaçtır.. Hocada ilmini unutmamak için kalbe ve zekâya, istidat ve kabiliyete muhtaçtır. Allah böyle midir ya?.. O mekândan ve insanlar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü yer ve sıfatlardan münezzeh ve müberradır. Çünkü yapılan işin halikı O'dur. O işe mahal teşkil eden yerin de yaradıcısı şüphe yok ki, yine O'dur! Yerin o işi kabul etmesi için, lâzım gelen şartların da yaratıcısıdır. Lâkin ilk bakışta hatıra o işi yapan gelir, başkasını düşünemez. O işi yapan kişi onun sahibi ve kâfi (yeterli) si olduğunu zanneder. Oysa durum, hiç de zannedildiği gibi değildir.
Evet, Kulun bu vasıftan nasibi şu olabilir:
O, Allah'dan başka hiç bir şey düşünmez, Allah'ın ona yeterli olduğunu, anlar ve ona göre amel eder. İbadet ettiği zaman, Allah'ın cenneti için değil de bizzat Allah için, günâh'tan çekindiğinde de azab'dan korktuğu için değil de bizzat Allah yasak ettiği için çekinir ve devamlı olarak Allah'ı düşünür.
Allah, ona celâlini gösterdiği zaman, «işte bu bana yeter; bundan başka bir şey istemem», der..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'CELÎL

el'CELÎL

O, Celâl sıfatları ile Muttasıf olandır.
Celâl sıfatları, kimseye muhtaç olmamak, hakimiyet, Tekaddüs, ilim ve kudretten ibarettir. Bu sıfatların hepsini birden ihtiva eden Mutlak celildir ki, o da Allah'tır.
Allah'ın Kebir olması, zâtının kemâline, Celil olması Sıfatının kemâline Azîm olması ise her ikisinin (Zatının ve sıfatının) kemâline racidir.
Sonra Celâl Sıfatı, O'nu idrak eden basîret'e nisbet edildiğinde, ona Cemâl denilir. Onunla muttasıf olana da Cemil derler. Cemil ismi aslında, gözle görürnen zahiri şekle denilmiştir, sonra iç alemindeki güzel huya denilmiştir. Mesela Siretün, hasenetün, cemiletün = iyi, güzel bir siyret derler, de bundan güzel ahlâkı kasd ederler.
İç âlem, kendisine lâyık güzel sıfatlan cem eden, gayet mükemmel ve mütenasip olursa,' ona her bakımdan münasip olan basirete göre güzeldir. Gerçekte güzel olan Allah'tır. Çünkü âlemde güzellik, cemâl ve kemâl namma ne varsa hepsi Allah'ın zâtının nurlarından, sıfatının eserlerindendir.
Varlık aleminde, Allah'dan başka mutlak kemâl ve cemâle sahip olan hiç bir varlık yoktur,
O'nu bilen, O'nun cemâlini gören kişi ancak idrak edebilir bunun mânâsını.. Çünkü öyle bir behçet ve sevinç, neşe ve sürür kaplar ki içini bütün cennet nimetlerini unutur gider, O'nun Cemâli karşısında,
Şurası da bir gerçektir ki, gözle görünen zahirî olan şekil güzelliği ile, kalb gözü ile görünen batınî mânâ güzelliği arasında hiç bir münasebet ve ilgi yoktur...
Onun CELİL VE CEMİL olduğu, her Cemil'in de mahbûb olduğu sabit olunca, o, (Allah) kendisine inananların maşukudur!
İşte bu sebebledir ki, Cenab-ı Hak Ariflerin mahbubu olmuştur. Tıpkı zahiri suretlerin körler tarafından değil de gözleri gören kimselerce mahbûb olduğu gibi.
TENBÎH :
Kullardan celil ve cemil olan, gören kalblerin lezzet duyacağı güzel ahlâkla muttasıf olandır. Dış görünüşe kulak asma!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'KERÎM

el'KERÎM

O vaad ettiği zaman sözünü yerine getiren, verdiği zaman son derece çok veren, ne kadar verdiğine ve kime verdiğine aldırmayandır.
Yine O' başkasına muhtaç olduğunu söylediğinde razı olmaz. Başkasına boyun eğdiğinde hoşlanmaz. Kendisine sığınan ve gönül vereni boş çevirmez, rahmetine gark eder.
Vesilelere ve şefaatçilere muhtaç bırakmadan

doğrudan doğruya kendisine iltica ettirir.. İşte bu vasıflan kendisinde cemeden ve mutlak Kerim olan ancak Allah'tır.
TENBÎH:
Bu hisal (Huy)larla kul da süslenebilir ama, biraz uğraşmak ve çalışmakla.. Lâkin Kerim-i Mutlaka nisbetle o, hiç mesabesinde olur tabiî...
Evet kul da bazı fedakârlıklar yaparak bu vasıfla vasıflanabilir. Nitekim Allah'ın Resulü (S.A.V.) bir hadislerinde bunu bize şöylece izah etmişlerdir:
«Üzüm ağacına kerem demeyin, çünkü kerem, müslüman adam (sıfat) dır.»
Üzüme bu isimin verilmesi, güzel ağaç, meyvesi güzel, toplanması kolay, dikenlerden ve eziyet verici hususlardan arınmış olmasındandır.. Hurma ise böyle değildir, tabiî..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
er-RAKİB

er-RAKİB

O Bilici ve koruyucu anlamındadır. Bir şeyi koruyan ve devamlı kontrol altında bulundurana Rakîb derler.
Bunun tahakkuku tabii bilgi ve hıfza (muhafaza etmeye) tabidir.
TENBÎH:
Kulun, murakaba ile vasf edilmesi, ancak Rabbine kalble bağlandığı ve devamlı olarak murakaba halinde olduğu zaman mevzu bahis olabilir..
Bu da ancak, Allanın, kendisini devamlı olarak kontrol ettiğini ve onu gördüğünü, ne yaparsa yapsın, bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bilmesiyle olur.
Kulun, nefis ve şeytanın kendisinin başlıca düşmanı, insanları gaflete ve Allah'a asi olmaya iten kötü birer varlık olduklarını bilip de onlardan uzak durması, ve onlara yüz vermemesi, onlara tarafından açılacak bütün kapıları kapaması da Murakabedendir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MUCİB

el'MUCİB

O' isteyenlerin isteklerini, dua edenlerin dualarını hemen kabul edendir.
Sıkıntıda ve muztar durumda kalanların imdadına, yetişen ve hatta kendisine müracaat edilmeden bile sayısız nimetler verir.
Bunu ancak Allah yapar, O'ndan başka hiç kimse yapamaz. Çünkü O, muhtaçların ihtiyaçlarını bilir. Bunu ezelde bilmiş, yemekler, azıklar, yaratmak suretiyle, ihtiyaç sebeblerini takdir buyurmuştur..
TENBÎH :
Kul her şeyden önce, Rabbinin; verdiği emirleri kabul edip nehiylerinden uzaklaşmak suretiyle «Evet Kabul ediyorum!» demesini bilmelidir, sonra Allah'ın kendisine ihsan ettiği mallardan veya yapabileceği iyiliklerden, isteyen kimselere de vermesini, onların istek ve ricalarını kabul etmesini bilmelidir.
Şayet verecek durumu yoksa iyilikle, etrafı kırmadan onu savmasını başarmalıdır. Allah buyurmuştur: «Saile gelince, (onu) da azarlayıp koğma»Allah'ın Resulü (S.A.V.) buyurmuşlardır: «Hayvan bacağı (kemiği) yemeğe çağırılsam bile icabet ederim, (koyun) kolu hediye edilirse, kabul ederim.»
Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellemin davetlerde bulunması, hediyeleri kabul etmesi bile ikramları en güzeli olurdu.
Nice hasis ve mütekebbir kimseler var ki, verilen hediyeleri kabul etmezler. Çağırılan yerlere, gururlarına yedirip gitmezler.
Kendilerinden bir şey istenildiğinde de vermezler. Onun için bu ismin mânâsını, o hasisleri söz. önüne alarak iyiden iyice düşünmelisin.
 

*ayşe*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2008
Mesajlar
1,076
Tepki puanı
41
Puanları
48
Allah razı olsun kardesım.emegınıze saglık.henuz hepsını okuyamadım.ama bastan basladım.okuyorum.Hayırlı ramazanlar.

Selametle...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'VASİ

el'VASİ

Bu isim, Essea (Genişlik) kökünden gelmedir. Essea, kâh bir çok malûmatı içine alan geniş bir ilme izafe edilir, kâh bol ihsan ve ikrama izafe edilir. Bu yönden Vasi-i Mutlak hiç şüphe yok ki, Allah'dır.
Çünkü ilmine baktığımızda, O'nun malûmat denizinin sonu yoktur. Zira bütün denizler O'nun sözlerine mürekkep olacak olursa tükenir de O'nun ilmi bitmez.
İhsan ve ikramına bakacak olursak yine oda sonsuz olmakta ve bitmemektedir.

Bütün geniş ilimler ve bütün ihsanlar, O'nun ilmi ve ihsanı yanında hiç mesabesindedir. Bu bakımdan (biraz önce arz ettiğimiz gibi) Vasi-İ Mutlak ancak ve ancak O'dur!. .
Çünkü, ondan başka her vasi kendisinden ilimce ve ihsanca daha geniş olana nisbetle yetersiz durumdadır. Allanın ilmi ve ihsanı ise sonsuzdur.
Binâenaleyh onun ilminin üstünde her hangi bir ilim, ihsanından çok her hangi bir ihsan kabil-i tasavvur değildir!..
TENBÎH :
Kulu'un gerek bilgi ve gerekse ahlâk bakımından geniş olması, her ne kadar çok olursa olsun yine de bir sonu vardır.
Ahlâk yönünden, fakirlikten korkmadan, kıskançların hasedine aldırmadan ve hırsa kapılmadan" ne kadar ileri giderse gitsin, yine de zirveye vasıl olamaz. Ona her ne kadar Vasi denirse de bu deme mecazî mânâda olur. Çünkü Vası-i Mutlak ancak ve ancak .Allah'tır!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HAKİM

el'HAKİM

Bu, Hikmet sahibi demektir. Hikmet, en üstün ilimlerle en üstün hususları bilmekten ibarettir. En üstün ve en yüce şey Allah'tır! O'nun künhünü, kendisinden başkası tam mânasıyle bilemez. Gerçek Hakîm O'dur. Çünkü en yüce şeyleri en yüce ilimlerle bilen O'dur.

Zira en yüce ilim, zevali tasavvur olunmayan dâimi ve ezelî ilimdir.
Gizlilik veya şüphenin uğrıyamadığı, tastamam malûma (bilinene) mutabık olan ilimdir..
Bu niteliği Allahın ilmînden başka hangi ilim taşıyabilir?
İnce sanatları iyi yapan, yaptığı işi temiz ve güzel yapana da her ne kadar mecazî mânâda hakim denirse de gerçek ve mutlak hakîm Allah'dan başka kimse olamaz.
TENBÎH :
Bir kimse bütün şeyleri bilip de Allah'ı bilmezse, ona Hakîm denilmez. Çünküü o, en üstün ve yüce olan şeyi bilememiştir.
HİKMET ilimlerin en yücesidir. İlmin yüceliği, malûmun yüceliği ile Ölçülür. Allah'dan yüce varlık var mıdır?
Allahı bilen kişi, diğer ilimlerde her ne kadar zayıf ise de, her ne kadar güzel konuşup konuyu etraflıca açıklayamasa da o Hakimdir. Lâkin Kulun hikmetini Allahın hikmetine kıyaslayacak olursak, onun kendisini bilmesi ile Allahın kendi Zâtını bilmesi arasındaki fark kadar büyük olduğunu görürüz.
Evet bu iki hikmet arasındaki fark gerçekten büyüktür. Buna rağmen bu bilgi (Kulun Allahı bilmesi) bütün bilgilerin en enfesi ve en hayırlısıdır.
Çünkü kendisine hikmet verilen kişi, kendisine pek çok hayır verilen kişidir..
Evet Allahı gerçekten bilen kişinin sözü, diğer insanların sözüne uymaz! Çünkü o, cüziyata temas etmez: Sözü küllî ve özlü olur. Sonra peşin menfaatlerin ardından koşmaz, sonunda kendisine yarayacak: şeyin peşinde olur.

Durum böyle açıklık arz edince, Allahı bilen ve hikmetli sözler söyleyen insanlara Hakîm, söyledikleri sözlere de hikmet denilir:
Peygamberlerin Ulusu Sallallâhu Aleyhi ve Sellem'in şu hadisleri gibi:
«HİKMETİN BAŞI ALLAH KORKUSUDUR!» . «YİĞİT O KİMSEDİR Kİ, NEFSİNE GALİP' OLUP, ÖLÜMDEN SONRASI İÇİN ÇALIŞIR. ACİZ O KİŞİDİR Kİ, NEFSİNİN ÇİRKİN ARZULARINA RÂM OLUP ALLAHA KARŞI BOŞ ÜMİDLERE KAPILIR. (ALLAH KERİMDİR! NASILSA BENİ AFV EDER DEYİP KENDİSİNİ AVUTUR.)
«AZ OLUP DA YETERLİ OLAN, ÇOK OLUP DA, (ALLAH'A İTAATTAN KİŞİYİ) ALIKOYANDAN İYİDİR!»
«Sabahlayan kimse vücudunu sıhhat içinde, yolunu emniyet içinde bulursa bir günlük yiyeceği de olursa dünya bütünüyle onun olmuş demektir!»
«Allah'dan korkar ol ki, insanların en çok ibadet edicisi olasın, kanaatkar ol ki, insanların en çok şükredeni olasın»
«Gelen belâ, insanın dilinden gelir.»
«Kişinin malayaniyi terketmesi Hüsn-ü İslâmındandır.»
«Mutlu o kişidir ki, kendisini değil de başkasını örnek göstererek vaaz eder.»
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt