Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Günün Sahabesi (1 Kullanıcı)

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ALLAH bizleri de UKBE (R.A.) gibi güzel kuran okuyanlardan eylesin .... ::))
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ABDULLAH BİN HANZALA
Abdullah bin Hanzala hazretleri, Eshâb-i kirâmdan, şehâdeti ile meşhûrdur. Babası da, Eshâbdan olup, (Gasîl-ül-melâike) Meleklerin yıkadığı Sahâbî lakabıyla tanınmıştır. Annesi Cemile binti Abdullah’tır.

Babası Hanzala, Uhud vak’ası gecesi evlenmiş, ertesi gün Uhud’da şehîd olmuştur. Hz. Abdullah, Peygamber efendimizin vefâtında yedi yaşında idi ve Peygamberimizi görüp, gönüllere şifâ olan sohbetine kavuşmuştur.

Rü’yâda gördüm

Hz. Abdullah, 682 senesinde, Hara savaşında Zilhiccenin bitmesine üç gün kala, perşembe günü şehîd olmuştur.

Önce sekiz oğlunu, birer birer savaş meydanına çıkarıp, hepsi şehîd olduktan sonra, kılıcının kınını kırarak askerlerin içine dalmış, şehîd oluncaya kadar mücâdele etmiştir.

Abdullah bin Ebî Süfyân anlatır:

"Ben babamı şöyle derken işittim: Abdullah bin Hanzala’yı şehîd edildikten sonra rü’yâda çok güzel bir şekilde gördüm. Kendisine sordum:

- Ey Ebû Abdurrahmân, sen öldürülmedin mi?

- Evet, fakat öldürülünce, Rabbim beni Cennetine koydu. Ben burada serbestçe dolaşıyor ve Cennet ni’metlerinden istifade ediyorum.

- Ya senin eshâbın, arkadaşların? Onlara ne oldu?

- Onlar benim sancağım etrafındadırlar. Ki, sen bunu görüyorsun.Aramızda olan bu konuşmalardan sonra, uykumdan uyandım. Gördüğüm rü’yânın Hz. Abdullah bin Hanzala için hayırlı olduğunu anladım."

Süfyân bin Selim’in rivâyetine göre, Iblis, Hz. Abdullah bin Hanzala’ya göründü ve ona dedi ki:

- Dinle sana birşey öğreteyim.

Hz. Abdullah da cevap verdi:

- Senden birşey öğrenmeye ihtiyacım yoktur.

Baskasından birşey isteme!

Şeytan tekrar dedi ki:

- Dinle de, istersen alır, istemezsen almazsın.

Şeytan, sonra sözlerine şöyle devam etti:

- Ey Hanzala’nın oğlu, Allahtan başkasından birşey isteme! Her istediğini Allahü teâlâdan iste! Kızdığında, nasıl bir hâl aldığına bir bak!

Sen kızdığın zaman, ben sana hakim olurum.

Abdullah bin Hanzala hazretleri, ziyâret için, arkadaşları ile beraber, Sa’d bin Ubâde hazretlerinin oğlunun evine gitmişti.

Namaz vakti gelince ev sahibine, imâm olmasını teklif ettiler. O da misâfirlerden birinin imâm olmasını istedi. Hz. Abdullah şöyle rivâyette bulundu:

- Resûlullah efendimiz, "Bir kimsenin kendi yatağında yatması, hayvanına binmesi ve evinde imâmlık etmesi evlâdır" buyurdu.
 

umitbsr58

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Eyl 2006
Mesajlar
180
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Konum
İstanbul
EBÛ DÜCÂNE

Hicretten önce İslâm'a giren Ensâr'ın kahramanlarından meşhur sahâbî. Asıl adı Sammak olup, Hazrec'in Saideoğulları kabilesine mensuptur.

Hz. Peygamber hicretin birinci yılında Muhâcirler ile Ensâr arasında "kardeşlik" tesis ettiğinde, Ebû Dücâne de Muhâcirlerden Utbe b. Gazvan ile kardeşlik oluşturmuştur. Ebû Dücâne, Ensâr'ın ve İslâm askerlerinin en cesur savaşçılarındandır. Uhud savaşında Rasûlullah, üzerinde "korkaklıkta utanç, ileri gitmekte şeref var, kişi korkaklıkla kaderden kurtulamaz" yazılı bir kılıcı eline alarak, "bu kılıcın hakkını kim verir?" diye sormuş, Ebû Dücâne de kılıcı alarak savaşmıştır. Başını kırmızı bir sargı ile saran Ebû Dücâne, düşman saflarını yararak Ebû Süfyan'ın karısı Hind'in yanına kadar Ulaşıp, onu yalnız başına yakalamış fakat "Rasûlullah'ın kılıcı ile yalnız bir kadının başını kesmek bana lâyık değildir" diye tekrar geriye dönmüştür. Savaşın kızıştığı ve Rasûlullah'ın öldürüldüğü söylentileri çıkarılarak müslüman ordusunun moralinin bozulduğu sırada Rasûlullah'ın çevresini, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman, Sa'd, Zübeyr, Talha, Ebû Ubeyde ve Ebû Dücâne kuşatmışlardı. Ebû Dücâne, Rasûlullah (s.a.s.)'in üzerine kapanarak düşman oklarına ve taşlarına karşı kendisini siper etmiş, yaralanmıştır. Müşriklerden Asım ve Ma'bed'i öldüren odur (Vakidi, Meğazî, s.63).

Uhud gazvesinin büyük kahramanlarından biri olarak, Ebû Dücâne'den bahsedilir. Bu savaşta elinde birkaç tane kılıcın kırıldığı; savaş meydanında mağrur olarak yürüdüğü sırada ashabdan bazılarının onun bu hareketine itiraz etmelerine Rasûlullah'ın, "Allah yolunda cihad eden bir adamın cihadıyla övünmesine karışılmaması''nı söylediği rivâyet edilir (İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe, V, 148).

Nadiroğulları seferinden sonra ele geçirilen ganimetlerden Ebû Dücâne de payını almıştır (İbn Sa'd Tabakat, II, 353). Siyer yazarları Rasûlullah'ın gazvelerinde onun seçkin bir yeri bulunduğundan söz etmişlerdir. Bütün savaşlarda korkusuzca öne alıp çarpışmasıyla İslâm ordusuna büyük bir cesaret örneği olmuş, askerleri savaşa teşvik ederek moral kazanmalarını sağlamıştır. İrtidat edenlere karşı girişilen Yemame savaşında da yalancı peygamber Müseylime'nin mağlup edilmesinde onun bu kahramanlığının büyük etkisi olmuş (Üsdü'l-Gâbe, II, 353), nihâyet Ebû Dücâne Ridde savaşlarında şehid düşmüştür.

Ebû Dücâne Rasûlullah'ın yakın ashâbından birisi olmasına rağmen kendisinden hiç hadis rivâyet edilmemiştir. Bunun en önemli sebebi, onun Rasûlullah'tan hemen sonra şehid olmasıdır. Bu sahâbînin (r.a.) Hz. Peygamber'e itâati ve imanının sağlamlığı onu en yüksek mertebelerden birine, şehidliğe götürmüştür. Bu sebeple o İslâm'î hareketin büyük mücâhidleri arasında bir sembol olmuştur. Tarihçiler onun şu mısrasını nakletmişlerdir:

"Ben, sevgili peygamber ile ahde girmiş bir kimseyim,

Hurma korulukları yakınında tepenin eteğinde olduğumuz zaman."

(İbn Hişâm, es-Sîre s.563: Taberî, s.1425-1426).

kaynak: Şamil İA
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
SUHEYB-İ RÛMÎ

FEDAKÂRLIK ÂBİDESİ SUHEYBİ RÛMÎ (r.a)


Hz. Suheyb–i Rûmî, Hz. Peygamber (sas)’le arkadaşlık edenlerin başında gelen bir sahabidir. Mekke’ye sonradan gelmesine rağmen, kendini onlara kabul ettirmiş, büyük simadır. Başta Hz. Peygamber olmak üzere, Hz. Ömer gibi, Ashabın önde gelenlerinin takdirine mazhar olmuş, Altın Kuşak’ın mümtazlarından biridir.

İslâm Öncesi

Musul’a yakın Dicle kıyılarında Übülle isimli bir şehirde dünyaya gelmiş. Ailesi hakkında detaylı bilgimiz yoktur. Babasının adı Sinan b. Malik. Hz. Suheyb durumunu şöyle anlatıyor: “Ben Musul ahalisinden Nemr b. Kasıt hanedanına mensubum. Küçük bir çocuk iken esir edildim ve ailemi kaybettim.” Bir kısım rivayetlere göre dedesi, buraya İran hakimi Kisra tarafından şehrin idarecisi olarak tayin edilmiştir.

Fakat küçük yaşlarda iken, oturdukları Übülle kenti, Rumların yağmasında kaçırılıp esir edildiği ve köle olarak Mekke’de İbn Ced’a’ya satıldığı için ‘Rûmî’ nisbesiyle meşhur olmuştur. Burada Allah’ın hikmetini görmemek mümkün değildir: Allahu Tealâ, Peygamber Efendimiz’e arkadaş (sahabî) olacak bu zatı, uzun yollardan dolaştırarak, farklı mekânları gezdirerek değişik insanlarla tanıştırmış ve sonunda Mekke’ye getirtmiştir. Burada yanan İslâm meşalesinin etrafında halkalanan ilklerden olma şerefini ihraz ettirmiştir. Kim bilir, babasının yanında kalsa, ailesi ile müreffeh bir hayat sürse bu şerefe nail olabilecek miydi? Evet, Allah nasip edecektir; lâkin aramadan, ter dökmeden asla.

İbn Ced’a, daha sonra Hazret–i Suheyb’i azat etmiş, hayatının geri kalan kısmına, o kabilenin halifi (anlaşmalısı, o günkü Arap toplumunda, sonradan Mekke’ye gelen birisi, orada mukim bir kabile ile anlaşarak oraya yerleşebilirdi.) olarak devam etmeye başlamıştır. Bu sıralarda İslâm da ‘arzın merkezi’nde nurunu neşretmeye başlamıştı. Tanıştığı Ammar b. Yasir vasıtasıyla Nurun kaynağı ile temasa geçmiş ve O’nu (sallallahü aleyhi ve sellem) görünce hemen nuraniler halkasına dahil olmuştu. Ve dahil olmasıyla, Mekke’de güçlü bir aşirete mensup olmayan Müslümanların maruz kaldığı işkencelere o da maruz kaldı.

Onlar için artık ikinci bir devre başlıyordu: Hicret devresi. Malından, yurdundan, eşinden.. herşeyden ayrılma, Allah rızası için bütün bunları terketme devri başlamıştı.

Hicret Yolunda


Hicret, Allah yolunda olursa kutludur. O’nun rızası uğrunda olmadan yapılan tüm yolculuklar ve göçmeler, basit birer yer değiştirmedir sadece. Hz. Suheyb, azat edildikten sonra iyi bir demirci olmuş, atölye işletmeye başlamıştı. Birinci sınıf bir demirci olarak bir şeyler artırmıştı da. Hicret emri gelince, gizlice hazırlıklarını yapmış, kimseye farkettirmeden çıkmanın yollarını aramaya başlamıştı. Lâkin etraflarından insanların birer ikişer kaybolmaları, Mekkelileri huylandırmıştı. Bunun için Hz. Suheyb’in Mekke çıkışında etrafını kuşattılar. İyi bir okçu olarak temayüz etmiş Hz. Suheyb, sadağını çıkarıp önüne koydu. Bir eliyle de kılıcını tutarak onlarla pazarlığa girişti. Onlara kendisinin iyi ok tattığını, okları bitinceye kadar kimsenin yanına gelemeyeceğini, sonra da kılıçla bu işin uzayacağını hatırlattı. Olayın bundan sonrasını kendi ağzından dinleyelim:

“Peygamber (sa), Hz. Ebu Bekir (ra) ile birlikte Medine’ye doğru yola koyuldu. Ben de onlarla birlikte gitmeye niyetlenmiştim.. Ama karşıma Kureyşli gençler çıktı. O geceyi hep ayakta geçirdim. Hiç oturamadım. Mekkeliler; “Allah (cc) sizi Mekke’nin ortasında bırakarak alıkoydu, Peygamber'e yetişemediniz” dediler. Ben halimden şikayetçi değildim. Bazıları beni ısrarla yolumdan geri döndürmek istediler. Onlarla pazarlığa oturdum: “Size keseler dolusu altın ve iki güzel elbise versem bana güvenir ve yolumu açar mısınız?” dedim. Teklifimi kabul ettiler. Onları Mekke’ye geri gönderdim ve hemen yola koyuldum. Peygamber (sa), hicret yolunda konakladığı Kuba’dan hareket etmeden önce ona yetiştim. Peygamber (sa) beni görünce “Ey Yahya’nın babası! Alışverişin ne kadar kârlıydı, bir bilsen” diyordu. Ben de ona şöyle dedim: “Ya Rasülallah! Kimse sana benden önce gelmedi, haber vermedi. Öyleyse seni benden haberdar eden Cibril (as) olsa gerektir” dedim.

O da kârlı bir alışverişle imanını satın aldı, hicretini satın aldı, âhiretini satın aldı. Açsusuz Medine yolundaydı artık. Gecesi gündüzü ile günler sürecek yolculuğuna başlamıştı. Artık gündüzlerini güneşin tüm yakıcılığı, gecelerini de çölün ayazları dolduracaktı. Ama buna baştan razı olmuştu. Allah’ın rızası o gün bundaydı çünkü... Medine’ye ulaştığında tüm takatını tüketmiş, tükenmenin ne olduğu bütün dehşetiyle görmüştü. Medine gözlerinin önünde tüllendiği zaman, ayakta duracak hali kalmamıştı artık. Hemen Sa’d b. Hayseme hazretlerinin evine misafir edildi. Bir müddet dinlendikten sonra ancak kendine gelebildi. Bu arada kendini araştıran Resul–i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, ondan yolculuğunun hikayesini dinlemiş ve şöyle buyurmuştu: ‘Kârlı bir alış veriş yaptın Ya Ebu Yahya buyurmuş,ardından da şu âyeti kerimeyi okumuştu: “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini fedâ eder.” (2, Bakara:207). Nitekim bu âyetin Hz. Suheyb–i Rumi hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir.

Onun dini uğrunda katlandığı bu fedakârlığı, Yüce Rabbimiz karşılıksız bırakmamış, gönderdiği bir âyetle tescil etmiş ve kıyamete kadar gelecek Müslümanlara da ibretle okutmaktadır.

Gazveler Dönemi


Resûl–i Ekrem Efendimiz ve Müslümanlar, Kutlu Medine’ye gelince iş bitmemiş, aksine yeni başlamıştı. Artık önlerinde yeni ufuklar açılmıştı; Allah’ı anlatmada yeni imkânlar ortaya çıkmıştı; İslam binasını, asırları da kuşatacak şekilde inşa etmek görevi yeni başlıyordu. İslâm’ı daha geniş kitlelere duyurma vazifesi vardı. Bütün bunlar yapılacaktı: lâkin, insanlar buna henüz hazır değillerdi. Nurun yayılmasına engel olmaya çalışanlar çıkacaktı. Bunun için Resul–i Ekrem Efendimiz tedbirini almış, Medine’de bulunan diğer gruplarla bir anlaşma imzalamıştı. Böylece Medine’de nispî bir rahatlık vardı. Artık tüm güçleriyle dışarı açılıp Allah adını duymayanlara duyurma görevi kendilerini bekliyordu. Bedir bu görevin duraklarından biriydi; Uhud, bir diğeri; baştan sona her şeyiyle zorluk demek olan Tebuk bir diğeri... Suheybi Rûmî hazretleri bu gazvelerin hapsine katılmış, kendinden bekleneni yerine getirmişti. İyi ok attığına daha önce temas etmiştik. Bu maharetini her savaşta konuşturmuş, Resuli Ekrem’in övgülerine mazhar olmuştu. Kendisi o günleri şöyle anlatır: Suheyb’in torunu, dedesinden naklediyor: "Rasülullah (sas)’ın bulunduğu her yerde ben de vardım. Ona bîat edilirken oradaydım. Bir seriyye (öncü kuvvet) gönderilirken orada ben de bulunurdum. Peygamber (sas)’in ilk savaşından son savaşma kadar, ya sağında ya da solunda yer aldım. Ordunun önünde onu korurdum. Düşmanlar kaçarken onları arkalarından kovalardım. Resuli Ekrem’i hiç düşmanla başbaşa bırakmadım."

Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem onun için "Suheyb, ne güzel kuldur" buyurmuştu. Gökler ötesinin bu ve daha önce geçen senalarına mazhariyet az bir şey değildi; hayatına bir köle olarak başlamış, imkânsızlıklarla boğuşmuş, türlü işkencelere tahammül etmiş Hz. Suheyb, Allah’ın ve sevgili Resûlü’nün takdirine mazhar olmuştu.

Vefat–ı Nebi’den Sonra

Efendimiz'den sonra da hayat devam etmişti. Şimdi, İslam’ın sadece O’nun şahsına bağlı olmadığının tescili yapılacaktı. Hz. Suheyb ve diğer Ashab–ı Kiram Efendilerimiz, bu ağır görevin yükü altında idiler. Bu dönemde Hz. Suheyb’in ne yaptığını kaynaklarımızda bulamıyoruz. Bildiğimiz kadarıyla, Hz. Ömer’in şehadetinden sonra kendi yerine imam olarak tayin edilen zat olarak karşımıza Hz. Suheyb çıkıyor. Hz. Ömer Efendimiz'in sevip takdir ettiği insanların başında gelen bu zat, böylece ümmete üç gün de olsa imamlık, yani halifelik yapmış oluyordu. Yeni Halife seçilinceye kadar bu görevini sürdürmüştü. Ki, bu görevin, pek çok sahabenin hayatta olduğu bir dönemde ona teslim edilmesi, onun liyakatini gösterdiği gibi, insan değerlendirilmesinde liyakat dışında başka bir ölçünün geçerli olmadığını işaretlemiş oluyordu.


Vefatı

Hicretten sonra, 38. senesinde, Medine’deki evinde, gün görmüş, yaş yaşamış bir insan olarak 73 yaşında vefat etti. Resuli Ekrem’den sonra ortaya çıkan fitnelere iştirak etmemişti. Baki mezarlığına defnedildi.


Hayatından ve Ahlâkından Kesitler
Malını infak edebilen, canını Allah (cc) için tehlikeye atabilen, dinini iyi bilen ve Rabbine düşkün olan Hz. Suheyb, muhacirlerden, cömert bir tüccardı. Orta boylu, kırmızı tenli bir insan olan Hz. Suheyb, yüksek ahlâka sahip bir zattı. Fazilet ve kemal sahibi idi. Hazır cevap birisi olarak lâtifeleri meşhurdu. Çok cömertti.

Torunu, dedesi Hz. Suheyb’den şöyle bir olay nakleder: Hz. Ömer (ra) bana sordu: “Suheyb! Senin künyen var. Ama çocuğun yok. Araplar arasında yetiştin. Ama sen Rumî lâkabını taşıyorsun. Bu nasıl oluyor?” Ben şöyle cevap verdim:

“Ey müminlerin emîri! Peygamber (sas) bana ‘Ebu Yahya’ diyerek künye verdi, çocuğum olmasa ne olur? Rum soyundan olmama gelince, ben Nemr b. Kasıt kabilesindenim. Çocukken Musul’da esir edilmiştim. Onları ailem bildim.”

Suheyb (ra)’ ın bereketlenen yemeği: Yine torunu Hamza b. Suheyb anlatıyor: Suheyb çok yemek yedirirdi. İkram etmeyi severdi. Hz. Ömer (ra) sordu: “Ya Suheyb! Sen çok ikram ediyorsun, çok yemek yediriyorsun. Bu malda israfa yol açmaz mı?” Suheyb şöyle cevap verdi: “Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururdu: ‘Sizin en hayırlılarınız, yemek yedirenleriniz ve selâmı alanlarınızdır’. Ben de bu sözden dolayı yemek yedirmeyi severim.”

Hz. Suheyb anlatıyor:
“Peygamber (sas) efendimiz için yemek yaptım. Onu çağırmaya gittiğimde bir grup insanla birlikte sohbet ettiğim gördüm. Uzaktan karşısına geçip anlatmak istediğimi gözümle ima ettim. O da bana ; “Ya bunlar, bunlar da gelsin mi?” diye ima ile cevap verdi. Ben, “hayır” anlamına gelen bir işaret yapınca o cevap vermedi. Yerimden kalktım. Rasulullah (sas) tekrar bana baktı. Ben yine işaret ettim. O da aynı şekilde “bunlar?” diye sordu. Ben iki ya da üç defa “hayır” dediysem de sonunda kabul ettim. Evimde çok az yemeğim vardı. Peygamber (S.A.V) yanındakilerle birlikte geldi. Hepsi yediler. Yine de yemek arttı.”


Yeni Ümit dergisi, sayi 49
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
HACCAC İBNİ ILAT
Haccac İbni Ilât radıyallahu anh, servet sahibi, zekî ve siyasî bir tüccar... İslâm’la şereflendikten sonra alacaklarını tahsil etme konusunda siyâsî dehâsını kullanan ve Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden özel izin alarak Mekke’li müşrikleri kendine hizmet ettiren bir yiğit...

O, Beni Süleym kabilesine mensuptur. Bu kabilenin topraklarında altın madenleri çıkardı. Bu madenlerin zekâtını vermek ilk defa ona nasip oldu. Onun İslâmiyeti kabûlü şöyle gerçekleşti:

Haccac ibni Ilât, Süleym oğulları kabilesinden bir grub ile Mekke’ye gidiyordu. Gece olunca ıssız bir vadide konakladılar. Arkadaşları Haccac’ın nöbet tutmasını istediler. O da onların emniyeti için kabul etti. Kalktı, etrafı dolaşmağa başladı. Kendi kendine: “Ben ve arkadaşlarım sağ sâlim dönünceye kadar Allah’a sığınırız.” diyordu. Bir ara birinin şöyle dediğini işitti: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden (köşe ve bucağından) çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa haydi geçip gidiniz. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.” (Rahman: 33)

Bu sözlerin âyet olduğunu bilmeyen Haccac onları ezberledi. Mekke’ye vardığında Kureyşlilerin ileri gelenlerinin katıldığı bir mecliste bulundu. Orada geceleyin başlarından geçen olayı anlattı. Ezberlediği âyeti onlara okudu. Bunun üzerine Kureyşliler ona: “Ey Ilât! Sen de sapıtmışsın. Muhammed de bu sözlerin kendine Allah tarafından vahyedildiğini söylüyor.” dediler. Ona pek değer vermediler. Haccac da: “Vallahi bu sözleri, hem ben hem de yanımdaki arkadaşlar birlikte duyduk.” diyerek hadisenin ciddiyetini onlara duyurmaya çalıştı.

Haccac ibni Ilât’ın gönlünde bir ışık belirmişti. Bu olay ona çok tesir etmişti. Resûlullah (s.a.) Efendimizin nerede olduğunu sorup öğrendi. Onu görebilmek için vakit kaybetmeden yola çıktı. Medine-i Münevvere’ye geldiğinde İki Cihan Güneşi efendimizin Hayber’e gittiğini haber aldı. Yine orada eğlenmeden hemen Hayber’e doğru hareket etti. Hayber Gazvesi günlerinde Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize ulaştı. Kendisiyle görüştü ve müslüman oldu. Hayber fethine de katıldı.

Haccac ibni Ilât (r.a.) servet sahibi zengin bir tüccardı. Kabilesinin topraklarında altın madenleri çıkardı. Mekke’de bir hayli alacakları vardı. Ailesi de orada kalmıştı. Malı-mülkü ve eşyası onun yanındaydı. Hem alacaklarını tahsil etmek hem de ailesinin yanındaki mallarını alıp Medine’ye getirmek istedi. Bunun için İki Cihan Güneşi Efenmdimizin huzuruna çıktı ve: “Yâ Resûlâllah Mekke’de bir takım kimselerde alacaklarım var. İzin verirseniz onları alıp diğer mallarımla birlikte Medine’ye getirmek istiyorum.” dedi. Efendimiz ona izin verdi. Haccac’ın gönlünü tırmalayan, zihnini meşgul eden bir konu daha vardı. Onu da Efendimize sormalıydı. Şöyle dedi: “Ya Rasûlâllah! Eğer müşrikler benim müslüman olduğumu anlarlarsa bana hiçbir şey vermezler. Mallarımı kurtarabilmek için belki senin hakkında münasip olmayan sözler söyleme zorunda kalabilirim. Bu hususta ne buyurursunuz?” dedi. Fahr-i Kâinât (s.a.) efendimiz bu konuda da ona izin verdi.

Haccac (r.a.) zekî idi. Siyâsî kabiliyete sahipti. Bu sebebten fırsatları değerlendirmesini iyi biliyordu. Karşısına çıkacak meseleleri, problemleri iyi hesap ediyordu. Buna göre sorular soruyordu. Aldığı cevaplardan memnundu. Gönlü huzur içinde Mekke’ye vardı. Kureyş müşriklerinin zaaf noktalarını tesbit etti. Onları oradan yakaladı. Alacaklarını tahsil hususunda onları kendine hizmet ettirdi. Müşriklerle aralarında geçen hadiseyi kendisi şöyle anlatıyor:

Kureyşliler o günlerde Rasûlullah (s.a.) efendimizin Hayber üzerine yürüdüğünü duymuşlardı. Fakat gelişmelerden haber alamamışlardı. Mekke’ye vardığımda çevremi sardılar. Bana sorular sormağa başladılar. Benim henüz müslüman olduğumu da bilmiyorlardı. Ben de Efendimizden aldığım izin üzerine onları sevindirecek haberler vermeğe başladım. Şunları anlattım; “Muhammed ve ashabı, şimdiye kadar çarpışmayı, savaşmayı Hayberli’lerden daha iyi bilen bir kavimle karşılaşmadı. Hayberliler onbin kişilik ordu topladı. Müslümanları kılıçtan geçirdi. Müslümanlar büyük bir yenilgiye uğradı. Muhammed esir alındı.” dedim. Bu haberler onları çok sevindirdi. Daha ileriye giderek şunları ilâve ettim: “Hayberliler Muhammed’i Mekkelilere teslim etmeyi öldürülen adamlarınıza karşılık onu sizin öldürmenizi istiyorlar” dedim.

Mekke’li müşriklere aslı olmayan bu parlak müjdeleri verdikten sonra onlara: “Siz de bana yardım ediniz. Alacaklarımı süratle toplayayım ki, müslümanların ganimet mallarını başka tüccarlar gelmeden satın alayım.” dedim. Bu istek ve teklifime memnûniyetle diyerek karşılık verdiler. Büyük bir sevinç içerisinde benim alacaklarımı toplayıverdiler.

Karısına da aynı şeyleri söyleyip ondan da mallarını alan Haccac (r.a.) işini bu şekilde bitirdi. Mekke’deki servetini topladı. Fakat verdiği haberler Mekke’deki müslümanları çok üzdü. Hz. Abbas bu acı haberi işitince fenâlaştı ve evine döndü. Kölesini Haccac’a gönderdi ve görüşmek istediğini bildirdi. Haccac onunla gizlice görüştü ve Abbas (r.a.)’a meselenin iç yüzünü anlattı. Birkaç gün gizli tutmasını ricâ etti. Sonra Mekke’den ayrılıp Medine’ye gitti. Hz. Abbas üç-beş gün geçince Kâbe’ye çıktı. Müşrikleri sarsan, şok eden haberler vermeğe başladı. Gerçek söylenenlerin tam tersi idi. Hayberliler hezimete uğramıştı. Zafer müslümanlarındı. Haccac alacaklarını kurtarmak için böyle söylemişti. Hz. Abbas Kureyşlilere durumu tek tek anlattı. Müşrikler bütünüyle sarsıldı.

Haccac ibni Ilât (r.a.) getirdiği malların zekâtını verdi. Medine’de kendisine bir ev, bir de mescid yaparak şehre yerleşti. Resûl-i Ekrem (s.a.)’in vefâtından sonra Humus’a giderek orada yaşadı. Hz. Ömer (r.a.)’ın hilâfetinin ilk yıllarında vefat etti. Cenâb-ı Hakk’tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27


HZ. SEVBÂN (r.anh)


Hz. Sevbân aslen Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esâret parasını vererek onu satın aldı, sonra da serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Fakat Hz. Sevbân, engin şefkat deryâsı olan Resûl-i ekreme bir anda ısınmıştı. Ondan ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklîfte bulundu:

- İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen bizimle, Ehl-i beytimizin arasında bulun.

Bu, Hz. Sevbân’ın dört gözle beklediği bir teklîfti. Hiç düşünmeden, Kâinâtın efendisiyle beraber kalmayı kabûl etti.

Hz. Sevbân, böylece Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi. Peygamberimizin husûsî hizmetkârlık vazîfesini de yürüttü. Akıllı, dirâyetli ve zekî bir insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel şekilde istediklerini yerine getirirdi.

Bir gün Müslümanlar Resûlullahın hizmetçisi Sevbân’a bir hadîs-i şerîf nakletmesini ricâ ettiler: Hz. Sevbân dedi ki:

Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki: “Bir Müslüman cenâb-ı Hakka bir secde ederse, cenâb-ı Hak onun makâmını bir derece yükseltir ve günâhlarını affeder.”

Eshâb-ı Suffa’dan olan Hz. Sevbân, Resûl-i ekremden sonraki ilim, fazîlet ve fetvâ sahibi kimseler arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hz. Sevbân, Resûl-i ekreme, hizmet ve ta’zîmde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu kelimelerle izâh etmekte âciz kalırlardı.

Resûl-i ekreme olan bu sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı. Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i ekreme, “Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” demişti. Orada bulunan Hz. Sevbân, “Niçin, yâ Resûlallah, demedi” diye Yahûdîyle dövüşmüş ve yaralanmıştı.

Hz. Sevbân, “Peygamberimizin ismini, yalnız başına söylemeyi günâh kabûl ederim” derdi.

Hz. Sevbân, Peygamber efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara titizlikle uyardı. Bir defa Resûl-i ekrem Sevbân’a;

- Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma! diye buyurmuşlardır.

Bundan sonra, Hz. Sevbân, ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek husûsunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.

Hz. Sevbân’ın bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

(İhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar hidâyet kandilleridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar.)

Hz. Sevbân buyururdu ki:

Bir Müslümana faydası dokunan veya bir Müslümanın zararını kaldıran yalan hariç, her yalan günâhtır.

Hz. Sevbân, Resûlullahtan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber âşığıydı. Çeşitli hizmetler dolayısıyla ba’zan Resûlullahtan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün perişan bir hâlde Resûl-i ekremin huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu zayıflamış, simâsında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı. Onu bu vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu:

- Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?

Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı: - Ne hastalığım, ne de ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Resûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe cemâline bakıyor, yanında oturuyor, sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhıreti hatırlıyorum ve orada sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennette diğer Peygamberlerle beraber yüksek makâmlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennete girsem bile senin derecenden aşağı makâmlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe ediyorum.

Bunun üzerine Nisâ sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nâzil oldu. Bunlarda meâlen buyuruldu ki:

(Allahü teâlâ ve Peygamberlere itâat edenler, işte bunlar, Allahü teâlânın kendilerine ni’met verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlarsa ne güzel birer arkadaştır!

İşte itâatkârlara yapılan bu ihsân Allahü teâlâdandır. Her şeyi bilici olarak Allahü teâlâ kâfidir.)

Bu âyetleri duyan Hz. Sevbân sevincinden uçacak gibi oldu.

Hz. Sevbân, çok sâdık, Peygamberimize candan bağlı, fazîlet yönünden örnek bir Sahâbî idi.

Hz. Sevbân, Resûl-i ekremin her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifâde etmiş ve ilim bakımından pek yüksek bir dereceye kavuşmuştur. Nitekim 124 veya 127 hadîs rivâyet etmişti. Çok hadîs-i şerîf ezberleyip neşredenler arasına girmişti.

Hadîsleri iyi ezberlerdi. Ezberlediği hadîsleri yaymayı farz bilirdi. Halk, hadîs ilmindeki derecesini bildiklerinden, dâimâ ondan hadîs-i şerîf sorar öğrenirlerdi. Bildirdiği hadîslerin ba’zılarında buyuruldu ki:

(Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak. Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allahın emri gelinceye kadar, onlara zarar yapamayacaktır.)

(Biliniz ki en hayırlı ameliniz namazdır. Yalnız kâmil mü’min abdestli durur.)

(Kim Ramazandan sonra altı gün oruç tutarsa, bütün sene oruç tutmuş gibi olur. Kim bir iyilik yaparsa, ona, bunun on katı verilir.)

 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27
DIMÂD BİN SA'LEBE (r.a)

Mekke için için kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan bahsediyordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan söz ediyordu. Bazıları onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidayete yol bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire günden güne genişliyordu. Müşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci kalamayacaklarını anlıyorlardı.

Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir din ile mükellef kılan bu zatın önüne nasıl geçilecekti? İşin şakaya gelir yanı yoktu. “Bu iş devam etmez, biter” diyenler hep aldanıyordu. Çünkü en umulmadık kimseler onun tarafına geçiyordu.

Günlerden bir gündü. Mekke’de bir sokak başında bir araya gelmiş müşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu nasıl söndürüp, bu gidişin önüne nasıl geçeceklerini müzakere ediyorlardı.

Hidayet güneşini söndürme azimlilerinin başında Ebu Cehil geliyordu. Bu azılı müşrik her türlü düşmanca planların yanında ve başında idi. Beraberinde Utbe bin Rebia ve Umeyye bin Halef gibi iki meşhur İslam düşmanı da bulunuyordu. Konuşan yine Ebu Cehil’di. Cehaletin, şirkin ve zulmün babası Ebü Cehil şöyle dedi:

“Bu adam birliğimizi parçaladı. Umidimizi suya düşürdü. Ölenlerimizi dalalette olmakla suçladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti.”

Etrafındakileri tahrik edici bu sözler aynı zamanda İlahi dava karşısında duyulan can sıkıntısının da bir tezahürü idi.

Kızgın Umeyye söze karıştı:

“Bu adam gerçekten delidir!” dedi.

Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanı idi.

Meşhur cinci Dımad oradan geçerken bu konuşulanları duydu. Umeyye’nin “Delidir” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı düşmanlıktan ziyade bir acıma hissi uyandırmıştı. Onun gerçekten deli olduğunu sandı ve mesleğinin zaten böylelerini iyileştirmek olduğunu düşündü. Hem Muhammed (a.s.m.) onun eski bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa borcu sayılırdı.

Dımad, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini öğrenip onu iyileştirmeye karar verdi. Çünkü Mekke’nin ve o hayalinin yeğane ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gün akşama kadar araştırdı. Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.

Ertesi gün ilk işi yeniden aramak oldu. Sonunda onu Kabe’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrahim’in arkasında tahiyyatta oturmaktaydı. Namazını bitirip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir tavırla ona doğru yürüdü. Çünkü tedavi ettiği hastalarının ne zaman, ne yapacağı pek belli olmazdı.

“Ey Abdülmuttalib’in torunu, bana dön bakalım” dedi.

Resulullah (a.s.m.) yönünü döndü ve ”Ne istiyorsun?” dedi.

“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin derdine de bir çare bulayım. Hastalığını büyütme. Senden daha ağır hasta olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki bir takım kötü hasletlerden bahsediyor. Ümitlerini iyice kırmışsın, cemaatlerini parçalamışsın. Ölenlerini sapıklıkla itham etmişsin, İlahlarını kınamışsın. Bunları ancak cinnet getiren bir kimse yapar.”

Resulullah (a.s.m.) Dımad’ı sabır ve sükütla dinledi. Çünkü o önce konuşanı dinler; sonra ne söylemek gerekiyor, nasıl davranmak icab ediyorsa en güzelini yapardı. Henüz cehalet bataklığında olup, kafasında putların inancını taşıyan Dımad’a da şöyle hitab etti:

“Hamd Allah’a mahsustur. Yalnız Onu medheder ve Ondan yardım isterim. Allah kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hiçbir ortağı olmayan Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim” diye sözlerine başladı ve kendisine isnad edilenlere cevap verdi.

Dımad şaşırmıştı. Çünkü dinlediği sözler, değil cinnet eseri, dünyanın en akıllı insanının dahi söyleyemeyeceği kadar veciz ve güzeldi. Beyninden vurulmuşa döndü. Nasıl olur da, Kureyşin en uluları onu “delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun saçma sözlerini çok mükemmel görüyordu? Dayanamadı:

“Ne olur, bu söylediklerini bir kere daha tekrar et” dedi.

Vazifesi davasını zihinlere tesbit etmek olan Yüce Peygamber tekrardan usanır miydi? Aynı hakikatleri aynı veciz üslüpla Dımad’a bir kere daha tekrar etti. Bunun üzerine Dımad daha fazla dayanamadı ve şöyle haykırmaya başladı:

“Ben kahinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini işittim. Vallahi, bu sözlerin benzerini hiç duymadım. Senin sözlerin deryaların enginliklerine nüfuz etti. Bu sözlerin sahibi bir mecnun, bir sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslama girmek üzere sana biat edeyim” dedi.

Resullallah (a.s.m.) elini uzattı, Dımad uzanan eli yakaladı. Böylece şirk cephesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha kazanmış oldu.

Dımad bin Sa’lebe, çevresi ve kabilesi tarafından sevilen ve itibar gören birisiydi. En çaresiz sanılan dertlere, ruh hastalıklarına deva olurdu. Bu yönünü bilen Resulullah (a.s.m.) biat elini uzatırken,”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun nıu?” buyurdu. 0 da tereddütsüz,”evet, kavmim adına da olsun’ cevabını verdi.

Resülullahın (a.s.m.) yanında bir müddet kalıp ondan Kur’an öğrenen Dımad, sonra sonsuz bir sürur ve saadet içinde mensubu olduğu Ezdu Şenue Kabilesine döndü(1). (Hz. Dımad’ın bundan sonraki hayatı hususunda, elimizdeki kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlamadık.)


(1) Müslim, Cumua: 13, 46; Üsdü'l-Gabe, 3:41
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
EBU SAİD EL-HUDRİ

(? - O. 47)



Ashâb-ı kirâmın fakihlerinden biri. Sa'd b. Mâlik b. Sinan b. Ubeyd, Adiyy b. Neccâr kabilesindendir. Babası, Medine'de İslâm'ın tebliği başladığında müslüman olmuş, Ebû Said müslüman bir ailede dünyaya gelmiştir.

Ebû Said el-Hudrî, Rasûlullah'ın hadislerinden binden fazla rivayet eden Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Ümmü'l-Mü'minin Âişe, Abdullah b. Abbâs, Cabir b. Abdillah el-Ensârı, ile birlikte Muksirun adı verilen sahâbelerden biridir. Bu yedi sahâbî, onaltıbinden fazla hadis rivâyet etmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî bin yüz yetmiş hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan kırküç tanesi Buhâri ve Müslim'de yirmi altısı yalnız Buhâri'de, elliikisi yalnız Müslim'de, diğerleri öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır (Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, I, 26 Mukaddime).

Ebû Saîd, Medine'de Mescid'i Nebevî'nin inşasına katılmış, Bedir gazasında küçük olduğundan bulunamamış, onüç yaşında Uhud gazasına babası ile katılmış ve bu savaşta babası Mâlik şehid olmuştur. Babasının ölümünden sonra ailesinin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bâğlamıştır. Ailenin kadınlârı, "Kâlk dâ Râsûlullâh'â git, ondan bir şey iste, herkes istiyor" dediklerinde önce gitmemiş, sonra Rasûlullah'ın huzuruna gittiğinde onun şu hutbeyi irâd ettiğini görmüştür: ''İstiğna gösteren ve iffeti muhâfaza eden insanları Cenâb-ı Hak âlemden müstağni kılar." Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatır: "Rasûl-i Ekrem'den bir şey dilemeyerek döndüğüm halde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 449)

Ebû Said, Benû Mustalik ve Hendek gâzâlarına da katılmış, seferlere çıkmıştır. Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi, Huneyn, Tebük gazalarında bulunmuştur. Rasûlullah'ın on iki gazasında yer almıştır (Sahîh-i Buhâri, II, 251). Hz. Ömer ve Osman devirlerinde Medine'de fetvâ vermiş, Hz. Ali devrinde Nehrevan savaşında bulunmuştur. Haricilere ilişkin şu rivâyeti vârdır:

Bir gün Rasûlullah bir şeyleri taksim ederken bir adam geldi ve ona: "Yâ Râsûlullâh, âdalet üzere hareket et" dedi. Râsûlullâh, "Ben adalet etmezsem kim eder?'' buyurdu. Hz. Ömer âdâmın kellesini uçurmak istedi. Rasûlullah buyurdu ki: "Hayır bırak. Onun öyle arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmeyecek, fakat onlar bir ok yayından nasıl çıkarsa dinden öyle çıkacaklar. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar bir fetret içinde iken zuhur edeceklerdir." Ve o sıradâ bu adam hâkkında şu âyet nâzil oldu: ''Adamlar içinde öyleleri vardır ki, sen sadakayı dağıtırken seni kaşla gözle muâheze ederler.'', "Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnut olurlar, verilmezse hemen öfkeleniverirler. Eğer onlar Allah ve Rasûlü'nün kendilerine vermiş oldukları şeylere razı olsalar ve 'Allah bize yeter; O ve Rasûlü bol nimetinden bize verecektir; doğrusu biz Allah'a gönül bağlayanlardanız' deselerdi daha hayırlı olurdu" (et-Tevbe, 9/58-59).

Ebû Said bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: "Şehâdet ederim ki, Rasûl-i Ekrem bu sözleri söylemiş, yine şehâdet ederim ki, bu adamı Hz. Ali katletmişti. Bu adam teşhis olunurken vakta yerinde bulundum, onun Rasûl-i Ekrem'in tarif ettiği gibi olduğunu gördüm." Hicretin 36. yılında olan bu olaydan sonrâ Ebû Sâid 60. yılda Kerbelâ faciasına şâhit olmuştur. 63. yılda Medine halkı isyan edince ve Yezid'e karşı çıkârak Abdullah b. Hanzala'yâ bey'at edince Ebû Said de bu harekete, kâtılmıştır Ancak Yezid'in kuvvetleri ile Medineliler çarpışırken iki tarafın da bu savaştan bezgin olması ve Ebû Said el-Hudri'nin silahını bırakması ve esir olarak Şam'â götürülerek orada Yezid'e bey'at etmesi, Abdullah b. Ömer ile arasının açılmasına yol açmıştır. Abdullah ona: 'Sen iki emire mi bey'at ettin?' demiş, İbn Ömer buna müteessir olmuş ve, "Nass, bir emir etrafında toplanmadan iki emire bey'at doğru değildir" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 29-30).

Ebû Said, H. 74 yılında seksenbir yaşında vefât etmiştir. Ashâbın fakih ve âlimlerinden olan Ebû Said'in Abdurrahman, Hâmza ve Sâîd adında üç çocuğu olmuştur. Ebû Saîd'in rivâyetlerini nakledenler arasında Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik, İbn Ömer, Ebû Katâde, Ebû Tufâyl, Saîd b. el-Müseyyeb, Târık b. Şihâb, Atâ, Mücâhid... bulunmaktadır. Talebelerinden Kuz'a Ebû Saîd'e, Rasûlullah'ın namaz kılma şeklini sorduğunda Ebû Said şöyle demiştir: "Rasûl-i Ekrem öğle namazına durdukları zaman birimiz kalkar, Baki'ye gider, ne işi varsa görür, ondan sonra evine gelir, abdestini tazeler, sonra mescide döner, Resul-i Ekrem'i birinci rekâtta bulurdu" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., 111, 35). Ebû Said'e, "Siz bu hadisi bizzat Rasûl-i Ekrem'den mi duydunuz? " diye soran Kuz'a'ya o şöyle cevap verir: "Ben Rasûl-i Ekrem'den duymadığım şeyi nasıl naklederim? Evet, bizzat Rasûl-i Ekrem'den duydum." Medine valisi Mervân'ın bir gün bayram namazında, namazdan evvel hutbe okumasına cemaatten biri "sünnete muhâlefet ediyorsun" diye karşı çıkmış, Ebû Said de şöyle demiştir: "Bu zat vazifesini ifa etmiştir. Rasûl-i Ekrem efendimizden duydum: 'İçinizden biri bir kötülüğü görür ve onu eliyle yok edebilirse hemen onu yok etsin; eliyle yok edemezse diliyle yok etsin, o da olmazsa kalbi ile yapsın. Bu da imanın en zayıfıdır" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 10).

Ebû Saîd, Rasûlullah'tan her duyduğunu her zaman rivâyet etmemiş, ihtiyaç duyduğu zamanlarda, sünnetin yanlış uygulandığını gördüğünde hadis rivâyet etmiştir. O, yoksullara, öksüzlere yardım etmiş, onları evine alarak barındırmış ve terbiye etmiştir. Leys, Süleyman b. Amr bunlardandır.

Ebû Said el-Hudrî'nin rivayetlerinden bazıları:

"Üç mescidden başkasına ziyaret maksadıyla yola çıkılmaz. Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ. "

"Bir adam bir yere girmek için üç kere izin ister, ona izin verilmezse geri dönmelidir."

"Hayırdan ancak hayır çıkar, hayırdan ancak hayır gelir. Hayır ancak hayır getirir, fakat hayrı hakkından alan berekete nâil olur, hayrı haksız yoldan alan bereketten mahrum olur. "

''Kalpler dört çeşittir; Temiz ve nurlu kalpler; perdeli ve karanlık kalpler; çarpık kalpler; karışık kalpler. Temiz kalpler mü'minlerin kalbidir; iman bu kalplerin çorağıdır. Perdeli ve karanlık kalpler kâfirlerin kalpleridir. Çarpık kalpler münâfıkların kalpleridir; bunlar hakkı tanır, fakat onu inkâr ederler. Karışık kalpler içinde hem iman hem nifak bulunan kalplerdir; bu kalplerde kan da var, irin de var. Bunların hangisi galebe çalarsa o kalp de, o hal ve mâhiyeti alır. "

"Dünya yemyeşil ve tatlıdır. Cenâb-ı Hak, sizi dünyaya halife yapıyor. Sizin ne yapacağınıza bakıyor, Allah'tan sakının dünyadan korkun İnsanların en hayırlısı, kolay kolay kızmayan, çabuk uyum sağlayandır. İnsanların en fenası çabuk kızan ve uyum sağlamayanıdır. Gaddarlığın en büyüğü bir yöneticinin emri altındakilere zulmetmesidir. Hakkı bilen bir kimse, sakın insanlardan korkarak ve çekinerek hakkı söylemekten çekinmesin. Cihadın en faziletlisi zâlim bir hükümdar karşısında söylenen sözdür. "

"Birtakım yöneticiler türeyecek, onların etrafını birtakım adamlar saracak, bunlar zulm edecekler, yalan söyleyecekler. Bunların yanına giren, onların yalanlarına inanan, onlara zulümlerinde yardım eden benden değildir, ben de ondan değilim. Bunlara karışmayın, bunların yalanlarına inanmayın; bunların zulümlerine yardım etmeyen kimse benden, ben de ondanım " (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 6-24).

Şamil İA
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27
İslâmda ilk öğretmen:
MUS'AB BİN UMEYR


Mus'ab bin Umeyr, hem annesi hem de babası tarafından Kureyş'in asîl ve zengin bir âilesine mensub idi. Zengin oldukları için gâyet râhat bir hayat sürüyordu. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik ve yumuşak huylu, son derece zekî idi. Güzel konuşurdu.

Akl-ı selîm sâhibi olduğundan, putların bir fayda veya zarar veremiyeceğini bilir onlara tapılmasından nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti.

Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke halkı ona gıpta ile bakardı. Peygamber efendimiz bunun için "Mekke'de Mus'ab'dan daha zarîf, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi." buyurmuşlardı.

Dîninden dönmedi

Bütün bu rahatlıklara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hissediyordu Mus'ab bin Umeyr. Bu maksatla sevgili Peygamberimizin bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke'de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebi'l-Erkam'ın evine gitti. Resulullahı görür görmez Müslüman oldu.

İslâmiyeti kabûl ettiği an hayatı da birdenbire değişti. Eski servet ve zenginliğin yerini fakirlik aldı.

Âilesinin sevgili oğullarına yapmadığı eziyet kalmadı. Onu dîninden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan'ın yakıcı güneşi altında ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar.

Fakat Mus'ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebât göstererek aslâ İslâmiyetten dönmedi. Her seferinde bütün gücüyle haykırıyordu:

- Allahtan başka tapılacak, ibâdet edilecek ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm O'nun peygamberidir.

İslâmiyet'i kabûl ettikten sonra Mekke'de sıkıntı ve işkencelere mâruz kalan Mus'ab bin Umeyr, Resûlullahın izniyle iki defa Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı.

Daha sonra dönüp, Peygamberimizin yanına geldi. Onun bu gelişini Hz. Ali şöyle anlatmıştır:

Resûlullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus'ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka giyeceği yoktu. Resûlullah onun bu hâlini görünce, mübârek gözleri yaşla doldu ve:

- Kalbini Allahü teâlânın nûrlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyorlardı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirmiştir, buyurdu.

İlk öğretmen

Birinci Akabe bî'atında Müslüman olan Medîneliler, Resûlullah efendimize:

"Yâ Resûlallah! İçimizde, İslâmiyet açıklandı ve yayılmaya başladı. Halkı Allahın Kitâbına da'vet edecek, Kur'ân-ı kerîmi okuyacak, İslâm dînini anlatacak, İslâmın sünnet ve emirlerini aramızda ikâme edecek, yerleştirecek, namazlarımızda bize imâmlık yapacak bir kimse gönder" diye mektup yazdılar.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz Mus'ab bin Umeyr'i, Medine'ye gönderdi ve ona:

"Medînelilere Kur'ân-ı kerîm okumasını, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğretmesini, namazlarını kıldırmasını" emretti.

Mus'ab bin Umeyr kısa zamanda Medîne'ye vardı. Orada kendisini büyük sevinçle karşıladılar. Es'ad bin Zürâre'nin evine yerleşti. Ev sâhibi Medîneli ilk Müslümanlardan idi. Orada insanlara dinlerini öğretmeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Mus'ab bin Umeyr, Medîne'de Es'ad bin Zürâre'nin evinde Kur'ân-ı kerîm öğretiyor ve İslâmiyet'i anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medîne'de çok kimse Müslüman oldu. Medîne'de bulunan kabîle reîslerinden Sa'd bin Muâz, Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Bunların durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyet'in hızla yayılmasını engelliyordu.

Bir gün Mus'ab bin Umeyr, bir bahçede, etrâfında bulunan Müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabîlesinin reîslerinden olan Üseyd, elinde mızrağı olduğu hâlde hiddetli bir şekilde gelip, şöyle konuşmaya başladı:

Sözümüzü dinle

Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz? Hayâtınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhâl ayrılın!

Onun bu taşkın hâlini gören Mus'ab bin Umeyr;

- Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, beğenirsen kabûl edersin. Yoksa engel olursun, diyerek gâyet yumuşak ve nâzik bir şekilde karşılık verdi.

Üseyd sâkineşip;

- Doğru söyledin, dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu.

Mus'ab bin Umeyr ona İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîm okudu. Kur'ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp;

- Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dîne girmek için ne yapmalı, diye sordu.

Güzel yüzlü, tatlı dilli öğretmen cevap verdi:

- Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah demek kâfidir.

Mus'ab bin Umeyr'in, bu sözü üzerine Kelime-i şehâdeti söyleyip Müslüman olan Üseyd, sevincinden yerinde duramadı ve:

- Ben gidip arkadaşlarıma da anlatayım, diyerek ayrıldı.

Evs kabîlesinin reîsi Sa'd bin Muâz'ın ve kabîlesinin yanına varınca, Müslüman olduğunu söyledi.

Bunu gören Sa'd şaşırarak hiddetlendi ve Mus'ab bin Umeyr'in yanına koştu. Yanına varınca sert bir kızgın bir tavırla konuşmaya başladı.

Mus'ab bir Umeyr, ona da gâyet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa'd, bu nâzik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı.

Mus'ab bin Umeyr, ona da İslâmiyet'i anlattı ve Kur'ân-ı kerîmden bir miktâr okudu. Kur'ân-ı kerîm okunurken Sa'd'ın yüzü birden bire değişiverdi. O da orada Müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir hâlin ve râhatlığın şevkiyle derhâl kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi:

- Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?

İlk cuma namazı

Sen bizim büyüğümüz ve üstünümüzsün.

- Öyle ise Allah'a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.

Bunun üzerine kavmi hep birden İslâmiyeti kabûl etti. O gün kabîlesinden îmân etmedik kimse kalmadı. Mus'ab bin Umeyr'in büyük gayretleri ve hizmeteri netîcesinde İslâmiyet, Medîne'de sür'atle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyet her eve girmiş, îmân etmeyen kalmamıştı.

Ensâr-ı kirâm , Resûlullahdan izin alarak Sa'd bin Heyseme'nin evinde ilk defâ Cum'a namazını edâ ettiler. Medîne-i münevverede ilk kılınan Cum'a namazı bu oldu.

Mus'ab bin Umeyr, Müslüman olan Medîneli müslümanlar ile ikinci Akabe bîatında bulundu. Bedr savaşında sancaktâr olup, büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Süveyd bin Harmale ile birlikte Abdüddâroğullarından Bedir savaşına katılan iki kişiden biri idi. Mus'ab, Uhud savaşına da katıldı. Yine sancağı o taşıyordu.

Bu savaşta Peygamberimizin yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti. Bu hâliyle Peygamberimize benziyordu.

Peygamberimize benziyordu

Müşrik ordusundan İbn-i Kâmia adında biri Peygamberimize saldırırken, Mus'ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik, bir kılıç darbesiyle Mus'ab bin Umeyr'in sağ kolunu kesti. Mus'ab bunun üzerine sancağı derhâl sol eline aldı.

Mus'ab o esnâda; "Muhammed (aleyhisselâm) ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir" meâlindeki Al-i İmrân sûresinin 144. âyet-i kerîmesini okuyordu. İkinci bir darbe ile sol kolu da kesilince, sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu hâliyle kendini Peygamberimize siper yapan Mus'ab bin Umeyr'in üzerine hücum eden İbn-i Kâmia, vücûduna bir mızrak sapladı ve Mus'ab bin Umeyr yere yıkılıp şehîd oldu.

Mus'ab bin Umeyr zırh giydiği zaman, Peygaberimize benzediği için müşrikler onu şehîd edince Peygamberimizi ödürdüklerini zannetmişlerdi.

Hz. Mus'ab şehîd olunca; onun sûretinde bir melek, sancağı aldı. Mus'ab'ın şehîd düştüğünden Resûlullahın henüz haberi olmamıştı. "İleri ey Mus'ab ileri!" diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimize; "Ben Mus'ab değilim" diye cevap verince, Resûlullah sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz sancağı Hz. Ali'ye verdi.

Resûlullah efendimiz, Mus'ab bin Umeyr'i şehîd olmuş görünce, başı ucuna dikilerek Ahzâb sûresinden:

"Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu:

- Allah'ın Resûlü de şâhittir ki, siz kıyâmet günü Allah'ın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız.

Selâm vereceklerdir

Daha sonra yanındakilere dönüp;

- Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kıyâmette bu aziz şehîdler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir, buyurdu.

Daha sonra Mus'ab bin Umeyr'e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Mekke'nin en zengin iki ailesinden birinin çocuğu olan Mus'ab bin Umeyr'in örtünecek kefeni yoktu. Vücûdu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek sûretiyle defnedildi.

Habbâb bin Eret der ki:

Mus'ab bin Umeyr, Uhud'da şehid edilince, kendisini saracak kısa bir hırkadan başka bir şey bulunamadı. Hırkayı baş tarafına çektik, ayakları açıldı. Ayaklarına çektik, baş tarafı açıldı. Resûlullah bize:

- Onu baş tarafına çekiniz! Ayaklarını otlarla kapatınız! buyurdu.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt