Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Iki fecr arasında (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İmsak ve sabah namazlarının vakitlerini dikkate alan kardeşlerimiz, fecr ve iki fecr ifadelerinin ne anlama geldiğini sanırım bilirler. Meselenin fıkhi yönündeki tanım ihti­lafına değil, ihtilafsız olan vakıa yönüne değinmek istiyo­rum.
Fecr, tan yerinin ağarması, güneş doğmazdan evvel doğu­da hasıl olan ağarma, aydınlanma anlamına geliyor. Tabi ki bu fecr vakıası fecr-i kazib ve fecr-i sadık olmak üzere ikiye ayrılıyor. Yalancı fecr anlamına gelen (ki yalancı yeri­ne geçici demek daha doğru olur) fecr-i kazib, tan yerinde­ki ilk aydınlanmaya deniliyor. Kalıcı olmayan bu ilk ağar­ma ve aydınlanma, kısa bir süre sonra kayboluyor ve tan yeri kararıyor. İşte bu kararmadan sonra tan yerinde tek­rar başlayan ağarma ve aydınlanmaya fecr-i sadık, yani gerçek ve hakiki fecr deniliyor. Fecr-i sadıkla başlayan ağarma ve aydınlanmanın ise tekrar kaybolması söz konu­su değil. Nitekim bu kalıcı ve gerçek ağarma, gerçek gü­neşin doğmasıyla neticeleniyor.
Fecr ve güneşin doğması, fiziki olarak kolaylıkla açık­lanabilir hadiselerdir. Güneşin doğudan doğması, dünyanın doğu istikametinde dönmesinden kaynaklanır. Dünya batı­ya doğru dönseydi, güneş hiç şüphesiz ki batıdan doğacak­tı. Mesele toplumsal düzlemde de aynıdır. Toplumlar da döndükleri istikamette karanlıklarla, döndükleri istikamette aydınlıklarla karşılaşacaklardır. Nitekim son asırlarda ışık ve aydınlanma umuduyla batıya doğru dönen dünya top­lumları, uzaktan parlak gözüken teknolojik aydınlanmaya yaklaştıkça, bu aydınlanmanın voltajı düşen bir ışık gibi ka­rardığını görecekler ve aynı istikametteki dönüşleriyle batı­nın batısındaki doğu ile karşılaşabileceklerdir. Doğuya var­mak için batı İstikametinde gitmek, cahillere özgü uzun bir yol olmasına rağmen, son asırlardaki cahil yöneticilerin tercihleri ne yazık ki bu yönde olmuştur. Netice olarak uzun bir süredir batıya doğru dönmekte olan dünya top­lumları, belli bir süre sonra güneşin batıdan, daha açık bir ifadeyle batının batısından doğduğuna şahit olabilecekler­dir.
Resuluilah (s.a.v.)'in haber verdiği güneşin batıdan doğacağı hadisesini acaba böyle mi anlamak gerekir? Tabi ki değil!.
Çünkü bu belirttiklerim sadece kişisel bir yorumdur ve hiçbir İlahi haber, akli ve mantıklı da olsa bazı kişisel yorumlarla sınırlandırılamaz. Kaldı ki bu kişisel yorumun sahibi dahi, muhkem haberler dururken böylesi kişisel yo­rumları fazlaca dikkate almaz. Ancak bu söylediklerimde dikkate almamız gereken husus, şanı yüce Rabbimizin gece ve gündüzle ilgili bu sünnetinin, insan ve toplum düz­leminde de yürürlükte olup-olmadığıdır.
İnsanların ve toplumların hayatında da gece, fecr, şa­fak gibi hadiseler yok mudur?
Yoktur diyemiyoruz!. Nitekim Yüce Kitab'ımızda ce­halet ve dalaletin karanlıklarla, İslam ve hidayetin ise nur ve aydınlıklarla örneklendirildigini dikkate alırsak, iki ola­yın bazı farklılıklarla beraber birbiriyle benzer boyutlarının da olduğunu anlayabiliriz.
Allah'ın emrine isteyerek itaat eden yeryüzünde gerçekleşen gece ve gündüz olayı, sadece ve sadece Allah'ın takdir ve dilemesiyle gerçekleşen olaylardır. Yeryüzünde meydana gelen gece ve gündüzü Allah'tan başka gerçek­leştirebilecek hiçbir güç, hiçbir merci yoktur.
“De ki: “Gördünüz mü söyleyin; Allah, kıyamet gü­nüne kadar geceyi sizin üzerinizde kesintisizce sürdü­recek olsa, Allah'ın dışında size aydınlık verecek ilah kimdir'? Yine de dinlemeyecek misiniz?” “De ki: “Gördünüz mü söyleyin, Allah, kıyamet gü­nüne kadar gündüzü sizin üzerinizde kesintisizce sür­dürecek olsa, Allah'ın dışında size içinde dinleneceği­niz geceyi getirecek ilah kimdir? Yine de görmeyecek misiniz?”,“Kendi rahmetinden olmak üzere O, sizin için içinde dinlenmeniz ve O'nun fazlından (geçiminizi) aramanız için geceyi ve gündüzü var etti. Umulur ki şükredersiniz.”
Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, yeryüzün­de Allah'ın takdiriyle gerçekleşen gece ve gündüz olayı, insanlar için başlı başına bir rahmettir. Gündüzünde çalışıp, gecesinde dinlenebilecekleri hikmetli bir İlahi takdirdir.
Toplumsal düzen ve yaşantıdaki cehalet ve dalalet karanlığı ise hiç şüphesiz ki insanlar için başlı başına bir zillettir. Ancak şanı yüce Rabbimiz hiçbir kavmin, hiçbir toplumun sürekli karanlıklarda kalmasına rıza gösterme­miş, cahili karanlıkların yoğunlaştığı dönemlerde peygam­berler göndererek, insanlara nura ve aydınlığa giden yolu göstermiştir. Nitekim Hz. Musa (a.s.) ve diğer bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi, İnsanların dalalet karanlığın­dan, hidayet aydınlığına çıkarılması içindir.
“Andolsun Biz Musa'yı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Şüphesiz bunda pek sabre­den ve pek şükreden herkes için gerçekten ayetler var­dır.”
“Efendimiz (s.a.v.)'in gönderiliş gayesi de aynıdır, Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitab'tır ki, Rabbinin iz­niyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgü­ye layık olanın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.”
“Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size kar­şı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.”
Bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insanla­rın karanlıklardan aydınlığa çıkarılması için indirilen Kur'an-ı Kerim, hidayet ve aydınlığın kaynağı niteliğinde­dir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in irtihalinden sonra bile bu aydınlık, aydınlık kaynağına bağlı müslümanlar tarafından belli bir süre devam ettirilmiştir.
Yeryüzündeki gece ve karanlık, Allah'ın rıza ve dile­mesiyle gerçekleşmesine rağmen, toplumsal düzlemdeki karanlık. Allah'ın rıza ve dilemesiyle değil, insanların sapık tercihleri ile gerçekleşmektedir. Şanı yüce Rabbimiz insan­ları aydınlığa davet etmekte ve bu aydınlık üzere müstakim olmalarını tavsiye etmektedir. Ancak bu aydınlığa taham­mülleri olmayan tüm tağutlar, insanları karanlıklara davet etmekte ve kendilerini dost kabul eden herkesi karanlığın acımasız girdabına çekmektedirler.
“Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; küfredenlerin velileri ise tağuttur. Onları da nurdan karanlıkla­ra çıkarırlar, işte onlar, ateşin halkıdırlar, onda sü­rekli olarak kalacaklardır.”
Evet, yaşadık bütün bunları!. Saadet asrından, aydınlık asır­dan ve bu aydınlığın kaynağından uzaklaşıldıkçâ, cahili ka­ranlıklara yaklaşıldığını açıkça müşahade ettik. İçinde bu­lunduğumuz son asîra “Ben müslümanım!” demelerine rağmen karanlığın destekçiliğini, karanlığın bekçiliğini ya­pan kitlelerle birlikte geldik!.
Türbelere diktikleri mumları İslam güneşi sanan za­vallılarla, batıla giden otobanları, hakka giden sırat-ı müstakime tercih eden batıperestlerle, batının gümrüğünden geçebilmek için kızının ve karı­sının avret yerlerini açan takkeli deyyuslarla... birlikte yaşıyarak bu günlere geldik!.
Ancak, son on yıllarda bir şeyler oldu!.
Özellikle gençler, genç müslümanlar arasında bir ses yükseldi.
“La ilahe illa Allah”
Asırlardır söylenen, asırlardır telaffuz edilen sesten farklı, çok farklı bir sesti bu!. Ellerine teşbih alarak hergün binlerce “La ilahe illa Allah” diyenlerin, “La ilahe İlla Al­lah” diyerek müzik eşliğinde dönenlerin sesinden Vallahi farklı, Billahi çok farklı bir sesti bu!.
Rabbim şahittir ki,
Efendimiz (s.a.v.)'in nübüvvetiyle başlayan ve Mekke sokaklarında yükselen “La ilahe ilia Allah” sesine benziyen, o sesi andıran kutlu bir sesti bu. Çünkü bu kutlu sözün kutlu manası, Rabbimizin lutfuyla kalplere inen ve kalpler­den yükselen bir manaydı.
Allah'ın lutfuyla açılmış ve anlaşılmıştı keiime-i tevhi­din manası, “La ilahe illa Allah” ifadesi, “Allah'tan başka ilah yoktur, ancak ve ancak Allah vardır” kutlu gerçeğinin, kutlu ifadesiydi.
Kalplerimizde makes bulan bu mana ile, kalp gözleri­miz açılmıştı sanki. Daha önceleri göremediğimiz, görüpte anlayamadığımız dünyayı ve dünyanın içindekileri ayan be­yan görmeye ve anlamaya başlamıştık!. Karanlık dünya­mız ağarmaya, karanlık dünyamız aydınlanmaya başlamış­tı.
Şaşırmıştık!.
Bu bir fecir miydi?
Haktan kaynaklanmayan geçici bütün ağarma ve ay­dınlanmalar, hiç şüphesiz ki fecr değildi. Rabbimizin;
“Fec­re andolsun” buyruğu ile üzerine yemin edi­len fecr, haktan kaynaklanan bir ağarma, haktan kaynaklanan bir aydınlanmaydı. Ve bu ağarma da ve bu aydınlanma da, haktan kaynaklanmıyor muy­du?
Yeni bir ağarma, yeni bir aydınlanma için, yeni bir peygambere elbetteki gerek yoktu. Çünkü Efendimiz (s.a.v.)'e indirilen Kuram Kerim mucizesi, günümüzde de aynı tazeliği ile yaşayan bir mucizeydi. Efendimiz (s.a.v.) insanları nasıl ki Kur'an-ı Kerim ile karanlıklardan aydınlığa çıkarmaya çalışmışsa, günümüz müslümanlan da, günü­müz alimleri de aynı aydınlık kaynağına yönelerek bu kut­lu eylemi gerçekleştirmeye çalışacaklardı. Ve öyle oluyordu işte!.
Asr-ı saadet döneminde Rabbimizin katından indirkleri Kur'an-ı Kerim, şimdi de raflardan indirilmeye başlanmıştı. Asırlardır raflarda duran Kur'an-ı Kerimler indirili­yor, insanlar ayet ayet Kur'an-i Kerime, Kur'an-ı Kerim'in pak ve aydınlık olan tevhid mesajına davet ediliyorlardı.
Evet, bu bir fecirdi. Şanı yüce Rabbimizin Kur'an-ı Kerim'de kutladığı, mübarek kıldığı bir vakitti.
“Güneşin kaymasından gecenin kararmasına ka­dar namazı kıl, fecir Kur'an'ını (namazını) da; çünkü fecir Kur'an'ı, işte o, şahidli olunandır.”
Fakat, özellikle seksenli yılların ilk yarısında genel düzlemde başlayan bu ağarma ve aydınlanma, şeytani müdahaleler ve nefsani marazlar nedeniyle pek uzun sürmedi. Yakın zamana kadar insanlar için birer aydınlık davetçisi olan bazı müslümanların, yaşadığımız günlerde aynı insanları cahili gölgenin değişik tonlarına davet ettiklerine şahit olmaya başladık!. Nitekim tartışmasız gerçekler bir kenara bırakılmış, tartışmaya açık davetlerde bulunulmaya başlan­mıştı!
Ve bu davetler, ne yazık ki yine Allah adına yapılıyordu!.
Artık müslümanların genel gündeminde “La ilahe illa Allah” yoktu. Tevhid konuşulmuyor, insanlar tevhidin aydınlığına davet edilmiyordu. Sayıları az olsa da tevhid ger­çeğini konuşan, bu gerçeği anlamaya ve yaşamaya çalışan müslümanlar, genel gündemin oldukça dışına itilmişti.
Çünkü genel gündemde büyük meseleler vardı!.
Tağutun İslamizasyon politikasından, kemik kapma yarışı başlamıştı!. İlahi vahyin gündemine sadık kalarak üç-beş insanla tevhidi konuşmaktansa, televizyon patronları­nın gündemine sadık olup, kitlelere hitap etmek kaçırılma­yacak bir fırsattı!.
Ve kaçınlmadı ve kaçınlmıyor bu fırsatlar!.
Evet, ne yazık ki yaşadığımız günleri ve yakın geçmişteki bazı muvahhid kardeşlerimizin şu an ki durumlarını anlatı­yorum!. Netice oiarak şu an ki genel gündemde bir ağar­ma, şu an ki genel durumda bir aydınlanma yoktur.
İşte özellikle seksenli yılların ilk yansında başlayan ağarmanın, yaşadığımız günlerde tekrar kararmaya yüz tuttuğunu gördüğümüz zaman aniıyor, anlıyoruz ki, sevinç ve umudla karşıladığımız ilk ağarma, İlk aydınlanma bir fe­cirdi. bir fecirdi ama, fecr-i kazib idi!.
Kalıcı olmayan geçici bîr fecir idi.
Ve bizler, biz müslümanlar, fecr-i kazib ve fecr-i sadık arasında­ki, bu iki fecr arasındaki karanlığa girer gibiyiz!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İSLAMİ GELİŞİM KARŞISINDAKİ SENARYOLAR


İki fecr arasındaki karanlıkta boğulmamamız, bu karanlıkta yolumuzu ve yönümüzü kaybetmeme­miz, içinde bulunduğumuz durumların sağlıklı muhasebesi­ni yapmamıza bağlıdır. Bu sağlıklı muhasebede dikkate al­mamız gereken önemli bir husus ise, şeytan ve dostlarının İslami gelişim üzerine yaptıkları hesaplar ve günümüz müslümanların bu hesaplar karşısındaki tavrıdır. Nitekim bu başlıkta, söz konusu hesapları genel olarak ve kısaca ele almaya çalışacağız.


İslami Gelişimin Genci Değerlendirilmesi


İslami gelişim, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, sistemin büyük bir endişeyle üzerinde durduğu bir vakıadır. Bu vakıayı du­mura uğratmak, yozlaştırmak ve asıl mecrasından çıkar­mak için ilk elli-altmış yıllarda neler yapıldığı az çok bili­nen şeylerdir.
Son on yıllarda İslam'ın tevhid boyutunda gündeme gelmesi ve bu gerçeklerin özellikle gençler arasında makes bulmaya başlaması ise meseleyi geçmişle kıyaslanmayacak vahim bir duruma getirmiştir. Oysa şeytani hesaplar, batıla dayanan keyfiyeti ile müslümanlar açısından boşa çıkarılması rahat hesaplardır. Bu hesapiardan bazıları tutmuş ve müslümanlan olumsuz etkisi altına almışsa, bu durum şeytani hesapların kuvvetinden değil, müslümanla zafiyetinden ileri gelen bir durumdur. Nitekim müslü­manlar üzerine yapılan bazı hesapların tutması, müslümanların bu konudaki gafletinden, müslümanların bu konudaki zafiyetinden kaynaklanmıştır.
Gerçi şeytanizmin hazırladığı bazı hesaplar tutmuş olsa da, gelinen durum sistem açısından yine de iç açıcı bir durum değildir. Çünkü bazı hareketleri yozlaştırmasına ve müslümanları değişik müdahaleler ile fırka ve gruplara bölmesine rağmen, bölünmüş olan bu parçalar yine de bü­yümekte, yine de çoğalmakta ve sisteme endişe verecek muhtemel bir potansiyele doğru gelişim göstermektedir.
Bugün için birbirinden ayrı ve birbirinden kopuk ol­malarına rağmen kendi bünyelerinde gelişmekte olan bu grupların, değişik vesileler ile birbirlerine yaklaşması, tev­hidi ön plana çıkarması ve ortak bir tevhidi pratiğe ulaş­ması demek, hakim otoritenin iktidardan uzaklaşması de­mektir.
İşte bu durum, Sam amcanın ve onun gayrimeşru çocuklarının korkulu rüyasıdır. Korkulu rüya görmektense uyumamayı ter­cih eden ve dünyadaki tüm gelişmeleri an be an İzleyerek gerçekten de uyumayan bu namussuzlar güruhu, hesap üzerine hesap yaparak gelişen İslami potansiyelin önüne şeytani barajlar kurma telaşmdadir.
Keyfiyet açısından gerekli olgunluğa gelmemesine rağmen kemiyet açısından potansiyel bir artış gösteren bu İslami gelişim karşısında akla gelen son ve kesin çözüm, şiddete dayalı çözümler olmaktadır.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
selamünaleyküm YUSUF kardeşimiz...

Okudukça aydınlanacağımız faydalı bir yazı dizisi ile yeniden karşımızdasınız.
Ve bizler de herzaman ki gibi bu sayfanın da takipçisi olacağız.

İslamiyet bilinç isteyen bir dindir.Körü körüne cahilce bağlılık değil , neyi ne için yaptığını bilen kişilerin bağlığını ister.
Çünkü bilinçli kişiyi davasından vazgeçirmek , kandırmak , yolundan caydırmak çok zordur.
Bilinçli kişi her an dikkatli , tedbirlidir.

Bilinçli müslüman , diliyle söylediği “La ilahe illa ALLAH” cümlesini kalbiyle tasdik eder , davranışlarıyla ve yaşamıyla da eda eder.
Rabbimiz hepimizi bilinçli müslümanlardan eylesin.

Siz de biz kardeşlerinizi bilinçlendirme adına birbirinden faydalı yazıları paylaşıyorsunuz , Rabbimiz sizden razı olsun,emeklerinizi zayi etmesin.

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ve Aleykum Selam ve rahmetullahı GEVHER kardesim
Dualarınıza canı gönülden amin diyor ve mevlaya bu yolda daim olabilmek için niyaz ediyorum.
İslamın günümüzde geleneksel bir islam halinde yaşanıldığı aşikar.İslamı bu gelenessellikten çıkartıp gerçek mahiyetinde yaşama zorunluluğumuzu bilmemiz gerekiyor.Elimizden geldiğince kur'ana sünnete yogunlaşmalı ve Rahmanın mesajlarını daha iyi anlama uygulama yarışına girmeliyiz.

İnşaAllah dediğiniz gibi hem kendimizi hep yaşadıgımız toplumu bu bazen bır forumda olabılır komsuda, akrabada, arkadasta hep bilinçlendirme yarışına girmeli ve islamı geleneksel olmaktan çıkartıp kelime-i tevhidi gerçek mahiyetinde anlamaya ve yaşamaya çalşmalıyız kelime-i tevhidi söylerken neyi kabul ettiğimizi bu kabulu yaparken neyi reddettiğimizi anlamalı ve anlatmaya çalışmalıyız.Çünkü kelime-i tevhidi gerçek mahiyetinde anlamayan yaşamayan malesef heran şirke düşme tehlikesi içerisindedir Allah muhafaza buyursun.
İnşaAllah kardeşim bizde elimiden geldiğince paylaşmaya çalışacağız.Hem kendimize hemde sizlere faydamız dokunursa elhamdulıllah dıyecegız
Selam saygı ve gonul dolusu muhabbetlerımle

selamünaleyküm YUSUF kardeşimiz...

Okudukça aydınlanacağımız faydalı bir yazı dizisi ile yeniden karşımızdasınız.
Ve bizler de herzaman ki gibi bu sayfanın da takipçisi olacağız.

İslamiyet bilinç isteyen bir dindir.Körü körüne cahilce bağlılık değil , neyi ne için yaptığını bilen kişilerin bağlığını ister.
Çünkü bilinçli kişiyi davasından vazgeçirmek , kandırmak , yolundan caydırmak çok zordur.
Bilinçli kişi her an dikkatli , tedbirlidir.

Bilinçli müslüman , diliyle söylediği “La ilahe illa ALLAH” cümlesini kalbiyle tasdik eder , davranışlarıyla ve yaşamıyla da eda eder.
Rabbimiz hepimizi bilinçli müslümanlardan eylesin.

Siz de biz kardeşlerinizi bilinçlendirme adına birbirinden faydalı yazıları paylaşıyorsunuz , Rabbimiz sizden razı olsun,emeklerinizi zayi etmesin.

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Şiddete Dayalı Çözüm Taslakları

Şiddete Dayalı Çözüm Taslakları

Eski dönemlerdeki firavunlar, eski dönemlerdeki müstekbirler için, kamuoyunu dik­kate alma vakıası, günümüzdeki kadar önemsenen veya önemsenecek bir vakıa değildi.
Asana “Neden astın?” kesene “Neden kestin?” sorusunu yöneltebilecek in­sanların yaşamadığı dönemlerde, müstekbirler için asmak veya kesmek sıradan işlerdendi!. Mesela gördüğü bir rüya­nın yorumunda, İsrailoğullarından yeni doğan bir çocuğun iktidarını yıkacağı haberini alan Firavun, hiç kimseden çe­kinmeden o sene doğan bütün yahudi çocuklarının boğaz­lanması emrini verir. Çünkü çekineceği veya dikkate alabi­leceği bir merci yoktur.
Oysa aynı rüyayı günümüzdeki Firavun amca görse, hiç şüphesiz ki böyle davranmaz, böyle davranamaz­dı!. Çünkü günümüzde dünya kamuoyu denilen bir hadise vardır. Ne yapılacaksa yapılsın, hangi halt yenilecekse yensin, mutlaka ve mutlaka dünya kamuoyunun desteği alınmalı, hiç olmazsa muhalefeti önlenmelidir!.
Bu kamuoyu desteğinin meşru veya gayrimeşru yol­larla, doğru veya yanlış haberlerle sağlanacak olması ise çağdaş müstekbirler, çağdaş firavunlar için hiç önemli de­ğildir. Önemli olan yegane şey, kamuoyu desteğinin sağ­lanması ve rüyada görülen tehlikenin kamuoyu desteğiyle ortadan kaldırılmasıdır!.
Hemen masalar kurulur, psikologlar, sosyologlar, siyasi ve askeri uzmanlar ça­lışmalara başlarlar. Yüzlerce plan, yüzlerce proje hazırla­nır. Bu plan ve projelerin değişik pratikleri vs muhtemel sonuçları üzerinde durulur. Bir uzmanlar heyeti, hazırla­nan senaryo üzerine tehlikeli çocuğun veya tehlikeli çocukların doğduğu olay mahalline giderler. Olay mahallinde bakımsızlıktan veya ishalden ölen bir çocuğun ölüm nede­ni, modem tıbbın şimdiye kadar hiç karşılaşmadığı kor­kunç bir virüse nisbet edilir!. Hemen diğer bütün çocuklar, büyük bir özen ile muayeneye ve bakıma alınır. Durum korkunçtur!..
Sağlıklı gözüken bu cıvıl cıvıl çocuklarda da, aynı vi­rüse rastlanmıştır!. Televizyon ve tüm basm yayın organları, bu korkunç haberi dünya kamuoyuna korkunç bir traje­di olarak bildirirler. Dünya kamuoyunun bu çocuklar için üzülmemesi, bu çocuklar için kahrolmaması mümkün mü­dür?
Peki ne olacaktır?
Ölecek midir bütün bu çocuklar?
Bunun bir önlemi, bunun bir çaresi yok mudur?
Bütün gözler Firavun amcaya çevrilir. Bir şey yapıla­bilecekse, bunu yapabilecek kişi, modem imkanlara sahip olan Firavun amcadır. Bütün insancıl duyguları ayağa kalkan Firavun amca ise gerekli yerlere emirlerini bildirmiş ve virüsü öldürebilecek aşı çalışmalarını başlatmıştır bile!.
Karantina denilen hapishanedeki çocuklar, kematerapi denilen ilaç tedavisinin masum kobayları durumuna getirilmişlerdir. Aşı çalışmaları büyük bir gizlilikle ve büyük bir hızla devam etmesine rağmen ne yazık ki bu meçhul virüse karşı kesin çözüme ulaşabilmek mümkün değildir. Hiç olmazsa hastalığın seyrini durdurabileceği veya uzata­bileceği düşünülen bir aşının, olay yerine gönderilmesi ve çocuklara vurulması öngörülür.
Aşılar özenle hazırlanır ve yüzlerce televizyon kame­rasının önünde uçaklara yüklenir. Televizyon denilen asrın nimetinden bütün bu olayları anında izleyen dünya kamuo­yu ise böylesine insancıl olan bu yardım harekatını ayakta alkışlamaktadır!. Aşılar yüklendikten sonra havalanan ve havadaki görüntüleri de çekilmeye devam edilen uçak, bir uçak değil, havada seyreden bir merhamet meleğidir sanki!.
Netice olarak uçakla gelen aşılar çocuklara yapılmış ve Firavun amca televizyona verdiği son beyanatta “Biz elimizden geleni yaptık. Artık gerisi Allah'a kaldı. Lütfen dua ediniz!.” demişti.
Evet, doğru söylüyordu Firavun amca!. Ellerinden geleni artlarına koymamışlardı!. Artık iş Allah'a, Allah'ın takdir ve merhametine kalmıştı!.
Fakat ne yazık ki cıvıl cıvıl hayat dolu olan bu çocuk­lar, yedikleri aşılar ile daha da ağırlaşmışlar ve varlığından kuşku duyulmayan o korkunç virüse yenilerek ölmüşlerdi!. Allah'a inandıklarını söyleyen bütün yetkililer, tam bir tesli­miyet görüntüsü içinde “Ne yapalım! Allah'ın takdiri böyleymiş!” diyorlardı. Yapılan tesbitlere göre hiçbir çocuk kurtulmamıştı. Oysa tesbit edemedikleri için bu insancıl operasyonun dışında kalan bir çocuk, annesinden elif ba öğreniyor ve Kur'an-ı Kerim'i okuyacağı günlere doğru sıh­hatli bir gelişim gösteriyordu.
Evet, Firavun amcanın hazırladığı olay veya operasyon ar­tık bitmiştir, bitmiştir ama, Firavun amcaya yapılan dualar aynı sıcaklıkla, aynı samimiyetle devam etmektedir!.
Her milletten dünya insanları bu insancıl yaklaşım­dan dolayı Firavun amcaya dua etmektedir, çocukları ölen anne ve babalar, tüm çabalarından dolayı Firavun amcaya dua etmektedir; hatta ve hatta müslüman olduklarını iddia eden kitle­ler dahi, bu insancıl yaklaşımdan dolayı Firavun amcaya dua etmektedir!..
Böylesine bilinçli olan dünya kamuoyuna yaslanan Firavun amca ise, yeni dualar almak için, yeni senaryolar hazırlamaya devam etmektedir!.
Bilmem anladınız mı, bilmem anlatabildim mi geçmiş ve günümüz firavunların arasındaki farkı. Geçmiş firavunlara, bütün mazlumla­rın vicdanından beddualar yükselirken; günümüz firavunla­rına, şaşkına çevrilen mazlumların vicdanından dualar yükselmektedir!.
İşte böylesine iğrenç, böylesine sinsi otan çağdaş firavunların mantığına göre, dünya kamuoyunun desteğini alarak yapılan her iş, meşru bir iştir. Meşruluk anlayışı, sadece ve sadece bu şarta bağlı bir anlayıştır. Dünya kamuoyunun desteğini alarak tüm silahlan kullanabilir, dünya kamuoyunun deste­ğini alarak yüzbinlerce masum insanı katledebilirsiniz!.
Geçmiş ve günümüz arasındaki şeytani müdahaleler, şeytani operasyonlar arasındaki fark budur. Müslümanlara yönelik imha ve kıyım operasyonlarında da bu durum de­ğişmez. Müslümanları imha etmek için gerekli olan yegane şey, silahtan ziyade kamuoyu desteğidir.
Kamuoyu desteği ise acil ve tedrici olmak üzere iki türlü oluşturulmaktadır. Sadece hazırlıksız bulunulan olağa­nüstü durumlarda tercih edilen acil kamuoyu oluşumu, müstekbirlerin esasen tercih etmedikleri riskli bir oluşumdur. Birbirine bağlı senaryolar ile tedrici bir şekilde oluştu­rulan kamuoyu desteği ise daha sağlıklı ve emin bir yol olarak görülmektedir. Burada önemli olan yannlardaki muhtemel gelişmeleri dikkate aimak ve bu gelişmeler kar­şısında gerçekleştirilecek olan operasyonların zeminini ha­zırlamaktır. Daha açık bir ifadeyle yanniardaki şeytani mü­dahalelere, bugünlerden kamuoyu oluşturmaya çalışmaktır.
Halkında müslüman olan coğrafyalarda da bu yapılı­yor mu?
Öncelikle şu hususu belirteyim ki, şiddete dayalı çö­zümler, şu an ki rejimlerin öncelikle tercih edecekleri, et­mek isteyecekleri bir yöntem değildir. Fakat hiçbir zaman düşünmeyecekleri veya başvurmayacakları bir yöntem de değildir. Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde; “Dur” dedikleri zaman durduramayacakları, yozlaştırmak isteme­lerine rağmen yoziaştıramadıklan ve bütün bunların fevkin­de gelişimini önleyemedikleri tevhid vakıası karşısında, son ve nihai çözüm olarak şiddete başvurabilecek zihniyette müstekbirler bulunmaktadır.
Şiddete dayalı çözümü, nihai çözüm olarak kabul eöen bu müstekbirler, şiddete dayalı çözümün ülke veya dünya kamuoyu nezdinde mutlaka ve mutlaka meşru müdafaa şeklinde görülmesini isterler. Tabi ki bunu gerçekleştirebilmeleri, devletin birlik ve bütünlüğüne silah sıkan örgütlerin varlığı ile mümkün­dür.
İşte ne yapılıp edilmeli, böyle örgütlerin varlığı kamuoyuna bildirilmelidir. Çünkü böylesi örgütlerin varlığına dair kamuoyuna verile­cek olan imaj, bugün olmasa bile yarınlarda kullanılabile­cek bir imajdır. Önemli olan bu gibi örgütlerin varlığından (!) halkı haberdar etmek, yalan yanlış haberlerle bu vahşi örgütleri kamuoyu nezdinde mahkum etmektir. Nitekim şiddete dayalı çözüm taslakları için, böylesi yalan haberler­le mimlenmiş ve kamuoyunda mahkum edilmiş illegal ör­gütler, olağanüstü durumların sigortası olarak kabul edilir.
Artık herhangi bir olağanüstü durumda, rahatsız ol­dukları şahıslan, rahatsız oldukları müslümanlan bu kanlı örgüte(!) nisbet etmeleri yeterlidir. Mesela İzmir'de yaşayan bazı müslümanlardan mı rahatsız oldular, basına verecek­leri ilk haber bellidir.
“Falanca İslami örgütün İzmir'de de teşkilatlandığı ve faaliyetlerini İzmir'de de sürdürdüğü tesbit edilmiştir..”
Bu kadar haber, belli bir süre için yeterlidir. “Müslümanım” demelerine rağmen Allah'tan gereği gibi korkmayan şaşkınlar, bu haber karşısında korkuyla titremişler ve “Ne olur, ne olmaz” diyerek İzmir sokaklarında tek tijk rastlanan muvahhidlerden selam ve sabahı kesmişlerdir!. Ve hepsi düşünmeye başlamış
ve hepsi kulis konuşmaları ile bu örgüte girebilecek. olan müslümanlan tesbit edebilme yarışına girmişlerdir!.
Aslında fazla düşünmelerine de gerek yoktur. Çünkü böyle bir illegal örgüte, legal hareketleri pek benimsemeyen falanca veya filanca gibi aşırı müslümanlar girebilirdi!.
Evet, evet!. Onlar ve onlar gibiler olmalıydı!.
Nitekim bu ferasetli(î) şaşkınların dedikleri çıkmıştı işte!. Falanca ve filanca gibi bazı müslümanlar. bu kanlı örgüte girdikleri için birer birer tutuklanmışlardı!. Tabi ki ne kamuoyundan ve ne de “Müslümanım” diyen bu fera­setli şaşkınlardan herhangi bir tepki yoktur. Hem neden olsun ki!.
Onlar zaten keskin ferasetleri ile, tutuklanan bu kişi­lerin örgüte girmiş olabileceklerini önceden, çok daha önceden tesbit etmişlerdi!.
Bunlar olur mu?. olmaz mı tartışması, batıl ve gereksiz bir tartışma olacaktır. Çünkü bu gibi senaryolar, İstanbul'da defalarca sahneye kondu. Rahmetli Abdulhamid Turgut ve onunla birlikte olan bazı kardeşlerimize neleri isnad ettiklerini biliyorsunuz. Batman'lı bazı arkadaşlarımıza da ne gibi tezgahların kurulduğunu umarım biliyorsunuz­dur. İşkence ile ifade almaları ve bazı olayları bu arkadaş­larımıza zorla kabul ettirmeleri yetmiyormuş gibi, bütün bu yalan ifadelerin bir de video kamera karşısında tekrar edil­mesini istiyorlar!.
Çünkü komutanlar, üst yetkililer böyle istiyormuş!.
Komutanların ve üst yetkililerin özel televizyon pat­ronları olduğunu sonradan anladık!. Nitekim televizyonda tekrar tekrar gösterime giren bu video kayıtlar ile istedikle­ri kamuoyunu oluşturabilmişlerdü. Bu iğrenç tezgaha sıra­dan vatandaşların inanması bir yana. bu arkadaşları tanı­yan müslümanlardan dahi inananlar vardı!.
İşte böyle bir ülkede yaşıyoruz!.
Evvelden bir söz vardı “Doğru ile yalanın arası dört parmaktır” diye. Burada göz ve kulak arasındaki dört parmaklık mesafe kastediliyordu. Yani “Duyduğuna değil, gördüğüne inan” ifadesinin bir başka anlatım biçimiydi bu. Fakat, bu soysuz televizyonlar çıktıktan sonra şunu da anla­dık, şunu da anladık ki, gördüğünüze de inanmayacaksınız!..
 

Zeki.42

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
447
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Arkadaslar ben televizyon izlemiyorum cünki ben televizyon izleyerek Aşşahın rahmetinden uzaklaşmak istemiyorum günümüz firavunlarına deyinen arakdsaımızdan Allah razı olsun yazıyı mutlaka okuyun arkadaslar
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Baskının Azaltılması

Baskının Azaltılması

Şiddete dayalı çözüm taslaklarını korkmanız veya en­dişeye kapılmanız için değil, sadece bilmeniz ve bilerek dikkat etmeniz için anlattık. Endişeye kapılmanız gereken şeytani yaklaşımlar, hiç şüphesiz ki bundan sonra anlata­cağımız yaklaşımlardır. Çünkü bu yaklaşımlarda, müslümanların kanı veya canı değil, imanları hedef alınmakta­dır.
Müstekbirlerin. günümüz müslümanlarını tahlil ede­rek buldukları bir gerçek, bu müslümanların genel olarak tepkisel oluşuydu. Müslümanların sohbet ve konuşmaları­nın büyük çoğunluğu, hakka muhabbetten ziyade batıla nefret üzerinde gelişiyor ve İslam'a olan muhabbet, batıla olan bu nefret ile besleniyordu. Sohbetlerde genellikle tagutun zulümleri ve müslümanlara yönelik baskıları üzerin­de duruluyordu.
Peki. müslümanlara yönelik bu baskı azaltılırsa ne olurdu?
Tabi ki böyle bir soru. müstekbirler açısından değer­lendirilmesi gereken ve değerlendirilen bir sorudur. Şayet bu müslümanlar. ne yapıp, ne edecekleri konusunda ye­terli mutmainliğe gelmiş olsalardı, baskının azaltılması elbetteki tercih edilebilecek bir yaklaşım olmazdı. Çünkü böyle bir durumda baskının azaltılması demek, Rabbani ça­lışmaların genişlik ve ivme kazanması demektir.
Ancak müslümanların böyle bir durumda olmadıkları, bu müslümanların birbirleriyle olan tartışma ve cedelleşmelerinden belliydi. Ortak oldukları en belirgin husus tağuta olan muhalefetleri, tağuta olan düşmanlıkları îdi. Mücadele yöntemi konusunda ise ıslahatı ve inkilabi metodlar tartışı­lıyordu. Böyle bir durumda baskının arttırılması, hiç şüphe­siz ki muhalefet potansiyelinin ortak bir payda olarak ge­lişmesine yol açacak ve inkilabi metodu savunanları daha güçlü bir duruma getirecekti. Oysa istenen, inkilabi değil, ıslahati metodu savunanların baskın çıkmasıydı!. O halde ıslahati metodu savunanların baskının azaltılmasına yönelik bazı istekleri yerine getirilirse, hem ıslahatı metodu savunanların haklılığı ! ortaya çıkacak ve hem de tepkisellikten kaynaklanan muhalefet potansiyeli düşürülebilecekti.
Nitekim öyle de oldu!
Baskı hafifletildikçe, müslümanların muhalefeti de ha­fifledi. Islahati metodu savunanların ne kadar haklı oldukla­rı ve bu metodla ne büyük işlerin başarılabileceği ortaya çıktı!. Bununla beraber baskıyı hafifletme politikasını yü­rürlüğe koyan siyasilere karşı bile, müslümanlar arasında sevgi ve muhabbet başgösterdi!. Hatta ve hatta bu politi­kanın bir öncüsü, son asrın en büyük şehidi gibi defnedil­di!.
Bütün bu yazdıklarımızdan, müslüman olarak baskıya taraf olduğumuz veya bas­kıyı tercih ettiğimiz anlaşılmasın. Bu gibi konularda sadece hayırlısı olsun diyoruz. Belirtmek istediğimiz husus, baskıyı hafifletme politikasının şeytani arkaplanıdır. Baskıyı hafifletme politikası ile dirençlerini yitiren ve gevşeyen müslümanlara hatırlatmak istediğimiz husus ise kendilerine gelmeleridir.
Tağutun tehditlerinde bir hafifleme olsa veya hafifle­miş gözükse de, İlahi tehditlerde bir hafifleme olmadığını hatırlatmak istiyoruz.


Tercih Saptırması


İnsan ile insan, insan ile toplum, insan ile devlet arasındaki yolların ayrılış noktasında, doğru veya yanlış, güzel .veya çirkin bazı tercihler bulun­maktadır. Tercih sahibi olan insanlar, yaptıkları tercihler ile bir görüşe, bir ideolojiye veya bir cemaata girmekte, yine yaptıkları tercihler ile bütün bunlardan ayrılabilmekte­dirler.
Müslümanları da müslüman yapan, böyle bir tercih değil midir?
Bu müslümanlar da batıl dinler, batıl dünya görüşleri karşısında, hak bildikleri İslam'ı tercih etmemişler midir?
O halde bu tercih meselesinin incelenmesi ve mese­leyle ilgili ciddi önlemlerin alınması gerekiyordu. Karşılaşı­lan sorun, bu insanların Kemalizmi veya sosyalizmi tercih etmemelerinin fevkinde İslam'ı tercih etmeleriydi. Önemli olan Kemalizmi tercih edip/etmedikleri değil, İslam'ı tercih etmeleriydi. Dolayısıyla bu insanlar, hak ve batıl olmak üzere iki seçenek, iki tercih ile başbaşa bırakılmamalıydı!.
Seçenekler fazlalaştırılmalıydı!.
Seçenekler fazlalaştırırken dikkat edilmesi gereken en önemli husus ise, görüntü olarak batıla değil, hakka al­ternatif seçeneklerin arttırılmasıydı.
Müslümanların önemli bir kısmı, İslam'da gördükleri bazı değerlerin cazibesine kapılan ve İslam'ı sadece bu cazip değerler çerçevesinde algılayan insanlardı. O halde İslam'ı bir bütün olarak algılayamayan bu insanlar, bazı İslami değerler hangi bohçaya yama ya­pılırsa yapılsın, bu yamalı bohçayı cazip görecekler ve bazı telkinler ile bu bohçayı tercih edebileceklerdi. Önemli olan bu yamalı bohçanın, hemen erişilebileceği zannedilecek yakın bir menzile konulmasıydi. Böyle bir durumda fırsatla­rı ganimet bilen birçok akıllıdan “Önce bu bohçayı ele ge­çirelim” sesi yükselecekti!.
Oysa bu bohçayı tercih etmekle, bohçadaki İslami yama ile birlikte bohçanın asıl bütünlüğünü de tercih etmiş olacaklardı. Ayrıca bu yamalı bohçayı elde edebilmek için girecekleri yol, geri dönüşü mümkün olmayan bu insan­ları sırat-ı müstakimden uzaklaştıracak kaypak bir yol ola­caktı.
Evet hakka alternatif bu seçeneklerin özenle tesbit edilme­si ve aynı özenle gündeme getirilmesi gerekiyordu. Ayrıca bu gibi seçenekler; İslam'a müdahale etmeyen (Arkaplanda İslam'ı da kendisine müdahale ettirmeyen) yeni bir laiklik veya herkesin rahatça konuşabileceği ideal bir demokrasi de olabilirdi. Önemli olan bu şeytani seçeneklerin Allah adına gündeme getirilmesi, müslüman olduklarını iddia eden insanlar tarafından, İslam adına talep edilmesiydi!.
Diyeceksiniz ki “Amma kuruntu sahibisiniz! Hiç bu kadar olur mu?”.
A benim canım kardeşlerim, etrafınıza bir bakınız. Bu seçenekleri gündeme getirenler, İslam'a müdahil olma­yan laikliği ve bacak bacak üstüne atarak rahat tebliğlerin yapılabileceği demokrasiyi savunanlar, İslam adına bu gibi taleplerde bulunanlar, müslüman birer dava adamı oldukla­rını iddia edenler değil mi?
Böylesi seçkin dava adamları tarafından savunulan bu görüşler, müslümanlar arasında da gündem oluşturup, bazılarının tercih ve teveccühüne mazhar olmuyor mu? Nitekim İslam ile adeta kardeş gibi empoze edilen, İslam'a giden en rahat yol en rahat ortam olarak görülen demokrasi, yaşadığı­mız günlerde hararet ve rehavetle tercih edilen bir şeydir. Çünkü demokrasi demek, eşitlik ve özgürlük demektir. Eşitlik ve özgürlük ise akl-ı selim olan herkesin kabul etmesi, herkesin istemesi gereken bir şeydir!. Balıkçılık yapanlar bilirler.
Oltanın ucuna takılan değişik yem çeşitleri vardır. Bunlardan bir kısmı kuru yem, bir kısmı canlı yemdir. Ba­lıklar bu yemi yutup yakalandıkça, oltanın ucuna yeni yemler takılır. Bir de bu yemlerden çok farklı, çok ekono­mik olan naylon bir yem vardır. Rengarenk bir püskül şeklindeki bu yem, hiç değiştirilmeden aylarca, yıllarca kul­lanılan bir yemdir. Çünkü naylon olduğu için ne eskimesi, ne de yıpranması söz konusudur. İşte çağdaş müstekbirlerin dünya halklarına karşı asırlardır kullandıkları en önemli naylon yem de, eskimeyen ve değiştirilmeye gerek duyul­mayan eşitlik ve özgürlük yemidir!. Müstekbirlerin kontro­lündeki bu yemlerin cazibesine kapılan nice kitleler, nice dava adamları, bu yemlerin peşi sıra giderek özgürlüğe veya eşitliğe değil, esarete mahkum olmuşlardır. Zaptedilen özgürlükler, sanat ve edebiyat dünyasında parmaklıklar arkasında­ki kuş ile sembolize edilir. Parmaklıklar olmasa, kuşun kanatları kırılmasa, bu kuşların özgürlüğe doğru uçacakları, uçabilecekleri varsaydır.
Oysa durum bu kadar basit değildir!.
Mesela karşımdaki evde oturan komşu güvercin besli­yor. Bir metrekarelik derme-çatma bir barakada yaşayan güvercinler, kendilerine yem veren sahipleri tarafından bir­kaç günde bir on-onbeş dakika uçuruluyor.
Fakat işin ilginç tarafı, uçan, gökyüzüne doğru yükselen bu güvercinlerin hepsi, birer birer kafese dönüyorlar!. İyi ama neden, neden geri dönüyorlar?
Demir parmaklıklar mı var? Yoksa bu kuşların kanat­ları mı kırık?
Tabi ki değil!.
On-onbeş dakikalık sınırlı bir özgürlük yetiyor bu kuş­lara!. Uçup gitmeleri ve kendilerine yem veren sahiplerin­den ayrılmaları söz konusu değildir!.
İşte, kapitalizmle iç içe sunulan ve güvercinle sembo­lize edilen özgürlük anlayışı da, böylesi besleme güvercin­lerin özgürlük anlayışıdır. Bu özgürlük anlayışındaki hangi insan, kendisine yem veren kapitalistlere karşı müstağni veya bağımsız bir tavıra girebilecektir?
Kapitalistlere karşı müstağni olduklarını iddia edenler dahi, kapitale karşı müstağni olabiliyorlar mı?
Olamıyorlar, çünkü verdikleri özgürlük mücadelesi bile, kapitale mahkum ve muhtaç bir mücadeledir. Dolayisıyle kapitalist bir düzende kapitale bağlılık, asıl itibariyle kapitaliste bağlilıktır. Kapitalistlerin verdikleri yardım ve ianelerle sürdürü­len özgürlük mücadeleleri ise hiç şüphesiz ki kapitalistlerin insiyatifinde olacak ve bu mücadeleyi veren insanları kapitalizme esir edecektir. Çünkü böylesi özgürlük anlayışlarıy­la emperyalizme bağımlılıktan kurtulmak, kurtulabilmek mümkün değildir.
Oysa Yaratana karşı değil, yaratılmışlara karşı, özgür olabilmenin ilk şartı, dini­mizin de İlk şartı olan Kelime-i tevhiddir. Kelime-i tevhidin dışındaki bütün seçenekler, bütün tercihler, hangi cazip kelimeyle veya hangi süslü sözlerle ifade edilirse edilsin, bu kelime ve sözlerin pratikteki manası, zillet ve esarettir!.
 

_ZÜMRA_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
9,962
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
45
selamün aleyküm Yusuf kardeşim hepsini okudum çok faydalı Allah razı olsun.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ve Aleykum Selam sıla1 kardeşim
Allah'u teala cümlemizden razı olsun inaAllah
Devamınıda okumanızı dilerim
güncellemeye devam edeceğiz inşaAllah
Selametle kalın
selamün aleyküm Yusuf kardeşim hepsini okudum çok faydalı Allah razı olsun.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Değişim ve İslamizasyon

Değişim ve İslamizasyon

Değişim problemi, T.C’nin son zamanlardaki en önemli problemlerinden birisidir. Türkiye'deki siyasi otorite, halkın son zaman­lardaki değişimini dikkate alarak kendisine yeniden çeki düzen verme ve halkın değişimine paralel bir görüntüye girebilme telaşındadır. Bu yeniden çeki düzen kazanma ve kısmi de olsa değişim vakıasında, kerhen dikkate almarı en ilginç unsur ise hiç şüphesiz ki İslam'dır.
Ortadoğu ve Kafkaslardaki halkında müslüman olan ülkelere, laik ve demokratik bir model teşkil etmesi gere­ken Türkiye'de, değişim politikası gerçekleştirilmeli ve bu ülke İslam'la barışık fakat İslam'dan etkilenmeyen mümtaz bir örnek oluşturmalıydı!.
İslam'ın dikkate alındığı bu değişim politikasının en kısa ifadesi ise birçoklarımızın bildiği gibi İslamizasyondur. İslamizasyon, İslam'ı batıla tercih etme vakıası değil; batılı, bazı İslami motifler ile kaplama uğraşısıdır. Daha açık bir İfadeyle özde değil, sözde değişikliktir bu!. Nitekim özlerinde bir değişiklik olmamasına rağmen, sözlerinde önemli değişik­likler olan ve konuşmalarında bazı ayet-i kerimelere bile yer veren çok yüzlü politikacılar, bu sun'i değişikliğin açık örneklerindendir.
Böyle bir değişime gitmek, rejim açısından bir taviz midir?
Tabi ki değil!. Önemli olan bazı portatif değişiklikler ile halkın teveccühüne mazhar olmak ve rejimle halk ara­sındaki köprüleri daha bir sağlamlaştırmaktır.
Halkında müslüman olan ülkelerdeki çokyüzlü yöneti­ciler, halk arasındaki bazı müslümanların kelime-i tevhidi gündeme getirdiklerini, hakimiyetin ancak ve ancak Al­lah'a ait olduğunu anlattıklarını ve bütün bu anlatılanlar is­tikametinde kendilerinin de birer din düşmanı durumuna getirildiklerini elbetteki biliyorlardı.
Oysa doğru da olsa, bu müstekbirlere göre anlatılmaması, halka götürülmemesi gereken şeylerdi bunlar. Çünkü bu gibi meselelerin gündeme gelmesi, geleneksel de olsa dinine saygılı olan halk ile bu politikacıların arasını açıyor ve bu müstekbirlere yönelik desteği azaltıyordu.
İşte bu İslamizasyon politikası İle hem radikal müslümanların kendileri aleyhine yaptıkları propaganda tesirsiz hale getirilecek ve hem de dinine saygılı halk ile dini gö­rüntülü bir yakınlaşma gerçekleştirilecekti. Kaldı ki birçok meselede ikiyüzlü davranan politikacılar için, bu meselede de ikiyüzlü davranmanın hiçbir sakıncası yoktu. Hatta ve hatta Meclis duvarlarının yeşile boyanıp, yeşil zemin üzeri­ne altın yaldızla bazı ayet-i kerimelerin yazılması bile, mec­listeki bu politikacılar için pek önemli değildi. Çünkü önemli olan meclisin şekli değil, meclisin keyfiyeti ve mec­lisin faaliyeti idi.
Peki bu İslamizasyon politikası nasıl gerçekleşecekti?
Bu politikayı kimler gerçekleştirecekti?
Aslolan ve bu değişimin parsasını toplayacak olan tabi ki politikacılardı. Ancak bu değişim politikası sadece kendileri tarafından pratiğe konulursa, bu politikacılara gü­venmeyen bazı insanların ve özellikle müslumanların kuş­ku ve tereddütleriyle karşılanabilirdi. İşte böylesi kuşkulara fırsat vermemek için, İslamizasyon politikasına tutucu ol­mayan bazı müslüman aydınlar da davet edilmeliydi. Nitekim bu davet yapıldı!.
Şimdiye kadar rejim tarafından değer verilmeyen, muhatap kabul edilmeyen bazı müslüman aydınlar, bu de­ğişim politikasına davet edildi. Bu aydınlara “Sistem deği­şim sancılan yaşıyor ve biz bu değişimin İslam'a göre olmasını istiyoruz. Gelin bu değişimi birlikte yapalım.” denildi.
Aman Ya Rabbi!
Ne güzel, ne muazzam bir teklifti bu!. Şimdiye kadar ufak tefek işlerle uğraşan bu aydınlar, sitemin değişimine davet ediliyorlardı, İnsanın gözünü karartacak bir teklifti bu. Ve gerçekten de gözlerdeki bazı ağarma ve aydınlanmalar kararmaya başlamıştı!. İlahi va­hiy ile Allah tarafından muhatap alınmanın şeref ve izzeti­ni yeterince hissedemeyen bazı kimseler ise, bu politikacılar tarafından muhatap alınmayı, başlı başına bir şeref ve izzet kabul etmişlerdi!.
Hem bu politikacılar, gerçekten samimi insanlardı!.
Müslümanım diyen birçok insandan, daha müslümandılar!. Çünkü kendileriyle yaptıkları özel konuşmalarda, müslümanların yıllardır nefretle karşıladıkları bazı putlardan bun­lar da nefret ediyor ve nefret etmekle kalmayıp bu putla­rın kırılması, bu putların yıkılması gerektiğini söylüyorlardı!. Ayrıca bu söylenenler, sözde kalan veya sözde kalacak şeyler de değildi. Çünkü (laf aramızda) bu yiğit müslümanlara “Gelin bu putları birlikte yıkalım, birlik­te kıralım!” demişlerdi.
Şimdi elinizi vicdanınıza koyunuz!. Böyle bir teklif, geri çevrilecek bir teklif midir?
Tabi ki şaşırdınız değil mi?
Putperestlerin, put kıracaklarına pek inanmadınız, inanamadınız gibi! Fakat inanın, İnanın doğru haberlerdir bunlar!.
Yaşadığımız çağda, putkıran putperestler de bulunmaktadır!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Putkıran Putperestler

Putkıran Putperestler

Putperestlerin putkırmaya kalkışmaları, önplanda şaşkınlıkla karşılanabilecek bir hareket olabilir. Çünkü putkırmak, asıl itibariyle İbrahime ve İbrahimi müslümanlara özgü bir eylemdir.
Yoksa bu politikacılar, bazı şaşkınların zannettikleri gibi kendilerini gizleyen, İslam için kendilerini feda eden birer İbrahim midir?
Elbetteki değil!.
O halde bu putları yıkmaya, bu putları kırmaya kal­kışmaları nasıl açıklanabilir? Anlaşılması mümkün olmayan girift bir mesele midir bu!.
Sözü ve soruları uzatmaya hiç gerek yoktur. Bu me­sele gayet açık ve anlaşılabilir bir şeytani yaklaşımdır!.
Herhangi bir putun değeri, o puta yönelik sevgi ve güvenin varlığıyla anlam ka­zanan bir değerdir. Çünkü bu put adına yapılacak olan bütün icraatların kamuoyu desteği kazanması, kamuoyu­nun bu puta yönelimiyle ilgili bir meseledir.
Ancak, herhangi bir puta karşı inanç ve güven oldukça zedelenmişse, insanların bu puta karşı sevgi ve bağlılıkları zayıflamışsa, itikadı güvenilirliğini yitiren bu putta ısrar etme­ye hiç gerek yoktur.
Çünkü eskimiş ve yıpranmış bir puttur bu. Şöyle veya böyle yıkılmaya ve kırılmaya mahkum olan bu putta ısrar etmeye, defalarca restore edilen bu putu yeniden restore etmeye hiç gerek yoktur. Burada önemli olan, kırılmaya mahkum olan putun, nasıl ve kimler tarafından kırılacağıdır, Uzun yıllardır hak adına yapılan tenkid ve eleştirilerle içi boş bir kütüğe çevrilen bu put, hak adı­na kırıhrsa, hiç şüphesiz ki hakkın ve hakka taraftar olan müslümanların halk nezdinde değer kazanmasına vesile olacaktır. Oysa bu iş, hak adına değil, başka bir batıl, başka bir put adına yapılmalıdır Şayet bu gerçekleştirilirse, hem hak adına yapılan çalışmaların meyvesi batıl adına devşirilmiş olacak, hem de eski puta karşı halkta oluşan nefret, bu putu kıran yeni puta karşı muhabbete dönüşecektir!. Bu yeni putlar ise, daha önce de belirttiğimiz gibi İslam'a göre yeniden yorumlanmış laisizm veya İslam'ın diğer bir ismi gibi em­poze edilen demokrasi olabilecektir!.
Herhalde anlaşılmıştır, anlaşılmıştır artık bu putperestlerin putkırma nedeni!.
Bize göre anlaşılması kolay olmayan yegane şey, böylesi şeytani hesaplara, müslüman aydın denilen bazı kimselerin aldanma nedenidir.
Oysa Kur'an-ı Kerim'deki birçok ayet-i kerimede fasık ve münafıklarla işbirliği yapılmayacağı beyan edilmekte ve tüm müslümanlar böyle bir duruma düşmekten sakındırılmaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, tüm müslümanları böyle­si şeytani hesaplardan ve şeytani senaryolardan sakındıran İlahi bir kaynaktır.
Fakat ne yazık ki, İlahi kaynaktan Mahir Kaynağa yönelen. putperestlerin putkırmalanna aldanarak onları kendi­lerine yakın ve dost zanneden bazı şaşkınlar, eskimiş put­ları yıkmak adına yeni putların meşrulaşmasına yardımcı oluyorlardı!.
Putperestler ile putkıranlar, ortak bir düzlemde biraraya gelmişlerdi!. Putperest­lerle putkıranların, hoşgörü, diyalog ve yardımlaşma adına birbirlerine yaklaştıkları bir düzlemdi bu!. Bilinçle putkıracaklarına, gafletle potkıran bu kimseler ise, yeni gündem­lerin, yeni kahramanlarıydı artık!.
Ve acilen gerekli olan yeni putlar, kendilerine İbrahim denilen eski müslümanların baltalarıyla yontuluyordu!
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Bireysel müslümanlığın sorunları

Bireysel müslümanlığın sorunları

Cahili bir toplumdaki İslami mücadelenin, adam ka­zanmak ve kazanılanı kaybetmemek gibi iki ayrı boyutu vardır. Gerçi kazanılanı kaybetmemek, İslami mücadelede­ki müslümanların üzerinde ağırlıkla durdukları bir mesele değildir. Nitekim özellikle Mekki dönemdeki İslami müca­delede, kazanılan müslümanı kaybetmemekten ziyade yeni müslümanlar kazanmak için çalışılıyordu. Çünkü kazanılan müslümanı kaybetme tehlikesi, günümüzdeki gibi aşın boyutlara gelen bir tehlike değildi.
Müslümanlık, köklü bir imana dayanan, köklü bir teslimiyetti, Bu teslimiyeti gösteren kimselerin, cahiliyenin batıl müdahale­leri ile hemen sarsılmaları, bazı endişeler ile İslam'dan vaz­geçmeleri kolay bir hadise değildi. Nitekim cahiliyenin ba­tıl propagandaları ile değil, şiddete dayalı baskı ve işkenceleri karşısında bile İslami tercihlerinden vazgeçme­yen müslümanlar,. bizlere bu müslümanların usta kimi iği ve sebatları konusunda yeterli bilgiyi vermektedir.
Fakat, günümüzdeki durumlar ne yazık ki böyle değildir!. İs­lam adına insan kazanmayı, insan kurtarmayı ikinci plana bırakarak, kurtarılan insanları tekrar kaybetmeme telaşına kapılır olduk!.
Maalesef haklı, haklı bir telaştı bu!.
Çünkü nice müslümanların, nice kardeşlerimizin, ca-hiliyenin işkenceleri ile değil, cahiliyenin batıl propagandaları ile eğildiklerini, büküldüklerini ve kendilerini sırat-ı müstakime bağlayan köklerden koptuklarını gördük.
Karşılaştığımız bu sorun, İslam Devletinin, İslam cemaatinin değil, bireysel müslümanların yine bireysel olan ve bireysel olarak halletmeleri gereken kulluk sorunuydu. Şimdi kısaca bu sorunla­ra ve bu sorunlar karşısındaki zafiyetlere değineceğiz.


Bireysel Müslümanlık


İslam'ı sadece toplumsal bir din olarak algılayan, ferdi müslümanhk gibi cüz'i konulan bir kenara bıra­karak, toplumun ve devletin müslümanhğı gibi külli konu­larla ilgilenen kimselerden hemen şu ses yükselecektir.
“Canım, bireysel müslümanhk da olur mu?”
“İslam gibi yüce bir dini, bireye indirerek neden ufaltıyorsunuz?”
“İslam devleti olmadan, İslam'ı yaşamak mümkün de­ğildir!.” diyerek en kısa zamanda İslam devletini tesis et­mek için uğraşanlardan da benzer sesler yükselebilecektir. Bu insanlar da “Marksistler, sosyalistler ve kapitalistler toplumla, toplumsal olaylarla ve devletle ilgilenirlerken, müslümanların bu gibi konulara lakayt kalmaları, bu konu­larda mücadele etmemeleri, sorumsuzluktur, çağdışılıktır..” diyeceklerdir.
Oysa bireysel müslümanhk demek, topluma, toplumsal sorunlara ve toplumdaki insanlara sırt çevirmek, bunlarla ilgilenmemek değildir. Bireysel müslümanlıktan kastettiğimiz ve kastedilmesi gereken şey, bir insanın birey olarak önce kendisini kurtarması ve bu kurtarmanın gereği olan Allah'a kulluğu, yine birey olarak öncelikle kendisinin gerçekleştirmesidir.
Çünkü bu din, bireyde, bireyin kulluğunda başlayan bir dind!r İs­lam'ı, müminliği ve müslimliği tercih etmek, bireyde, bire­yin kendisinde başlayan kutlu bir eyiemdir. Nitekim birçok peygamberin kalkış noktasında, bu gerçeği görmemiz mümkündür.,
“Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi de onunla konuşunca: “Rabbim, bana göster, Seni göreyim” dedi. (Allah“Beni asla göremezsin. Ama su dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de Beni göreceksin.” Rabbi dağa tecelli edince, onu param par­ça etti, Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğin­de: “Sen ne yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim,” dedi.”
Müminlikte olduğu gibi müslimlikte de kalkış nokta­sında birey vardır. Çünkü Allah'a kulluk ve kulluk sorumluluğu, önce bireyi muhatap alan ve bireyin yerine getirmesi gereken bir sorumluluktur..
“De ki: 'Rabbim, gerçekten beni doğru bir yola ilet­ti, dimdik duran bir dine, ibrahim'in hanif (Muvahhid) dinine.. O müşriklerden değildi.”, “De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, di­rimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır.”, “O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim.”
Ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, Allah'a kulluk sorumluluğu, önce bireyi muhatap alan bir sorumlu­luktur. Nitekim bu ayet-i kerimelerin devamı olan ayeH kerimede, kişinin önce kendisinden sorumlu olduğu, müs-bet veya menfi eylemlerinin öncelikle kendisini ilgilendirdi­ği ve işlenen bir günahın, başka bir günahkara veya toplu­ma nisbet edilemeyeceği açıkça beyan edilmektedir.
“De ki: “O, her şeyin Rabbi İken, ben Allah'tan başka bir Rab mi arayayım? Hiçbir nefis, kendi aley­hinden başkasını kazanm,az. Günahkar olan bir baş­kasının günah yükünü taşımaz. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. O, size hakkında anlaşmazlığa düştü­ğünüz şeyleri haber verecektir.”
Kur'an-ı Kerim'de bu gerçeği değişik düzlemlerde ifa­de eden daha birçok ayet-i kerime bulunmaktadır. Bütün bu ayet-i kerimeler dikkate alındığı zaman kişinin öncelikle ve özellikle kendisinden, kendi kulluğundan sorumlu oldu­ğu ve toplumsal mazaretler ile bu sorumluluktan kaçama­yacağı daha iyi anlaşılabilecektir. “Bu iş, tek başına ger­çekleştirilemezi” diyenlere, İbrahim (a.s.) ile ilgili şu ayet-i kerimeyi zikretmek isteriz.
“Gerçek şu ki, ibrahim (tek basına) bir ümmetti; Allah'a gönülden yönetip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”
Allah'ın selamına ve müminlerin sevgisine layık olan Hz. İbrahim (a.s.), tek başına ümmet olmayı gerçekleştirmişti. O halde biraz İnsaflı olmamız “Allah'a kulluğa tek başımıza güç yetiremeyiz!” derken, biraz utanmamız ge­rekmez mi? Çünkü bizlerden tek başına ümmet olmamız değil, öncelikle tek başına müslüman olmamız, olabilmemiz istenmektedir! Tek başına güç yetirebileceğimiz bu kulluk ise, illa başkalarına yaslanarak yaşayabileceğimiz bir kulluk değildir.
Herhangi bir cemaat içinde olsun veya olmasın, her müslümanın bu kulluğu yaşaması, bu kulluğun üstesinden kendisinin gelmesi, gelebilmesi gerekmektedir. Nitekim herhangi cahili bir toplumda İslam cemaatinin varolması ve bu varlığını sürdürebilmesi, öncelikle ve Özellikle “Ben müslüman olanların ilkiyim” diyebilecek ve İnsanlara da­yanma gereği duymadan bu kulluğu yaşayabilecek böylesi müslümanların varolmasına bağlıdır.
Olumsuz şartlar ve insanların batıl tercihleri gereği bu kulluk mücadelesinde ferd veya çağdaş gündemdeki ifadesiyle marjinal kalmak ise aklı başında bir müslümanın kor­kacağı, korkması gereken bir şey değildir.
Hak üzere olduktan sonra marjinal kalmak korkusu da ne oluyor?
Hak üzere olan müslümanları marjinal kalmakla suç­layan kimseler, aynı tanımlamaya göre marjinal olarak yaşayan ve marjinal olarak ölen peygamberlere ne diyecek­ler?
Onları da marjinal kalmakla suçlayacaklar mı?
Marjinal kalmanın nedeni, müslümandan, müslümanın hak üzere olmayan dav­ranışlarından kaynaklanan bir neden ise, tabi ki bu nede­nin üzerinde durulması ve bu nedenin izale edilmesi gere­kecektir. Ancak bu neden, toplumun tercih ve eğilimlerinden kaynaklanan bir neden ise bu nedenin müs­lümanın kulluğu ile ilgili bir boyutu yoktur.
Müslüman, hak üzere olan kulluğuna ve kulluk müca­delesine devam edecektir. Marjinal kalmamak için toplumun eğilimleriyle birlikte eğilmesi, toplumun ortak tercîhlerine katılım göstermesi, Allah'tan korkan bir müslüman için kesinlikle ve kesinlikle mümkün değildir.
Rahmet sahibi olan Rabbim müslümanlan kurtuluşa, müslümanlan İslam'ın kutsal vadisine davet ederken “Ya insanlarla beraber gelin, ya da hiç gelmeyin” dememiştir!.
Müslümanlar olarak gönlümüzden geçen ve gönlü­müzün arzuladığı, bütün insanlarla beraber cennete gitmemizdir.
Ancak bu mümkün değilse, insanlar bunu tercih etmiyorlar ve etmeyeceklerse, bu insanlarla birlikte cehenneme gitmeyi elbetteki tercih edecek değiliz. Böyle bir durumda müslüman olarak terci­himiz bellidir.
Marjinal olarak cennete gitmek..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Müslümanın Değer Kaybı

Müslümanın Değer Kaybı

Son olaylara, oluşan gündemlere ve müslümanların içinde bulundukları genel duruma bakarak gayri ihtiyari şu soruyu sorabilirsiniz.
Nereye gidiyoruz?
Gönül isterdi ki bu “Nereye Gidiyoruz?” sorusuna mutmain bir kalp ile “Cennete, İnşaallah cennete” diyebi­lelim. Elbetteki müminlerin arasında bu cevabı verecek kardeşlerimiz vardır. Ancak meseleyi müslümanların gene­line göre değerlendirdiğimiz zaman aynı cevabı, aynı ra­hatlıkla verebilmemiz mümkün değildir.
Efendimiz (s.a.v.) “İki günü eşit olan ziyandadır” buyurmuştu. Fakat ne yazık ki iki günü eşit olan müslümanı, sevgiyle kutlayacağımız, saygıyla öpüp başımıza koyacağımız bir dönemde yaşıyoruz!. Böyle bir zamanda böyle­si müslümanlan göstererek “Maşallah!. Dün de müslümandı. bugün de müslüman!.” diyoruz.
Çünkü müslümanların iki günü eşit değildi!.
Bu eşitlik birçok müslümanda menfi yönde bozulu­yordu. T.C. de yaşayan bu müslümanlar, hergün değerini yitiren Türk Lirasına benzemişlerdi sanki!. Bu gidişle İslami düzlemde tedavülden kalkmaları, kaybedilmeleri söz ko­nusuydu!. Nitekim yakın zamana kadar birçok çalışmala­rından faydalandığımız ve hayırlarda öncü gördüğümüz bazı kardeşlerimiz, bu değer kaybına uğrayan ve günümüz­deki davetleri ile bu değer kaybını yaygınlaştıran öncüler durumuna gelmişlerdi!. Kendilerine sorulsa, akılcı ve man­tıklı girişimlerdi yaptıkları. Çünkü işin kolayını, yolun kes­tirmesini bulmuşlardı!.
T.C. sisteminin ifadesi olan türk lirasının üzerine, sis­tem içindeki fırsatlardan faydalanarak “Allah” lafzını yazıverecekler ve bu parayı İslam dinarı haline getirivereceklerdi.
Bu kadar kolay, bu kadar kestirme bir yoldu bu!.
Fakat bu kestirme yol, kestirme olmayan sırat-ı müs­takimden ayrılan bir yoldu!. Meselenin bu yönü ise pek düşünülmüyor, pek dikkate alınmıyordu. Şu an ferdi ola­rak bazı tavizler verilse de, ferdi olarak sırat-ı müstakim­den uzaklaşılsa da, bütün bunlar toplumun maslahatı için yapılıyordu!. Çünkü çok kısa bir zamanda, toplumla bera­ber sırat-ı müstakime girilmesi, girili verilmesi söz konusuy­du!.
Toplum için kendilerini feda eden bu kahramanların tenkid edilmesi değil, ayakta alkışlanması gerekirdi!.
Ve ben de ayağa kalkıyorum ve hepsine “Yazıklar ol­sun!. Lütfen kendinize geliniz” diyorum.
Tabi ki herkesten aynı ses çıkmıyor!. Sırat-ı müsta­kim gibi bir yolun, müstakim olmayan bu yolcularını alkışlayanlar bulunmakta ve biraz önce sözünü ettiğimiz değer kaybı, bu alkışlar arasında yaygınlaşmaktadır!.
Peki, gittikçe yaygınlaşan bu değer kaybının sebebi ne? Kazanımı ve elde edilmesi zor olan birer altın, birer elmas gibi değer kazanmamız gerekirken, darphanelerde basılan TL. gibi neden değer kaybediyoruz? Bütün bu soruların cevabı, İlahi değer kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'den ve Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili prensiplerinden uzaklaşma­mızla açıklanabilir. İlahi ölçülere göre bir insanı değerli kı­lan unsurlar, bu insanın kime ve nasıl kul olduğunu açıkla­yan unsurlardır. Nitekim “La ilahe illa Allah” ifadesi, kullukla ilgili bu iki gerçeği kendisinde cemeden bir ifade­dir. “La ilahe” reddi, insanlara ilahlık taslayan tüm sahte ilahların inkar edilmesini ifade ederken; “İlla Allah” tasdiği de, Allah'ı hakkıyle tasdik etmemizi ifade ederek, bizleri bu çerçevede bir kulluğa davet etmektedir.
“La ilahe” gerçeğine dayanan inkar olayında, dışa .yönelik önemli fireler verdiğimizi söyleyemem. Kısmi ola­rak anlaşılan ve yine kısmi olarak pratiğini bulan bir ger­çek oldu bu. Kısmi diyorum, çünkü reci olayının genellikle dış veçhesine önem verildi. İnsanlara ilahlık taslayabilecek putlar ve merciler, genellikle dışta arandı ve bu dıştakiler reddedildi. Oysa Kur'an-ı Kerim'de, ilahlaştınlmasi söz ko­nusu olan önemli bir iç tehlikeden de bahsedilmekteydi..
“Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?”
“Şimdi sen kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzerine kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbi üzerine damga vurduğu ve gözü üzerine bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim, hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?”
Kur'an-ı Kerim'in açıkça zikrettiği bu iç tehlike, kişinin nefs ve hevası idi. Bir insan için en yakın ve en büyük tehlike olan nefsin İlahlaştınlması, genellikle önemsenen ve dikkate alınan bir tehlike olmadı!. “La ilahe” denilirken. reddedilmesi ve yıkılması gereken putlar, devamlı dı­şarılarda arandı!. Dış dünyada reddedilmedik put bırakma­yan, Amerika'daki putlara kadar reddiyeler gönderen bazı kimseler, kendi göğüs kafeslerinde bulunan nefs ve hevala görmemezlikten geldiler!.
Ve ne yazık ki, dıştaki putlara kibir ve gururla attıkları her taş, içteki bu putların kuvvetlenmesine neden oldu!.
Meselenin “La ilahe” boyutundaki ifrat ve tefrite daha fazla değinmeden, diğer boyutundaki ihmale ağırlık vermek istiyorum. Çünkü uzun yıllar önce “La ilahe” diyen ve nefislerini de ilahlaştırmaktan sakınan birçok kardeşimiz, henüz “İlla Allah” aşamasına gelebilmiş değillerdir!. Zaten birçok olumsuzluk ve tıkanıklıklar da “İlla Allah” gerçeğindeki bu önemli ihmalden kaynaklanmaktadır.
Bu kardeşlerime “La ilahe” gerçeğinin itikadi ve pra­tik anlamını sorsam, hiç şüphesiz ki bana oldukça uzun ve oldukça yeterli cevaplar verebileceklerdir. Acaba aynı kar­deşlerime “İlla Allah” gerçeğinin itikadi ve pratik anlamını sorsam, bana aynı uzunlukta ve aynı yeterlilikte cevaplar verebilecekler midir?
Hiç sanmıyorum!.
Hatta bazı kardeşlerim “İlla Allah” yani “Ancak Allah vardır” gerçeğini uzatmaya, bu konuda uzun uzun konuşmaya ne gerek olduğunu düşünebileceklerdir. Oysa aynı kardeşlerim “La ilahe” gerçeğini tebliğ ederken, hiç de böyle düşünmüyorlardı!. Bütün insanlara “Bu gerçeğin açılması ve açıklanması gerek” diyorlardı.
İşte “La ilahe” gerçeği için söylenen bu ifadeler, “İlla Allah” gerçeği için de geçerlidir. Çünkü dinimiz, sadece reddiyeler üzerine dayanan veya reddiyelere ağırlık veren bir din değildir. Ağırlık ve yoğunluk, batıla karşı reddiye­lerden ziyade, hakka yönelik tasdiklere verilmektedir.
Haklı ve hak üzere olan kalkış noktamızda, hak ve hakkı tasdik vardır. Batılı reddettiğimiz için hakkı tasdik etmiyor, hakkı tasdik ettiğimiz için batılı reddediyoruz. Dolayısıyla hakkı tasdik etme potansiyelimiz, batılı reddetme potansiyelinin fevkinde bir potansiyel olmalıdır.
Hiç şüphesiz ki kelime-i tevhid gerçeğine bölücü yak­laşacak, bu iki gerçeği birbirinden ayrı, birbirinden kopuk vadilerde değerlendirecek değilim. Çünkü birbirini destek­leyen, birbirine anlam katan, birbirine güç veren gerçek­lerdir bunlar. Bu gerçeğin “La İlahe” boyutunu ihmal edip. sadece “İlla Allah” boyutu üzerinde duranlar nasıl ki pozitif bir yanlışlık içindeyseler; uzun uzadıya “La ilahe” üzerinde durmalarına rağmen “İlla Allah” boyutunu ihmal edenler de, negatif bir yanlışlık içindedirler. “La ilahe” gerçeği ile temizlenen kalpler, mutlaka ve mutlaka “İlla Allah” gerçeği ile doldurulması gereken kalplerdir.
Çünkü “İlla Allah” demek ve bu gerçeği tasdik et­mek. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı, şahdamarımızda hissetmek demektir.
“İlla Allah” demek ve bu gerçeği tasdik etmek, Allah ile beraber ve Allah'a göre yaşamak demektir.
“İlla Allah” demek ve bu kutlu gerçeği tasdik etmek, O'na hakkıyle kul olmak ve bu kullukla değer kazanmak demektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ekonomi Sorunu

Ekonomi Sorunu

Günümüzdeki insanların maddi ihtiyaçlarından kay­naklanan ekonomi sorununa baktığımız zaman, bu soru­nun geçmişe nazaran daha büyük olduğunu görüyor ve gayriihtiyari şu soruyu soruyoruz.
Bu insanlar, geçmiş dönemlerdeki İnsanlara nazaran daha fakir, çok daha fakir bir duruma mı düşünüldüler?
Tabi ki durum böyle değildi!.
Günümüz tanımlamasına göre fakir olan bir insanın sahip olduğu şeyler, geçmişteki birçok ortahaîü kimsenin sahip olmadığı, olamayacağı şeylerdi.
Ancak durum değişmişti!.
Kapitalizmin doğal sonucu olarak üretim ve tüketim anlayışı da değişmişti. Kapitalistlerin daha zengin olması için, daha çok üretilmesi, daha çok tüketilmesi gerekiyor­du. Kapitalizm adına üreten ve yine kapitalizm adına tüke­ten dünya insanları, kapitalizmin zîncirsîz köieleri durumu­na getirilmişti!.
“Altta kalanın canı çıksın!.” ifadesinin, gayet doğru ve mantıklı bir prensib haline getirildiği günümüz dünya­sında, üste çıkma yarışı başlamıştı!.
Üste çıkabilmek için en makul ve en meşru yol ise, insan sınıflarından müteşekkil basamaklara basa basa ve bu basamaktaki insanları eze eze yükselmek, yükselebil­mekti.
İşte bu yarışa müslümanlar da dahil olmuştu!.
Yeterli bir sermayeye sahip müslümanlar, zalim kapi­talistlerin zulmüne son verebilmek için, kapital gücünü ele geçirmeye çalıştılar!. Kapitalistlerle yaptıkları bu yarış, ka­pitalist düzlemde olduğu için, ister istemez kapitalizmin bazı prensiplerini kabul etmek zorunda kaldılar. Ama ol­sundu, önemli olan bu yarışta kapitalistleri geride bırak­maktı!.
İslam'a maddi güç kazandırmak için bu yarışa giren ve her fırsatta tağutun zulmünü anlatan bu müslüman patronlar, yanlarında çalıştırdıkları müslüman işçilere, zalim dedikleri tağutun verdiği asgari ücreti ve sosyal hakları dahi vermediler!.
Çünkü veremezlerdi!
Çünkü zalim kapitalistlerle rekabet yapıyorlardı!.
Çünkü zulme dayalı bu rekabette, zalim kapitalistleri hak adına(!) geçmeleri gerekiyordu!.
Ve sonuç olarak, kapitalist zulümde, kapitalistleri geride bırakan seçkin müslümanlarla(!) karşılaşmaya başladık.
İşin tuhaf tarafı. bu gibi müslüman(!) patronlar, diğer birçok müslü­man tarafından alkışlarla, takdirlerle, saygılarla karşılanı­yordu!.
Çünkü onlar da böyle bir yarışta öne geçmek, onlar da köşeyi dönmek ve zevkten dörtköşe olmak istiyorlardı!. Çünkü onlar da kapitalizmin tüketim ve ihtiyaç mantığını, vazgeçilmez bir mantık olarak görüyorlardı!.
Ve, yeterli bîr sermayeleri olmayan bu şaşkınlar da, böy­le bir yarışa girmeyi ve bu yarışı kazanmayı, fakirlere değer verilmeyen böyle bir düzende şerefli ve izzetli olmanın bir gereği, kutsal bir mücadelesi olarak gördüler!.
Müslüman oldukları için, bu kutsal mücadeleyi, kutsal bir habere dayandırma­ları gerekiyordu. Fazla zorlanmadan buldular bu kutsal ha­beri ve altın yaldızlı çerçevelere takarak duvarlara astılar.
“Ticaret yapınız ve cesur olunuz. Çünkü rızkın onda dokuzu, ticaret ve cesarettedir.”
Efendimiz (s.a.v.)'e nisbet edilen bu hadis-i şerif, ver­mek istedikleri kutsal mücadeleye, kutsal bir ivme kazandı­ran hadis-i şerif olmuştu!.
Kapitalist anlayışa göre şerefli ve İzzetli olmak iste­yen bu şaşkınlar, bu kutsal haberden hareket ederek bü­yük bir cesaretle ticarete atıldılar. Kısa sürede köşeyi dö­nebilmek için cesur olmaları ve cesaretle büyük hesaplar yapmaları gerekiyordu!. Zaten kutsal haberde de böylesine cesur olmaları tavsiye edilmiyor muydu!.
Ve cesur oldu bu cahiller!.
Yüz liralık sermayeleri ile bin liralık atılımlarda bulun­dular. “Borç yiğidin kamçısıdır” prensibine göre büyük yi­ğit olabilmek için, büyük borçların altına girdiler. Bankalar­dan alınan çekler “Hasbunallahu ve nimel vekil” denilerek, büyük bir cesaretle imzalandı!.
Fakat, Allah'ı kendilerine vekil, Allah'ı kendilerine kefil etme­lerine rağmen, Allah (c.c.) bu şaşkınların ne vekili olmuştu, ne de kefili!.
Hiç kimseye güç yetiremeyeceği bir işi yüklemeyen Rabbimiz, güç yetiremeyecekleri işleri cesaretle yüklenen bu yiğitleri, yüklendikleri iş ile baş başa bırakmıştı!.
Netice ise gerçekten içler açışıydı!.
Yüz lira borç alabilmek için, yüzsüzce davranmak zo­runda kalanlar bu cesurlardı!.
Bir açığım kapatabilmek için, kişiliğinden onlarca açık verenler bu cesurlardı!.
Borçlarını erteletebilmek için koşuşturmaktan, na­mazlarını ertelemek zorunda kalanlar bu cesurlardı!.
Borçlarını ödeyemedikleri için boyunları bükük, şah­siyetleri ezik gezenler bu cesurlardı!.
İcra kapılarında sürünenler, haciz korkusuyla evde perdeleri kapalı oturanlar bu cesurlardı!.
Peki, hadis-i şerifteki ticaret ve cesaret, böyle bir ticaret, böyle bir cesaret miydi?
Karşılığı boş bir tevekkül olan çeklerle mal alıp, bu mallan ucuza satarak paraya çevirmek miydi?
Hadis-i şerifteki cesaretin karşılığı, karşılığı rezalet o!an borçlanmalara girmek miydi? Sonuçlara bakılırsa böyle değildi, böyle olmamalıydı!.
Çünkü bu kutsal habere nisbet edilen böylesi çalış­maların sonunda, hikmetle değil, zilletle karşılaşılmıştı, Ya­şadığımız toplumda ve toplumsal düzlemde köşeyi döne­rek şeref ve izzet kazanmak isteyenler, İslami düzlemdeki şeref ve izzetlerini kaybetmişlerdi!. Gerçekten samimi, gerçekten izzetli olduklarını yakından müşahade etti­ğim bazı kardeşlerim dahi, bu iğrenç düzlemdeki yarışa katıldıktan sonra için için erimeye, için için çürümeye baş­lamışlardı!.
Ne olur yetsin artık, yetsin artık, diyoruz.
Yetsin artık, bu yarışa verdiğimiz kurbanlar!.
Duvarlara astığımız o kutsal haberin yerine. Efendi­miz (s.a.v.)'in bizleri tamahtan sakındıran ve kanaatla ilgili olan hadis-i şeriflerini asalım. Yeterli rızkın ne olduğunu bilip, bu rızkı helalinden ve bizleri mahcup, bizleri rezil et­meyecek işlerden kazanmaya çalışalım. Hiç kimseye muh­taç olmak istemediğimiz gibi, hiç kimseye mahcup olmak da istemeyelim.
Çünkü ekonomik şartlar ve ilişkiler gereği içinde bu­lunduğumuz kapitalist düzen, işyerlerimize veya kafamızın bir köşesine aşağıdaki ifadeyi asmamız ve rezil olmamak için bu ifadeye göre davranmamız gereken bir düzendir.
“Yaptığınız işte kanaatkar ve itidalli olunuz. Çün­kü rezaletin onda dokuzu, tamah ue cesarettedir.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İlişki Sorunu

İlişki Sorunu

Bazı gerçekleri birçok yazımızda tekrar etmemiz, kimi kardeşlerimize kısmi rahatsızlıklar veriyor. “Aynı şeyler neden tekrar ediliyor?” diyorlar. Gönül isterdi ki, bunları tekrar etme gereği duymasaydık. Ancak bazı haller ve bazı durumlar değişinceye kadar, değişmeden tekrarla­nacak, tekrar tekrar gündeme getirilecek gerçekler vardır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de önemine binaen tekrar tek­rar zikredilen birçok ayet-i kerime yok mudur?
İşte yine gündeme getirdiğimiz ve belki ilerki zaman­larda da gündeme getirmek zorunda kalacağımız mesele insanlarla ilişki meselesidir, diyalog meselesidir, diyaloglarda fiil-fail ayırımı meselesidir. Bu konularda karşılaştığımız ve bazı gerçeklen kavrayamadığımız sürece devamlı karşılaşacağımız sorunlar bel­lidir. Çünkü itidalli davranılması gereken bu diyalog mese­lesi, ifratların ve tefritlerin oldukça yaygın olduğu bir meseledir.
İnsanlarla belli sınırlar dahilinde ilişki ve diyalogların sürdürülmesi, insanları kurtarmaya talip olan bütün müslümanların özenle üzerinde durmaları gereken bir meseledir. Çünkü peygamberi davete icabet ederek kurtuluşu seçen bütün insanlar, peygamberlerin veya müslümanların rah­metle yaklaştıkları, aynı rahmetle diyalog kurdukları insan­lardır. Önemli olan bu diyaloglann İlahi prensipler çerçe­vesinde ve bu prensiplere uygun olarak gerçekleştirilmesidir.
Asr-ı saadet dönemi müslümanların insanlarla olan rahmetli diyalogu, cahili denizlerde bocalayan gemilere uzanan bir merhamet halatı gibidir. İlahi ölçülere olan sa­dakatleri ile sırat-ı müstakim üzere olan bu müslümanlar ise, hiç kuşkunuz olmasın ki müstakim birer rıhtım gibiydi­ler. Bu müslümanların cahil insanların yanına gitmesi, on­ları ziyaret etmesi, elbetteki rıhtımdan ayrılmaları manasın­da değildi. Çünkü bu müslümanlar inançlarıyla ve amelleriyle, müstakim yolun, müstakim yolcularıydı. Gemilerle rıhtımın ilişkisine, gemilerle rıhtımın diyalogunu sağlayan halatlara ba­karak, gemilerin rıhtımı sürükleyeceği endişesine kapılmak İse, böylesi müslümanlar için yersiz bir endişeydi. Çünkü gemilerle rıhtım arasındaki mesafenin küçülmesi ve bu iki unsurun birbirine yaklaşması demek, rıhtımın gemilere değil, gemilerin rıhtıma yanaşması demekti!.
Dolayısıyla insanlarla diyalog kurmak ve bu diyalogu istemek demek, insanlarla aramızdaki halatları atarak, bu insanların bizden tarafa yüzmesini beklemek değildir.
İnsanlarla diyalog kurmak ve bu diyalogu istemek de­mek, diyalog için müstakim rıhtımdan ayrılmak ve gemilerden tarafa geçmek de değildir.
İnsanlarla diyalog kurmak ve bu diyalogu istemek de­mek, su üstünde şişirilmiş dubalarla yüzen legal platformları müstakim birer rıhtım zannederek, küfür kayalıklarındaki Babalara halat uzatmak hiç değildir!.
Fakat ne yazık ki, insanlarla olan ilişkilerdeki doğru davranışlardan ziya­de, yüzlerce yanlış yaklaşımların revaçta olduğu bir döne­me geldik. Radikallikten veya muttakilikten ödün verme­yen birçok kardeşimiz, muttakiliği yanlış yorumladılar, İlahi vahye göre nefislerine karşı muttaki, çevresindeki insanla­ra karşı müsamahakar davranmaları gerekirken; nefislerine karşı müsamahakar, çevresindeki insanlara karşı muttaki davranmayı tercih ettiler!. Böylesine tersyüz edilmiş bir muttakilik anlayışı adına, en yakın akrabalarıyla dahi ilişki­lerini kopardılar!.
Cahili toplumlarda yaşayan insanlarla olan ilişkilerin­de, fiil-fail ayırımı yapmayı hiç düşünmediler. Her yanlış fiil, failiyle birlikte, mahkum edildi. İçkiden nasıl uzaklaş­mak gerekiyorsa, içki içen insanlardan da aynı şekilde uzaklaşıldı. İslam'dan ve tevhidden bihaber olan insanların şirk olarak adlandırılan fiilleri, bu fiillerin faiileriyle birlikte dışlandı!. Faizden nasıl nefret ediliyorsa, kapitalizmin şoku altında parasını bankaya yatıran şaşkınlardan da aynı şekil­de nefret edildi!.
Yanlış fiillerden uzaklaşmak adına, bu yanhş fiillerin faillerinden, yani koskoca bir top­lumdan da uzaklaşıldı.
Madalyonun öteki yüzünde ise bu yanlışların diğer boyutu vardı. İnsanlarla ilişki kurabilmek için her fedakarlı­ğı yapan, her tavizi veren bu kimselerde de fiil-fail ayırımı yoktu. Diyalog adına her faile yaklaşan, her faili hoş gören bu kimseler, faillerle birlikte fiilleri de hoş görme yanlı­şına düşmüşlerdi!. Çünkü yanlış fiillerin faillerine hoş görünebilmeleri için. faillerle birlikte, bu faillerin fiillerini de hoş görmeleri gerekiyordu!.
Nitekim bu çarpık mantıkla, şimdiye kadar neleri hoş gördüler ve neleri hoş görmüyorlar ki!. Diyalog adına İslami ölçü ve prensiplerinden taviz veren bu insanlar, diyalog kurmuşlardı, kurmuşlardı ama,
müstakim bir rıhtım olma özelliklerini kaybetmişler ve her rüzgarla sallanan birer tekne durumuna gelmişler­di!.
Camilerdeki insanlarla diyalog kurmak için cami ce­maatlarına, partilerdeki insanlarla diyalog kurmak için parti ce­maatlarına, kulüplerdeki insanlarla diyalog kurmak için kulüp ce­maatlarına girmek ve bunlarla hemhal olmak, bu kimseler­ce İslarni bir vecibe kabul ediliyordu!. Nitekim bir ayakları camide, bir ayakları partide, bir ayakları falan kulüpte, bir ayaklan filan mecliste olan bu şaşkınlar, kırka bölünmüş kırkayak durumuna gelmişlerdi!. Dinimiz İslam, hiç şüphesiz ki insana ve insan ilişkilerine değer ve­ren bir dindir. Herhangi bir insan İslam ile müşerref olma­sa dahi, o kişiye bir insan olarak belli sınırlar dahilinde değer ve önem verilmektedir. Nitekim müslümanların, müslüman olmayanlara insan olmaları hasebiyle değer ve önem vermeleri, bu İslami yaklaşımdan kaynaklanır. Çünkü he­nüz yaşamakta olan bu insanlar, hakkı tercih etme ve cen­net ehli olma fırsatını yitirmeyen insanlardır. Mesela cahil­lere selam vermemiz, cahillerin hayrını, cahillerin selametini dilememiz, onların kurtulabileceğini umud ettiği­miz içindir. Müslümanlara düşen,.bu insanların döneceğini ve kurtulacağını umud ederek, onlara merhametli bir yu­muşaklıkla yaklaşmalarıdır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Hz. Musa ve Harun (a.s.)'ı. Firavuna böyle bir yaklaşımla göndermiştir.
“İkiniz Firavuna gidin, çünkü o, azmış bulun­maktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi titrer korkar.”
Peki, herşeyi hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz. Firavun'un öğüt almayacağını kesinlikle ve kesinlikle bilmesine rağmen, Hz. Musa ve Harun (a.s.)'a neden bu umudu ver­di?
Çünkü hakkı tebliğ eden ve hakka davet eden mübelliğlere düşen görev, karşısındaki Firavun dahi olsa onun döneceğini, onun kurtulacağını umud ederek, ona bu umudla yumuşak davranmaları ve bu umudla hakka davet etmeleridir. Tebliğe muhatap olan kimsenin tebliği reddet­me nedeni, mübelliğin kaba ve itici yaklaşımları olmamalı­dır. Böyle bir durum, mübelliğe vebal getirebilecek bir durumdur. Hakkı tebliğ eden mübelliğ, tebliğde muhatab aldığı kişiye bir insan olarak değer verecek ve onun kurtu­luşunu umud eden yumuşak bir yaklaşımla onu hakka da­vet edecektir.
Ancak şu hususun altını çizmek isteriz ki, İslam'a teslim olmamış bir insana insan olarak değer vermek ve bu değer istikametinde onun hayrını, onun selametini dilemek, o insan açıkça küfredip, küfründe inat edinceye veya ölünceye kadardır.
Çünkü bir insanın İslam'a teslim olmadan ölmesi de­mek, o insanın tüm kurtuluş fırsatlarını yitirmesi demektir. Bütün fırsatlarını yitiren bir mevta için, insancıl duygularla dua etmek, mevtanın selametini ve rahmetini dilemek ise aklı başında müslümanlara yakışan ve bu müslümanların yapabilecekleri bir iş değildir.
Fakat yaşadığımız toplumda herhangi bir kişi öldüğü zaman, bu kişinin nasıl yaşadığına, nasıl öldüğüne bakılmaksızın mevtanın arkasından ortak bir ses yükselmekte­dir.
Allah rahmet eylesin!.
Rahman'ın rahmetini, bunlar taksim ediyorlar sanki!. İşin garip tarafı, bu temelsiz ve mesnetsiz sese bazı müslümanların da ortak olmasıdır!.
Neymiş efendim!.
Müslümanlar herkesin hayrını isterlermiş ve mevta kim olursa olsun arkasından sadece hayır konuşulurmuş!.
Peki, Firavun da bir mevta değil mi?
Bu mantıkla Firavun'un da hayrını isteyip, onun da arkasından hayır mı konuşacaksınız?
Oysa mesele biraz önce belirttiğimiz gibidir. Bir in­san yaşıyorken, o insanın hayrını isteyip, o insanı hayra davet ederiz. Ancak o insan hayır üzere ölmemişse, hayra kavuşma fırsatlarını yitirmişse, böyle bir mevtaya hayır ve rahmet okumak, hayrın ve rahmetin sahibi Rabbimize iki­yüzlülük etmektir. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın rah­metini dileyeceğimiz mevta, müslüman olduklarına ve müslümanca yaşadıklarına şahadet edebileceğimiz mevtalardır.
Yaşadığımız toplumda bir kişinin müslüman olduğuna şahadet etmek ise sadece o kişinin namazına bakarak verebileceğimiz bir karar değildir. Çünkü müşriklerin dahi namaza durdukları böyle bir toplumda, sadece namaz kıl­mak İslam'ın şiarı, bir kişinin İslam üzere olduğunun yeterli işareti değildir. Bu meseleyi fazlaca tartışmamıza da gerek yoktur. T.B.M.M. deki mescidi ve bu mescidde namaza durduktan sonra meclise geçerek küfri kanunlar çıkaran bazı şeytanvekillerini görmüyor musunuz?
Meseleye bu İlahi gerçeklikte yaklaştıkları için, kendilerini büyütüp yetiştiren ancak İslam üzere öl­meyen babalarının dahi namazını kılamayan, babalarına rahmet okuyamayan ve babalarını bu buruk üzüntü ile defneden kardeşlerimiz bulunmaktadır.
Tabi ki böylesi kardeşlerimizin yanı sıra, müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen önüne gelenin namazını kılan, her ölene rahmet okuyan şaşkınlar da bulunmaktadır. Mesela yakın tarihte vefat eden bir cumhurbaşkanı, böylesi namazlarla, böylesi rahmet temen­nileri ile defnedilen bir cumhurbaşkanıdır. Bu uzatmalı ce­naze merasimine katılan halka ve bu halkın kıldıkları na­maza, yaptıkları duaya, indirdikleri hatime bir şey söyleyecek değilim. Bunlar meseleyi geleneksel din anla­yışlarına göre değerlendiren ve bu geleneksel töreni ger­çekleştiren insanlardır. Menderes dönemindeki geleneksel kafa, amerikan modeli traşa tabi tutulan aynı kafadır!. Fakat bunlara, tevhidi ve İslam'ı kavradıklarını iddia eden bu şaşkın­lara ne oluyordu? Böylesi namazlarda, böylesi merasimlerde, böylesi rahmet temennilerinde bunların ne işi vardı? Yoksa böylesi merasimlerde halktan ve halkın eğilimlerinden kopmamak için, haktan kopmayı mı tercih etmişler­di?
Hangi İslam'a, hangi tevhidi ölçülere göre, rahmet üzerine rahmet okuyorlardı? Tevhide göre İslam, İslam'a göre müslüman tanımlaması değişmiş miydi?
Efendim bu mevta, böyle bir sistem içinde çok olum­lu çalışmaları gerçekleştiren bir mevtaymış!.
Tamam beyler!.
Sistem içinde çok olumlu çalışmaları varsa, sistem adına teşekkürlerinizi bildiriniz. Rahman ve Rahim olan Allah'ın rahmetini niye karıştırıyorsunuz?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İlişki sorunu (devamı)

İlişki sorunu (devamı)

Bir mevtaya Allah'ın rahmetini temenni edebilmemiz, o mevtanın sistem adına değil, Allah adına ne yaptıklarına bağlıdır. Allah adına yapılacak işlerin en önceliklisi ise, bir insanın tevhidi ölçülere göre müslüman olmasıdır.
Dolayısıyla bu mevtanın çalışıp çalışmadığını, yürü­yüp yürümediğini tartışacak değiliz.
Bütün ömrünce çalışıp, bütün ömrünce yürümüştür belki!.
Ancak önemli olan, bir insanın hangi yolda çalıştığı, hangi yolda Mevtanın yürüdüğü yol, İlahi hükümlerin beyan ettiği sırat-ı müstakim miydi, müstakim bir yol muydu?
Bu soruya “Evet, sırat-ı müstakimdi!” cevabını veren­ler, mevtayı bırakıp kendilerinin hangi yolda, hangi anla­yışta olduklarını değerlendirsinler. Çünkü sırat-ı müstaki­min ne olduğunu ve bu yol üzere olanların vasıflarını bilen müslümanların, bu soruya verecekleri olumlu bir cevap yoktur. Nitekim bu müslümanların söz konusu mevtaya rahmet okuyamama nedenleri, Allah'ın rahmetine değer verdikleri ve bu mevtanın sırat-ı müstakim üzere olduğuna şahadet edemedikleri içindir.
Mevtanın hangi yol üzere öldüğünü düşündüğüm za­man, “Kişi hangi hal üzere, hangi yolda yaşıyorsa, o yolda öleceği..” prensibini hatırlıyorum. İslam'ın. bizlere verdiği bu prensip, hiç şüphesiz ki doğru, dosdoğru bir prensiptir. Kişi hangi yolda yürüyorsa, o yolda ölecektir. Verilen ha­berlere göre bu mevta, Çankaya köşkündeki koşu bantı üzerinde yürürken fenalaşmış ve kurtulamayarak ölmüştü!.
Koşu bantının ne olduğunu bilir misiniz? İnsanin ayaklan altında, İnsan yürüdükçe kayan bir zemin vardır. Silindirler üzerinde bu zeminin kayma hızı, bu zemin üzerindeki insanın yürümesine veya koşturması­na bağlıdır.
Efor kaybetmek isteyen insanlar, bu koşu bantı üzeri­ne çıkarak yürümeye veya koşturmaya başlarlar. Ancak ne kadar yürürlerse yürüsünler, ne kadar koştururlarsa koştur­sunlar, reel düzlemde mesafe katetmeleri mümkün değil­dir. Sadece koşu bantının numaratöründeki numaralar de­ğişir!.
Koşu bantının üzerinde koşturmaktan kan ter içinde kalan insan, numaratöre bakarak “Elhamdülillah!. Yirmi kilometre, koşmuşum!.” der. Hayırlı bir yolda veya hayırlı bir iş için yirmi metre bile katedemeyen bu insanın içindeki tribünlerden ise şeytanın amigoluğunda bir tezahürat yük­selir!.
Yirmi kilometre koşturduğuna ve böylesine uzun bir mesafe katettiğine göre artık dinlenmeyi, baklava börek yemeyi haketmiştir!
Tabi ki bu anlattıklarım, jimnastik salonlarında veya evlerde spor için bulundurulan koşu bantlarıdır. Bir de bu koşu bantlarının, politik düzlemdeki “Sam amca” modelleri vardır. Yeni Dünya Düzeninin vazgeçilmez unsurları olan bu koşu bantları, her renge, her zevke, her ideolojiye uygun olarak imal edilir!. Çalışmak isteyen, yürümek isteyen, koşturmak isteyen bütün dünya insanlarına bu hizmeti götürmek, Sam amcanın insancıl bir görevidir!. Yeni Dünya Düzeni içinde herhangi bir karışıklığa, herhangi bir anarşiye fırsat verilmemesi için, bu insanların yürüyecekle­ri veya koşturacakları zeminin, Sam amcaya göre legal bir zemin olmasına özen gösterilir. Zaten “Sam amca” paten­tini taşıyan bütün koşu bantlarının zemini, Sam amcanın çıkarları için dönen silindirler üzerindeki böylesi zeminler­dir!.
Ayrıca Sam amca, hiçbir ülkenin iç işlerine karışmaz!. Kendi patentini taşıyan koşu bantlarının üzerinde, isteyen yönetici, istediği yöne ve istediği kadar koşturabilir!.
Bu bağımsız(!) yöneticiler koşu bantınm yönünü, hal­kın eğilimlerini dikkate alarak istedikleri yöne. istedikleri istikamete çevirebilirlerdi. Mesela halkında müslüman olan ülkelerde, bu koşu bantlarının Mekke'ye doğru çevrilmesi, apaçık bir gereklilikti. Nitekim halkında müslüman olan ül­kelerde Kıbleye çevrili bu koşu bantları, büyük bir rağbetle karşılanmıştı. Mekke'ye doğru yürümek, Mekke'ye doğru koşturmak isteyen müslümanlar, kıbleye yönelik bu koşu bantlarının tertemiz zeminine üşüşüvermişlerdi işte!. Aman Ya Rabbi ne rahat bir yoldu bu!. Hem Mekke'ye doğru ilerliyorlar, hem de sırat-ı müs­takimin tabiatında bulunan zorluk ve meşakkatlerle hiç karşılaşmıyorlardı!. Bu durum, herhalde Allah'ın bir lutfu olmalıydı!. O halde bu lutfun gereği yapılmalı, gece gün­düz demeden bu kutsal yolda koşturulmalıydı!.
Ve koşturuyordu bu fedakar insanlar!. Durmadan, dinlenmeden koşturmaya devam ediyorlardı!.
Teknoloji harikası numaratörlere bakılırsa, binlerce kilometre yol alınmıştı. Gerçi her nedense daha Mekke gözükmemişti, gözükmemiştî ama olsundu. Önemli olan Kabe'ye varmak değil, Kabe'ye doğru yürümek, bu kutsal yolda olmak, bu kutsal yolda ölmekti!.
Bütün inananlar bu yolda olmalı. bu yolda ölmeliydi!.
Evet!.
Yeni dünya düzeninin iğrenç tezgahlarına sadece bir değini niteliğinde olan bu anlattıklarımız, umud ederiz ki bazı kardeşlerimizin kendilerine gelmesine vesile olabilir. Bu anlattıklarımızdan sonra, mevtanın hangi yolda yürüdü­ğünü, hangi yolda öldüğünü tartışmak isteyenler, bu tartış­mayı kendi aralarında yapsınlar. Bizler, uluslararası siste­min koşu bantı üzerinde ölen mevtadan ziyade yaşayanlar üzerine tartışmak, yaşayanların hangi yolda oldukları üzeri­ne konuşmak istiyoruz. Çünkü yaşadığımız dönemde mut­taki ve bilinçli olduklarını söylemelerine rağmen, istikameti İslami bir değişime(!) çevrilmiş koşu bantlarının üzerine çı­kan ve hakikat düzleminde ise iki fecr arasındaki karanlı­ğın en koyu tonlarına doğru koşturan kardeşlerimiz bulun­maktadır!.
İşte bunlar üzerine, henüz yaşayan ve fırsatları yitirmemiş olan bu kar­deşlerimiz üzerine konuşmak, bu kardeşlerimizi uyarmak istiyoruz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kimlik Erimesi

Kimlik Erimesi

“Hangi hal üzere yaşanıyorsa, o hal üzere ölüneceği” prensibini dikkate alarak, insanları yaşadıkları, içinde bulundukları hale göre değerlendirmek, tabi ki bizlerin, bizler gibi dar görüşlü müslumanların yaklaşımıdır!.
Geniş görüşlü, geniş ufuklu müslüman (!) gruplar ise meseleye hiç de bu kadar dar çerçeveden bakmazlar. Bu gruplardaki genel geçer bakış açısına göre, bir müslümanın dışı veya dış gö­rüntüsü değil, içi önemlidir. Asıl olan, görüntünün arka planıdır.
Ön plandaki görüntü. hiç şüphesiz ki düşmanı aldatacak, düşmanı kandıra­cak bir görüntü olmalıdır!. Çünkü davaya hizmet edilmesi gereken böylesine karışık, böylesine hassas bir zamanda, bazı faaliyetlerde bulunulabilmesi ve bazı yerlerin ele geçi­rilebilmesi, ancak ve ancak müslümanın kendilerini gizlemesiyle mümkündür!. Entrikaların, ihbar ve şikayetlerin böylesine yoğun olduğu bir zamanda, herhangi bir müslü­manın olduğu gibi gözükmesi, saflıktır, enayiliktir, bencil­liktir, davaya ihanettir!.
Ve hiçbir müslümanın bencil olmaya, davaya ihanet etmeye hakkı yoktur. Müslüman kendisini gizleyecek, Kemalist veya Laik gibi gözükecek ve bu görüntü altında kutsal (!) çalışmasını sürdürecektir. Nitekim bu dahiyane metoda sadık kalarak müslümanlıklannı gizleyen, yüce İslam dinine hizmet edebilmek için, oldukları gibi görünmeyen yüzlerce, binlerce, onbinlerce fedai yok mudur?
Bu fedailerin içinde bulundukları hale bakarak, bunları eleştirmek, bunları tenkid etmek, insafsızlık veya dar görüşlülük değil midir?
Oysa bu fedailerin hangi hal ile hangi makamda bu­lundukları değil, orada ne için bulundukları önemlidir!. Bu kahraman fedailerin ne yaptıkları değil, ne için yaptıkları önemlidir!.
Herneyse!..
Bu laflara kamımız tok demiyeceğim. Çünkü hiç yut­madık, yutamadık bu lafları!. Dolayısıyla bu lafları şimdilik bir kenara bırakarak kısaca münafıklık üzerinde durmak is­tiyoruz.
Münafıklık, zorlama veya ikrah olmaksızın bir insanın kendisini gizlemesi ve olduğundan başka gözükmesidir. Nitekim İs­lam'a göre münafık demek, nefsinde olan, inanmadı­ğı halde inandığını söyleyen, teslim olmadığı halde teslim olmuş gözüken insan demektir.
Münafıkları bu nifağa, bu ikiyüzlülüğe sevkeden ne­denler ise bazı dünyevi endişelerden uzaklaşmak veya bazı dünyevi nimetlere kavuşabilmek içindir. Şu hususu yine al­tını çizerek hatırlatalım ki, münafıklıkta zorlama ve ikrah yoktur. Zaten zorlanıa ve ikrah karşısında bir insanın farklı gözükmesi. İslam'ın ruhsat verdiği bir şey olup, münafıklık değildir.
Hiçbir zorlamadan kaynaklanmayan bu münafıklık, bütün müslümanların sakındıkları, nefretle karşıladıkları bir vasıftır. Çünkü şanı yüce Rabbimiz, münafıklığın ne kötü bir vasıf olduğunu beyan etmekte ve münafıkları cennetle değil cehennemle müjdelemektedir.
Acaba bu münafıklık, sadece İslam'a karşı yapılırsa kötü, batıl dinlere karşı yapılırsa iyi bir vasıf mıdır?
Hiçbir zorlama ve ikrah olmaksızın, İslam'a karşı münafıkça yaklaşanlar cehenneme, batıl dinlere münafıkça yaklaşanlar cennete mi gideceklerdir?
Gayrimüslimler için caiz görülmeyen münafıklık, müslimler için caiz mi görülmektedir?
Elbetteki hayır!.
Münafıklığı reddeden İslam, kendisine yapılmasını is­temediği bu münafıklığın, batıl olmalarına rağmen diğer dinlere de yapılmasını istemez. Çünkü İslam'da, İslam'ın tevhid anlayışında böylesine sinsilik, böylesine ikiyüzlülük yoktur.
Zorlama ve ikrah karşısında şartlı olarak verilen ruh­sat ise özel bir durumdur. Zorlamayı reddeden İslam'ın, zorlama karşısında verdiği bu ruhsat, hiç şüphesiz ki mü­nafıklığa ruhsat değildir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi zorlama karşısında farklı gözükmek, münafıklık değil­dir. Kaldı ki zorlama karşısında dahi müslümanların davet edildikleri öncelikli tavır, ruhsata değil azimete dayalı tavırdır.
Şimdi gelelim günümüze!.
Ve bakalım “Ya göründüğün gibi olma, ya da oldu­ğun gibi görünme!.” prensibini şiar edinen bu şaşkınlara!.
Acıyarak ve bulantı duyarak baktığımız bu şaşkınların içinde bulundukları yolun, benimsedikleri yöntemin, savun­dukları stratejinin tek bir adı vardır..
Münafıklık!.
Bakın hemen homurdanmaya ve itiraz etmeye başla­dılar. “Bizim yaptığımız şey münafıklık değil, olsa olsa casusluktur” diyorlar! Evet, münafıklığın ismi, bu gibi gruplarda casusluk olmuş­tur!. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) de, düşman saflarına casus göndermemiş midir?
Bu mantık, Mevlevi mantığıdır!.
Cebrail (a.s.)'ın getirdiği bir müjde üzerine Efendimiz (s.a.v.)'in ayağa kalkarak bir kere döndüğünü iddia eden ve bu bir kere dönme rivayetini esas alarak bütün insanları dönmeye davet eden ve ömürleri boyunca dönen Mevlevi­ler gibi; düşman içine gönderilen birkaç casus ile ilgili riva­yetleri esas alarak, bütün müslümanlari casusluğa sevketmek ve casus gibi olmak mantığıdır!.
Nasıl bir mantık, nasıl bir fıkıh usulüdür bu!.
Cevabı kendilerine bırakıyoruz!. Ve tüm müslümanla, tüm kardeşlerimizi bu önemli konuda uyarmak istiyoruz.
Lütfen dikkatli olunuz. Sizlere şeref, sizlere onur sizlere izzet veren müsiümanca kimliğinizi saklamaya, bu kimliğinizi gizlemeye gerek duymayınız. İslami kimliği­niz, yaşantıda ve .yaşıyarak gelişen bir kimliktir. Dünyevi endişeler veya dünyevi menfaatler gereği kimliklerini gizle­yen müslümanlar, bilerek veya bilmeyerek kimlik erimesi­ne maruz kalan müslümanlardır. Çünkü böylesi endişe veya beklentilerle gizlenen kimlikler, gizlendikleri yerde eri­yen, gizlendikleri yerde çürüyen kimliklerdir!. Müslümanların en belirgin vasıflan, samimi olmalarıdır. Kendilerine ve çevresindeki insanlara karşı samimi davranmalarıdır. Çünkü ateşten kurtulmaları ve insanların ateşten kurtulmalarına vesile olmaları, bu samimiyetlerine bağlıdır. Münafıkta ve münafıklıkta ise samimiyet yoktur.
Hem nasıl, hangi kimliklerinde samimi olacaklar ki? Gizledikleri, örttükleri kimliklerinde samimi olsalar, bu kimlikleri orta yere çıkacaktır!. Göründükleri sentetik kimlikte samimi ol­malarını beklemek ise, plastik bir çiçeğin kokmasını bekle­mek gibi abes bir şeydir!.
Evet, ne adına olursa olsun, oldukları gibi gözükmeyen müslümanlar, gözüktükleri gibi olma tehlikesini yaşayan müslümanlardır. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in konuyla ilgili buyruğu dikkate alınırsa, inandıkları gibi yaşamayanların, yaşadıkları gibi inanmaya başlayacakları görülecek­tir!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Islami gelişmenin sorunları

Islami gelişmenin sorunları

Yaşadığımız coğrafyada, genele açılan İslami bir hareketten değil, genele yan­sımaya çalışan İslami bir uyanıştan, İslami bir gelişimden söz etmemiz mümkündür. Bir hayli genç olan ve geneli kucaklayabilecek bir mükellefiyet rüştüne henüz erişmemiş olan bu İslami gelişim, yaşadığımız zaman diliminde olduk­ça ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır.
İslam'dan değil, müslümanların kendi bünyelerinden ve dış çevrelerden kaynaklanan bu gibi sorunlar, müslümanların masla­hatına binaen önemle ve özenle ele alınması gereken sorunlardır.
Bu sorunlara, pratik sorunuyla başlamak istemezdik. Çünkü Türkiye'deki İslami uyanışın veya İslami gelişimin en öncelikli sorunu, bize göre pratik sorunu değildir. Ne var ki mesele­ye genelde böyle yaklaşıldığı ve her olumsuzluğun altında pratik sorunu görüldüğü için öncelikle bu mesele üzerinde duracağız.


Tevhidi Düşüncenin Pratik Açmazı


Bu başlığı birçoğunuz normal karşıladı değil mi? Çünkü buna benzer başlıklarla ve bu gibi başlıkların altında oldukça uzun olan dert ve yakınmalarla sık sık kar­şılaşıyorsunuz. Nitekim müslümanların durum değerlendirilmesine ilişkin konuşmalarda, pratik sorununun genel bir sorun olduğu, geneldeki bütün müslümanların pratik sorununu çözemediği önemle vurgulanmaktadır. Daha açık bir ifadeyle bilinenleri yasamama hastalığı, genele şamil bir hastalık durumundadır.
Bu tesbit ve teşhise tabi ki karşı çıkacak değiliz. An­cak bu teşhisi her fırsatta gündeme getiren kardeşlerimize şunu sormak istiyoruz.
Bildiklerini yaşamayan bu müslümanların hepsi mi hastalıklı, hepsi mi fasik, hepsi mi gayrisamimi, hepsi mi tembel?
Bütün bu sorulara “Evet hepsi..” diyerek cevap vere­bilir miyiz?
Veremeyiz!.
Tabi ki veremeyiz!. Çünkü bu konuda çok samimi, çok gayretli kardeşlerimizle karşılaşıyoruz. Pratik yaşantıda önemli sorunları olmasına rağmen bu sorunları dert edi­nen, bu gibi pratik sorunların, pratik noksanlıkların bir an önce çözümlenmesini isteyen bu müslümanlar, hiç şüphe­siz ki tembel veya gayrisamimi müslümanlar değildir. Bu konuda dertlenmeleri ve bu dert ile arayışa geçmeleri bile, bu kardeşlerimizin samimi olduğunu göstermektedir.
O halde bu meseleyi tahlil etmemiz ve karşılaştığımız sorunun nedenlerini belirlememiz gerekir. İslami gelişimdeki pratik sorununun en önemli nedeni, bu gelişimdeki teorik sorunlardır. Bu teorik sorunları, teorik noksanlıklar­dan ziyade teorik yığılmalar şeklinde anlamalıyız. Yaşadığı­mız zaman diliminde gündeme gelen herhangi bir soruya, birbirinden farklı onlarca cevapla, onlarca yanıtla karşılık verilmektedir!.
Oysa herhangi bir sorunun İslam adına cevaplanma­ması ile, bu sorunun İslam adına birbiriyle çelişkili birçok yanıtlarla cevaplanması arasında önemli bir fark yoktur. Çünkü her iki durumda da sorunun geneli kucaklayabile­cek ortak bir pratik çözümü mümkün değildir. Birinci du­rumda ne yapılacağı bilinmezken, ikinci durumda hangisi­nin yapılacağı bilinmemektedir!.
Türkiye'de yaşayan ve tevhidi akideyi tüm samimiyetleriyle tasdik eden müslümanlara, İslami pratik adına ne yazık ki birbiriyle çelişen birçok şey yüklenmiş ve yüklen­meye devam edilmektedir. Çok üst boyuttan yapılan haya­li davetler, farklı dünyalarda yaşayan bazı kimseler dışında reel bir muhatap bulmazken, alt boyuttan yapılan reel da­vetler ise üst boyuttan yapılan davetlerin yanında oldukça basit ve anlamsız gözükmektedir.
İşte açmaz budur!.
Tevhidi düşüncenin pratik açmazı denilirken, tevhidi düşüncenin değil, kendilerine muvahhiıd denilen teorisyenlerin açmazı kastedilmelidir. Çünkü tevhidi düşüncenin pratik açmazı yoktur.
Pratik açmaz demek, savunulan teorinin yaşanan realitede pratik imkanı bulamaması, pratik çıkmaza girmesi demektir. Dolayısıyla tevhidi düşüncenin böyle bir açmazı, böyle bir çıkmazı söz konusu değildir.
Çünkü tevhidi düşüncenin pratiği. insanda, insanın kendi nefsinde, kendi yaşantısında başlayan bir pratiktir. Tevhidi yaşantının bireyde başlayan kalkış noktasında ise bu bireylere güç yetiremeyecekleri hiçbir şey yüklenmemiştir. İslam'ı kabul eden herhangi bir nefse yüklenen tevhidi mükellefiyetler, bu nefsin güç getirebileceği mükellefiyetlerdir.
Tevhid üzere bulunan ve tevhidi yaşamak isteyen bir müslümanın Allah'a kulluğunu engelleyebilecek ve bu müslümanı tevhidden zorla uzaklaştırabilecek hiçbir merci yok­tur. Kişiye özel kitabında en genel hatlarıyla vermeye ça­lıştığımız bu bireysel kulluk fıkhı, tevhidi bir kimliğe talip olan her müslümanın yaşaması gereken ve yaşayabileceği bir fıkıhtır.
Peki sonrası, bireysel kulluk fıkhından sonrası nasıl olacak? Bireysel kulluk fıkhından sonra genel düzlemdeki yar­dımlaşma fıkhı, cemaat fıkhı, devlet fıkhı ve bütün bu fikıhlardaki sorunlar ne olacak? önce bunu yaşayın, önce bunu yaşayalım arkadaşlar. Önce bireysel kulluğumuzla ilgili pratik sorununu ortadan kaldıralım. Çünkü bir aşama sonraki sorunların çözümü, bu sorunun çözü­müne bağlıdır.
Bu sorunu çözen müslümanlar, hiçbir kuşkunuz olmasın ki, bir sonraki sorunu çöz­meye namzet ve çözebilecek olgunluğa erişen müslümanlardır. Nitekim bireysel kulluk aşamasından bir sonraki aşamaya ilişkin ciddi çalışmalar yapan kardeşlerimiz, kalkış noktasındaki bireysel kulluk fıkhını ciddiye alan ve bu kul­luğu dikkatle yaşamaya çalışan kardeşlerimizdir. Birinci basamağa adım atmadan, bu basamaktaki şeref, izzet ve olgunluğu teneffüs etmeden. ikinci veya üçüncü basamaklara nasıl adım atılabile­ceğini düşünmek ve gündemi böylesi düşüncelerle oluştur­mak, abesle iştigal etmektir. Bu gibi düşünceler, bazı ayet-i kerimelere nisbet edilse dahi mutlaka ve mutlaka pratik açmazla karşılaşacak düşüncelerdir.
Yaptıkları kulluk ile Allah'ın yardımına mazhar olma­dan ve bu İlahi yardım ile doğrulmadan, birbirlerine yar­dım etmeye ve birbirlerini doğrultmaya kalkışanlar, tabi ki pratik açmazla karşılaşacaklardır!.
Kendi nefislerinde vahdeti sağlayamadan, müslümanlarla vahdet arayışına girenler, tabi ki pratik açmazla karşılaşacaklardır!.
T.C. toplumunu İslam toplumu zannedip, bu İslam toplumuna yakışacak İslami devlet modeli üzerin­de çalışanlar, tabi ki pratik açmazla karşılaşacaklardır!.
“İran'da fecr-i sadık doğdu” diyerek, Türkiye'de sabah namazı vaktinin girdiğini zannedenler, tabi ki pratik açmazla karşılaşacaklardır!.
Halkın gönlüne silah zoruyla gireceklerini zannedip, nefsi müdafaa olmayan ve haklı bir nedene dayanmayan silahlı eylemlere kalkışanlar, tabi ki pratik açmazla karşıla­şacaklardır!.
Açmazla karşılaşan ve bünyesinde önemli sorunları, önemli sapmaları taşıyan böylesi bütün düşünceler ise, hiç şüphesiz ki tevhidi düşünceler değildir.
Pratik açmazla karşılaşan görüş ve düşünceleri savu­nan kardeşlerimiz, genellikle içinde bulundukları hali ve genel durumu yanlış tanımlayan kardeşlerimizdir. Bu yanlış tanımlama sorunu ise gözlem ve değerlendirme sorunun­dan kaynaklanmaktadır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Gözlem Ve Değerlendirme Sorunu

Gözlem Ve Değerlendirme Sorunu

Herhangi bir şeyi sağlıklı bir şekilde değerlendirebil­mek, o şeyi sağlıklı bir şekilde görmeye veya gözlemleme­ye bağlıdır.
Sağlıklı ve yeterli bir gözlem, herhangi bir şeyin sadece kemiyetini veya sadece keyfiyetini tesbit etmek olmadığı gibi, herhangi bir şeyin varlıklar aleminden müstağni olarak kemiyetini ve keyfiye­tini tesbit etmek de değildir.
Çünkü sağlıklı ve yeterli bir gözlem,herhangi bir şeyi varlıklar alemindeki doğru yerinde kemiyeti ve keyfiyetiyle beraber tesbit etmek, tesbit edebil­mektir.
Böyle bir sağlıklı gözlem, hiç şüphesiz ki sağlıklı bir bakışla mümkündür. İşte bu sağlıklı bakışı, mikro ve makro olmak üzere iki kutupta ele almak istiyoruz.
Ferdi veya toplumsal bütün olaylara, bütün oluşumla­ra mikrodan bakmak, olayın özünü görmemize, keyfiyetini tanımamıza ve kendi çapındaki kemiyetini belirlememize vesile olacaktır.
Aynı olay veya oluşumlara makrodan bakmak ise bu olayın diğer olaylara nazaran kemiyet ve keyfiyetteki önemini ve diğer olaylar bütünlüğündeki yerini tayin etmemi­ze vesile olarak, bu olayı doğru bir tanımlama ile gerçek hayattaki doğru yerine oturtmamızı sağlayacaktır.
Olay ve oluşumları dosdoğru tanımlayabilmek için gerekli olan bu bakışaçıları, herhangi bir müslümanın kendisini ve kendi konumunu tanımlayabilmesi için de gerekli olan bakışaçılarıdır. Meseleye mekan boyutundan basit bir örnek verebilmek İçin şu an kendime aşağıdaki şu soruyu soruyorum.
Ben neredeyim?
Nerede olduğumu tayin ve tesbit edebilmem, hiç şüphesiz ki bir gözlem meselesidir. Olaya öncelikle mikronun en uç noktasından bakıyor ve şu cevabı veriyorum. “Pamuk bir yer minderinin üzerindeyim.”
Doğru fakat yeterli bir cevap değildir bu!. Bakış açı­mı hafif genişleterek ikinci bir cevabı veriyorum.
“Kerpiç bir odanın içindeki yer minderinin üzerinde­yim.”
Yine doğru fakat yine yetersiz bir cevap!. Bakış açı­mı biraz daha genişleterek üçüncü bir cevap veriyorum. “Ayrancılar köyündeki kerpiç bir odanın içindeyim.” İşte bakış açımdaki bu genişleme, mekan içindeki ye­rimi doğru tayin edebilmek için mikrodan makroya doğru yaptığım ve yapmak zorunda olduğum bir genişlemedir. Dolayısıyla bakişaçımdaki bu sağlıklı genişleme ile ulaşaca­ğım mekan tayini ve bu mekan tayininin makrodan mikroya ifadesi şöyle olacaktır.
“Mekandan münezzeh olan Allah'ın kuvvet ve kudre­tiyle kuşattığı arşın, arşın içinde bulunan kainatın, kainatın içinde olan güneş sisteminin, güneş sisteminin içinde bir nokta olan dünyanın, dünyanın küçük bir parçası olan Türkiye'nin, Türkiye'nin küçük bir parçası olan İzmir'in, İz­mir'in küçük bir parçası olan Ayrancılar köyündeki kerpiç bir odanın içindeyim..”
Bazılarımıza oldukça uzun ve gereksiz gelen bu ce­vap, bir insanın Allah'ın yarattığı mekan içindeki gerçek yerini ve mekandaki haddini bilmesi için aslında gerekli olan bir cevaptır!.
Çünkü sağlıklı değerlendirmeler, sorusunun yerine “Ben ne biliyorum?” sorusunu da sorabilirdim. Bu soruya da aynı usulle yaklaştığım zaman, mikro bakış açısı ile bildiklerimi daha sağlıklı tanımlayabilecek ve makroya doğru uzanan bakış açısıyla da bu bildiklerimin İlahi İlim düzleminde zer­renin zerresi olmadığını müşahade ederek, bildiklerimle övünme gibi apaçık bir saçmalığa düşmeyeceğim.
Sadece mikro veya sadece makro bakışaçısı, kendi başlarına yeterli olmayan bakışaçılandır. Mesela “Ben neredeyim?” sorusuna mikrodan bakarak “Kerpiç bir odanın içindeyim” cevabı nasıl ki doğru olmasına rağmen yetersiz bir cevapsa, bu soruya makrodan bakarak verilecek “Kai­natın İçindeyim” cevabı da doğru olmasına rağmen yeter­siz bir cevap olacaktır.
Dikkate almamız gereken bir diğer husus ise mikro ve makro bakışaçılannın, birbirinden kopuk olmaması, gerekli gözlem mevzileri ile birbirine bağlı olmasıdır. Nitekim “Ben neredeyim?” sorusuna “Kainattaki veya dünyadaki bir odanın içindeyim!.” şeklindeki bünyesinde kopukluk ta­şıyan cevaplar da, sağlıklı ve yeterli cevaplar olmayacaktır.
Makro bakış açısından koparak olayların mikrosuna dalmak, her nedenin nedenini düşünmek, bu insanların mikrolarda boğulmasına neden olacağı gibi; olayların mik­rosuna hiç inmeden, bu olayları makro bakış açısından gözlemlemek ve makrodan tanımlamak da, bu insanların uzun yıllar makrolarda uçmasına vesile olacaktır.
Netice olarak yaşadığımız coğrafyadaki müslümanları ve İslami gelişimleri sağlıklı değerlendirebilmemiz, müslü­manları ve söz konusu İslami gelişimleri sağlıklı gözlemleyebilmemize bağlıdır. Bu sağlıklı gözlemi yapabilecek olan müslümanlar, mikro ve makro bakış açısına sahip olan ve bu iki bakış açısı birbirinden kopuk olmayan müslümanlardır.
Herhangi bir müslümanın birbirinden kopuk olma­mak şartıyla, zaman ve mekan boyutundaki mikro derinli­ği ile makro yüksekliği arasındaki mesafe ne kadar geniş ise, ufkunda sağlıklı bir genişlik olan bu müslümanın göz­lem ve değerlendirmesi de o kadar sağlıklıdır.
İslam davasını omuzlayacak olan müslümanların ve özellikle bu müslümanlara vaziyet etme durumundaki yetkin kardeşlerimizin, ferdi veya sosyal bütün olaylara mikro ve makro açısından bakmaları gerekmektedir. İçinde yaşa­dığımız toplum ne sadece müslümanlardan, ne de sadece gayrimüslimlerden meydana gelen bir toplumdur. Genel düzlemde bütün insanların birlikte ifade edildiği bu toplum­da, bazı gruplara ayrılmış müslümanlarla beraber, laikler, kemalistier ve birçok gruplara ayrılmış geleneksel din anla­yışındaki insanlar bulunmaktadır.
Müslümanların kemiyet ve keyfiyet düzlemindeki ta­nımları, potansiyelleri, önem ve etkileri değerlendirileceği zaman, bu değerlendirme müslümanların sadece kendileri­ne göre değil, içinde bulundukları sosyal bütünlüğe, bu bü­tünlüğü oluşturan diğer grupların kemiyet ve keyfiyetlerine ve kendilerinin bu genel bütünlükteki özel yerlerine göre yapılır.
Çevrelerinde bulunan kısmi müslümanları dikkate alıp. toplum realitesini gözardı eden veya toplumu yanlış tanımlayarak, bu tanımdan hareket eden kardeşlerimiz, ne yazık ki sağlıklı bir durum değerlendirmesi yapamayacak­lardır. Yanlış durum değerlendirmeleri ise bu kardeşlerimi­zi yanlış istikamete, yanlış hedeflere yöneltebilecek ve hedef sorununu gündeme getirecektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Hedef Sorunu

Hedef Sorunu

Müslümanların en öncül hedefi, Allah'a teslim olarak kurtulmak ve çevresindeki insan­ları da aynı kurtuluşa davet etmektir. İslami gelişimin kalkış noktasını oluşturan bu yaklaşım, bütün müslümanların genelde kabul ettikleri bir yaklaşımdır. Nitekim seksenli yıl­ların ilk yarısında hem kabul edilen ve hem de pratik ifadesini bulan bu yaklaşım, o dönemlerdeki birçok İnsanın itikadi düzlemde kurtuluşuna vesile olmuştu. Çünkü ebedi kurtuluşun özellikle itikadi boyutuna değinen bu gibi tebliğ­ler, müslümanların çevresindeki İnsanlara heyacan ve hararetle götürdükleri tebliğlerdi. Bu samimi tebliğler, özellik­le gençler arasında makes bulmuş ve birçok gencin itikadi düzlemde mümin olmasına vesile olmuştu.
fakat uzun sürmedi bu tebliğ faaliyetleri!.
İnsanların tek tek kurtarılmaya çalışılması, İslami bir devrim İçin acelesi olan kardeşlerimize göre oldukça uzun ve miadı dolmuş bir yol olarak algılanmaya başladı!. Top­lumdaki epey insan tek tek müslüman olduğuna göre, bu müslümanların oldukça ciddi bir potansiyelleri oluşmuştu!. Artık bu potansiyel ile tek tek ferdlerin değil, toplumun üzerinde durulmalı ve toplumun kurtuluşuna çalışılmalıydı!.
Gelinen bu nokta, hiç şüphesiz ki bazı gözlem ve değerlendirmeler ile gelinen bir noktaydı. Müslümanların varlığı ve belli bir potansiyele ulaşmış oldukları, yine böylesi gözlem ve değerlendirmelerin bir sonucuydu!. Müslümanlar vardı, vardı ama, bu müslümanların keyfiyetleri, bu müslümanların ke­miyetleri ne durumdaydı.
Müslümanların içinde bulundukları keyfiyeti tesbit edebilmeleri için, mikro derinliğe inerek başkalarını değil, bu bakış açısıyla kendilerini gözlemleselerdi, hiç şüpheniz olmasın ki müslümanların nasıl, nasıl müslüman oldukları sorusunun olumsuz cevabını kendilerinde bulabileceklerdi!.
Ancak bu yapılmadı!.
Bu yapılmadığı gibi müslümanların durumu genel bü­tünlüğe göre de değerlendirilmedi!. Olay ve meselelere makrodan bakmak ve makro düzlemde konuşmak, büyük­lüğün bir işareti olarak kabul edildi!.
Makro yazar, makro düşünür olmak isteyen bazı arkadaşlarımız, gündeme getirdikleri makro konular ile ne kadar makro olduklarını isbat ettiler!. Nitekim bu arkadaşlarımız tarafın­dan hedef tayinine de makrodan bakılmış ve nefisleri tat­min edebilecek büyüklükte makro bir hedef tesbit edilmiş­ti!.
Toplumu kurtarmak!.
Mikro hedefleri savunan kardeşlerimizin, bunların karşısında konuşabilmesi. bunların karşısında tutunabilmesi mümkün değildi!. Çünkü bunların gündeme getirdikleri makro hedef, bütün mikro hedefleri bünyesinde taşıyan bir hedefti.
Sizler insanın kurtuluşunu mu hedefliyorsunuz? O halde bu arkadaşlara muhalefet etmeniz değil, bu arkadaş­ları desteklemeniz gerekir. Çünkü toplumun kurtulması de­mek, toplum içindeki insanın da kurtulması demektir!. Nasıl olur da bu gerçeği akledemezsiniz?
Toplum kurtarılırsa, hiç şüphesiz ki toplumdaki tüm insanlar da kurtarıl­mış olacaktı!. 0 halde toplumun kurtarılması ve tüm hesapların toplum üzerine yapılması gerekiyordu!.
Toplumun kurtuluşu, birçok yol ve yöntemlerle ger­çekleşebilecek bir hadiseydi. Bu yollardan birisi, siyasi iktidarı ele geçirebilmek için politik mücadele verilmesiydi. Ni­tekim toplumun kurtuluşu gibi büyük bir hedefe yıllar önce yönelen inançlı politikacılar vardı. Gerçi yakın geçmişte bunların aleyhinde çok konuşmalarına rağmen, kindar ol­maya hiç gerek yoktu. Nitekim pişmanlık yasasından faydalanarak değişik partilere girdiler!. Yaşadığımız bu günlerde aynı gayeye hizmet edeceklerini iddia eden yeni oluşumların, yeni partilerin kurulması ise, bu konudaki ter­cih sıkıntısını ortadan kaldırdı.
Siyasi İktidarı ele geçirmek, olaya tavandan müdahale edebilmekti. Toplumsal kurtuluşun tavandan tabana doğru yapılmasında Kur'an'ı Kerim'den örnek alacağımız kıssa ise, hiç şüphesiz ki Yu­suf (a.s.) kıssası değildi. Çünkü Yusuf (a.s.) insanların ebe­di düzlemde kurtuluşlarına vesile olma eylemini, maliye nazırlığı veya bu hazırlığın imkanlarından faydalanarak yapmamıştı. Kaldı ki o dönemdeki kralın nasıl bir kral, toplumun nasıl bir toplum olduğu da açıklık kazanan bir şey değildir. Kur'an-ı Kerim'de tavandan tabana doğru bir hareket varsa, bu hareket Musa (a.s.)'ın hareketiydi. Tüm İsrailoğullarının dünyevi kurtuluşu için olaya tavandan mü­dahale eden, Firavun'dan İsrailoğullannı kendisiyle birlikte göndermesini isteyen ve netice olarak İsrailoğullannı gör­kemli bir mucizeyle denizden geçirerek kurtuluşlarına vesi­le olan önder, Hz. Musa (a.s.) idi.
Fakat sonra. sonra ne oldu?
Musa (a.s.) sözleşilen vakitte Rabbi ile buluşmaya git­tiğinde, geride kalan İsrailoğullarının durumu ne oldu?
Başlarında Harun (a.s.) olmasına rağmen, Samiri denilen sapığa uyarak altından buzağı heykeli yapmadılar mı?
Bu buzağı heykeline taparak, şirke ve zulme yönet­mediler mi?
Peki neden, neden böyle oldu?
Evet, üzerinde durmamız ve düşünmemiz gereken so­rulardır bunlar. Bizlere bu kıssanın anlatılması, bu kıssadan örnekler ve ibretler almamız içindir. Bu kıssada apaçık bir şekilde gördüğümüz toplumsal gerçek şudur ki, tabandan değil tavandan gerçekleştirilen ve tabana yeterince otur­mayan değişimler, köklü ve kalıcı değişimler değildir. Böy­lesi değişimlerde tavanda bulunan ve değişimin itici gücü olan önder, herhangi bir sebeb ile tavandan ayrılırsa veya ayrılmak zorunda bırakılırsa, tavanın zorlaması ile belli bir noktaya getirilen taban, bir Samiri'nin müdahalesi ile çözülüp, dağılabilmektedir.
Kaldı ki olaya özellikle tavandan müdahale eden Musa (a.s.), tabanı ihmal eden veya tabanı görmemezlikten gelen bir önder de değildi. Tabandaki insanlara yöne­lik daveti, bu insanlara yönelik teklifleri de bulunmaktaydı. Ancak olayın sonucunu tahlil ettiğimiz zaman, ne Harun (a.s.)'ın varlığı ve ne de Musa (a.s.)'ın davetini kabul eden tabandaki mü'minlerin varlığı, toplumsal çözülme ve dağıl­mayı önleyebilecek yeterlilikte değildi. Nitekim hiçbir aske­ri gücü bulunmayan Samiri gibi bir sapık, evet, tek bir sapık. hiç zorlanmadan bu çözülme ve dağılmayı gerçekleş­tirmişti!.
Ne diyorsunuz?
Kur'an-ı Kerim'de örnek ve ibret almamız için zikredi­len bu gibi kıssalardan, örnek ve ibret almamız gerekmez mi?
Tabana oturmayan ve yeterli taban desteğini alma­yan değişimlerin, kalıcı değişimler olmadığını anlayabilme­miz için, çok mu akıllı olmamız gerekir? Bizlere anlatılan bu kıssa, tavandan yapılan müdahalelerin, bu müdahaleyi gerçekleştiren kişi veya kişilerin ayrılmasıyla akamete uğradığıni. uğrayabileceğini anlamamız için yeterli değil mi?
Ayrıca yaşadığımız çağda, tavandan yapılan müdahaleler ile hoşlanmadıkları bir durumla karşılaştıkları zaman, bu tavana müdahale edebi­lecek ve tabanla bütünleşmemiş bu tavanı değiştirebilecek Samiriler yok mu?
Ekonomik ve askeri güce sahip olan günümüz Samirileri, kıssada zikredilen Samiri'den daha avantajlı, daha etkin bir durumda değil mi?
Halkında müslüman olan bazı ülkelerde tavandan ya­pılan bazı İslami müdahaleler, çağdaş Samirilerin karşı müdahaleleri ile pasifize edilmedi mi?
Çağdaş Samirilerin varlığına ve müdahale için fırsat kollamalarına rağmen halen varlığını sürdüren İran İslam Devrimi, askeri ve ekonomik güce sahip olan çağdaş Sa­mirilerin birçok hesabını, tabanla yeterince bütünleşen keyfiyeti ile bozmadı mı? Şayet bu devrim, tabanla yete­rince bütünleşmeseydi veya uzun yıllardır tabanda oluştu­rulan hakka karşı muhabbet ve batıla karşı tepkinin ortak bir ifadesi olmasaydı, hiç bugünlere gelir miydi?
Gerçi bütün bunları kısmen de olsa bilen, kısmen de olsa dikkate alan ve bu kısmi bilince sahip olarak girdikleri siyasi partilere, siyasi iktidarı ele geçirerek toplumu tavan­dan kurtarmak için değil, bazı politik imkanlardan faydala­narak toplumsal değişime ivme kazandırmak için girenler vardı!.
Çünkü içinde yaşadıkları toplum, genellikle siyasi ve politik etkinliklerle değişen bir toplumdu. Toplumun değişmesinde itici güç olan bu siyasi ve politik etkinliklerde söz sahibi olabilmek, değişimi müsbet bir vadiye kaydırabilmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattı!.
Bir diğer tarafta, toplum üzerine hesap yapmalarına rağmen legal faa­liyetlerin dışında kalan ve özellikle tabanı dikkate alan bazı kardeşlerimiz ise, İslami hareketi topluma maledebilmek için halkla bütünleşmeyi veya kitleselleşmeyi kaçınılmaz görüyorlardı.
Kitleselleşmek arzusu ile değişik arayışlara geçen bu kardeşlerimiz için değerlendirilmesi gereken en önemli olay, toplumdaki muhalefet potansiyeli idi. Çünkü içinde yaşadığımız toplumun çoğunluğunu oluşturan tüm mazlum­larda, zalimlere yönelik belirli bir muhalefet vardı. Düzenin zulmüne uğrayan bu mazlumlara sahip çıkarak onlarla bü­tünleşmek ve kısa vadeli programlarla bu kitleleri İslami harekete kazandımak, akla oldukça yatkın geliyordu.
Toplumdaki bu muhalefet potansiyeli, rejimin çok yüzlü politikaları ile iniş-çıkış gösteren istikrarsız bir potansiyeldi. O halde zalimlere karşı ve mazlumlardan yana oluşturulacak tavırlar ile mazlumlarla bütünleşerek bu mu­halefeti bilinçlendirmek ve bu muhalefet potansiyeline is­tikrarlı bir ivme kazandırmak gerekiyordu.
Muhalefet sorunu. bu nedenle üzerinde durulması ve açılması gereken bir sorundu..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt