Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kadının onuru (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Selamun Aleykum Ve Rahmetullahi
Sevgili kardeşlerim...
Çok eksiğimizin olduğu ve bu eksiklikleri gidermek adına pek birşey yapmadığımız çok önemli bir konuda, Sayın Mehmed Alagaş hocanın fazla uzun olmayan ama çok faydasını görebileceğimiz bir kitabını inşaAllah kısa bir süre zarfında yayınlamaya çalışacağız.Faydalanmak dileği ile
Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun


Değineceğimiz konular
1. İNSANIN YARATILIŞı
Yaratılışta Benzer ve Farklı Yönler
İnsan Bütününde Kadın Ve Erkek.
Kadın Erkek Eşitliği
İNSANLIK TARİHİNDE KADIN..
YAKIN GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE MODERN KADIN ANLAYIŞI
2. İSLAM GERÇEĞİNDE KADIN..
ÇOCUKLUK VE GENÇ KIZLIK ÇAĞLARI
Kız Evlada Bakış.
Yetiştirme.
Tesettür
1- Fuhşiyatı Önlemek İçin.
2- Nesli Ve Aile Kurumunu Korumak İçin.
3- Kadına Gerçek Bîr Kimlik Ve Kişilik Kazandırmak İçin.
EVLİLİK VE AİLE.
Evliliğe Hazırlık.
Eşlerin Seçimi Ve Uyumu.
Ailede Sevgi Ve Disiplin.
İslam'da Kadını Dövmek.
Çok Evlilik Üzerine.
İş Bölümü.
Müslüman Ailede Çocuk.
Çocuk Terbiyesi
Rahmet Evi
1- Temiz, Tertemiz Bir Ev.
2- Güven Ve Huzur Duyulacak Bir Mekan.
3- Birer İbadet Yeri
4- Bir Hidayet Mekanı
5- Kıyam Yeri
Anlaşmazlık Durumları Ve Talak.
3. SOSYAL DÜZLEMDE KADIN..
TEVHİDİ MÜCADELEDE KADIN VE ERKEK..
SONUÇ OLARAK..

Rahman ve Rahim olan Rabbimizin adıyla.
Hamd, sena ve övgülerin en güzeli, ezelde ve ebedde var olan, lutfuyla kainatı ve bizleri ya­ratıp var eden, sayısız nimetlerle yaşatan ve rahmetiyle doğru yolu gösteren Allah (cc.)'a mahsustur.
Salat ve selam da, alemlerin Rabbi tarafından sevilen, insanların ise tanı­yıp, idrak edebilme nisbetince sevebildikleri, efendimiz, önderimiz, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, a'line, ashabı­na ve onun yolunu izlemeye çalışan ümmeti üzerine olsun.
Türkiye'de yepyeni bir vaka olan İslami uyanış, bu coğrafyada yaşayan müslümanlan hem olumlu gelişmelerle ve hem de bir an önce halledilmesi gereken acil sorunlarla karşı karşıya getirmiştir. Bu sorunlardan gözardı edemeyece­ğimiz önemli bir tanesi de, Türkiye'de yaşayan müslüman ka­dının sorunudur.
Yaşadığımız coğrafyadaki müslüman kadınımız, İslami uyarının bir gereği olarak kimlik ve varoluş problemiyle karşı karşıya gelmiştir.
Müslüman kadın kimdir?
Nasıldır?
Hangi düzlemde ve nasıl bir kimlikle varolacaktır?.. Ciddi kaygılarla sorulan bu gibi soruların, aynı ciddi­likte ve yeterince cevaplandığını ne yazık ki söyleyemeyiz. Bu konuda kaleme alınan eserlerden bazıları, çağdaş sorunlara geleneksel din anlayışından cevap arama niteliği taşımakta­dır. Geleneksel din anlayışında faydalanabileceğimiz görüşler ve örnek davranışlar olmakla beraber, tarihi süreçte yozlaştı­rılmış, asıl gaye ve amacından uzaklaştırılmış muhtelif görüş­ler de bulunmaktadır. Şablonik yaklaşımlarla günümüze adapte edilmeye çalışılan bu gibi görüşler, müslüman kadını­mızı yaşadığı çağa yabancılaştırmakta ve sorunları daha karmaşık bir duruma getirmektedir.
Güncel olarak kaleme alınan bazı eserler ise, Kur'an-ı Kerim'i dikkate alarak müslümanlara cevap vermekten ziya­de, batı kaynaklı eserleri dikkate alarak, batılılara cevap ver­me niteliği taşımaktadır. İslam'ın kadınlara tanıdığı hakkı, batının kadın haklan anlayışına göre tevil etmeye ve bu an­layışa göre savunmaya çalışan bazı kardeşlerimi, bu savun­mayı gerçekleştirebilmek gayesiyle Kur'an ve sünnete yönel­mektedirler.
Tabi ki yanlış bir gaye ile yanlış bir yöneliştir bu!.
Çünkü batıl istifhamları veya batıl ithamları dikkate alarak, her ne pahasına olursa olsun bu istifhamları giderebilmek ve batıl ithamlara karşı İslam'ı savunabilmek gayesiy­le yapılan böylesi yönelişler, objektif yönelişler olmayacağı gibi böylesi yönelişlerle meseleyi net olarak değerlendirmek, değerlendirebilmek de mümkün olmayacaktır. Nitekim İslami kaynaklara bu savunma psikolojisi ile yönelen bu kardeşleri­mizin, müslüman kadınla ilgili bazı istisnai tavır ve davranış­ları bile müslüman kadının genele davranışlarıymış gibi gündeme getirmeleri ve böylesi istisnai davranışlarla günümüzde­ki müslüman kadını yüz yüze getirmeleri, İslami kaynaklara yanlış gaye ile yönelişin, yanlış tezahürleridir.
Oysa bu önemli mesele özelde müslüman kadınlarımı­zın, genelde bütün müslümanların ortak bir meselesidir. Batı­kların şeytani önyargılarını dikkate alarak, meseleyi bu çar­pık anlayışlara göre eğip-bükmeye, onlara hoş göstermek veya onlara hoş görünmek için olmadık yorumlara sapmaya ve meseleyi asıl mecrasından çıkarmaya hiç gerek yoktur. Hem bu önemli meselemizi onlara ve onların sapık anlayışla­rına göre neden değerlendireceğiz ki!.
Bu konudaki ölçü veya mihenk taşı onlar mı?
Kadın ve kadın haklarından ne anlaşılması gerektiğini, onların batıl anlayışlarından etkilenerek mi belirleyeceğiz?
İslam'ın meşruluğu, gayriislami anlayışların lastiğine veya bu anlayışlara paralel olmasına mı bağlı?
Yoksa bütün bunlar İslam'ı onlara hoş gösterip, onları İslam'a kazandırmak için mi?
Oysa onlan İslam'a kazandırmak için, İslam'ı onların çarpık anlayışlarına göre makul veya hoş göstermeyi bir kenara bırakarak, önce kendimizi, kendi kimlik ve kişiliğimizi İslam'a göre kazanmalıyız. Aksi halde biz onları İslam'a kazandırmadan, onlar bizleri kendi dinlerine kazanacaklardır!..
Bu gibi hususlara yeterince dikkat etmeden Batı anlayı­şına reaksiyoner bir cevap niteliğinde kaleme alınan bazı eserler, yaşadığımız coğrafyadaki müslüman kadının kimlik ve varoluş meselesine değinmekte ve toplumsallık adına müs­lüman kadınımızı sokaklarda varolacak bir kimliğe davet et­mektedir. Büyük bir cüretkarlık ile Allah adına yapılan bu gibi davetler, ne yazık ki Allah'ın hoşnutluğuna değil, gadabına yakın davetlerdir. Çünkü İslam'ın tertemiz öğretisine göre müslüman kadınımızın kimlik ve kişiliğini kazanacağı önce düzlem, sokaklar ve meydanlar değildir. Müslüman kadı­nımız öncelikle kendi beytinde, kendi evinde varolacaktır. Kimlik ve kişiliğini rahmeti bir derinlik ile kendi evinde, kendi beytinde kazanacaktır. İslami bir kimlik ve kendi evinde varolamayan bir kadının ise, özel veya istisnai durumlarda bile sokak ve meydanlarda yeri olmayacaktır.
Bunları söylememiz, kadınların evlere hapsolması anlamına gelmemesine rağmen, bazı batılı çevreler her zamanki üslupları ile sizler kadınlarınızı evlere hapsediyorsunuz!, diyebileceklerdir!. Dolayısıyla bu konuda hakkı gündeme getirecek olan kardeşlerimizin, böylesi vesveseleri kesinlikle ciddiye almamaları gere­kir Çünkü ciddiye almamız gereken husus, daha önce de belirttiğimiz gibi batının şeytani vesveseleri veya önyargıları değil, konuyla ilgili İlahi hükümlerdir. Nitekim yaşadığımız coğrafyadaki müslüman kadının her sorununa değil, bazı Önemli sorunlarına genel olarak değinecek olan bu kitap ça­lışmasını, batılıların vesvesesini, kınayıcılann kınamasını hiç ka'le almadan, İlahi vahyin pak ve muhteşem görüşlerine sadık kalarak sürdürmek istiyo­ruz.
Hayra ve yardıma layık olabilmemiz duasıyla...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Insanın yaratılışı

Insanın yaratılışı

İnsanın, alemlerin Rabbi Allah (c.c.) tarafından yaratılmış ol­ması, temiz akıl sahibi kimselerin tartışabileceği bir mesele değildir. Meseleyi gerçeklik düzleminde yeterince değerlen­diren her akıl sahibi, bu konuda akli bir ihtilafa düşmeye­ceği gibi, kalbi veya fıtri bir ihtilafa da düşmeyecektir. Çünkü dünyada varolan bütün insanlar, Kalu Bela'da Al­lah'ın birliğini tasdik ve ikrar eden insanlardır.
“Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: Evet (Rabbimizsin), şahid olduk demişlerdi (Bu,) Kıyamet günü: Biz bundan habersizdik dememeniz içindir. Ya da: Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksin? dememeniz için.”
Dünya alemine gelen her insanın özünde bu İlahi gerçek, bu fıtri hakikat bulunmaktadır. Nitekim “Hatırlat” emri ile muhatap olan tüm peygamberler, insanlara bu ilahi gerçeği hatırlatıyorlar ve insanları bu İlahi gerçeğe da­vet ediyorlardı. Duydukları ve gördükleri ayetleri tefekkür ederek bu İlahi gerçeği hatırlayacak olan samimi insanlar, tabi ki bu gerçekler istikametinde yaşayacaklar ve kendile­ri gibi birer beşer olan müstekbirlerin şeytani taleplerine karşı çıkacaklardır.
Tabi ki dünya insanlarını kendi çıkarlan istikametinde ezmek ve sömürmek isteyen müstekbirler için, oldukça sakıncalı bir itikaddır bu!. Bu itikadı bozmaları ve iğdiş etme­leri ise, insanları Allah'ı inkara veya eş koşmaya davet et­meleriyle mümkündü.
Ancak, bu insanlara kendilerini ve tüm kainatı yaratan Allah (c.c.)'ı inkar ettirebilmeleri için, herkesin açıkça müşahade ettiği bu yaratılışla ilgili bir görüş, bir teori ileri sürmeleri gerekiyordu. Çünkü en basit düşünceli insanlar bile, Allah'ı inkar etme temayülündeki bu kimselere; “Yaratıcı olarak Allah'ı inkar ettiğinize göre, bütün bu yaratılmışlara! yara­tıcısı kim?” sorusunu soracaklardı.
İşte dünya emperyalistleri, kendilerine bağlı bilim adamlanndan bu konuda çalışmalarını ve insanlann zihin­lerini bulandıracak bilimsel safsatalar üretmelerini istemiş­lerdir. Nitekim insanın yaratılışıyla ilgili olarak bilimsellik adına son yüzyıllarda ileri sürülen bütün teoriler, gerçeğe veya ciddi bilimsel bulgulara değil, kesinlikle ve kesinlikle küfre dayanan teorilerdir. Çünkü söz konusu bilim adamlanndan bu konudaki gerçeğin araştınlması değil, küfür teorisinin güçlendirilmesi istenmiştir. Allah'ın varlığına yüzbinlerce ayet, yüzbinlerce işaret ve delil içeren tabiattan, Darwin gibi sapıklann teorilerine delil arayan bu zavallılar, kendilerini değişik gelen bir kemik fosiliyle karşılaştıklan zaman, bu fosil hakkında milyarlarca seneyi içeren ve sadece hayallere dayanan bir destan yazmaktadırlar!. Elleri­ne aldıklan bir madeni inceledikten sonra “Bu madenin veya bu bileşimin bir gramının meydana gelebilmesi için şu kadar milyon yıl gerekir, dolayısıyîe dünyanın yaşı şu kadar milyar yıldan fazladır!” şeklinde görüş beyan eden bu şaşkınlar, Allah (c.c.)'dan gafil olduklan gibi, şanı yüce Rabbimizin şu sünnetinden de gafildirler.
“Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen oluverir.”
Yaratıcıya inanmadıklannı söyleyen bu kimseler, mahluklara özgü kafaları ile söz konusu madenin “Ol” emri ile hiç beklemeden nasıl oluvereceğini de anlamaya­caklardır. Netice olarak dünyanın yaşını kendi mahluk anlayışlarına göre milyarlarca ve hatta trilyonlarca yıl olarak ifade edecekler ve küfri teorilerini, milyarlarca yıllık bir ta­rihi geçmişe nisbet edeceklerdir!.
Peki ama neden?
Bu sapıklar, küfri teorilerini milyarlarca seneyi içe­ren, gözlenmesi, sorgulanması ve tartışılması mümkün olmayan tarihi bir boşluğa neden götürüyorlar? Dünya in­sanlarına günümüzdeki gözle görülebilir, elle tutulabilir olaylardan da neden örnek vermiyorlar?
Bilimsel somutluktan anladıklan bu mu?
Yoksa savunduklan bu safsatayı, sadece ve sadece tarihin bilinmezlik boşluğunda mı koruyabileceklerini zannediyorlar?
Oysa hakkı açıklayan ve insanları hakka davet eden Kur'an-ı Kerim, insanlara yaşadıklan zaman diliminden binlerce örnek, binlerce ayet göstermektedir.
Netice olarak küfri bir ön kabulle başlayan veya daha açık bir ifadeyle kalkış noktası sadece küfür olan bu teorilerin asıl amacı, ortaya bilimsel bir gerçeklik koymak de­ğil, insanlann yaratılışla ilgili düşüncelerine şüphe katmak ve bu düşüncelerden kaynaklanan temiz inancı bulandır­maya çalışmaktır. Nitekim bu şeytani girişimler genel ol­masa da bazı istisnai sonuçlar elde etmiştir. Milyarlarca se­neye nisbet edilen efsaneyi kabul ederek, düşünsel olarak milyarlarca senelik bir derinlik kazandıklarını(!) zanneden bazı zavallılar ve yegane yaratıcı olarak Allah'a inandıkları­nı söylemelerine rağmen, Darwin teorisini de ciddiye alan bazı şaşkınlar bulunabilmektedir.
Zamana ve mekana muhtaç olan kainatın, zaman­dan ve mekandan münezzeh olan Allah (c.c.) tarafından yaratılmış olması, her temiz akıl sahibi kimsenin binlerce ayet, binlerce delil ile kabul edebileceği apaçık bir gerçek­tir. Nitekim Kur'an-ı Kerim, insanın yaratılışını da aynı gerçeklik düzleminde bizlere iletmektedir.
“Andolsun, insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık
“Allah size kendi nefislerinizden esler yarattı ve size eşle­rinizden de çocuklar ve torunlar yarattı ve sizi güzel şeyler­den nzıklandırdı. Şimdi onlar, batıla mı inanıyorlar ve Al­lah'ın nimetini inkar mı ediyorlar?”
İnsanı yaratan ve bizlere bu gerçeği beyan eden şanı yüce Rabbimiz, insanın yaratılış merhalelerine ise şu ayet-i kerimeler ile açıklık getirmektedir.
“Ey insanlar, eğer dirilişten yana bir kuşku içindeyseniz, gerçek şu ki, biz sizi topraktan yarattık, sonra bir damla su­dan, sonra bir kan pıhtısından, sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size (kudretimizi) açıkça göstermek için. Dilediğimizi, adı konulmuş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da erginlik çağına erişmeniz için (sizi büyütüyoruz). Sizden kiminizin hayatına son verilmekte, kiminizin de, bildik­ten sonra hiç bir şey bilmeme durumuna gelmesi için ömrün en aşağı ucuna (yaşhlığa) geri çevrilmektedir. Yeryüzünü kup­kuru ölü gibi görürsün, fakat biz onun üzerine suyu indirdiği­miz zaman titreşir, kabanr ve her güzel çiftten (ürünler) biti­rir.”
“Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan yarattık Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik. Sonra o su damlasını bir kan pıhtısı olarak yarattık; ar­dından o kan pıhtısını bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böy­lece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.”
“Sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan kendi eşini var etti ve sizin için davarlardan sekiz cifi indirdi Sizi anne­lerinizin karınlarından, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra (bir başka) yaratılışa (dönüştürüp) yaratmaktadır. İşte Rabbiniz O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir kan pıhtısından yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki hakkınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: Ol der, o da hemen oluverir.”
İnsanın yaratılışıyla ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de daha birçok ayet-i kerime bulunmaktadır. Sadece bir kıs­mını zikrettiğimiz bu ayet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, insani rahimlerde yaratılışıyla ilgili olarak jinekoloji ilminin henüz ulaştığı bazı gerçekleri ondört asır önce be­yan eden Kur'an-ı Kerim, ortaya koyduğu tartışılmaz ger­çeklik ile modern ilme meydan okumanın ötesinde, bu ilme öncülü eden bir keyfiyete sahiptir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Yaratılışta Benzer ve Farklı Yönler

Yaratılışta Benzer ve Farklı Yönler

Önce başlıkta zikrettiğimiz ayet-i kerimeleri dikkate alırsak, bu ayet-i kerimelerde sadece erkeğin veya sadece kadının erkeği ve kadını içine alan insanın yaratılışı­na açıklık getirilmektedir. İnsan olarak erkek veya kadının genel ve catak bir yaratılışı vardır. Her ikisi de topraktan yaratılmak her ikisine de eller ayaklar, gözler kulaklar, diller gönüller verilmektedir. Yaratılışın bu boyutunda veya diğer bir iyişle insan olarak yaratılışta, kadın ve erkek arasında cnel bir farklılık yoktur.
Kadın ve erkeğin yaratılışındaki farklılıklar, tür boyu­tunda dec cinsi boyuttaki farklılıklardır. Her ikisi de insa­ni olarak yaratılışta bulunmasına rağmen, cinsi boyut­ta kadın olmak üzere iki farklı cinsiyete sahiptirler.
İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, erkek ve ka­dın cinsler arasında da hiçbir fark yoktur diyemeyiz, Çün­kü insanı aratan Rabbimiz, kadın ve erkeğin bazı farklı özelliklere sahip olduğunu beyan etmektedir.
“Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün hldığı şeyi teme'ri etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir pay, kadınlar için de kendi kazandıklarından bir pay var­dır. Allah'tan onun fazlını (ihsanını) isteyin. Gerçekten, Aüah, her şeyi bilendir.”
Bu ayet-i kerimedeki “Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin...” buyruğundan, sadece erkeğin kadına veya kadının erkeğe değil, erkek ve kadının bazı hususlarda birbirlerine üstün kıhndıklanm an­lamamız gerekir. Nitekim fiziki güç, metanet, sabır, soğuk­kanlılık, adil ve itidal davranmak gibi özelliklerde erkekler kadınlara nazaran daha üstün olmalarına karşın; fiziki zerafet, letafet, duygusallık, nezaket, incelik, merhamet ve şefkat gibi özelliklerde de kadınlar erkeklere nazaran daha üstündürler. Aynı ayet-i kerimede, bu hususun temenni edilecek bir şey olmadığı da önemle belirtilmektedir. Bu farklılıklan dikkate alarak değişik komplekslere kapılmamı­za tabi ki gerek yoktur. At bizden hızlı koştuğu veya öküz bizden kuvvetli olduğu için aşağılık kompleksine düşmedi­ğimiz gibi, fıtri olan bu farklılıkları da bir kompleks mesele­si durumuna getirmememiz gerekir. Ayrıca kişilerin kendi kazanımlanndan ziyade fıtri olan bu kısmi üstünlüklerin, ki­şilere yüklediği sorumluluklar ve ödevler bulunmaktadır. Nitekim kadın erkek meselesi bu sorumluluk ve ödevler düzleminde karşılıklı olarak mukayese edilip, karşılıklı ola­rak değerlendirildiği zaman, erkeğin kadına nazaran ödev ve sorumlulukta bir derece üstünlüğü bulunmaktadır.
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç 'hayız ve temiz­lenme süresi' beklerler. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanı­yorlarsa Allah'ın rahimlerinde yarattığını saklamaları onlara helal olmaz. Kocaları, bu süre içinde barışmak isterlerse, on­ları geri almada (herkesten) daha çok hak sahibidirler. Onların lehine de, aleyhkrindeld ma'ruf hakka denk bir hak vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece (farkı) var. Allah Aziz olandır. Hakim olandır.”
Diyeceksiniz veya diyecekler ki, neden?
Erkeğin kadın üzerindeki bir derece farklı konumda olmasının nedeni veya hikmeti ne?.
İşte bunun cevabını, İslam dininin temel özelliğinde yani tevhidde aramamız gerekir. Tevhid dini olan İslam, akidede, amelde ve sosyal yaşantıda tevhide önem verdiği gibi, aile yapısında da tevhide önem vermektedir. Aile yapısında birlikte yaşayacak olan kadın ve erkek aynı haklara, aynı konuma sahip olsaydı, aile içinde birlik ve tevhid gerçekleşmezdi. Birkaç günlük yola çıkan müslümanlara dahi, aralarından birini imam tayin etmelerini öneren İslam, uzun yıllar birarada yaşayacak olan kadın ve erkeği, hiç şüphesiz ki iki başlı anarşik bir yapıya sürükleyecek değildir. İşte bu konudaki velayet erkeğe veril­miş olup, erkek bu velayeti veya diğer bir deyişle bu so­rumluluğu yerine getirmeye daha ehil bir fıtratta yaratıl­mıştır.
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların ken­di mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üze­rinde 'sorumlu yöneticilerdir'...”
Hiç şüphesiz ki insanların iradesi dışında vukubulan ve herhangi bir uğraşı ile elde edilmeyen bu durum, er­kekler için İlahi düzlemde bir üstünlük vesilesi değildir. Çünkü İlahi düzlemde geçerli olan üstünlükler, kişilerin kendi kazanırdan olan üstünlüklerdir. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi Allah katındaki üstünlük kişinin ırkına veya cinsine göre değil, takvasına göredir.,
“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık Hiç şüpesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.”
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
“Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler olarak kıldık . Hiç şüphesiz, ALLAH katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok ALLAH, bilendir, haber alandır.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kadın Erkek Eşitliği

Kadın Erkek Eşitliği

Günümüzde oldukça popüler olan “Kadın Erkek Eşit­liği” adı altında ileri sürülen görüşleri, tezleri veya önerileri dikkate aldığımız zaman, bu konuda birbirleriyle çelişen birçok görüşün olduğunu ve fikri bir anarşinin yaşandığını söyleyebiliriz.
Bu fikri anarşinin içine, bir başka fikir anarşisti ola­rak girmememi? için, meseleyi önyargılarla değil, önyargılardan uzak sağlıklı bir metod ile değerlendirmemiz gerek­mektedir. “Kadın Erkek Eşitliği” meselesini sağlıklı bir şekilde değerlendirebilmemiz ise, bu meselede yer alan “Kadın”, “Erkek” ve “Eşitlik” kavramlarına açıklık getirme­mizle mümkündür. Bu nedenle öncelikle eşitlik üzerinde durmamız, bu kavramı adil bir düzlemde ve doğru olarak tanımlamamız gerekecektir.
Adil bir düzlemde eşitlik nedir?
Bu soruyu sormamız, belki de bazı kimselerin gülme­sine neden olacaktır. Fakat yine de lütfedecekler ve bizlere dönerek “Eşitlik demek, iki unsur arasındaki dengenin sağ­lanması, her iki unsura da aynı muamelede bulunulması ve aynı hakların verilmesidir” diyeceklerdir.Yaşadığımız toplumda kendilerine aydın(!) denilen ke­sim arasında yaygınlaşan bu tanım, hiç şüphesiz ki gözlem ve düşünce fakirlerinin tanımıdır. Nitekim “Kadın Erkek Eşitliği” meselesinde eşitliği bu şekilde tanımlayan düşünce fakirleri, bu tanımdan hareket ederek birçok görüşler ileri sürmektedirler. Kadını ve erkeği kemiyet terazisinin birer kefesine oturtup; erkeğe verilen bir hak, kadına veya kadı­na verilen bir hak, erkeğe verilmediği zaman “Bu eşitlik değildir! Bu apaçık bir haksızlıktır” diyerek feveran eden­ler, yine bunlar, yine bu gözlem ve düşünce fakirleridir. Oysa bu kimselere “Eşitlik nedir?” sorusunu değil, “Adil bir düzlemde eşitlik nedir?” sorusunu yöneltmiştik. Belki de gülmeyi bırakarak şaşkınlıkla yüzümüze bakacak­lar ve “Aralarında ne fark var ki!” diyeceklerdir. Cevabımız gayet açık olacak ve bu kimselere “Zulüm ile adalet, hak ile haksızlık arasında ne fark var ise, o fark vardır.” diye­ceğiz.
Çünkü eşitliğin adil bir düzlemde tanımlanması de­mek, eşitliğe getirilecek olan tanımın teori ve pratikte adil olması, tatbik edildiği zaman tarafları haksızlığa değil, hak ve adalete götürmesidir. İşte mesele bu noktaya geldiği za­man, hak ile eşitliği veya haksızlık ile eşitsizliği birbirinden ayırmamız gerekir. Çünkü günümüzde yaygınlaşan anlayı­şın zannettiği gibi, her eşitlikte hak, her eşitsizlikte haksızlık yoktur. Aynı olan şeylere eşit davranmak hak ve adalet iken, aynı olmayan şeylere eşit davranmak hak ve adalet değil­dir. Dolayısıyla eşitliğin adil bir düzlemde tanımlanması de­mek, farklı olan şeyler arasında değil, aynı olan şeyler ara­sındaki dengesizliğin önlenmesi, aynı olan şeylere aynı değerin veya aynı ödev ve hakların verilmesidir.
Gerçi pratik yaşantının açık realitesinde, bunun böyle olduğunu kendileri de bilmektedir. Mesela düzenledikleri olimpiyat yarışlarında kadınlara ve erkeklere ayn davranmaktalar, yüz metreyi 11 saniyede koşan kadın atlete alün madalya verirken, aynı mesafeyi 10 saniyede koşan yüzlerce erkek atlete demir madalya bile vermemektedir­ler.
Bu durum, kadın ve erkek arasında bir eşitsizlik değil midir?
Ebetteki eşitsizliktir!.
Ancak bu eşitsizlikte bir haksızlık, bu eşitsizlikte bir adaletsizlik yoktur. Çünkü kadın ve erkeğin farklı özellikleri dikkate alınmakta ve dolayısıyle farklı düzlemlerde yarıştırılmaktadırlar. Kadın ve erkeğe bu konuda eşit davranma­malarının, onlan aynı düzlemde yarıştırmamalarının adil ve hak oluşu, kadın ve erkeğin bu konuda eşit olmadıkla dandır. Daha açık bir ifade ile, eşit olmayan şeylere eşit davranmamak, adalet ve hakkın bir gereği olmaktadır.
Peki, kadın ve erkeğin farklı düzlemlerde ele alınması gere­ken durumlar, sadece bu gibi müsabaka durumlan mıdır?
Kadın ve erkeğin farklı özelliklere sahip oluşunun, sosyal yaşantıya ve sosyal eylemlere yansıyan boyutları yok mudur?
İşte bu soruîan sağlıklı bir şekilde cevaplandırabilmemiz, kadını ve erkeği doğru tanımlayabilmemizle mümkündür. Eşitliğin adil düzlemdeki tanımını yaptığımız gibi, ka­dın ve erkeği de adil bir düzlemde tanımlamamız gerekecektir.
İnsanı yaratan ve yarattığı insanı hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimizin, daha önce zikrettiğimiz bir ayet-i kerimede “Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin.”, buyurduğunu, bu üstünlüğün sadece erkeğin kadına veya kadının erkeğe üstünlüğü olmadığını belirtip “Nitekim fiziki güç, metanet, sabır, soğukkanlılık, adil ve itidalli davranmak gibi özelliklerde erkekler kadınlara nazaran daha üstün olmalarına karşın; fiziki zerafet, le­tafet, duygusallık, nezaket, incelik, merhamet ve şefkat gibi özelliklerde de kadınlar erkeklere nazaran daha üstün­dürler.” demiştik. Dolayısıyla kadın ve erkeğin adil bir düz­lemde tanımlanması, insani olarak aynı, cinsi olarak ise birbirlerinden farklı, birbirlerine nazaran üstün olabildikleri bir tanımlamadır.
“Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize göre üstün kıldığı şeyi temenni etmeyin”, buyruğuna dikkat edilirse, buradaki üstün kılınma vakıasında bir mukayese bulunmakta ve söz konusu üstünlük, mukayeseli bir üstünlük olmaktadır. Peki, bu mukayese doğru mudur? Kadını veya erkeği tanımlarken, her iki cinsin üstün veya zayıf yönlerini belirlerken, bu iki cinsin birbiriyle mu­kayesesi gerekli midir? Elbetteki gereklidir!.
Çünkü kadın ve erkek birbirinden ayrı, birbirinden müstakil canlılar değildir. Her ikisi de insan kavramı içersi­ne girmekte ve her ikisi de aynı yaşamı birlikte yaşamak, birlikte paylaşmak durumundadırlar. Dolayısıyla kadını veya erkeği tanımlarken, bunlara sosyal yaşantıda bir yer verirken, mutlaka ve mutlaka karşı cinsin dikkate alınması gerekmektedir. Birçok feministin yaptığı gibi erkeği dikka­te almadan kadını, kadını dikkate almadan erkeği tanımla­mak ve bu tanımlamaya göre onlara dünya yaşantısında bir yer vermeye çalışmak; hiç şüphesiz ki denizleri dikkate almadan karalan, karalan dikkate almadan denizleri ta­nımlamaya ve dünya haritasını, bu tek taraflı tanımlamaya göre çizmeye benzeyecektir!.
Oysa gözümüzün nuru İslam, kadını ve erkeği birbirinden ayrı, birbirinden müsta­kil, birbirinden bağımsız düşünmüyor. Kadını tanımlarken ve kadına sosyal yaşantıda yer verirken erkeği dikkate aldı­ğı gibi, erkeği tanımlarken ve erkeğe sosyal yaşantıda yer verirken de mutlaka kadını dikkate alıyor. Çünkü erkeğin erkek olarak varlığı, kadının varlığıyla anlam kazandığı gibi; kadının da kadın olarak varlığı, erkeğin varlığıyla an­lam kazanmaktadır. Kadının olmadığı bir dünyada erkekle­re özgü erkeksi özelliklerin önemli bir anlamı olmayacağı gibi, erkeğin olmadığı bir dünyada da kadınlara özgü ka­dınsı özelliklerin önemli bir anlamı olmayacaktır.
Kadın ve erkek, birbiriyle önem, birbiriyle anlam kazanan iki cinstir.Netice olarak erkeği dikkate almadan kadını tanımla­mamız, kadının hak ve ödevlerini belirleyebilmemiz müm­kün olmadığı gibi, kadını dikkate almadan da erkeği ta­nımlamamız, erkeğin hak ve ödevlerini belirleyeb ilmemiz mümkün değildir. Peki bu belirlemede, bir pastayı tam ortasından bölmek gibi bir eşitlik ola­cak mı?
Eşitliğin adii bir düzlemde tanımlamasını yaparken “Farklı olan şeyler arasında değil, aynı olan şeyier arasın­daki dengesizliğin önlenmesi, aynı olan şeylere aynı değe­rin veya aynı ödev ve hakların verilmesidir.” demiştik. Kadın ve erkek arasında aynı olan yönler olduğu gibi farklı olan yönler de bulunduğuna göre, kadın erkek eşitliğini konuşacağımız ve tartışacağımız zaman, aynı ve farklı olan bu yönleri mutlaka ve mutlaka dikkate almamız gerekecek­tir.
İşte bütün bu gerçekleri dikkate aldığımız zaman, ka­dın ve erkeğin bütün hak ve ödevlerini “İnsan hak ve ödevleri” gibi genel bir başlıkta ifade edebilmemiz müm­kün değildir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi kadın ve erkek insani düzlemde aynı olmasına rağmen, cinsi özellikler düzleminde birbirlerinden farklıdırlar. Dolayısıyla kadın veya erkeğin hak ve ödevlerini belirlerken, bu belir­lemede bütün insanların ortak özellik ve konumlarını dik­kate alarak “İnsan hak ve ödevleri” başlığına yer vermekle beraber, kadın ve erkek arasındaki farklı özellikleri dikkate alarak da “Erkek hak ve Ödevleri” ve “Kadın hak ve ödev­leri” olmak üzere iki ayrı yardımcı başlığa da yer verme­miz gerekecektir. Çünkü her iki cinsin, insan olarak ortak hak ve ödevleri olacağı gibi, farklılıklardan kaynaklanan, kendilerine veya cinslerine özgü özel hak ve ödevleri de bulunacaktır.İnsani düzlemde, insan olarak aynı olan kadın ve erkek, insanın sahip olması gereken can, mal, akıl, nesil ve din güvenliği gibi bütün haklara sahiptirler. Allah'a kulluk, İlahi ceza ve mü-kafaat meselesinde önemli bir ayırım olmadığı gibi, zalim­lik veya mazlumluk meselesinde de durum değişmez. İs­lam'a göre zulme uğrayan mazlumun veya zulüm yapan zalimin cinsiyetine bakılarak karar verilmez. Dolayısıyla İslami ve insani düzlemde belirlenecek olan “İnsan hak ve ödevleri” hukukunda kadın erkek ayırımı yoktur. Nitekim İslami anlayışa göre “İnsan hak ve ödevleri” denilirken, ka­dınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla bütün insanlar muha­tap alınmaktadır.Kadın ve erkeğin bazı farklı özelliklere sahip olduğu cinsiyet düzleminde ise her iki cinsin farklı durumlan ve sadece müslümanlan bağlayacak olan bazı farklı İslami ve­cibeleri dikkate alınarak bu hak ve ödevler belirlenir. Hak ve ödevleri birlikte zikretmemizin nedeni, bazı hakların ödevlerden ayrı düşünülemeyeceği içindir. Çünkü İslam'a göre erkek ve kadın arasındaki bazı farklı haklar, erkek ve kadının bu konulardaki farklı ödevlerinden kaynaklanmak­tadır. Meseleyi örneklendirmek gerekirse, İslam'daki miras hukukunu ele alabiliriz. Hiçbir sağlıklı ölçüye ve insafa sa­hip olmadan İslam'ı eleştirmeyi bir meslek haline getiren günümüzdeki birçok yazann sık sık gündeme getirdikleri gibi, İslam'daki miras hukukunda erkeğe iki, kadına bir pay verilmektedir.Bu durum eşitsizlik midir?
Tabi ki eşitsizliktir!. Ancak bu eşitsizlikte bir haksızlık, bu eşitsizlikte bir adaletsizlik yoktur. Çünkü aynı eşitsizlik bu konudaki ödevlerde de bulunmakta, kardeşlerinin, anne babasının ve ailesinin maddi ihtiyaçlannı karşılama ödevi, kadına değil erkeğe verilmektedir.Peki, “İslam'daki miras hukukunda erkeğe iki, kadına bir pay veriliyor! Bu nasıl adalet!.” diyerek fevaran edenler, erkeğe yüklenen farklı ödevler konusunu neden gözardı ediyorlar?
Objektif olmaktan anladıklan bu mu?
Oysa haklar konusundaki eşitsizliği dikkate aldıklan gibi, ödevler konusundaki eşitsizliği de dikkate alarak, bu konudaki farklı hak ve ödevleri birlikte değerlendirdikleri zaman, farklı hakların, farklı ödevlerden kaynaklandığını anlayacaklardır.
İslam'a göre kadın ve erkeğin hak ve ödevleri belirle­nirken, cinsiyet düzlemindeki fiziki ve psikolojik farklılıklar­la beraber, sadece müslümanlan bağlayacak olan bazı farklı İslami vecibelerin de dikkate alındığını belirtmiştik.
Feminizmi savunan bazı kimseler için kadınların hak ve ödevleri belirlenirken, kadının onuru, iffeti ve Allah'a kulluğu gibi vasıflan yeterince önemli olmasa da veya bazı vasıflara kendilerince bir anlam verip, bu anlamla yetinseler de; kadına gerçek manada değer veren İslam, kadına değer kazandıran bu vasıflara gerçeklik düzleminde önem vermekte ve yükleyeceği ödevlerde bu vasıflan korumayı gözetmektedir.
Nitekim bu kitap çalışmasında kadınla ilgili olarak iş­leyeceğimiz konular ve bu konulardaki İslami hükümler, meselenin İslam'a göre nasıl ele alındığını gösterecektir. İs­lam'ın hak ve adalet eksenindeki bu yaklaşımlardan herke­sin razı ve memnun olması tabi ki mümkün değildir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kadın Erkek Eşitliği devamı

Kadın Erkek Eşitliği devamı

An­cak şunu itiraf etmeleri gerekir ki, onların razı ve hoşnut olmadıkları şey, İslam'daki kadının durumu değil, İslam'ın ta kendisidir. İslam'a olan düşmanlıklarını, kadını kullana­rak gündeme getiren bu kimseler “İslam'da kadının özgür­lüğü yoktur!.” sloganı altında, bu düşmanlıklarını yürüt­mektedirler. Onların bu sloganını tekzip edecek ve bu sapıkların anlayışına göre başıboşluk veya başmabuyrukluk manasına gelen özgürlüğü kabullenerek “İslam'da kadın özgürdür!.” gibi bir safsatayı tabi ki savunmayacağız. Fakat bu şaşkınlara İslam'da kadının özgürlüğü olmadığı gibi, er­keğin de özgürlüğünün olmadığını belirtmek isteriz. Çünkü İslam, bunların anladığı manada bir özgürlük dini değil, Allah'a kulluk dinidir. Allah'a kul olan bütün müslümanlar ise hem kadınıyla ve hem de erkeğiyle İlahi hükümlerin bağla­yıcılığı altındadır. Kadın ve erkeğin hak ve ödevleri konu­sundaki farklılıklar, erkeği özgür, kadını köle durumuna getiren farklılıklar değildir. Aile yapısında kadına hakim gözüken koca dahi, başınabuyruk bir özgür(!) değil, İlahi hükümleri dikkate almak ve yaşamak zorunda olan bir kul durumundadır.
Meseleyi sonuca bağlayacak olursak, İslam dininde, bazı düşünce özürlü kimselerin ileri sürdükleri gibi yaşamın her boyutunda, bütün hak ve ödevlerde aynılık anlamına gelen kadın erkek eşitliği(!) gibi bir saçmalık yoktur. Çünkü hak ve adalet dini olan İslam, böyle bir eşitliğin hak ve adaletten uzak olduğunu, özellikle kadına zulmetmek anlamına geldiğini beyan etmektedir.
Dolayısıyla fıtri farklılıkların dikkate alınması gereken konularda, İslam bu farkhlıklan dikkate almakta ve kadını kadın olarak, erkeği de erkek olarak muhatap almaktadır. Nitekim İslam'ın erkeğe yüklediği özel ödevlerde, erkeğin özel durumu dikkate alındığı gibi, kadına yüklediği özel ödevlerde de kadının özel durumu dikkate alınmakta ve netice olarak yüklenen ödevlerde farklılık olduğu gibi, bu ödevlerden kaynaklanan haklarda da bazı farklılıklar ol­maktadır.
Ancak kadın ve erkek arasında farklı olan ve farklı olması gereken bütün bu haklar ve bütün bu ödevler mukayeseli olarak birlikte değerlendirildiği zaman, en ufak bir haksızlıkla değil apaçık bir adaletle karşılaşılacaktır. Eşitsizlik gibi gö­rülmesine rağmen sonucu hak ve adalet olan böylesi fark­lılıklar ise, gerçek manada eşitsizlik değil, eşitliğin, hak ve adalet karşısında gerçek eşitliğin ta kendisidir.
 

"ZEYNEP RANA"

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ağu 2009
Mesajlar
6
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Paylaşım çok güzel.Allah Razı olsun..Kitabın ismini verebilmeniz mümkün mü?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Insanlık tarihinde kadın

Insanlık tarihinde kadın

İnsanlık tarihi, Adem ve Havva ile veya diğer bir deyişle kadın ve erkekle başlayan bir tarihtir. Yeryüzüne yerleşen insanoğ­lu, kadın erkek beraberliği ile üreyip-yaygınlaşırken, içinde bulundukları dünya ve tabiat şartlarına karşı da belli bir ya­şam mücadelesine girmişlerdir. Nitekim ilerleyen zaman sürecinde erkeğin kadına nazaran daha etkin bir konuma geçmesi, bu yaşam mücadelesinin kendisine özgü şartla­rından da kaynaklanmaktadır. Fizyolojik ve psikolojik bo­yutta kadına nazaran daha güçlü ve daha dayanıklı olan erkek, bu özelliklerin önem kazandığı yaşam mücadelesin­de ön plana çıkmıştır.
İçinde bulunduklan yaşam mücadelesinde kadına na­zaran daha etkin bir konuma geçen erkekler şayet adil olup, meseleyi adaletle değerlendirselerdi, insanlık tarihin­de hem erkekler ve hem de kadınlar hakettikleri önemli ve saygın yeri alabileceklerdi. Ancak böyle olmamıştır!.
Fiziki boyuttaki mücadeleleri ile vücut yapılan daha da gelişen, kaba kuvvetleri daha da kabalaşan erkekler, aynı kabalıktaki bencillikleri ile kadınlara yaklaşmışlar ve kadınları haketmedikleri bir konuma itmişlerdir.
Kadınlar, üçüncü, dördüncü sınıf canlılardır onlar için!. Altında­ki pisliği temizlemekten aciz olan iki yaşındaki bir erkek çocuk, bu çocuğu türlü meşakketler ile dünyaya getiren, besleyen, yetiştiren annesinden değerli, çok daha değerli­dir bu erkeksi anlayışa göre!. Çünkü hak ve adaletin kuv­vete göre değerlendirildiği, kuvvetlinin haklı olduğu bir dünyada, savaşacak olanlar, hakkı alacak veya hakkı gaspetecek olanlar erkekler­dir.
Kadınlar ise bu durumlar karşısında çaresizdir!.
Kaba kuvveti elinde bulunduran erkeklere karşı her­hangi bir yaptırımdan söz konusu değildir. Güzel ve akıllı olan veya sıradan olmayan bazı yeteneklere sahip kadınlar ise; bu erkek zorbalığı karşısında genel bir kadınlık için de­ğil, özellikle kendilerini kurtarmak, kendilerine özel ve ra­hat bir statü kazandırmak için mücadele vermişlerdir.
Netice olarak erkek zorbalığını dizginleyen, kadınlara hakettikleri yeri veren yegane unsur, semavi dinler ve bu dinlerin İlahi mesajları olmuştur. İnsanlık tarihinde kadınların kendilerine gelebildikleri, rahat bir nefes alabildikleri dönemler, İlahi mesajın gerçek veçhesiyle kabul ve tasdik edildiği böylesi dönemlerdir.
Tabi ki bunlar da uzun ömürlü olmamış, tevil ve tah­rif edilen semavi dinler, kadınlar ve kadın hakları konusun­da da tahrif edilmişlerdir. Bu tahrifatların en olumsuz yön­leri ise, kadınlara din adına zulmedilmesi olmuştur. Haksızlık ve zulümler Allah'a isnat edilir olmuş ve özellikle erkekler tarafından tahrif edilen semavi kitaplarda, erkek­lerin zulmünü destekleyen ifadeler yer almıştır. Erkek zor­balığı altında ezilen kadınlar, bu zorbalıkla birlikte sapık dinlerin zorbalığı altında da ezilmeye başlamışlardır. Helal­ler ve haramlar konusunda kadın erkek ayırımı yapılmış ve bütün bu safsatalar dine, yani Allah'a nisbet edilmiştir.
“Bir de dediler kû Bu hayvanların karınlarında olan, yalnızca bizim erkeklerimize aittir, esterimize ise haramdır. Eğer o, ölü doğarsa onlar da bunda ortaktırlar Alkili, (bu) düzmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz 0, hüküm ve hik­met sahibi olandır, bilendir.”
Böylesi toplumlarda erkek evlada sahip olmak başlı başına bir onur vesilesi iken, kız evlada sahip olmak ise kişiyi aşağılandıran, küçük düşüren bir durum kabul edilmek­tedir.
“Onlardan birine dişi (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle taşarak yüzü simsiyah kesilir. “Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı toplu­luktan gizlenir; onu aşağılanarak tutacak mı, yoksa toprağa gömecek mi? Bak, verdikleri hüküm ne kötüdür?”
Kız evladlarını toprağa gömerek ölüme terkeden bu müşrikler, bu vahşeti yine Allah adına yapıyorlar ve kız evladlannı Allah'a kurban ettiklerini ileri sürüyorlardı!, Ni­tekim erkek evladlarını kendilerine ayırıp, kız evladlannı Allah'a kurban ettiklerini söyleyen bu müşriklere, Allah (c.c.) şu soruyu sormaktadır.
“Yoksa O, yarattıklarından kızları (kendine) edindi ve erkekleri size mi ayırıp bıraktı?”
Bu soruda açıklığa çıkarılmak istenen husus bellidir. Şanı yüce Rabbimiz bu müşriklere neden erkek evladlannı değil de, kızlan kurban ettiklerini sorarak, aslında kız evlatlardan kurtulmak istediklerini açığa çıkarmaktadır!. Kaldı ki şanı yüce Rabbimiz, erkek veya kız olsun hiçbir çocu­ğun kendisine kurban edilmesini, öldürülmesini istememiş ve bütün bunların karmakarışık hale getirilen bir dinin te­zahürleri olduğunu beyan etmiştir.
“Yine bunun gibi onların ortaklan, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdiler. Hem onları helake düşürmek, hem de kendi aleyhlerinde dinlerini karmakarışık kılmak için. Aüah dikseydi bunu yapmazlardı; sen onları ve düzmekte oldukları iftiraları bırak”.
Nitekim her zulme olduğu gibi bu zulme de karşı çı­kan İlahi vahiy, çocuklann diri diri gömülmesini öncelikle
şu ayet-i kerimelerle gündeme getirmiştir.
“Ve diri olarak toprağa gömülen kızcağıza” sorulduğu zaman: “Hangi suçtan dolayı öldürüldü?”
Bu soru ile öldürülen çocuklann hesaba çekilmesi, bu soru ile o mazlum çocuklann yargılanması yoktur. Hesap gününde çocuklara yöneltilecek olan bu soru, çocuklannı diri diri gömen ve hala yaşamakta olan zamanın babalarına da yöneltilen bir soruydu.
O masum çocuğu, o küçücük kızcağızı, o şipşirin yavrucağazı, hangi suçundan dolayı öldürdünüz?
Bu soru, kulak verilip duyulduğu, düşünülüp anlaşıldığı zaman taşlaşmış kalpleri parçalayacak ve insani hasletleri bir ya­nardağ patlaması gibi günyüzüne çıkaracak bir sorudur.
Nitekim kadınların aşağılandığı, bir mal gibi satıldığı, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü böyle bir ortam­da Resulullah (s.a.v.)'in rahmetli tebliğiyle gündeme gelen İslam, bu İlahi mesaja teslim olan kadınlar için uzun yıllar aydınlık ve onurlu bir dönem başlatmıştır. Ne yazık ki tari­hi süreç içersinde bu aydınlık anlayışta da bazı kısmi gölgelenmeler, bazı yozlaşmalar olmuştur.
İslam'ın aydınlık dönemiyle müşerref olmayan ve İs­lam'la yeterince tanışmayan Batı dünyasında ise yakın tari­he kadar kadının konumunda önemli bir değişiklik olma­mıştır. Yakın tarihe kadar kadınlara ikinci, üçüncü sınıf bir canlı, bir mal gözüyle bakan, kadınların bir insan olup olmadıklarını tartışan Batı dünyası, Amerika'nın keşfinden çok uzun yıllar sonra kadının da insan olduğunu keşfede bilmişlerdir.
Nitekim günümüzdeki modern kadın anlayışı, yakın tarihte insan olduğu anlaşılan lakin yanlış tanımlanan Batı kadınının, şeytani restoreye uğramış son seklidir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Yakın geçmişten günümüze modern kadın anlayışı

Yakın geçmişten günümüze modern kadın anlayışı

Kadının toplumsal statüsü, 19. yüzyıldaki sanayi dev­rimiyle değişmeye başlamıştır. Bu zamana kadar sokak ve meydanlara davet edilmeyen kadınlar, sanayi devriminin yaygınlaşmaya başladığı dönemlerde evlerinden çıkmaya ve seslerini duyurmaya başlamışlardır.
Acaba bunun nedeni neydi?
Kadınlar yeni yeni mi uyanmaya başlamıştı?
Yoksa bu uyanış kadınlardan değil de, kadınların dı­şındaki bazı çevrelerden mi kaynaklanıyordu?
Meseleyi kendi dönemine ve dönemin gelişen şartla­rına göre değerlendirdiğimiz zaman bu uyanışın kadınlar­dan değil, kadınları kullanmak isteyen dış çevrelerden kay­naklandığını görmemiz zor değildir. Kadınları, kadın hakları adına sokaklara ve fabrikalara davet eden bu çev­reler, hiç şüphesiz ki bu daveti kadınlara bir değer verdik­leri veya kadınları kadın olarak önemsedikleri için yapma­mışlardır. Bu çevreler için önemli olan sanayi ve teknoloji putunun yücelmesi, üretimin artması ve kapitalist kasaların dolmasıdır.
Sanayi devrimiyle birlikte ferdi üretimden, toplu üre­timlere hızlı bir geçiş başlamıştır. Toplu üretimlerin bellibaşlı sahipleri olan kapitalistler, makina ve fabrikalarla birtikte, bu fabrikalarda çalışacak çok sayıda işçilere de gerek duymuşlardır. Fabrikalarda çalışacak işçilerin, çok üstün vasıf veya becerilere sahip olmasına da gerek yoktu. Çün­kü üretimin maharet ve yetenek isteyen yönünü, zaten makinalar yapmaya başlamıştı. İşçilerin fonksiyonu ise bu makinalara yardımcı olmak, makinaların çalışmasını sağla­maktı. Dolayısıyla işçinin vasıflı veya yetenekli olmasından ziyade, ucuz olması önemliydi, Bu konuda sadece erkek işçilere yönelinse, yapılacak iş ne kadar basit olursa olsun, aile sahibi olan erkeğe yine de asgari bir ücret verilecekti. Şeytani zihniyete paralel olan kapitalist zihniyet için, bu durum tabi ki cazip değildi. Çünkü böyle bir durum, kapi­talistlerin fabrikasında çalışacak olan bir erkeğe, bu erke­ğin bakmakla yükümlü olduğu 3-4 kişinin nafakasını ver­mek demekti'..
Oysa böyle olmamalıydı, bir kişinin emeğine karşılık, 3-4 kişinin nafakası verilmemeliydi!. Kapitalist sermaye,
bir kişiye nafaka veriyorsa, bu kişinin emeğini mutla­ka ve mutlaka almalıydı. Daha açık bir ifadeyle yetişkin olan herkes, kendi nafakasına karşılık kendi emeğini, ken­di işgücünü sunmalıydı! Evlerde oturan, ev ve aile işleriyle uğraşan, nafaka için kocasının (ka­pitaliste göre kendisinin) eline bakan kadınlar, kapitalistler için bir hazıryiyici idi. Kapitalistlerin üretimine hiçbir katkı­ları bulunmamasına rağmen, kapitalistlerin verdiği nafaka­yı yiyorlardı!.
Evlerin kapıları çalınmalı ve evlerde oturan bu hazır yiyiciler fabrikalara, üretim dünyasına davet edilmeliydi, Ve kapılar çalındı.. Ve kadınlar önce pencerelerden bakmaya, kapılanı çalan bu adamı tanımaya çalıştılar. Bu adam,
kocalarının patronuydu, zengin ve saygıdeğer bir in­sandı!.
Hemen kapılara yöneldiler, bu saygıdeğer işverenin neden geldiğini sormak ve bu kutlu nedeni öğrenmek istediler!. Fakat kapıları açtıklan zaman, kapıda saygıdeğer patronu değil, bu patronun uşakları olan yazarları, düşü­nürleri, sanat adamlarını gördüler. Hepsi birden ağzını aç­mış ve hepsi birden konuşmaya başlamışlardı.
“Sayın hanımefendi!. Yıllarca ezilmekten, evlere hapsolunmaktan daha bıkmadınız mı?”
“Erkeklerin bu sömürüsüne daha ne kadar katlana­caksınız?”
“Bunca ağır ev işlerini yapmanıza rağmen sizlere de­ğer veriliyor mu?”
“Sizin erkeklerden neyiniz eksik, niye ikinci üçüncü sınıf insan muamelesine razı oluyorsunuz?”
“Erkeklerle eşit olduğunuzu ispatlamanır ve hakları­nızı almanın zamanı gelmedi mi?”
“Uyanın.. Uyanın ey kadınlar!.”
Şaşırmışlardı!.
Ne diyordu, ne demek istiyordu bunlar?
Gerçi söyledikleri de doğru şeylerdi!. Erkeklerin otori­tesi altında yaşadıkları bir gerçekti. Evin bütün işlerini yapmalarına, çocuklarına bakmalanna rağmen kocalanna bir türlü yaranamıyorlar, onların birçok hakaretleriyle karşılaşı­yorlardı.
Kocalarından yedikleri dayaklarla kafası patlamış, gözleri morarmış olanlar, korku ve umudla sordular.
İyi ama nasıl, nasıl olacak bu?
Bekledikleri ve istedikleri soruyla karşılaşan kapıdaki­ler, hepbir ağızdan tekrar konuşmaya başladılar.
Kocalarınızın despot hakimiyeti, kocalarınızın eko­nomik gücünden kaynaklanıyor, Kocalarınıza ekonomik bağımlılık ile özgür olamazsınız.
Bir an önce çalışma hayatına atılmanız ve ekono­mik özgürlüğünüzü kazanmanız gerekir.
Erkeklerin yaptığı birçok işi, sizler de yapabilirsiniz..
Kadınlar yine birbirlerine bakmaya başladılar. Arala­rından bazıları “Bizler kadınız, utanırız, korumamız gere­ken bir iffetimiz, bir namusumuz var!” diyecek oldular. Ka­pıdakiler ise soruyu duymadan cevabı hazırlamışlardı.
Namus ve utanmak da ne demek? Namuslu ve uta­nan bir köle kalacağınıza, ıhım, şey bir özgür olun. Ve kadınlar bu propaganda şaşkınlığı ile sokaklara çıkmaya, kapitalist düzende yerlerini almaya başladılar. Müslü­manlar bütün meşru işlerine “Allah'ın adıyla” başlamalana karşın, bu zavallı kadınlar meşru veya gayrimeşru bütün işlerine “Kadın haklan ve eşitlik adıyla” başlar oldular!. Kadınların fabrikalarda ve değişik üretim sahalarında yer almalan, kapitalistler için iki önemli menfaat sağlamıştı. Bunlardan birisi iş gücünün fazlalaşması, diğeri ise erkeğe rakip olarak çıkan ve daha ucuza çalışmaya talip olan kadının, erkeğin işgücü değerini düşünmesiydi.
Kadını böylesi bir kalkış noktası ile kullanan kapitalist mantığın, kadın hakları konusunda ne derece dürüst ve samimi olduğu ise, kadınları getirdiği noktadan bellidir!. Meşhur bir mankene, büyük bir işveren durumuna gelen kadına, üç-beş kadın sanatçıya bakarak, sakın ola ki “İşte öz­gür kadın bu” demeyin!. Çünkü bütün bunlar, çağdaş özgür kadının kitlesel değil, istisnai bir durumudur. Yüzbinlerde bir kadın bu konuma ulaşırken, kitleleri oluşturan kadınlar ise bambaşka bir konumdadır.
Özgür denilen kadın kitlesi, kadınlıkla ve hanımefendilikle ilgisi olmayan ilimleri öğrenmek için yıllarca okula giden ve bir masada iki bük­lüm, evlerine gelince dört ipüklüm çalışan kadınlardan oluşuyordu!.
Özgür denilen kadın kitlesi, kendi evinin hizmetçimi olmaya isyan edip, yüzlerce eve hizmetçiliğe giden kadınlardan oluşuyordu!. özgür denilen kadın kitlesi, kendi çocuğunu komşuya bırakıp, başkalannın çocuk­larına bakıcılığa giden kadınlardan oluşuyordu!.
Özgür denilen kadın kitlesi, evindeki bir erkeğe üstünlük sağlamak için, yazıhane­lerde, dükkanlarda, işyerlerinde, pavyonlarda binlerce er­kek tarafından aşağılanan, kullanılan kadınlardan oluşuyor­du!.
Özgür denilen kadın kitlesi, manken veya artist olabilmek için evinden kaçan ve kaderin değil, kapitalist düzenin binbir cilvesi ile pzv.. sermayesi olan kadınlardan oluşuyordu!.
Kitleleri oluşturan kadınlar, böyle bir özgürlüğe ula­şan kadınlardı!. Artık erkeğin karşısında boyunlannı bükmeden oturabilecekler, zorba erkeklere karşı özgür ve eşit olduklarını söyleyebileceklerdi!.
Nitekim, sabahın alacakaranlığında elinde sefertasi ile otobüs bekleyen, otobüsteki sarsıntı ve sarkıntı ile fabrikaya giden, bütün bir gün makina ve, erkek homurtuları altında çalışan, yorgunluktan şaşkına dönen vücudunu itlip-kakılan kalabalıklar arasından eve taşıyan, bir günde yapması gereken ev işlerini iki-üç saatte bitirme telaşıyla çırpınan, sofrayı toplayıp, bulaşıkları yıkadıktan sonra kocası­nın karşısına oturan, bacak bacak üstüne atabilmek için iki eliyle kaldırma­ya çalıştığı bacağını, öteki ayağının üstüne koyan kadın, gözlerini açmaya, dilini konuşmaya zorluyarak kocasına “Ben artık özgür bir kadınım” diyordu!.
Bu zavallı kadın, acaba haklı mıydı?
Özgürlük bu muydu ve o özür müydü?
Sorusuna cevap aramak için bir haline, bir kocasına baktı!. Kocası ise bir eliyle karısının maaşını çerez olarak yerken, diğer elini ona uzatarak beklediği cevabı gayet açık bir lisanla ifade ediyordu.
Bana bak kadın! Haddini bil. Kaç para maaş aldı­ğın belli. Hem çalışan kadın yalnız sen değilsin. Vururum şeyine bir tekme, başka bir çalışan kadın alınm haa!.
Doğruydu kocasının söyledikleri!. Patrona cilve yap­madığı için maaşı gerçekten azdı. Ayrıca çalışan kadın sadece kendisi değildi ki! Eşitlik ve özgürlük adına çalışan ve çalışmaya talip olan yüzbinlerce kadın yok muydu?
Sustu..
Modem ve çağdaş kadının açık bir sembolü olabil­mek için doğrulmaya, yediği kazıklarla dik durmaya çalıştı!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Islam gerçeğinde kadın

Islam gerçeğinde kadın

Halk arasında kadınların ne yapacağına erkekler ka­rar verir şeklinde bir anlayış vardır. Meseleye erkeksi bir asabiyetle yaklaşanların yaygınlaştırdıkları bu anlayış, genel olarak yadırganmayan ve kabul gören bir anlayış. Nitekim bu anlayışın tesirinde kalan bazı müslümanlar, aynı hadisenin İslam'da da olduğunu zannederek “Kadının fıkhını kocası belirler” gibi bir ifadeyi sahiplenebilmektedirler!.
Mümine bir kadının öncelikle kulluk bu genel ifade, hiç şüphesiz ki Kur'an-ı Kerim’e göre kabul veya tasdik edeceğimiz bir ifade değildir. Çünkü kulluk fıkhını belirleyeci merci, Eab olma vasfına sahip bir mercidir. Kocaların ise kadınları üzerinde kesinlik böyle bir vasıfları yoktur. Kadınların asli fıkhını belirleme yetkisi, pengamber dahi olsa erkeklere verilmeyen bir yetkidir. Kadını ve erkeği yaratan Rabbimiz, erkeğin asli hukukunu kendisi belirlediği gibi kadının asli hukukunu dakendisi belirlemektedir.
“Kadınlar konusunda senden fetva isterler, De ki; Onlara ilişkin fetvayı size Allah veriyor. (Bu feva). Kendilerine yazılan (hakları veya mirası) vermediğiniz ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz yetim kadınlar ve zayıf çocuklar (hakkında) ile yetimlere karşı adalrti ayakta tutmanız konusunda size Kitab’ta okunmakta olanlar. Hayır adına her ne yaparsanız, şüphesiz Allah onu bilir.”
Kadınların fıkhını erkeklerin veya erkeklerin fıkhını kadınların belirlemesi hadisesine, erkeklik veya kadınlık asabiyetinin karışmaması söz konusu değildir. Bu fıkhı be­lirleyecek olan erkekler, İlahi vahyin disipline ettiği pey­gamberler dahi olsa, kadınlık asabiyetiyle buna karşı çıkılabilecek ve peygamberlerine dönerek “Sen erkek olduğun için böyle fetva veriyorsun” diyenler veya böyle bir şüphe­yi kara bir gölge gibi kalplerinde taşıyanlar olabilecektir. İşte insan fıtratıyla ilgili bütün bu gerçekleri, bu zafiyetleri hakkıyla bilen ve gerçek adalet sahibi olan Rabbimiz, kadınların fıkhıla ilgili hükümleri kendisi vazetmektedir.
Kadının fıkhını erkeklere bırakmayan, insani düzlemde kadın ve erkeği birbirinden ayn, bir­birinden farklı görmeyen İslam, kadının konumunu, misyo­nunu, hakkini ve değerini de, kadının kendi gerçeklik düzleminde tanımlamaktadır. Mesela kadının anne olması ve annelik lisyonunu üstlenmesi, kendi gerçeklik düzleminde kazabileceği yüce ve kutsal bir makamdır. Ne var ki kadının analık makamına ulaşması böylesine yüce bir eylem olmasına rağmen, bilhassa erkekler tarafından ol­dukça küçumsenmiş ve hor görülmüştür!.
Her kutsal, her yüce eyleme kendilerini layık gören erkek zihni­yeti, ulaşamayacakları bu analık makamını ne yazık ki küçümsemeyi yeğlemişlerdir. Bu erkeksi propagandanın tesi­rinde kalal kadınılar ise, analığı kendileri de küçümseyerek analık misyonundan uzaklaşmaya ve kendilerine değer kazandıracak daha başka eylemlere yönelmeye başlamışlardır. Hakim erkek anlayışı tarafından belirlenen diğer de­ğerli eylemler ise, genellikle erkeklere özgü düzlemlerde gerçekleştirilen eylemler olduğu için, bu düzlemlerdeki ey­lemlerde doğal bir geri kalmışlığa itilmişlerdir!. Erkeklere özgü düzlemlerde mücadele veren kadınların bu mücadelesi, hiç şüphesiz ki altın madalya için erkeklerle yaptıklan bir mücadeleden ziyade, gümüş madalya için kendi arala­rında yaptıkları bir mücadele görünümündedir.
İşte kadınlara değer veren İlahi vahiy, kadınların de­ğer kazanabileceği düzlemi, kadınlara özgü bir düzlem ola­rak sunmakta ve analığa gerçek değeri vererek, kadınlan öncelikle bu makam ile onurlandırmaktadır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerimede, analığın önemine şöyle işaret edil­mektedir.
“Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikte) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır...”
Kadınlara özgü hamilelik ve doğum hadisesinin, ka­dınlar için zorluklarla ve güçlüklerle dolu bir eylem olması­nı dileyen şanı yüce Rabbimiz, hiç şüphesiz ki güçlüklerle dolu bu hadise ile kadınların karşılığı olmayan bir eziyet görmelerini değil, bu zorluk ve güçlüklerin fevkinde olan bir makama, kutsal ve değerli olan analık makamına ulaşmalarını dilemiştir.
Analığa gerçek değeri veren ve bir dünya görüşü, bir yaşam biçimi olan İslam'a göre, bazı fiiller ferdi olarak gözükse de, bunlar genel bir insanlık düzleminde değerlendi­rilir. Mesela bir insan hırsızlık yaptığı zaman, yüzbinlerce insandan sadece bir insan hırsızlık yapmış denilerek, bu eylem küçümsenmez. Bütün bir insanlığın hırsızlık yapması halinde karşılaşılacak durum ne kadar vahim ise, tek bir hırsızlık eylemine de aynı vehametle yaklaşılır. Çünkü böy­le yaklaşılmadığı zaman, tek bir fertte görülen eylemin bü­tün bir topluma yansıması ve bütün bir toplumda yaygın­laşması söz konusudur. Dolayısıyla meseleyi böylesi bir genel düzlemde ele alan bu toplumsal bakış, bir insanı öl­dürmek veya dirilmesine, diri kalmasına vesile olmak vakı­asını da aynı düzlemde değerlendirir. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime, bu genel yaklaşımı şöyle ifade etmektedir.
“Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık kim bir nef­si, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldür­müş gibi olur. Kim de onu diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, peygamberlerimiz onlara apaçık belge­lerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.”
Bir insanı öldüren bütün bir insanlığı öldürmüş gibi, bir insanı dirilten bütün bir insanlığı diriltmiş gibi olacağına göre, bu İlahi prensip istikametinde anneler hakkında da gayet açık bir ifadeyle “Bir insanı doğuran, bütün bir insanlığı doğurmuş gibidir!” diyebiliriz.
Bütün bir insanlığı doğurmak!.
Bu ifade, analar ve analık için mübalağalı bir ifade değildir. Analar gerçekten bütün bir insanlığı rahimlerinde taşıyan, bütün bir insanlığın doğum sancısını çeken, bütün bir insanlığı doğuran, bütün bir insanlığı sütleriyle besleyen, bütün bir insanlığın altını temizleyen, bütün bir insanlığı yetiştiren insanlardır..
Mü'min ve müslim anneler ise, bu genellemenin daha özel ve daha yüce bir tanımına muhataptırlar. Çünkü doğurduğu evladını İslam terbiyesi ile büyüten ve onu güzel bir müslüman olarak yetiştiren mümine bir anne, bütün müslürnanlan doğuran, bütün müslümanları yetiştiren bir anne gibidir. Dolayısıyla herhangi bir müslümanın, diğer müslüman kardeşi­nin annesine “Anne” demesi, hem saygıyı ve hem de bu gerçeği ifade etmektedir.
İslam'ın açıkça ortaya koyduğu bu gerçek ise, akıl ve insaf sahibi bütün erkeklerin gıpta edecekleri bir makamı sadece kadınlara veren ve bu makam ile sade­ce kadınlan onurlandıran bîr gerçektir.
Erkeklere özgü bazı düzlemlerde kadınların erkeklerle yarışması mümkün olmadığı gibi, kadınlara özgü böylesi düzlemlerde de erkeklerin kadınlarla yarışması, yarışabil­mesi mümkün değildir. İnsani düzlemde kadın erkek ayırı­mı yapmayan ve bütün insanlar hayırlarda yarışmaya teş­vik eden İslam, cinsi özelliklerin önem kazandığı düzlemlerde ise bu ayırımı dikkate almakta ve kadınları, kendi gerçeklik düzlemlerinde yanşmaya, kendilerine özgü bu düzlemde değer kazanmaya davet etmektedir. Nitekim kadınların gerçek değerlerini kazandıkları, kazanabildikleri düzlemler, İslam'ın kadınları davet ettiği ve kadınlan onur­landırdığı kendilerine özgü düzlemlerdir.
Kadınlar İslam'ın öngördüğü bu düzlemlerde gerçek kimliklerini bulabilecekler ve bu düzlemlerde değer kazanabileceklerdir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
çocukluk ve genç kızlık çağları

çocukluk ve genç kızlık çağları

İslam gerçeğinde kadını değerlendirirken, öncelikle kadının çocukluğundan başlayıp, genç kızlık dönemine uluşıncaya kadar ki seyrini genel hatları ile ver­memiz gerekecektir. İslam'a ve İslam'a teslim olan müslümanlara göre kız evlada bakış nedir ve bu kız çocuğu nasıl yetiştirilir gibi sorular, konuyla ilgili cevaplamamız gereken sorulardır.

Kız Evlada Bakış

Daha önce de belirttiğimiz gibi kadının önemsenme­diği eski cahiliyelerde, erkek evlada sahip olmak bir onur ve gurur vesilesi olurken, kız evlada sahip olmak ise yüz kızartıcı bir durum kabul ediliyordu. Kız evlada sahip olmayı bir utanç vesilesi kabul eden bu zihniyet, Kur'an-ı Kerim'de şöyle beyan edilmektedir.
“Oysa onlardan biri, O Rahman (olan Allah) için ver­diği örnek ve (kız çocuğunun doğumuyla) müjdelendiği za­man, yüzü simsiyah kesilmiş olarak kahrından yutkundukça yutkunuyor.”
Nitekim bu utanç dolayısıyle birçok kız çocuğu diri diri toprağa gömülüyor, yetişkin kadınlara satın alınabile­cek bir mal, bir meta gözüyle bakılıyordu. Böyle bir çağda inmeye başlayan İlahi vahiy, her zulme olduğu gibi bu zulüme de karşı çıkmış ve bu olaydaki korkunç cehaleti, vicdanları sarsacak bir üslupla gündeme getirerek hakkı tesis etmiştir.
İslam öncesi cahiliyeyi dikkate alan bazı kimseler “İs­lam, kadın hakları meselesine tedrici bir şekilde değinmiş, cahili anlayışı ve muhtemel tepkiyi dikkate alarak kadını olması gereken yere değil, cahiliyedeki konumundan biraz daha iyi bir konuma getirmiştir” diyorlar!. Böyle bir anlayı­şa katılmamız tabi ki mümkün değildir. İslam'ın bazı mese­lelere tedrici bir şekilde yaklaştığı doğrudur. Ancak şu hu­susun dikkate alınması gerekir ki, İslam tedrici olarak yaklaştığı meselelerde dahi, o meseleyi yarım bırakmamış, söz konusu meseleyi kamil bir noktaya ulaştırmıştır. Bu­nun aksini düşünmek, İlahi vahye veya diğer bir deyişle Kur'an-ı Kerime noksanlık nisbet etmek olacaktır. Halbuki İlahi vahyin bitiminde kadına verilen yer ve kadının tanımı, kamil noktaya ulaşmış bir yer ve bir tanımdır.
İslami anlayış, evlad meselesinde kız erkek ayırımı yapmamış ve her ikisine de gerçek değerini vermiştir. Mesela İslam öncesi cahili anlayışa göre, soyun devam etmesi, sadece erkek evlad ile gerçekleşen bir olaydı!. Nitekim erkek evladları ölen ve sadece kız evladlara sahip olan Resulullah (s.a.v.)'e, bu cahili anlayış tarafından “Ebter (soyu kesik)” deniliyordu. İlahi vahiy ise bu cahili anlayışı tekzip ederek, soyun kız evlad ile de süreceğine işaret etmiştir.
“Doğrusu, asıl ebter (soyu kesik) olan (sen değil) sana kin duyandır.”
İki veya üç kız çocuğuna sahip olup da, bunlan İslam terbiyesi üzere büyüten ve evlendiren anne babaların muhtelif hadis-i şeriflerde müjdelenmesi, İslam'da kız evladlara verilen özel değerin bir başka ifadesidir.


Yetiştirme

Kız evladlarının yetiştirilmesiyle ilgili olarak Resulullah (s.a.v.)'in sünnetinde örnekler olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'de de örnekler bulunmaktadır. Bu örneklerden en açık olanı, Hz. Meryem validemizle ilgili olanıdır. Hz. Meryem validemizle ilgili örneği kavrayabilmemiz için, öncelikle aşağıdaki ayet-i kerimeleri dikkate almamız gerekecektir.
“Hani İmran'ın karısı: Rabbim karnımda olanı, 'her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak' Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten, bilen Sen'sin Sen. demişti.” “Fakat onu doğurduğunda Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken dedi ki; Rabbim, doğrusu onu bir kız doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adım koydum. Ben onu ve soyunu o taşa tutulmuş şeytandan Sana sı­ğındırırım.” “Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi Zekeriyyayıda da ona sorum­lu kıldı. Zekeriyya, ne zaman mihraba girdiyse, yanında bir yiyecek buldu: Meryem, sana nerden bu? deyince, Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız nzık ve­rendir dedi”
Bu ayet-i kerimelerde Allah'a adanan Hz. Meryem'in, Allah tarafından nasıl ve ne şekilde yetiştirildiğine açıklık getirilmektedir. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), kendisi­ne adanan Hz. Meryem'i, nasıl yetiştirdiğini şu kısacık cümle ile ifade etmektedir.
Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Tabi ki kısa olmasına rağmen, uzun uzun düşünme­miz gereken bir ifadedir bu.
Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Bitkilerle insanları mukayese ettiğimiz zaman, karşımıza çıkan en belirgin farklılık, ikisi arasındaki hareket farklılığıdır. Hareket etme ve yürüme istidadında olan insanlar, ihtiyaçlarının kendilerine gelmesini bekle­mekten ziyade, ihtiyaçlarına doğru yürürler. Bitkilerde ise bu özellik yoktur. Toprağa kök salan ve kök saldığı yere bağımlı olan bir bitki, ihtiyaçlarına doğru serbestçe hareket etme yeteneğine sahip değildir. İhtiyacı olan suyu, kökleri­nin bulunduğu ve köklerinin uzanabileceği kendi yerinde, kendi toprağında arar. Susuzluktan kurusa dahi, yüz metre ilersindeki bir su kaynağına yürüyerek veya köklerini dışa­rıya çıkarıp yuvarlanarak gitmez, gidemez. Çünkü kendisi­nin sevdalandığı ve kendisi için vazgeçilmez olan ilk şey topraktır. Bu sevda ile toprağa köklerini salmış, bu sevda kökleri ile dik, dimdik durabilmiştir. Suya olan ihtiyacından dolayı topraktan kopması, köklerini dışarıya vurması, hiç şüphesiz ki dikliğini, doğruluğunu ve onurunu kaybetmesi demektir.
Bu nedenle kopmaz, kopamaz sımsıkı bağlandığı topraktan. Toprağı sev­da ile kucaklayan kökleri, susuzluktan kuruma pahasına da olsa bu sevdaya ihanet etmez. Kendilerini dosdoğru kılan bir sevdalı onurla yaşadıklan gibi, aynı sevdalı onurla ölür­ler. Nitekim “Ağaçlar ayakta ölür” onurlu ifadesinin, ger­çek kahramanları bunlardır.
Bu kahramanlar, ölürken değil, yaşarken bile ayakta olamayan insanlara açık, apaçık mesajlar vermektedirler.
Bu kahramanlar, “Allah'ın ipine sımsıkı nasıl tutunacağız, nasıl tutunmamız gerekir?” diye soran tüm müslümanlara, bu onurlu halleriyle cevap vermekte ve onlara “Bizim gibi, bizim top­rağı tuttuğumuz gibi” demektedirler.
İşte kök saldıkları toprakta sessiz ve sakin bir şekilde varlıklarını sürdüren bitkilerin, ağaçlann böylesine onurlu bir hali, böylesine onurlu bir kimlikleri vardır. Toprağa, havaya ve güneşe olan ihtiyaçları gibi, suya da ihtiyaçları olmasına rağmen, bu ihtiyaçları onları isyana değil, tevek­küle ve sabıra davet etmektedir. Bulunduklan yerde sebat göstererek, Allah'ı zikredip ve Allah'a tevekkül ederek, sa­dece Allah'tan beklemektedirler.
İşte Hz. Meryem böyle olduğu gibi, Hz. Meryem'in yetiştirilişi de böyleydi. Şanı yüce Rabbimiz Hz. Meryem validemizi “Güzel bir bitki gibi yetiştirdiğini” beyan ederken, ayet-i kerimede verilen bitki Örneği, Kur'an-ı Kerim çerçevesinde düşünüldükçe hikmet­leri anlaşılabilecek bir örnektir.
Kur'an-ı Kerim'i ve Sünnetullah'ı dikkate alan bütün anne ve babalann da, Rabbimizin verdiği bu hikmetli ör­neği idrak ederek kız çocuklannı narin ve nadide bir çiçek gibi yetiştirmeleri gerekmektedir. Çünkü kızlara ve kadınlara yakışan, kabalık veya hoyratlık değil, incelik ve nezakettir. Erkeklerdeki bazı sert ve katı tavırlar, erkeklere bi nebze yakışsa dahi, böylesi tavırlar kızlara yakışmaz. Büyü­dükleri ve evlendikleri zaman, yeni nesillerin mürebbiyeesi durumuna gelecek olan kız çocuklanndan yeni nesilleri na­sıl yetiştirmelerini bekliyorsak, onlan aynı şekilde yetiştir­memiz gerekmektedir.
Ananın mürebbiyeliği ise, hiç şüphesiz ki şefkat, merhamet ve nezaket düzle­minde gerçekleştirilen bir mürebbiyelik olmalıdır. Nitekim Resulullah (s.a.v.)'in kız çocuklannı nasıl yetiştirdiğini dikkate alırsak, bu yetiştirmedeki şefkat, merhamet ve neza­ket örneklerini müşahhas bir şekilde görebilmemiz müm­kün olacaktır.
Eğitim Kız çocuklarının eğitimi, dini meseleleri öğrenme ve öğretme hususlannda erkek çocuklarından pek farklı değil­dir Müslüman bir ailede hem erkek ve hem de kız çocuk­larına anlayış seviyelerine göre İslami gerçekler anlatılmak­ta çocuklann anlayabileceği örneklerle İslam'ın temel meselelerine açıklık getirilmektedir. Çocuklar amel etme çağma geldikleri zaman ise çocuklann amelle ilgili gene. fıkıhları anne ve baba tarafından izah edilmekle birlikte, biz çocuklarının kendilerine özgü farklı fıkıhları, özellikle anne­leri tarafından kızlarına iletilmektedir.
Kız çocuklarının yetiştirilmesinde annelerin dikkate alacağı diğer önemli mesele ise, kız çocuklarını bir evhanımı olarak yetiştirmeleridir.
Okumak, öğrenmek, ilim tahsil etmek, çok önemli eylemler olmasına rağ­men, bütün bu eylemler, bir kızın veya bir kadının ev işle­rini öğrenmesine ve yapmasına engel olmamalıdır.
Ne kadar okumuş olursa olsun, para kazanamayan, evinin geçimini temin edemeyen bir erkek, müslüman bir aile için genelde tercih edilebile­cek bir erkek olmadığı gibi, ne kadar okumuş olursa olsun, ev işlerini bilmeyen, bunları yürütemeyecek olan bir kadın da, yine müslüman bir aile için genel olarak tercih edilebilecek bir kadın değildir.
Dolayısıyla İslam toplumu için müslüman bir aile ne kadar gerekli ise, müslüman bir aile için de, evinin geçimi­ni temin edebilen bir baba ve evin işlerini yürütebilen bir anne o kadar gereklidir.
Kız çocuklarının yetiştirilmesinde önemle üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise, kız çocuklarına na­mus ve iffet bilincinin verilmesidir.
İffet, kadınlar için kazanılan değil, korunan bir haslet­tir. Bu değer kadının yaratılışında vardır. Dolayısıyla kız çocuklanna bu iffet şuurunun verilmesi ve bu iffeti özenle korumaya teşvik edilmeleri gerekmektedir. “Nasıl olsa ço­cuktur” diyerek kız çocukla çıplaklığa ve çıplaklık kültü­rüne yönelten anne ve babalann, ilerleyen yaşlarda çocuk­larına iffet ve utanma duygularını vermeleri oldukça zordur. Nitekim böylesi ailelerde yetişip, çıplaklığı doğal bir kültür olarak algılayan ve bu çıplaklık kültürü ile namus ve iffetini yitiren nice kızlar bulunmaktadır!.
Cahiliye döneminde bazı kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüklerini söylemiştik. Fakat hiç şüpheniz olmasın ki yaşadığımız çağda ailesi tarafından çıplaklığa, ah­laksızlığa ve küfre saptırılan birçok kız çocuğu. İlahi hesap gününde babaları tarafından diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının tertemiz yüzlerine bakacaklar ve gözlerindeki dehşetli öfke ile kendi anne babalanna dönerek, onlara şöyle haykıracaklardır.
Keşke bizleri diri diri çirkefe gömeceğinize, diri diri toprağa gömseydiniz!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Tesettür

Tesettür

İslam'ın, müslüman kadınlar için öncelikli emirlerin­den olan tesettür, şeytan ve dostlarını en çok rahatsız eden meselelerden birisidir. Rahatsızlık duydukları husus, mümine bir kadının örtünmesinden ziyade bu eylemin di­ğer kadınlar arasında da yaygınlaşması ve diğer kadınların da, gerçek kadınlık değerlerini farkederek örtünmeye mey­letmeleridir. Tabi ki bu duruma pek tahammülleri yoktur.
Çünkü serbestlik adına, kadını çıplak bir şekilde gör­mek istemektedirler.
Çünkü ekonomi adına, kadının çıplaklığını kullanmak istemektedirler.
Çünkü cömertlik adına, kadının vücudundan fayda­lanmak istemektedirler.
Nitekim mü'min bir kadın için problem olmayan bu tesettür eylemi, şeytani zihniyete sahip böylesi kimseler için başlı başına bir problem olmaktadır. Çırılçıplak gezen­lerden rahatsız olmayan ve onların bu halini nefsani bir tebessümle karşılayan bu zihniyet, örtülü bir kadın gördükle­ri zaman sinirli bir telaşla konuşmaya başlamaktadırlar.“Kızım niye öcü gibi kapanıyorsunuz?”
“Bu yaşta niye örtünüyorsunuz. Gençliğinize yazık değil mi?”
Örtünmeyi, gençliğe yazık etmek olarak algılayan bu zihniyete göre, gençliği yazık etmemek için ne yapılacağı bellidir!. Nitekim bu anlayışa göre, soyunup dökünen, er­keklerin malı ve maskarası olan Birigitte Bardot, gençliği­ne yazık etmeyen mümtaz kadınlardan birisidir!.
Oysa vücudunu yani etini teşhir ve takdim ederek belli bir servet biriktiren ve bu servetini köpeklere vakfe­den Birigitte Bardot, gençliğine, kimlik ve kişiliğine yazık etmemiş midir?
Etini satarak kazandığı parayı köpeklere vererek, gerçek düzlemde etini, kimliğini, namus ve onurunu sokak köpeklerine vakfetmemiş midir?
İnsana ve insanlığa değer veren İslam, kadınlara da gerçek düzlemde değer vermekte ve kadınların bu değere sahip çıkabilmeleri için mutlaka ve mutlaka örtünmeleri gerektiğini beyan etmektedir.
“Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadın­larına dış elbiselerinden (cilbablanndan) üstlerine giymelerini söyle; onların (iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyen­dir.”
Tesettür hadisesini hangi boyuttan değerlendirirsek değerlendirelim, güzel ve hikmetli gerçeklerle karşılaşma­mız mümkündür. Oldukça güncel olan “Kadınların neden örtünmesi gerekir?” sorusu, birçok boyuttan cevaplandınlabilecek bir sorudur. Biz bu nedenlerden sadece üç tanesine genel olarak değinebiliriz.
1- Fuhşiyatı Önlemek İçin

Bu başlığı gören bazı kimseler “Açık giyinen herkes ahlaksız mı? Açık giyinen herkes fuhuş mu yapıyor?” diyeceklerdir.
Elbetteki hayır!.
Moda denilen iğrenç büyünün etkisi altında kalarak açık giyinmelerine rağmen, kendi anlayışlarına göre olduk­ça namuslu, kendi anlayışlanna göre oldukça iffetli kadın­lar bulunmaktadır. Ancak şu hususun dikkate alınması gerekir ki, açık veya kapalı giyinmek, kişinin sadece kendi­sini veya kendi iç dünyasını ilgilendiren bir mesele değildir. Bu meselenin topluma dönük, topluma açık bir yönü bu­lunmaktadır. Dolayısıyla açık veya kapalı giyinmeyi, kadı­nın sadece kendisine, kendi anlayış ve yaklaşımına göre değil, bu kadınla karşı karşıya gelen, bu kadını gören top­luma göre de değerlendirmemiz gerekecektir.
Kadınla karşı karşıya gelen kesimi dikkate aldığımız zaman, ister istemez meselenin vehçesi değişecek ve kadının kendi dünyasına ve kendi bakışına göre pek mahsurlu gözükmeyen bu fiil, meselenin toplumsal boyutunda derin bir vehamet kazanacaktır. Çünkü içinde yaşadığımız top­lumda, erkeklerin ve erkeksi yaklaşımların bu meseleye na­sıl baktıktan ve açık giyinen bir kadın gördükleri zaman, bu kadınla ilgili olarak neler düşündükleri genel olarak bili­nen şeylerdir.
Bir kadın için açık veya kapalı giyinmek, kadın açısından önemli olmasa da, bu kadını gören erkekler açısından oldukça önemlidir.
“Efendim, bu benim için hiç önemli değildir. Ben herhangi bir kadının bacağını veya göğsünü gördüğüm zaman aklıma hiçbir cinsi tema gelmiyor” diyenler, ya doğru söyleyen birer hadım veya yalan söyleyen birer erkektirler. Çünkü herhangi bir erkek tarafından, bir kadının bacağı veya göğsü veya başka bir yerleri görüldüğü zaman bazı cinsi temaların akla gelmesi ve cinsi olarak kadının arzulanması, ahlaki değil fıtri bir olaydır!.. Fıtraten sağlıklı her erkek, cinsi görüntüsünü ön plana çıkaran veya cinsi özel­liklerini teşhir eden kadınlara karşı nötr değildir. Mesele­nin ahlaki etkinliği, bu fıtri isteği yoketme noktasında de­ğil, disipline alma veya engelleme noktasında kendisini gösterir. Mesela müslüman olduktan sonra birçok açık ka­dını görmelerine ve bazı cinsel görüntülerle ister istemez karşılaşmalarına rağmen zina yapmayan miiyonlarca erkek müslüman vardır. Zina yapmak bir yana, bu kadınlarla ra­hat sosyal ilişkilere bile girmeyen bu müslümanlara baka­rak “Bunlar kadınlardan etkilenmiyorlar, kadınlara karşı ol­dukça soğuklar..” diyemezsiniz. Çünkü müslüman olan bu erkekler ile, diğer erkekler arasında, fıtri bir farklılık yok­tur. Cinsel görüntülerle karşılaşan diğer erkekler nasıl etki­leniyorlarsa, müslüman erkekler de bir erkek olarak etki­lenmektedirler. Müslümanların zina yapmamalannın nedeni kadınlardan etkilenmemeleri değil, Allah korkusuy­la kendilerini bundan engellemeleridir.
Meseleyi diğer erkeklere göre değerlendirdiğimiz za­man, hiç şüphesiz ki karşılaştıkları birçok kadından etkilenmelerine rağmen, birçok kadınla cinsi ilişki arayışına girmeyen erkekler de bulunmaktadır. Bunun ahlaki veya sosyal nedenlerini ise şöyle sıralayabiliriz.
1- Kendi sosyal konumunu, saygınlığını ve itibarını düşünerek, girebileceği ilişkinin getireceği sonuçlardan çekinmek.
2- Karşılaştığı kadının, böyle bir riske değmeyeceğini düşünmek.
3- Olayın maddi faturasını, yüksek görmek.
4- İlişki arayışına girse bile, bu arayışta hiçbir şansı­nın bulunmadığını kabul etmek.
5- Kadının hastalıklı olabileceğinden çekinmek.
Bu maddeleri çok daha fazlalaştırmamız mümkün de­ğildir. Birkaç madde daha ilave edilse de, nedenler genel olarak bunlardır. Bazı erkeklerde bu maddelerden birkaç tanesi, birçok erkekte ise sadece bir tanesi bulunabilmekte­dir.
Ancak hiçbir şüpheniz olmasın ki, bir erkekte bu nedenlerin hepsi olsa da, bu nedenle­rin etkisi veya erkeği cinsi ilişki arayışından engelleyen keyfiyeti, karşılaşılan kadına göre değişmekte ve bütün bu nedenleri dikkate alan erkek, dayanamayacağı bir kadınla karşılaştığında bu nedenler delinebilmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İlahi olmayan belli prensiplere sahip olsalar dahi, her erkeği baştan çıkarabilecek bir kadın, her kadını baştan çıkarabilecek bir erkek bulunmaktadır.
Meseleyi müslümanlara göre değerlendirdiğimiz za­man, karşılaştıkları kadınla cinsi ilişki arayışına girmeyen müslümanlarda, yukarıda maddeler halinde saydığımız ne­denlerin fevkinde bir neden vardır.
Bu görkemli neden Allah korkusudur!.
Müslümanların sahip olduklan ve yaşadıkları bu ne­den, yukarıda saydığımız nedenler ile mukayese edileme­yecek muhteşem bir neden olmasına rağmen, evet, böylesine görkemli bir neden olmasına rağmen, yine de bazı olaylarda gözardı edilebilecek veya delinebilecek bir nedendir!.
“Hiç olur mu? Müslüman bir erkek hiç zina yapar mı?” demeyin!. Bütün müslüman erkekler, Allah korkusu ile zinaya yaklaşmaz, zinaya yaklaşamayabilirler. Zinaya yaklaşmama eylemine, Allah korkusu ile hepsi güç yetirebilirler.
Ancak zinaya yaklaşmışlarsa, bu meselede haddi aşarak iki üç adım ileriye girmiş­lerse, son noktadan geriye dönmeleri, fıtri ve nefsani arzu­larını gemleyebilmeleri çok zor bir hadisedir. Nitekim erkeğiyle kadınıyla insanı yaratan ve insanın cinsi arzularını ve bu arzulardaki zafiyetini hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, müslümanlara “Zina yapmamalarını” değil, “Zinaya yaklaşmamalarını” emretmektedir.
“Zinaya yaklaşmayın, şüphe yok, o 'çirkin bir hayasızlık' ve kötü bir yoldur.”
Zina yapmamanın tek mümkün yolu, ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi zinaya yaklaşmamaktır. Çünkü Allah korkusuyla zina yapmamaya değil, zinaya yaklaşmamaya güç yetirebiliriz. Herhangi bir müslümandaki Allah korku­su, o müslümanı zinaya yaklaşmaktan alıkoyamıyorsa, zina ile burun buruna geldikten sonra hiç alıkoyamayacaktır.
Müslüman kadının tesettür meselesinde, erkeklerin bu fıtri durumlanna açıklık getirmemiz, tabi ki meseleyi kendi mecrasından çıkarmamız değildir. Çünkü kadının te­settür meselesi, erkeklerle ilgili bir meseledir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kadının örtünüp örtünmemesi, sadece kadını ilgilendiren bir mesele değildir. Meselenin önemle dikkate alınması gereken toplumsal bir boyutu vardır. Ni­tekim İslam'daki tesettür emri de, meselenin bu toplumsal boyutu dikkate alınarak beyan edilen bir emirdir.
Herhangi bir kadın, erkekleri tahrik edecek bir açık­lıkta giyindikten sonra “Efendim, ben böyle giyiniyorum, bu kimseyi ilgilendirmez” diyebilir. Ancak onların böyle de­mesi, onların bu haliyle kimsenin ilgilenmeyeceği manası­na gelmez. Onların bu halini görenler, hiç şüpheleri olma­sın ki onların bu haliyle yakından ilgileneceklerdir.
Bazıları ıslık çalarak laf atacaklar, bazıları elleriyle sarkıntılık yapacaklar, bazılan cinsel ilişki arayışıyla tekliflerde bulunacaklar, bazıları ise zorla tecavüz edeceklerdir!..
Hiç olur mu demeyin, oluyor bütün bunlar!. Yaşadı­ğımız toplumda bu şekilde taciz edilen kadınlar, hiç şüphe­siz ki hepsi ahlaksız olan kadınlar değildir. Tecavüze uğra­dıktan sonra utanç dolu gözyaşıyla ifade veren kadınlar, ahlaki değerlerini henüz yitirmeyen kadınlardır. Fakat buna rağmen böylesi olaylara karşılaşabilmekte, yakın veya uzak çevresinden cinsi tacizlerle karşılaşabilmektedirler.
Peki, bu olaylarda sadece karşı taraf, sadece erkekler mi suçludur?
Bu suçun temel nedeni, fıtraten kadını arzulayan er­keğin gördükleriyle tahrik olması değil mi?
Bu olayda görüntüsüyle erkeği tahrik eden, hal ve hareketleriyle umudlandıran kadınların suçu yok mu?
İşte gözümüzün ve gönlümüzün nuru olan İslam bu meseleye iki yönlü yaklaşarak, hem erkeklere ve hem de kadınlara önemli uyanlarda bulunmaktadır. Zinaya yak­laşmayın buyruğuyla hem kadınları ve hem de erkekleri bu çirkin eylemden sakınmaya davet ederken, tesettür buyruğuyla da kadınlan mahrem yerlerini kapatacak kutsal bir örtüye, erkeklerin kendilerine şehvetle değil saygıyla bakacakları onurlu bir kimliğe davet etmektedir.
Herhangi bir toplumda fuhşiyatın önlenmesi, insanla­rı fuhşiyata götüren nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Fuhşiyatın kalkış noktasında ise tahrik vakıa­sı bulunmaktadır.
Bu tahrik vakıası, tahrik eden ve tahrik edilen taraflardan veya daha açık bir ifadeyle cinsi cazibesini açığa çıkaran kadınlardan ve bunlardan etkilenerek tahrik olan erkeklerden oluşmak­tadır. Tahrik vakıasının erkekler boyutundan çözümü, cinsi cazibesini açığa çıkaran kadınlara ya hiç bakmamaları, ya da hayalarım burdurarak erkekliklerini öldürmeleridir!.
Tabi ki ne istenen ve ne de yapılabilecek bir şeydir bu!.
Dolayısıyla tahrik vakıasının önüne edilebilmesi, tah­rik edici unsurun disipline edilmesiyle mümkündür. İşte bu noktada kadınların erkekleri tahrik edebilecek görüntüler­den sakınmaları ve çağdaş modanın teşhircilik akımından kendilerin kurtarmaları gerekmektedir.
Nitekim sağlıklı düşünen her onurlu kadın, meseleyi cahili toplumlardaki moda anlayışına göre değil, kendisine yani kendisinin asil kimliğine göre değerlendirdiği zaman aynı sonuca varabilecektir. Düşünmesini bilen ve onuruna düşkün her kadın, hakikat aynasının karşısına geçecek ve soracaktır kendi kendine.
“Tanımadığım kimselere, yabancı erkeklere bacakla­rımı veya göğüslerimi neden gösterecek, daracık elbiseler­le vücudumu neden teşhir edeceğim ki?”
“Orama, burama şehvetle bakılmasını istemediğime göre, oramı buramı neden açacağım ki?”
“Cinsi bir tacizle karşılaşmak istemediğime göre, cin­si bir tahrikte neden bulunacağım ki?”
“Ayrıca ben Allah'a inanıyorum. Allah'a inandığıma göre Allah'ın bu tertemiz emrine neden isyan edecek, ne­den karşı çıkacağım ki?”
İşte sorulması gereken bütün bu sorulara verilecek gerçekçi cevaplar, kadını tesettüre ve onurlu bir kimliğe götürecek cevaplardır. Bu cevaplar istikametinde kutlu bir örtüye girmek, onurlu bir kimliğe bürünmek, gayet doğal, gayet tabi bir davranış olacaktır bu kadınlar için.
Nitekim müslüman bîr kadın için örtünmek, erkekleri ilgilendirmeyen özel bir mektubun zarfa ko­nulması veya satılmayacak bir malın vitrinde teşhir edilmemesi gibi gayet tabi ve doğal bir olaydır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
2- Nesli Ve Aile Kurumunu Korumak İçin

2- Nesli Ve Aile Kurumunu Korumak İçin

Zinaya yaklaşmak ve zina yapmak, kendi başına değerlendirebileceğimiz veya kendi çerçevesinde kalan bir eylem değildir. Çünkü zina eylemi, topluma yansıyan, nesli ve aile kurumunu derinden etkileyen bir eylemdir. Zinaya hoşgörüyle yaklaşılan Batı toplumlarında her yıl milyonlar­ca gayrimeşru çocuğun doğması, hiç şüphesiz ki ferdi de­ğil, toplumsal bir olaydır. Bu olayın bir toplum için müsbet olmadığını ise Batı toplumları bizzat kendileri ifade etmek­tedir. Böylesi toplumlarda ne olduklan belirsiz nesiller yetişmekte, aile ortamından uzak kalan gayrimeşru çocuklar çok vahim kişilik problemleriyle karşı karşıya gelmekte ve aile kurumlan derinden sarsılmaktadır.
Gerçi zina nedeniyle yıkılan yuvalara, sönen ocaklara yaşadığımız coğrafyada da sık sık rastlamamız mümkündür. Halkı müslüman olduğu iddia edilen bu ülkede, hergün yüzlerce aile kurumu zina nedeniyle yıkılmaktadır. Zina olaylarının resmi kayıtlara geçen veya basına yansı­yan yönü ise devede kulak değil, belki de devede bir kıl mesabesindedir.
Gazetelerde bir tanesini okuyup, yaşadığımız bölgede yüzlercesini gördüğümüz bu gibi olaylar, günümüzdeki birçok aile kurumunun geldiği çöküş noktasını göstermektedir. Tabi ki bir insan olarak dikkatle gözlemlenmesi ve sorgulanması gereken bir olaydır bu!. Sorgulama dediğimiz zaman, sakın ola ki günümüzdeki mahkemeleri ve bu mahkemelerdeki sorguyu anlamayınız. Çünkü onların mesele­ye nasıl baktıkları ve nasıl sorguladıktarı bellidir. Mesela aşağıdaki vakıa, mahkemelere yüzlerce kez gelen vakıalar­dan sadece bir tanesi olup, diğer vakıalarla birlikte aynı sorgulama ile, aynı yargıya bağlanacak olan bir vakıadır.
Eşime tecavüz edilen adam, mahkemede hakime olayı şöyle anlatmaktadır.,
Efendim bu adam benim iş arkadaşımdı. Ben bu adama evimi açtım, evimde yemek yedirdim, evimde yatır­dım. Fakat bu namussuz, evde olmadığım bir zaman eve gelerek, eşime tecavüz etmiş.
Mahkemenin öbür tarafındaki namussuz ise sanık sandalyesinde oturmakta ve kendisine yöneltilen suçlama­ları dinlerken olayları baştan sona tekrar düşünmektedir. Arkadaşı kendisi hakkında doğru söylemektedir. Evini gerçekten kendisine açmıştı. Bazı akşamlar kendi karısıyla birlikte arkadaşının evine gider, gayet samimi olarak karşı­lanırdı. Arkadaşının eşiyle tokalaştığı, onun sımsıcak eli­ni sıktığı ilk gün, heyecanlanmış ve bu kadından etkilendi­ğini hissetmişti. Nitekim daha sonraki akşamlar, arkadaşından ziyade kadın için gitmişti o eve. Arkadaşıyla konuşurken dahi kadını izliyor, kadının hareketleri, konuş­ması, gülmesi, yürüyüşü, oturuşu, bacak bacak üstüne at­ması kendisini hayli etkiliyordu. Bazen arkadaşının da onun eşi hakkında böyle şeyler düşünüp düşünmediğini merak ediyordu. “Yok canım sende” diyordu kendi kendi­ne. Arkadaşı onun karısı hakkında böyle şeyler düşünmez, onun eşine böyle bir gözle bakmazdı. Fakat kendisi etki­lenmişti işte arkadaşının eşinden. Bu etkilenmeden kay­naklansa gerek, yalnız basınayken dahi kadınla ilgili bazı fantaziler kuruyordu. Nitekim kurduğu bir fantazide arka­daşı evde yokken eve gidiyor ve olaylar arzuladığı biçimde gelişiyordu. İşte o gün, bu fantaziyi denemek için bir ema­neti bırakma vesilesiyle arkadaşının evine erken gitmişti. Kadın kapıyı açmış ve kendisini içeri buyur etmişti. Kadın­la on-onbeş dakikane konuştuğunu pek hatırlamıyordu. Çünkü konuştuğu mevzu ne olursa olsun, iç dünyasındaki tüm düşünceler tek bir hedefe kilitlenmişti. Ve olan olmuş­tu işte!. Gerçi arkadaşı eve biraz erken gelmeseydi, belki de hiç açığa çıkmayacaktı bu hadise..
Tabi ki bütün bunları anlatmadı hakime, ayıptı anla­tamazdı!. “Ya hakim bey! Ben bir erkeğim ve şöyle şöyle durumlarla karşılaşarak etkilendim. Durduramadım, engelleyemedim kendimi!.” diyemezdi. Zaten hakim beyde me­selenin bu yönünü dikkate alarak arkadaşına dönüp “Ulan deyus! Bu adamı tahrik eden, bu işe teşvik eden sizsiniz!. Adamın önüne yağı, irmiği, şekeri koyan sizsiniz. Helvayı pişirdi diye niye kızıyorsunuz!.” demiyordu. Demek ki me­selenin bu yönü hiç önemli değildi. Suçlu sadece ve sade­ce kendisiydi!.
Nitekim hakim de kendisini suçlu bulmuştu. Şimdi yapılacak iş şikayetin geri alınması ve zaten hafif olacak cezanın biraz daha hafifletilmesi için, avukat aracılığı ile arkadaşıyla tazminat pazarlığına girmekti. Nasıl olsa arka­daşı “Ulan ben pzvk miyim?” demiyecek olan çağdaş bir insandı. Hem olaydan sonra arkadaşı yakasına yapışa­rak “Ulan bunu neden yaptın” dememişti. Herhalde bir erkek olarak anlamıştı, anlayabilmişti neden yaptığını!.
Ayrıca yapmış olduğu şey, cinsi bir sapıklık değildi ki! Zaten bir psikologa giderek başından geçenleri anlatsa, psikolog anlattığı birçok şeyi normal karşılayacaktı. Psiko­logun koltuğuna uzanıp “Doktor bey! Bir akşam arkada­şımla birlikte oturmuş, hem konuşuyor ve hem de televiz­yon seyrediyorduk. Arkadaşımın hanımı ayağında dar bir pantolon ve üstü açık bir bluz ile bize servis yaptıktan son­ra o da televizyon seyretmeye başladı. Televizyonda ol­dukça açık bir yatak sahnesi vardı. Bir an kadına baktım, o da bana bakmıştı. İşte o an kadınla ikimizi aynı yatak sahnesinde düşündüm. Aklımdan hep buna benzer şeyler geldi geçti. Söyleyin doktor bey, bütün bunlar sapıklık mı? Yoksa kadınla birbirimize baktığımız o an, dağdaki keçile­ri, ovadaki inekleri mi düşünmem lazımdı? Falancanın dü­ğününde arkadaşımın karısıyla dansederken, kollarımın arasındakini annem olarak mı, yoksa bir yastık, bir valiz olarak mı görmem lazımdı?” dediği zaman, doktor ne di­yecekti ki!. Cinsi özelliklerini yitirmemiş sıhhatli bir erke­ğin aklına gelebilecek şeyler değil miydi bütün bunlar? Ni­tekim buna benzer şeyleri doktora anlattığı zaman, doktor onun cinsi bir sapık değil, normal bir erkek olduğunu anlıyacaktı ve belkide “Düşündüğün ve hissettiğin şeyler fıtri olarak normal olmasına rağmen bütün bunları gizlemeliydin, yapmamalıydın, frenlemeliydin kendini..” diyecekti. Tabi ki bunlan bir doktor olarak, doktor hasta ilişkisinde söyleyecekti. Oysa aynı doktora bütün bunları bir arkadaş olarak anlatsa ve “Kocasına yakalanmadan işi bitirdim” dese, doktor kendisine nefsani bir gıpta ile bakacak ve “Sen gerçekten bitirim bir adamsın” diyecekti!.
İşte anlatmaktarı dahi iğrendiğimiz fakat anlatmak zorunda kaldığımız bu gibi olaylar, yaşadığımız toplumda ne yazık ki sık sık karşılaşılan olaylardır. Bu olayların nedeni cinsi sapıklık ise, bu cinsi sapıklığın önlenmesi gerekmektedir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu olaylann nedeni cinsi sapıklık değil, normal cinsi isteklerdir. Bu eği­limin cinsi sapıklık olduğunu ileri sürenlerin, kendilerinin de cinsi'sapık olduklarını kabul etmeleri gerekir. Çünkü olayı kendi nefislerinde değerlendirdikleri zaman, benzer eğilimlerin doğal olarak kendilerinde de bulunduğunu göre­ceklerdir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak evli olan bütün erkeklere açıkça şunu söylemek istiyoruz.
Size güzel gelen bir kadının, bacaklarına veya göğüs­lerine hangi duygularla bakıyorsanız, hiç şüpheniz olmasın ki karınızı güzel kabul eden bir erkek de, karınızın bacakla­rına ve göğüslerine aynı duygularla bakacaktır!.
Bu apaçık ifademiz, namusuna düşkün bütün erkeklerin, öfkeyle sarsılmlarına ve kendilerine gelmelerine neden olabilecek bir ifadedir!. Zaten bu ifade ile muhatap aldığımız kimseler de, bu ifadeyi nefsi bir tebessümle karşılayacak olan deyyuslar değil, aile kurumuna ve ailesinin onuruna değer veren şah­siyetli erkeklerdir.
Herhangi bir aileyi yıkıma götürebilecek olan zina olayından sakınmak demek, bu gibi olaylara neden olan davranışlardan da sakınmak demektir. Kadının kendisini böylesi durumlardan koruyamadığı aile kurumları, ne yazık ki korumasını yitirmiş aile kurumlandır. Çünkü aile kuru­munun korunması, öncelikle ve özellikle kadının korunma­sıdır. Bu konuyla ilgili İslami öğretiler, hiç şüphesiz ki aile kurumunu tertemiz bir düzlemde koruyan ve kutsayan öğretilerdir.
İşte bu öğretilerden sadece bir tanesi ve en önemlisi olan tesettür buyruğu ise, kadını böylesi durumlardan korumakla, aynı zamanda nesli ve aile kurumunu da korumaktadır. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz iğrenç olayların İslam'a teslim olan ailelerde meydana gelmemesi bir tesa­düf değil, bu tertemiz öğretinin, temiz sonuçlarından birisidir. Tesettürün nasıl ve ne kadar olacağı ise, hiç şüphe­siz ki İlahi ölçülere göre belirlenen bir gerçektir. Tesettü­rün şekli konusunda belli bir muhayyerlik olsa da, sınırlan konusunda herhangi bir muhayyerlik yoktur, Toplumdaki modaya veya toplumsal anlayışa göre iki-üç parmak uzun giyinmek, tesettürün gereğini yapmış olmak değildir. Dolayısıyle sahillerdeki üstsüzleri dikkate alarak giydikleri mayo ile kendilerini muhafazekar zannedenler nasıl bir yanılgı içindeyseler; mini etek giyenlere bakarak, dizaltı etek ve yarım eşarp ile kendilerini tesettürlü zannedenler de ben­zer bir yanılgı içindedirler. Tesettürün sınırları, toplumsal anlayışa göre değil, İlahi ölçülere göre belirlenen bir sınır­dır. Nitekim her türlü ahlaksızlıktan Allah'a sığınan ve Al­lah'ın yardımına mazhar olan kadınlar, bu İlahi ölçüleri dikkate alan kadınlardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
3- Kadına Gerçek Bîr Kimlik Ve Kişilik Ka*zandırmak İçin

3- Kadına Gerçek Bîr Kimlik Ve Kişilik Ka*zandırmak İçin

Kimlik ve kişilik kazanma meselesi de, genel olarak toplumdan ayrı düşünülebilecek bir mesele değildir. Herhangi bir toplumun ferdi olarak yetişen ve yaşayan insan­lar, kimlik ve kişiliklerini genel olarak üç türlü oluştururlar. Bunlardan birincisi, kimlik ve kişiliklerini yaşadıklan topluma göre oluştu­ranlardır. Bir insanın kimlik ve kişiliğini oluşturabilmesi için, bu insanın mutlaka ve mutlaka bir değer ölçüsüne ih­tiyacı vardır. İşte bu değer ölçüsünü yaşadıklan toplumdan alan, toplumun değerli gördüğü şeyi değerli, değersiz gördüğü şeyi değersiz kabul eden kimseler, bilerek veya bil­meyerek kimlik ve kişiliklerini topluma göre şekillendiren kimselerdir.
Yaşadıkları toplumda çapkınlık beğeniliyorsa bunlar birer çapkın, kavgacılık beğeniliyorsa, birer kavgacı, sahtekarlık beğeniliyorsa, birer sahtekardırlar!.
Çünkü kendi kimliklerini sahiplenip, bu kimlikleri ka­bul edebilmeleri için, öncelikle bu kimliği topluma kabul ettirmeleri gerekmektedir. Varolmaları ve varlıklarını isbat edebilmeleri, ancak ve ancak toplumun kendilerini kabul etmesiyle mümkündür. Toplum hangi kimlikleri kabul edi­yor, hangi vasıfları alkışlıyor ise, bu kimliğe ve bu alkışa la­yık olabilmek için birbirleriyle yarışırlar. Toplumdan dışlan­mak, dünyadan dışlanmak gibi bir kabustur bunlar için!. Dolayısıyla toplumsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlı­ğını, güzelliğini veya çirkinliğini dikkate almadan, kimlik ve kişiliğini bu değerlere göre oluştururlar.
İkinci gruptaki kimseler, kimlik ve kişiliklerini topluma göre değil, doğruluğu­nu bildikleri gerçeklere göre oluşturan kimselerdir. Gerçek düzlemde veya güzel olan neyse, bunlan bir değer ölçüsü olarak kabul eden bu kimseler, toplumun bu konuy­la ilgili yargılarını pek dikkate almazlar. Doğru bildikleri bir hususta bütün toplum “Yanlış” dese dahi, bu toplumsal haykırış onlardaki doğruyu ve doğru düşünceyi değiştir­mez. Dolayısıyla bu kimseler toplum ne derse desin, kim­lik ve kişiliklerini inandıkları gerçeklere göre şekillendiren kimselerdir.
Üçüncü gruptaki kimseler ise, ilk iki grubun arasında kalan kimselerdir. Bunlar bazı konularda toplumdan, bazı konularda da gerçeklerden etkilenirler. Doğru veya güzel bir gerçekle karşılaştıkları va­kit, bu gerçeği fazla zorlanmadan kabul ederler. Çoğu za­man bu gerçeklerle birlikte yaşamaları da mümkündür. Ancak kabul ettikleri bazı gerçekler konusunda toplumsal bir baskıyla karşılaştıkları vakit, bir kısmının karşı çıkmaya çalıştıklarını, bir kısmının şaşkınca baktıklarını ve büyük bir kısmının da daha önceleri kabul ettikleri gerçekleri suskun­lukla bohçalayıp, gündemlerinden çıkardıklannı görürsü­nüz!. Netice olarak bu kimselerin kimlik ve kişilikleri, ge­nel olarak mozaik kimlik ve kişiliklerdir.
İnsanlardaki kimlik ve kişilik oluşmasıyla ilgili olarak yaptığımız bu genel tasniflere, hiç şüphesiz ki kadınlar 'da girmektedir. Birinci grubun müntesipleri, erkekler arasında olduğu gibi kadınlar arasında da oldukça çoktur. Toplum­dan etkilenme ve topluma göre şekillenme vakıası, yaşadı­ğımız çağda oldukça yaygınlaşan bir vakıadır.
İkinci grubun müntesipleri ise ne yazık ki hem kadın­lar ve hem de erkekler arasında oldukça azdır. Bu azlığın önemli nedenleri, bilinç yetersizliğiyle birlikte, toplumsal baskıya direnç zafiyetidir.
Şimdi kimlik ve kişilik oluşmasıyla ilgili olarak kısaca zikrettiğimiz bu hususlan dikkate alarak tesettür meselesini değerlendireceğimiz zaman, birçoklarımızın sık sık karşılaş­tığı şu durumu fazla zorlanmadan tahlil edebiliriz.
Allah'a inandığını ve müslüman olduğunu iddia et­mekle beraber, tesettür buyruğunu da kabul eden birçok kadından, bu kabulden sonra bir “Ama” sözü işitirsiniz. Size şaşkın şaşkın veya çaresiz gibi bakarak.
“Ama nasıl olur?”
“Ama ne derler?”
“Ama nasıl bakarlar?.” derler.
Bütün bu amalar, karşınızdaki kadının toplumun bir bölümünü dikkate alarak söylediği amalardır. Çünkü içinde yaşadıkları toplumun bu bölümü, Batıdan ve Batının batıl değerlerinden etkilenen bir bölümdür. Kimleri ne için taklit ettiklerini bilmeyen bu kimselere göre açık saçık giyinmek ilericilik kabul edilirken, tesettür ise gericilik olarak telakki edilmektedir. Günümüzdeki basın yayınla birlikte medyayı da elinde bulunduran bu toplumsal bölüm, ne yazık ki top­lumun büyük bir kısmını etkileyebilmişler ve tesettüre karşı uzun yıllardır olumsuz bir bakış oluşturmuşlardır.
Kimlik ve kişiliklerini yaşadıklan topluma göre şekil­lendiren kadınlar, toplumsal değerlerin doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulama bilincinden yoksun olarak, bu değer­leri kabul edebilmektedirler. Batıdaki ahlak sapıgi modacı­ların çizdikleri her modeli sırtlarına geçiren, bilinçsiz, şuursuz tahta mankenler gibidir bunlar!.
Kendilerine sunulan şey her ne olursa olsun, moda adına sunulduktan sonra kabul görebilmektedir. Mesela bu kadınlardan birine giderek “Bugün burnunu ıslanmış turp rengine boyayıp, kulaklarına iki küçük armut, boynuna bir dizi yer elması takıp, dizden aşağısı kapalı, dizden yukansı ise elma büyüklüğünde gözenekleri olan bir elbise giyerek sokağa çıkar mısınız?” diye sorduğunuzda, size öfkeyle bakacaklar ve çok kısa bir ifadeyle “Siz bizi manyak mı san­dınız?” diyeceklerdir. Oysa ilerki yıllarda bu söylediklerimiz moda olduğu zaman, “Siz bizi manyak mı sandınız?” diyen bu kadınlan burnu boyalı, kulaklarında armut, boynunda yer elması ile görmeniz mümkündür!.
Peki ne oldu?
Bunu kendilerine ilk söylediğiniz zaman “Siz bizi manyak mı sandınız?” diyen bu kadınlar, şimdi manyak olmadılar mı?
Bunlar çağdaş modanın büyüsüne kapılan birer moda manyağı değil mi?
Açık giyinmelerine rağmen iffet ve onurlarına düş­kün olduklarını iddia eden birçok ev hanımı, verdiğimiz bu örnekten kendilerini ayrı tutacaklar ve “Biz kesinlikle böyle bir şey yapmayız” diyeceklerdir. Oysa bu moda büyüsün­den, onlar da paylarına düşeni almaktadırlar. Mesela bun­dan on onbeş sene önce bu hanımlara arka dikişi bir kanş sökük etek vererek “Bu etekle sokağa çıkar mısınız?” diye sorsaydık, kendilerine ahlaksızca bir teklif yaptığımızın bi­lincinde olarak “Siz ne diyorsunuz? Bu etekle bizim baldırlarımız gözükür. Siz bizi ahlaksız mı sandınız?” derlerdi.
Eeee e, şimdi ne oldu!.
Yırtmaçlı etek moda olduktan sonra, onurlu olduklarını, ahlaklarına düşkün olduklarını iddia eden bu hanımefendiler yırtmaçlı etekleri giymediler mi? Yırtmaçlı etekler giyerek, elalemin erkeklerine baldırlarını göstermediler mi?
Göstermiyorlar mı?
Daha önce bunu ahlaksızlık olarak telakki etmişlerdi, şimdi ahlaksızlık değil mi?
Bazı saf kadınlar, ahlaksızlık değil, moda bu!. diyeceklerdir.
Evet moda bu!
Moda adına yapıldığı zaman ahlaksızlık değil!. Çünkü yüce moda putunun sunduğu, makul ve meşru gördüğü hiçbir şey ahlaksızlık değildir!.
Yabancı erkeklerle tokalaşmak, sarılmak, öpüşmek, dansetmek ahlaksızlık değildir!.
Flört etmek, ahlaksızlık değildir!.
Mini veya yırtmaçlı etek giymek ahlaksızlık değildir!.
Sokağa don ve sutyenle çıkmak ahlaksızlık, ancak mayo adı verilen don ve sutyenle plajlarda dolaşmak, erkeklerin önünde sere serpe yatmak ahlaksızlık değildir!.
Çünkü bütün bunlar modadır!.
Bu zavallılara göre güzeli çirkini, iyiyi kötüyü, helali haramı moda tayin etmektedir!.
Moda başlıbaşına bir din, modacılar da bu dinin hüküm koyucularıdır!.
Dünya kadınlan, birer tahta manken gibidir bu mo­dacıların gözünde. İtiraz etmeye, konuşmaya, karşı çıkma­ya hiçbir hakları yoktur.
Şimdi tüm kadınlara sormak istiyoruz..
Modaya ve modacılara köle olmuş bir zihniyet ile, kimlik ve kişiliğinizi kazanmanız mümkün müdür?
Bir kadın olarak ne olduğunuzu keşfetmeniz, nelere sahip olduğunuzu farketmeniz ve kendinizi dosdoğru tanımlayabilmeniz mümkün müdür?
Ne yazık ki hayır!.
Ne yazık ki modaya ve modacılara köle olmuş bir zihniyet ile kendinizi doğru olarak tanımanız ve yine doğru olarak tanımlayabilmeniz mümkün değildir. Çünkü onlar size bu fırsatı vermiyorlar.
Çünkü onlar sizleri kendi heveslerine, kendi istekleri­ne göre tanımlıyorlar. Sizi nasıl görmek istiyorlarsa, sizi nasıl tanımlamak istiyorlarsa, sizi o kılığa sokup, o şekilde tanımlıyorlar.
Şöyle bir sarsın kendinizi!.
Başınızı sağa sola sallıyarak uyanmaya çalışın!.. Son­ra bir boy aynasının karşısına geçerek, çağdaş erkek zihniyetinin sizi hangi kılığa soktuğunu ve size kadınlık adına, nelerinizi dikkate alarak değer verdiğini anlamaya çalışın.
Evet, cevaplandırın bu soruyu!.
Çağdaş erkek zihniyetinin en değerli gördüğü kadın­ları gözünüzün önüne getirin. Bu kadınlan en değerli ko­numa getiren şeylerin ne olduğunu düşünmeye çalışın. Bu sorunun iki kelimelik bir cevabı vardır. Güzellik ve cömertlik!.
Vücudu güzel olan ve bu güzelliğini cömertçe erkek­lere sunan kadınlar, çağdaş anlayışa göre en değerli ve en makbul kadınlardır!.
Sizi tanımlayan ve size değer veren çağdaş zihniye­tin, sizleri neyinize göre tanımladığını ve neyinize göre de­ğer verdiğini anladınız mı? Ve razı mısınız buna?
Sizleri etinize butunuza göre değerlendiren bu zihni­yete karşı bir isyanınız, bir başkaldırınız yok mu? Yoksa siz,
siz gerçekten böyle misiniz? Etinize butunuza göre mi bir değer, bir anlam, bir kişilik kazanıyorsunuz?
Oysa, fiziki yapısıyla, gençliğiyle, dinçliğiyle değer kazanan atlardan, ineklerden, koyunlardan farklı değerlendirilmeniz, farklı değerlere sahip olmanız gerekmez mi?
Bütün bu sorulann cevabını erkeklere bıraktığınız za­man, çağdaş erkek zihniyeti sizleri cinsel bir obje olarak görmeye ve bu şekilde tanımlamaya devam edecektir. Çünkü bu erkeklerin hayvani duyguları, sizleri böyle görmek ve böyle tanımlamak istemektedirler. Ne var ki sizle­re reva gördükleri bu yaklaşımı, kendilerine reva görmez­ler!. Kendilerini etleriyle butlarıyla değil, yetenek ve özellikleriyle tanımlarlar.
Bir araba lastiğinin önünde slip kilotla durarak lastik reklamı yapmayı onur kırıci telakki ederler. Kendileri için onur kırıcı olan bu eylemi, sizler için bir değer vesilesi olarak empoze ederler!.
O halde meseleyi kendinize, kendi temiz dünyanıza göre değerlendirmeniz ve bu temiz dünyanızda karşılaştığınız değerlerle, kendinizi değer­lendirmeniz, bu değerlerle kendinizi tanımlamanız gerek­mez mi?
Bir kadın olarak kendinizin nasıl görülmesini, hal ve hareketlerinizin nasıl yorumlanmasını istiyorsunuz?
Kılık ve kıyafetiyle bedenini teşhir eden, karşı tarafın dikkatini bacaklarına ve göğüslerine çeken bir kadın, kendisini doğru bir tanımlama şekline mi yönelmiştir?
Erkeklerin karşısına oturduktan sonra eteğini biraz yukarı çekerek bacaklarını teşhir eden ve kendisini bu bacaklar ile tanımlamaya çalışan kadının basitliğini, utanmaz­lığını görmüyor musunuz?
Peki bu eteğin elle yukarı çekilmesi ile, terziye ölçü verilirken yukarı çekilmesi arasında Önemli bir fark var mıdır? Her iki yaklaşımda da basitlik, her iki yaklaşımda da utanmazlık yok mudur?
İnsanın kimlik ve kişiliğine değer katan unsurlar, ba­caklar ve göğüsler midir?
Kendisini etiyle, vücuduyla tanımlamak İsteyen ve er­kekler nezdinde değer kazanabilmek için bu organlannı ön plana çıkaran kadınlar, kimlik ve kişilik yoksunu birer za­vallı değil midir?
Anlamıyor musunuz, anlamıyor musunuz bütün bun­ları!.
Oysa yegane hak din olan İslam, sizleri böyle görmüyor, böyle görmek istemiyor. Siz­leri bacaklarıniza veya göğüslerinize göre değil, sahip oldu­ğunuz insani değerlere göre tanımlıyor. Sizleri açık, apaçık bir şekilde görmek isteyen hayvani erkek zihniyetini dikka­te alarak, bacaklarınızı, göğüslerinizi ve başlarınızı örtün diyor. Bacaklarınızı ve göğüslerinizi açarak, birbirinizle ba­cak ve göğüs yarışı yapmayın, etinizle butunuzla yarışarak, kimlik ve kişilik kazanmaya çalışmayın diyor. İnsani ve İslami değerlere sahip çıkın, bu değerler istikametinde yan­sın, bu değerlerle değer kazanın, kimlik ve kişiliğinizi bu değerlerle oluşturun diyor.
Asil ve onurlu bir kimlik kazanmak isteyen tüm hanı­mefendilere soruyoruz, lütfen, lütfen cevap veriniz.
Sizleri postu yüzülmüş koyun gibi görmek isteyen deyuslar mı doğru söylüyor?
Yoksa İslam mı?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Evlilik ve aile

Evlilik ve aile

Evlilik ve aile meselesi, evli veya bekar bütün müslümanların ilgi duydukları bir mesele olmasına rağmen, geniş bir düzlemde ve rahatlıkla konuşulan bir mesele değildir. Bu durumun önemli bir nedeni, evlilik ve aile meselelerinin özellikle bizim insanlarımızca genel olarak mahrem kabu! edilmesidir. Mahremi­yet anlayışındaki bu katılık, konuşulması ve açıklanması gereken meselelere de yansımaktadır. Geleneksel kültür­den kaynaklanan bu olumsuz katılığı, vahiy adına tasvip edebilmemiz tabi ki mümkün değildir. Çünkü evlilik ve aile yaşantısıyla ilgili olarak gerçekten mahrem olan ve konu­şulmasında hayır olmayan meseleler olmasına karşın, insanlarımızın bizatihi yaşadıkları birçok sorunları İslam'a göre konuşmamızda bir engel olmadığı gibi, evlilik ve ai­leyle ilgili bu sorunların tartışılması, sebeb ve sonuçlarıyla ortaya konulması İslami bir gerekliliktir.
Yaşadığımız coğrafyada evli olmalarına rağmen, evli­lik ve aile konusunda pek konuşmak istemeyen büyük bir çoğunluk, genel olarak çaresizlikten ve umudsuzluktan kay­naklanan bir sessizliği tercih etmektedirler. Evlilik ve aile meselesinde ufak veya büyük bazı problemleri, bazı dertle­ri yaşayan bu insanlar, yine de bu problemlerinin, bu dert­lerinin konuşulmasını istemezler. Bu önemli konuda dertli olmalarına rağmen dertlerini gizleyen ve “Derdimi deşme­yin” diyen insanlar, genel olarak dermandan umudunu yi­tiren insanlardır. Tabi ki bunun önemli bir nedeni, yaşanı­lan bu dertlerin, genel olarak yaygınlaşan dertler olması ve birçok ailede ortak olarak bulunmasıdır. Dolayısıyla “Kelin merhemi olsa, önce kendi başına sürer” diyen bu insanlar, karşılaştıkları birçok insanda aynı kellik sorununu gördükleri için, o insanlarla kellik sorunlarını konuşmaya ve onlardan bir çözüm beklemeye hiç gerek duymamaktadırlar.
Günümüz müslümanlarına pratikte örnek olabilecek evlilikler, yaşadığımız çağda ne yazık ki çok azdır: Müslümanlar için pratikte örnek alınabilecek evliliklerin genel olarak geçmişte, ibret alınabilecek evliliklerin ise günümüz­de gerçekleşmesi, tabi ki gözardı edemeyeceğimiz bazı önemli sorunların bulunduğuna işaret etmektedir.
Evlilik ve aile hususundaki İslami ideallerimizle, yaşa­nan realitenin birçok boyutta çatışması, meselenin güncel vehametini göstermektedir. Bu vahim meseleye toplumsal beklentilerle yaklaşmak, çözümü toplumdan beklemek, tabi ki sonuçsuz kalacaktır. Yaşadığımız coğrafyada evlilik ve aile meselesinde sorunlarını çözümleyen nadide müslü­manlar, bu sorunlarını genel olarak kendi bünyelerinde çö­zümledikleri için, benzer sorunlan yaşayan diğer müslümanların da, bu çözümlemeye öncelikle kendi bünyelerinde başlamaları gerekecektir.
Konuyla ilgili meselelere başlıklar halinde kısaca de­ğinmemiz, umud ederiz ki hangi konularda yanılgıya düşüldüğüne, hangi konularda geri kalındığına veya hangi konularda haddi aşıldığına kısmi bir açıklık getirebilecek ve bazı sorunların çözümüne ışık tutabilecektir.


Evliliğe Hazırlık


Evliliğe hazırlık denildiği zaman, genel olarak kızların çeyiz hazırlaması, erkeklerin ise iş güç sahibi olmalan anlaşılmaktadır. Oysa hazırlıktan kas­tedilen şeyler yalnız bunlar olsaydı, bunları hazırlayan kız ve erkekler evliliğe hazırlanmış olup, evliliklerinin daha ilk dönemlerinde bazı önemli problemlerle karşılaşmazlardı. Ancak evliliğin ilk dönemlerinde karşılaşılan bu gibi prob­lemler, eşlerin evliliğe yeterince hazırlanmadıklarını göstermektedir.
O halde evliliğe hazırlıktan neyi anlamamız gerekir?
Bu beklentiler hiç şüphesiz ki sadece çeyiz veya iş güç değildir, evliliğe hazırlıktan kastedilen ve kastedilmesi gereken en önemli şey, evliliğe eşlerin hazırlanmasıdır. Ev­lenecek olan erkek veya kadınların, evliliğe eşyalarını de­ğil, öncelikle ve Özellikle kendilerini hazırlamalandır. Nite­kim Resulullah (s.a.v.)'in çeyiz olarak bir entari, bir kova ve içi izhır denilen kokulu ot ile doldurulmuş bir yastık ver­diği pak kızı Hz. Fatıma validemiz, evliliğe bu çeyizini de­ğil, kendisini hazırlamıştı!.
Peki bu hazırlık nasıl olacaktır?
Bu hazırlığın en kısa ifadesi evlenecek olan erkeğin veya kadının, birbirlerinin haklı beklentilerini ve aile sorumluluklarını karşılayabilecek bir duruma gelmeleridir. Bu haklı beklentiler nedir veya ne olmalıdır soruları ise, İslami ölçüleri dikkate alan erkek veya kadın bütün müslümanlarca cevaplanabilen sorulardır. Nitekim bu müslümanlara “Evlilik sonrası haklı beklentiler ne olmalıdır?” sorusunu yönelttiğiniz zaman, bu soruya verilen cevaplar, genel olarak doğru ve güzel cevaplardır. İşte evliliğe hazırlık demek, evlenecek olan eşlerin belli bir seviyeye gelmeleri ve birbirlerinin rıhaklı beklentilerini karşılayabilecekleri kimlik ve ki­şiliğe ulaşmala demektir.
Ancak bu nasıl olacak ve bu hazırlığa kimler, nere­den başlayacaktır?
Bu sorunun en kısa cevabı, bu hazırlığa kişilerin ken­dilerinden başlamalarıdır. Müslüman erkeklerin, kendilerini mutlu edecek müslüman kadın aramaktan önce, müslü­man bir kadını mutlu edebilecek müslüman erkek kimliğini kendilerinde aramaları, bu kimlik ve kişiliği öncelikle ken­dilerinde oluşturmalarıdır. Aynrı şeyi müslüman kadınlar için de söylememiz mümkündür. Müslüman kadınların da, kendilerini mutlu edebilecek müslüman erkek aramadan önce, müslüman bir erkeği mutlu edebilecek kimliği kendilerinde aramala, burı güzide kimlik ve kişiliği öncelikle kendilerinde oluşturmaları gerekmektedir.
Meselenin kendimizle ilgili yönünü gerçekleştirmeden beklemek veya bu beklentiler istikametinde bazı araştırma­larda bulunmak, bizleri beklediğimizle karşılaştırmayacaktır.
Müslüman erkeklerin, beklentilerine karşılık verebile­cek müslüman kadın aramaları; müslüman kadınların, umduklarını bulabilecekleri müslüman erkek aramaları, boş ve anlamsız arayışlar olacaktır. Çünkü bir erkek veya bir ka­dın olarak aranabilecek bir kimlikte değilsek, aranabilecek bir kimliği bulmamız da mümkün olmayacaktır.
Hem nerede bulacağız ki?
Aradığımızı göklerde değil, yerlerde aradığımıza göre, aranan şeyin yerlerde olması, benlerde, senlerde, bizlerde bulunması gerekmez mi?
Birbirimizde olmayan bir şeyi, birbirimizde nasıl bula­bileceğiz:.
Oysa beklentilerimizi karşılayacak müslüman bir kadı­nı veya müslüman bir erkeği dış dünyada aramak yerine; müslüman bir kadının veya müslüman bir erkeğin beklenti­lerini bulabileceği bir kimliği iç dünyamızda aramak, bu kimliği bulmak ve bu kimliği yeşertmek, birbirimizde ara­dıklarımızı bulabilmemiz için çok olumlu bir adım olacaktır.
İslam'ın nuruyla aydınlanan bir müslüman kendi nefsi için istediğini, öncelikle kardeşinin nefsi için de isteyen bir müslümandır. Meseleye bu duyarlılıkla yaklaşıldığı zaman, müslümanın aile yapısına yönelişi; kendi nefsini mutlu et­mekten önce, evlendiği veya evleneceği müslümam mutlu edebilmeyi amaçlayan bir yöneliş olacaktır. Nitekim böyle­si müslümanlarda (salt olarak bencilliği ifade eden) “Beklediğimi bulabilecek miyim?” endişesinden önce, “Evlenece­ğim müslümanın beklentisini karşılayabilecek miyim?” endişesine yer verilmektedir. Çünkü hesap gününde ala­caklı değil, borçlu durumuna düşmekten korkan bir müslü­man için, haklı olarak beklenmesi gereken şeyleri karşı ta­rafa verememek, karşı taraftan bekleneni bulamamaktan çok daha vahim bir hadisedir.
Meseleye bu bilinçle yaklaşılması, güzeli arayan çirkin olmak yerine, aranan bir güzel olmaya çalışılması, aradıklarımızı bulabilmemiz için hayırlı ve gerçek bir adım olacaktır. Çünkü aradığımız kimliği bulabilmemiz, aranan bir kimlik olmamızla mümkündür.
Netice olarak güzel bir mü'min, güzel bir mümine aramak için değil, öncelikle güzel olmak için mücadele vermeliyiz. Çünkü alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın huzurunda toplanacağımız günde, o müthiş hesap gününde, eşleri güzel olanlar değil, Öncelikle kendileri güzel olanlar, eşleri tarafından hoşnut edilenler değil, öncelikle Al­lah rızası için eşlerini hoşnut edenler kurtuluşa erecekler­dir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Eşlerin Seçimi Ve Uyumu

Eşlerin Seçimi Ve Uyumu

İslam evlilik meselesinde müslümanlara tam manasıy­la muhayyerlik vermemiş, “İsteyen, istediği ile evlensin” di­yerek, müslümanları bu önemli konuda başıboş bırakma­mıştır. Bu konuda helal ve haramlarla birlikte, teşvik ve tavsiye hükümleri de bulunmaktadır. Müslümanların kim­lerle evlenip, kimlerle evlenilemeyeceğine dair Kur'an-ı Kerim'de zikredilen ayet-i kerimelerden bazılan şunlardır.
“Müşrik kadınları, iman edinceye kadar nikahlamayın; iman eden bir cariye, -hoşunuza gitse de- müşrik, bir kadın­dan daha hayırlıdır. Müşrik erkekleri de, iman edinceye ka­dar nikahlamayın; iman eden bir köle, -hoşunuza gitse de-müşrik bir erkekden daha hayırlıdır. Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izni ile cennete ve mağfirete çağınr. O, insan­lara ayetlerini açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler” .
“Kadınlardan babalarınızın nikahladıklarını nikahlan­mayın. Ancak (cahiliyyede) geçen geçmiştir. Çünkü bu, 'çir­kin bir hayasızlık' ve 'öfke duyulan bir iğrençliktir'. Ne kötü bir yoldu o!.” “Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halaları­nız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerin kızları, hz kardeşlerin kızla­rı, sizi emziren (süt) anneleriniz, süt hz kardeşleriniz, kadınla­rınızın anneleri ve kendileriyle (gerdeğe) girdiğiniz kadınlarınızdan olup koruyuculuğunuz altında bulunan üvey kızlarınız -onlarla gerdeğe girmemisseniz, size bir sakınca yoktur, sizin sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve ila kız kardeşi bir araya getirdiğiniz (evlilik) haram kılındı Ancak (cahüiyyede) geçen geçmiştir. Şüphesiz, Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”
“Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı (Kendilerine) Kitab verilenlerin yemeği size helal sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü'minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) Kitab verilenlerden özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinme­mişler olarak onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz tak­dirde- size (helal kılındı) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğra­yanlardır.”
“Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir ka­dından başkasını nikahlayamaz; zina eden bir kadım da, zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlaya­maz. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.”
“Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadın­lara; iyi ve temiz kadınlar, iyi ve temiz erkeklere; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır). Bunlar, onların de­mekte olduklarından uzaktırlar. Bunlar için bir bağışlanma ve kerim (üstün) bir nzık vardır.”
Müslümanlann evlenecekleri eşleri seçme veya seçe­bilme insiyatifleri, yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz bu hükümler çerçevesinde kalan bir insiyatiftir. Resulullah (s.a.v.)'in konuyla ilgili hadis-i şerifleri de, yine müslümanlar tarafından dikkate alınması gereken hadis-i şeriflerdir.
Mesela Buharı ve Müslim'de rivayet edilen bir hadis-i şerif­te Resulullah (s.a.v.), kadının dört şey (Malı, soyu ve şere­fi, güzelliği ve dindarlığı) için nikahlanacağını belirtip, din­dar olanın tercih edilmesini tavsiye etmiştir. İbn-i Mace'de ise aynı konuda şu hadis zikredilmektedir.
Kadınlarla güzellikleri için evlenmeyiniz. Çünkü umu­lur ki güzellikleri kendilerini felakete götürsün. Malları için de evlenmeyiniz. Çünkü umulur ki malları onları bastan çıkar­sın. Fakat onlarla din(leri) için evleniniz. Allah'a yemin ede­rim ki, siyah, kulağı delik ve dindar bir cariye (diğerlerinden) daha faziletlidir.
Bu hadis-i şerifte kendilerini felakete götürecek bir güzelliğe, baştan çıkarmaya götürecek bir mala sahip olan kadınlar, güzelliğe veya mala sahip olmalarına rağmen dindar olmayan kadınlardır. Nitekim kendilerini güzelliğin ve malın fitnesinden koruyabilecek dini vasıflara sahip ol­madıkları için, istenmese de bir felakete gidebilecekleri ve baştan çıkacakları umulmakta veya beklenmektedir.
Konuyla ilgili olarak zikrettiğimiz ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde dikkate almamız gereken diğer bir husus; kadın erkek ayırımı yapılmadan bütün emir, nehiy veya teşviklerin genele şamil kılınamayacağıdır. Mesela müslüman erkeklerin Ehl-i Kitap'tan kız alabileceklerini be­yan eden ayet-i kerimesi, bu izini kadın erkek bütün müslümanlara değil, sadece erkek müslümanlara vermektedir. Tabi ki bu durumun, kendi şartlarında gözlemleyebileceğimiz hikmetli nedenleri bulunmaktadır.
Aile reisinin erkek olması ve ailedeki yaptırım gücü­nün erkekte bulunması, böylesi evliliklerde aileye vaziyet etme noktasında erkek için bir avantaj olurken, kadın için dezavantaj olacaktır. Dirayetli müslüman bir erkek Ehl-i Kîtnp'tan bir kızla evlendiği zaman, aileye vaziyet etme noktasındaki bu avantajını kullanabilecek ve dolayısıyle kendi dinini koruyabildiği gibi, Ehl-i Kitap'tan olan eşinin de bazı hayırlara ulaşmasına vesile olabilecektir. Tabi ki bu olumlu durum, Ehl-i Kitap'tan bir erkekle evlenmeye kalkı­şan müslüman bir kadın için söz konusu değildir. Ehl-i Kitap'tan bir erkekle evlenen kadın, kocasında Ehl-i Kitab'ın şu vasfını, şu arzusunu görecektir.
“Sen onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyan­lar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir. De ki Kuşku­suz doğru yol Allah'ın (gösterdiği) dosdoğru yoldur. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların heva (arzu ve tut­kularına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.”
Ehl-i Kitap erkeğin bu arzusu, zamanımızda dini bir istek olarak değil, bir hayat görüşü ve bu görüşün paralelindeki tavırlar olarak karşısına çıkacaktır. “Şunu şöyle ya­palım, bunu böyle yapalım!.” şeklindeki istekler, aile için­deki erkeğin avantajlı durumuyla ağırlık kazanacak ve yaptırım gücü bulunmayan kadını çaresizlik içinde bırakabi­lecektir.
Aileye vaziyet etme ve yaptırım gücü noktasında er­keğe nazaran dezavantajlı bir durumda bulunan müslüman bir kadının, böyle bir duruma düşmemesi ve bu dezavanta­jını bir avantaj durumuna getirebilmesi, kendisinden daha dindar olan müslüman bir erkekle evlenmesine bağlıdır.
Herhangi bir erkeğe zenginliği veya güzelliği için ta­lip olmak, müslüman kadınlar için oldukça sakıncalı bir durumdur. Çünkü aile reisliğine sahip olan müslüman erkek­lerin bile sadece zenginlik ve güzellik için yapacakları evlilikten sakındınlmaları, aile reisliğini ellerinde bulundur­mayan ve bulundurmayacak olan müslüman kadınlar açısından çok daha vahim bir sakındırma olarak algılanmalı­dır.
Ehl-i Kitab'ın günümüzde yeniden tanımlanması ise dikkate alınması gereken diğer bir husustur. Ehl-i Kitab'ın en kısa tarifi, kendilerine semavi bir Kitab verilen insanlar­dır. Ehl-i Kitab'ın Kur'an-ı Kerim'deki ıstılahı manası ise kendilerine semavi bir Kitab verilmesine ve hak bir din vazedilmesine rağmen, dinlerinin gereğini yapmayan ve dinlerini tahrif eden kimseler topluluğudur.
Ehl-i Kitab'ın bu tanımını dikkate aldığımız zaman, günümüzde Ehl-i Kitab ifadesiyle kastedilen zümrenin, sadece Yahudiler veya Hıristiyanlar olmadığını anlayabiliriz. Çünkü kendilerine Kur'an-ı Kerim verilmesine ve kendilerini İslam'a nisbet etmelerine rağmen, halleriyle, yaşantıla­rıyla, akideleriyle müşriklerden bir farkı olmayan, bid'at ve hurafelerle dinlerini tahrif eden kimseler, Ehl-i Kitaptan farklı kimseler değildir.
Dolayısıyla mü'mine bacılarımızın ve bu bacılanmızın velileri olan müslüman anne ve babaların bu hususa önemle dikkat etmeleri, iş, güç, güzellik veya makam gibi sebeblerle kendilerini ve kızlarını ateşe sürüklememeleri gerekir. Anne babaların bu konudaki sorumluluklarıyla ilgi­li olarak Efendimiz şöyle buyurmaktadır.
“Dininden ve ahlakından razı olduğunuz bir kimse kızı­nıza talip çıkarsa, kızınızı ona nikah ediniz. Eğer yapmazsa­nız, yeryüzünde fitne ve fesad olur.”
Resulullah (s.a.v.)'e “Ey Allah'ın Resulü.. Eğer fakirse ne olacak?” diye sorduklarında Resulullah (s.a.v.) üç defa tekrar ederek “Dîninden ve ahlakından razı olduğunuz birisi kızınıza talip olarak gelirse, kızınızı onunla evlendiriniz” bu­yurdu.
Kızlarının dünyada ve ahirette hayırlarla karşılaşmasım dileyen bütün anne babaların Tirmizi'de rivayet edilen bu hadis-i şerif-i dikkate almaları, dünyaca fakir olmasına rağmen din ve ahlak boyutunda zengin olan müslüman bir genç, kızlarına talip olduğu zaman, bu olaya olumlu bakmaları ve kararı, kızlarına bırakmaları gerekir.
Tevhidi düşünceyle karşılaşan ve İslam gerçeğini kav­rayan bazı bacılanmız, anne babaya itaat adı altında mal veya makam sahibi cahillerle evlenebilmektedirler. Oysa mü'mine bir bacının, öncelikle ve özellikle bu konudaki Al­lah'ın hükümlerini dikkate alması ve anne babaya itaatin, Allah'ın hükümlerine rağmen bir itaat olmadığını bilmesi gerekir.
Bizler hangi mü'mine bacımızın, hangi durumlara, ne kadar dayanabileceğini bilemeyiz. Dolayısıyla bu konuda bizleri değil, durumlarına şahit olan ve durumlarını hakkıyle bilen Allah (c.c.)'ı dikkate alarak, anne babalarına bu du­rumlarını rahmetli bir üslupla izah etmeleri ve cahili evlilik­lerden güçleri nisbetince sakınmaları gerekecektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.)'in erkeklere hitaben söylediği “Allah'a yemin ederim ki, siyah, kulağı delik ve dindar bir cariye (di­ğerlerinden) daha faziletlidir,” buyruğunun kendileri için de geçerli olduğunu bilmeleri ve kendilerine talip olan müslü­man bir erkekte illa güzellik veya zenginliği aramamaları gerekir. Çünkü mü'mine bir kız için en hayırlı evlilik, işi veya makamı ne olursa olsun kendisinden daha dindar, daha muttaki müslüman bir erkekle yapacağı evliliktir. Bu şekilde gerçekleştireceği evlilik bazı dünyevi sıkıntılarla içi­ce gözükse dahi, sabır ve kanaat hasleti ile bu sıkıntılar ta­mamen ortadan kalkabilecek ve evliliğin uhrevi neticesi, ebedi hayır ve rahmetle sonuçlanabilecektir.
Evlenecek olan kadın ve erkek arasındaki kültür fark­lılıkları ise, dikkate alınması gereken bir diğer husustur.
Çünkü eşler arasındaki bu kültür farklılıkları, bazı durumlarda önemli sorunlara neden olabilmektedir.Müslüman eşler için sorun olabilen bu kültür vakıası,hiç şüphesiz ki İslamı kültürden ziyade yaşanılan çevreden ve günümüzdeki eğitim sistemlerinden kaynaklanan kültür vakıasıdır.
İslami kültür, şu veya bu şekilde eşlerin birbirlerine nakletmeleri gereken ve nakledebilecekleri bir kültür olmasına rağmen;okul ve eğitim süresince kazanılan kültür, eşlerin birbirlerine nakledebilecekleri veya nakletmeleri gereken kültür değildir.
Böylesi kültür farklılıklarının sorun olması, edenilen kültürden ziyade, tarafların bu kültür vakıasına yaklaşım ve yorumlamalarından kaynaklanmaktadır. Daha açık bir ifadeyle eşler arasındaki bu kültür farklılığının sorun olması veya olmaması, eşlerin bu kültür farklılığına bakışı ve önemseyişiyle ilgili bir meseledir. Mesela bu kültüre sahip olan ve önem veren bir insan,bu kültüre sahip olmamakla beraber önem de vermeyen diğer bir insanla hayatını birleştirdiği zaman;eşler arasındaki bu kültür farkı ve bu kültür farkının eşlere göre farklı yorumlanması, çok ciddi sorunlara neden olabilmektedir.
Bu sorun en sağlıklı çözüm, kaldırılması veya eşitlenmesi mümkün olmayan bu kültür vakıasını, büyütmekten ve küçültmekten sakınarak doğru bir yere oturtmak, kendi yerinde ve kendi yeri kadar doğru bir değerlendirmeye tabi tutmaktır. Bu değerlendirme şöyle veya böyle olmalıdır demek,yani üçüncü veya dördüncü şahıslara söz hakkı vermek, eşler arasındaki bu sorunu çözümlemeyecektir. Burada önemli olan evlenecek olan eşlerin, bu kültür vakıasını ortak bir değerlendirmeye tabi tutabilmeleridir. Bu tanım ve değerlendirmede herhangi bir sorunla karşılaşmadan meseleyi ortak değerlendirebiliyorlarsa, evlendikleri zamanda bir sorunla karşılaşmayacakları umud edilebilir.
Tabi ki burada önemli olan, evlilik öncesi ve evlilik sonrası yaklaşımlarda bir değişiklik olmamasıdır. Daha açık bir ifadeyle, eşlerin evlilik öncesi tanışmalarda birbirlerine münafık gibi değil, apaçık bir sadelikle ve dürüslükle yaklaşmalarıdır. Üzerimize diktireceğimiz herhangi bir elbisenin ölçüsünü verirken nasıl ki karnımızı içimize çekip,omuzlarımızı kaldıramayacağımıza göre, nasıl isek öyle görünmemiz,
Hem karşı tarafa açık bir dürüstlük ve hem de aile yaşantımız için bizlere bir rahatlık olacaktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ailede Sevgi Ve Disiplin

Ailede Sevgi Ve Disiplin

Hepimizin bildiği gibi İslami bir aile öncelikle iki şahıstan, bir mü’min ve bir mü’mineden meydana gelmektedir. Ailenin kimliği, bu iki kimliğin ortak bir yansımasıdır. Şayet bu iki kimlikte yeterli bir netlik yok ise, bu kimliklerin ortaklaşa oluşturacakları aile yapısında da netlik olmayacaktır. Aile için önemli olan ve sadece İslami vasıflarla çözümlenebilecek olan bu kimlik meselesiyle birlikte, aile yapısındaki hukuk meselesi de adil bir düzlemde ele alınması gereken bir diğer meseledir.
“Aile yapısındaki hukuk ne olmalıdır?” sorusuna geti­rilen çözümler, beşeri zihniyetlerin sık sık tartıştıkları ve karşı cinslerin birbirlerini devamlı itham ettikleri çözümler­dir. Erkek veya kadın asabiyetinin etkisiyle şekillenen bu gibi beşeri çözümler, hiçbir zaman erkeklerin ve kadınların ortaklaşa kabul edebilecekleri istikrarlı çözümler olmaya­caktır.
Allah'a inanan ve Allah'ın hükümlerine teslim olan müslümanlar için, muhkem ayet-i kerimeler çerçevesinde belirlenen aile hukuku, tartışılmadan kabul edilebilecek adil bir hukuktur. Nitekim Kur'an-ı Kerim’e iman eden müslü­manlar olarak “Aile yapısındaki hukuk ne olmalıdır?” soru­suna yine Kur'an-ı Kerim'den cevap verecek ve konuyla il­gili ayet-i kerimelere kısaca açıklık getireceğiz.
Tevhid dini olan İslam, aile yapısında da tevhide yani birliğe önem vermektedir. Yola çıkıldığında dahi, yola çıkan müslümanların aralarından birisim imam seçmelerim emreden İslam, bir ömür boyu sürecek aile yaşantısında da anarşiyi önlemek ve düzenli bir istikrarı sağlamak için aile reisliğini esas almakta ve bu reisliği erkeğe vermekte­dir.
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların ken­di mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üze­rinde 'sorumlu yöneticilerdir'. İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler, Allah, (onları ve haklarını) nasıl korudu görünmeyeni koruyanlardır...”
Ailenin geçim ihtiyacını karşılama ödeviyle birlikte aile reisliği kendisine verilen erkek, bu reislikte başı boş bırakılsaydı, hiç şüphesiz ki bu adil bir aile reisliği değil, za­lim bir aile diktatörlüğü olurdu. Ancak alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) erkeği bu konuda başı boş bırakmamış, ailesine nasıl ve ne şekilde davranacağım açık hükümlerle kendisine beyan etmiştir. Bu hükümleri dikkate alan aile reisine, yani erkeğe karşı kadınların görevi ise yukardaki ayet-i kerimede zikredildiği gibi gönülden itaat etmeleridir. Allah'ın hükümleri istikametinde hareket eden peygamber­lere veya emir sahiplerine itaat etmek, nasıl ki Allah'a ita­at etmek ise, İlahi ölçüleri dikkate alan müslüman kocaya, Allah'ın emri gereği itaat etmek de, gerçek düzlemde ko­caya değil, Allah'a itaat etmektir.
Nitekim Allah'ın emri üzere Adem (a.s.)'a secde eden melekler, gerçek düzlemde Adem (a.s.)'a değil Al­lah'ın emrine boyun eğmişler ve Allah'ın emrine itaat et­mişlerdir. Dolayısıyla mümine bir kadın için müslüman bir kocaya itaat etmek eylemi, Allah'ın hükmüne itaat etmek bilinciyle mutmainlik kazanan kalbi bir eylemdir. Gönülden yapılması gereken bu itaatin olmaması veya bu konuda kalplerin kayması durumuna, şanı yüce Rabbimiz peygam­ber hanımlarından örnek vermiş ve neticenin ne olacağını, yine kendilerine bildirmiştir.
“Hani peygamber, eşlerinden bazılarına gizli bir söz söy­lemişti Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açık­lamış bir kısmım (söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda ona kendisi haberi verince (eşi) demişti ki Bunu sana kim haber verdi? O da Bana bilen, (her şeyden) haberdar olan (Al­lah) haber verdi demişti. “Eğer sizler (peygamberin iki eşi) Allah'a tevbe ederseniz (ne güzel); çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi Yok eğer ona karşı birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah, onun mevlasıdır; Cibril de ve mü'minlerin salih olanları da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler.” “Belki onun Rabbi, eğer o sizi boşayacak olursa ona sizin yerinize sizlerden daha hayırlı müslüman, mü'min, gönülden itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan dul ve bakire eşler verir.”
Resulullah (s.a.v.)'i ve onun pak zevcelerini muhatap alan bu ayet-i kerimeler, hiç şüphesiz ki Efendimiz (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan günümüz müslümanlarını ve bu müslümanların hanımlarını da muhatap almaktadır. İlahi hukuku gözeten müslüman bir kocaya karşı gelen kadın­lar, Allah'ın, meleklerin, Cebrail'in ve salih müminlerin kocasına destek vereceklerini bilmeleri ve bu tavırlarından vazgeçmezlerse kendilerini boşayacak olan kocalarına, Al­lah'ın onlardan daha hayırlı eşler verebileceğini dikkate al­maları gerekir.
Böylesi durumlarda meseleyi “Kocamdan ayrılırsam ne olur?” sorusuna göre değil, “Allah'tan, meleklerden, Cebrail'den, salih müminlerden ve kocamdan ayrılırsam ne olur?” sorusuna göre değerlendirmeleri gerekir. Çünkü böylesi bir aynlıkta Allah'ın, meleklerin ve salih mü'minlerin kimden tarafa olacakları ayet-i kerimede beyan edil­mektedir.
Aile yapısı içersinde itaat eden değil, itaat edilen merci olan erkeklerin durumu ise kadınlara nazaran çok daha zor, çok daha endişe verici bir durumdur. Çünkü ka­dınlar itaat hükmüyle mükellef tutulurken, bir yönetici durumunda olan erkekler, yönetimle ilgili diğer bütün hükümlerle mükellef olmaktadırlar. Müslüman bir erkeğin sağ eliyle yani meşru olarak sahip olduklarına güzellikle davranması, bir yönetici olarak dikkate alması gereken ilk hükümlerdendir.
“Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşma­yın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davra­nın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.”
Bir erkeğin ailesine güzellikle davranması demek, on­ların meşru ihtiyaçlarını karşılaması, onları hayra ve rahmete güzellikle davet etmesi demektir. Yoksa ailesini hoş­nut etmek isteyen günümüzdeki bazı erkeklerin yaptıklan gibi ailesinin bütün nefsani isteklerini yerine getirmeye ça­lışmak değildir. Yönetici durumunda olan bütün müslümanların öncelikle İlahi hukuku, Allah ve Resulünü dikkate almaları gerekir. Allah ve Resulünün isteklerini, eşlerinin ve çocuklannın isteklerinden önceye, çok çok önceye al­maları ve nihai tercihlerini bu önceliğe göre yapmalıdırlar.
“De ki; Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eş­leriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet vermez.”
“Ey iman edenler, gerçek şu ki, sizin eşlerinizden ve ço­cuklarınızdan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar. Şu halde onlardan sakının. Yine de affeder, (mizaçtan kaynakla­nan bazı kusurlarını) hoş görür ve bağışlarsanız, artık elbette Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.”
İkinci ayet-i kerimedeki eşlerinizden ve çocuklarınız­dan bir kısmı sizler için (birer) düşmandırlar., buyruğunu, eşlerimizin ve çocuklarımızın bir kısım isteklerinin, bilerek veya bilmeyerek yapılan düşmanca istekler olabileceği şeklinde de anlıyabiliriz. İlahi buyruk istikametinde bunlardan sakınmak ise, hiç şüphesiz ki İlahi ölçüleri dikkate alarak gerçekleşebilecektir. Dolayısıyle müslüman bir kadın ola­rak kocanızdan bir istekte bulunacağınız veya müslüman bir koca olarak karınızın bir isteğini yerine getireceğiniz zaman, mutlaka ve mutlaka İlahi ölçüleri dikkate almanız gerekmektedir.
Mesela Resulullah (s.a.v.) hanımlarının isteğini ve hoşnutluğunu dikkate alarak, bir rivayete göre bal yeme­mek (diğer rivayete göre ise bir cariyesine yaklaşmamak) hususunda yemin etmişti. Bunun üzerine nazil olan ayet-i kerimelerde Efendimiz (s.a.v.) şöyle ikaz edilmektedir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
“Ey peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek, Al­lah'ın sana helal kıldıklarını niçin haram kılıyorsun? Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” “Allah, (böylesi) yeminlerinizin (keffaretle) çözülmesini size farz kıldı Allah sizin mevlanız (sahibiniz, yardımcınızdır. O bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır.”
Bu ayet-i kerimelerden hareket ederek, kendilerine herhangi bir helali haram kılan erkekleri eleştirmeye kalkışmayacağız. Çünkü eşlerinin hoşnutluğunu dileyerek bir helali değil, eşlerinin hoşnutluğu için farz olan cihadı terkeden binlerce erkekle(!) karşılaşıyoruz.
Peki, ne demeli bu şaşkınlara?
“Behey şaşkınlar! Neyi nerede arıyorsunuz? Lütfen istikametinizi değiştirin..” desek, olmaz, doğru anlaşılır!. O halde nasıl, nasıl kendilerine getirebiliriz bu şaşkınları!.
Oysa kendilerine erkek denilen bu aile reisleri şayet Allah'a ve Resulüne iman ediyorlarsa, kendilerini ve yakınlarını nefsi hoşnutluk ile cehenneme sürüklemekle değil, kendilerinin ve yakınlarının nefislerine hoş gelmese de ateşten korumakla mükelleftirler.
“Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koru­yun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler.”
Ailesini, eşini ve çocuklarını seven, onları gerçekten seven müslüman bir erkek, gücü nisbetince onları ateşten sakındıran, onlan hayra ve rah­mete davet eden bir erkektir. Ailesini seven, dünyada be raber oldukları gibi ahirette de beraber olmak isteyen müs­lüman kadınlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Onlar da cennet arzusu İle kocalarını hayra davet edecekler ve ko­calarının hayırlı davetlerine, yine cennet arzusuyla icabet edeceklerdir. Nitekim müslüman bir erkek için ailesine na­mazı emretmesi ve bunda kararlı olması, ailesinin hayır ve rahmetinde kararlı olması gibi asil bir davranıştır.
“Ehline (ümmetine) namazı emret ve onda kararlı dav­ran. Biz senden nzık istemiyoruz, biz sana nzık vermekteyiz. Sonuç da takvanındır.”
Hayra ve rahmete davetteki bu kararlılığı, karşı tarafa kesinkes dayatmalarda bulunmak şeklinde anlamamalıyız. Buradaki kararlılık, bazı yaptırımlardan ziyade davette ka­rarlılıktır.
Şanı yüce Rabbimiz yerlere ve göklere isteyerek veya istemeyerek emrime gelin buyurmuş, yerler ve gökler de İsteyerek geldik şeklinde bir cevapla, bu davete icabet etmişlerdir. Ancak “İsteyerek veya istemeyerek emrime ge­lin" şeklindeki bu davet, herhangi'bir muhayyerlikleri ve tercih haklan bulunmayan yerlere ve göklere yapılan bir davet şeklidir. İnsanlar ise Allah'a kulluk bazında belirli ter­cih haklarına sahiptirler. Dolayısıyla insanlara kulluk bazın­da götüreceğimiz bütün davetlerde, onların bu daveti, em­rivaki olarak değil, öncelikle isteyerek icabet etmelerine önem vermeliyiz. Daveti götürdüğümüz karşı tarafın bir tercih hakkı olduğunu bilmeli, hayrı ve rahmeti tercih ede­bilmeleri için bu daveti yumuşak bir üslupla ve hikmetli açıklamalarla götürmeliyiz. Muhatabımızı herhangi bir Rabbani fiile davet etmeden önce, bu fiilinin önemini, ne­den ve ne için yapılacağını, yapıldığı ve yapılmadığı za­manlar ne olacağını, neyi karşılaşılacağını yine muhatabamızın seviyesine göre anlaşılabilir örneklerle izah etmeliyiz.
İslam dininin asli meseleleriyle ilgili davetlerimize inadi olarak icabet edilmediği durumlarda dahi, onları her ne pahasına olursa olsun müslümanlığa zorlamak değil, gere­kirse bir erkek olarak boşama veya bir kadın olarak boşanmayı isteme hakkımız vardır. Kadınların boşama değil, boşanmayı isteme hakkı olması, kadınları çaresizlik içinde bırakacak bir eşitsizlik değildir. Çünkü aile yapısı içersinde kadın erkeğinden değil, erkek kadınından sorumludur. Dolayısıyla erkeğini hayra davet etmesine rağmen bu daveti­ne icabet edilmeyen kadın, kendi kulluk farizasını yerine getirerek kurtuluşa erebilir. Fakat aynı şey, kadınından so­rumlu erkekler için geçerli değildir.
Yukarıda zikrettiğimiz boşama veya boşanmayı iste­me hakkı, yine de çok ciddi durumlarda gündeme gelmesi gereken bir haktır. Çünkü boşanmak, bazı rivayetlerde bil­dirildiği gibi Allah'ın sevmediği bir helaldir. Nitekim birbirlerinde hoşlanmadıkları bazı kısmi şeylerle karşılaştıkları için yuvalarını yıkan, çocuklannı annesiz veya babasız bırakan kimseler, bilerek veya bilmeyerek büyük bir vebalin al­tına giren kimselerdir.
Oysa farklı özelliklere, birbirinden ayrı huy ve mizaç­lara sahip insanlar olarak, birbirimizde hoşlanmadığımız bazı durumlarla karşılaşabileceğimizi dikkate alan İlahi va­hiy, bizlere böylesi durumlarda şu nasihati etmektedir.
“Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmaya kal­kışmanız size helal değildir. Apaçık olan 'çirkin bir hayasızlık' yapmadıkları sürece, onlara verdiklerinizin bir kısmını gider­meniz (kendinize almanız) için onlara baskı yapmanız da (helal değildir.) Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.”
Eşlerimizde hoşlanmadığımız bir şeyle karşılaştığımız zaman, bu şeyin bizler için hayır, çok çok hayır olması,hoşlanmadığımız bu şeye Allah'ın nzasını gözeterek sabretmemize, affetmemize, hoşlanmadığımız bu şeyi, hoşgörmeye çalışmamıza bağlıdır. “Allah rızası için (Allah'ın affedebileceği bir şeyi) affeden, affedilecektir..” vaadini düşünmemiz bile, böyle bir durumda karşılaşacağımız ilk hayrı görmemize vesile olabilecektir.
Ayet-i kerimede ayrıca “Onlarla güzellikle geçinin” buyurulmaktadır. Bu hayırlı davet, erkeklerle beraber kadınları da muhatap almakta, kadın ile erkek güzellikle ge­çinmeye davet edilmektedir. Biz müslümanlar için bunun en pratik yolu, eşlerimize bir mümin veya bir mü'mine olarak değer vermek ve onlara bu değere yakışan davra­nışlarda bulunmaktır. Mesela mümine bir bacımızla evli olan erkeklere sormak isteriz.
Nikahınız altındaki kadın, Resulullah (s.a.v.)'in bir kızı olsaydı, ona karşı haksız veya kaba davranabilir miydiniz? Haksız yere onu üzmenin, Efendimiz (s.a.v.)'i üzmek olacağını düşünüp, daha bir dikkatli, daha bir rahmetli yaklaşmaz mıydınız?
Bir müslüman olarak bu sorulara vereceğiniz cevap­lar bellidir. Oysa mesele bu örnekten farklı bir mesele değildir. Nikahınız altındaki mü'mine bacımız, sadece kızlarına değil, ümmetine de aynı merhametle yaklaşacak olan Resulullah (s.a.v.)'in ümmetinden olup, alemlerin Rabbi olan Allah'ın kuludur. Daha açık bir ifadeyle babası pey­gamber değildir, peygamber değildir ama, Rabbi ve sahibi Allah'tır.
O halde Allah'ın bizlere nikah akdi ile emanet olarak verdiği kadınlarımızla ilgili olarak muazzam hesap gününde “Emanetime ne yaptınız? Nasıl davrandınız? Onları hangi durumda alıp, hangi durumlara getirdiniz?” sorulanyla karşılaştığımız zaman, mutmain bir kalp ile mutmain cevaplar verebilmemiz için, ne yapmamız ve onlara nasıl davranmamız gerektiği belli değil mi?
Kadınlarımızın da aynı ömeği kendi boyutlarından düşünmeleri, birer Hz. Fatıma olabilmeleri için, müslüman kocalanna Hz. Ali muamelesi yapmaları gerekmez mi? Kocaları Hz. Ali gibi olmasa da, kendileri Hz. Fatıma gibi olmak istemezler mi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İslam'da Kadını Dövmek

İslam'da Kadını Dövmek

Aileyi münkerden menetme ve bu menetmede kararlı davranma meselesinde bir yaptırım olarak “Dayak var mıdır, yok mudur?” sorusu, müslümanlar arasında da tartışı­lan bir sorudur. Nitekim müslümanlar tarafından tanınan ve oldukça sevilen bir yazar, kadınlarla ilgili bir konferansa giderken “İslam'da kadını dövmek var mıdır?” sorusuyla karşılaşabileceğinden oldukça korktuğunu ifade etmektedir. Bu korkunun psikolojik nedeni, yazarın vermek istediği ce­vabı veremeyeceğinden duyduğu endişedir. Bu konudaki feminist baskıları dikkate alan yazar, “İslam'da kadını döv­mek yoktur?” cevabını vermek istemesine rağmen, aşağı­daki aye-i kerime kendisini bundan engellemektedir.
“Allah'ın, bazısını bazısına üstün kılması ve onların ken­di mallarından harcaması nedeniyle erkekler, kadınlar üzerin­de 'sorumlu yöneticilerdir', İyi kadınlar gönülden (Allah'a) itaat edenler, -Allah, (onları ve haklarını) nasıl koruduysa görünmeyeni koruyanlardır. Başkatdırıp diretmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin, yataklarda yalnız bırakın, (ya da hafifçe) döğün. Size itaat ederlerse, aleyherinde bir yol aramayın. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.”
Daha sonra aynı yazar Tefsiru'l Mizan'ı okuduğunu ve bu müşkülünü Merhum Tebatebai'nin tefsirinde çözdüğünü (ki nasıl çözdüğüne de pek açıklık getirmiyor) belirte­rek “İslam'da kadını dövme yetkisi diye bir şey asla yoktur, işte bu kadar” diyebilmektedir!.
İslam adına konuşmalarına rağmen feminizmin veya İslam'a düşman olan mercilerin bu konudaki yoğun propagandalanndan etkilenerek, benzer ifadelerle bu görüşü destekleyen başka yazar ve düşünürler de bulunmaktadır.
Feminist baskıları veya kadını dövmekle ilgili yanlış uygulamaları dikkate alarak “İslam'da kadını dövmek yoktur” demek, açık bir cüretkarlıkla haddi aşmaktır. Kadını dövme hadisesinin cahili toplumlarda yaygınlaşan yanlış uygulamaları ayrı bir husus, İslam'da olup-olmaması ise apayrı bir husustur. Nisa suresinin 34, ayet-i kerimesi, müslümanların tevii ve tahrif etmeden kabullenmeleri gereken bir ayet-i kerimedir.
Meseleyi Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğünde değerlendir­memiz de, bu ayet-i kerimedeki apaçık manayı değiştirmeyecektir. Mesela Hz. Eyyub (a.s.) hastalığı döneminde ha­nımına bir nedenden ötürü' kızmış ve rivayetlere göre “İyileştiğim zaman sana kırk sopa vuracağım” diyerek ye­min etmişti. Rivayetler Hz. Eyyub (a.s.)'ın iyileştikten son­ra hanımına kırk sopa atacağına dair yemin ettiği için piş­manlık duyduğunu nakleder, “Yeminin gereğini yapayım mı, yoksa kefaretini ödeyip yapmayayım mı?” endişesini taşıyan Hz. Eyyub (a.s.)'a, Rahman olan Rabbimiz şöyle yol göstermektedir.,
“Ve elinle bir deste (sap) al, böylece onunki vur ve an­dım bozma. Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönetip dönen biriydi.”
İslam'a göre kadını dövmek veya kadına vurmak caiz olmasaydı, şanı yüce Rabbimiz caiz olmayan bir amel için Hz. Eyyub (a.s.)'a yol gösterir miydi? Bu örneği Resulullah (s.a.v.)'e ve bütün müslümanlara verir miydi?
Daha önce de belirttiğimiz gibi müslümanın ettiği ve edeceği yeminier ile herhangi bir helal, haram olmayacağı gibi, herhangi bir haram da helal olmaz. Böylesi yeminler, kefaretle hemen bozulması gereken yeminlerdir. Dolayısıyla Hz. Eyyub (a.s.)'ın yemini, bozulması gereken böyle bir yemin değil, gereğinin yapılması gereken bir yemindir.
Meseleyi salt eylem olarak düşündüğümüz zaman, kadının dövülmesi hiç şüphesiz ki hoş bir şey değildir. Burada hoş olmayan şey, kadının dövülmesinden ziyade bir insanın dövülmesidir. Dövme ve dövülme hadisesinde ka­dın erkek ayırımı yapıp, "Erkeğin dövülmesi hoş fakat ka­dının dövülmesi hoş değildir" diyemeyiz. Bir insan olarak hem erkeğin ve hem de kadının dövülmesi hoş bir hadise değildir.
Ancak biliyor ve iman ediyoruz ki, dinimiz İslam'da gerekli görülen bazı durumlarda bir ceza, bir yaptırım olarak dövme hadisesi bulunmaktadır. Toplumsal disiplin için bazı durumlarda caiz ve gerekli görülen bu eylem, ailenin disiplini için de bazı özel durumlarda gerekli görülmekte ve erkeğe bu yetki verilmektedir. Dolayısıyla bu konudaki tartışmalanmızı “Dövmek var mıdır, yok mudur?” sorusu çer­çevesinde değil, bu meselenin yanlış tatbikatleri üzerine yapmamız gerekir. Çünkü bu konuda karşılaşılan sorunlar, genel olarak gereksiz ve yanlış tatbikatlerden kaynaklanan sorunlardır.
Öncelikle şu hususun kavranması gerekir ki, İslam'a göre kadının eğitim ve terbiyesinde dayak esas alınmaz. Kadının eğitim ve terbiyesinde aile reisine, yani evin erke­ğine emredilen öncelikli tavır, ailesine karşı güzellikle dav­ranması, ailesini hayra ve rahmete en güzel bir biçimde davet etmesidir. Münkerden nehyetme meselesine de ön­celikli yaklaşım bu şekildedir. Ancak bütün bu yaklaşımlara ve öğüt vermelere rağmen inadi bir azgınlıkta bulundukları veya müslüman bir erkeğin nikahındaki kadına kesinlikle yakışmayacak bazı münkerieri işledikleri zaman, bir yaptırım olarak yataklannda yalnız bırakılmalarına veya aşırıya kaçmadan ve yüzlerine vurulmadan dövülmelerine izin verilmektedir.
Mesele bu noktaya geldiği zaman, bütün erkeklere altını çizerek şu hususu hatırlatmak isteriz ki, herhangi bir müslüman erkek zorunlu kaldığı durumlarda dahi karısını kendisinin menfaati veya maslahatı için değil, karısının menfaati veya maslahatı için döver. Karısını seven ve karı­sıyla cennette beraber olmak isteyen bir erkek, karısını ce­henneme götürecek fiiller karşısında geçit vermeyen bir dağ gibi durmasını bilen erkektir. Dolayısıyla kadınına vur­ması, dünyevi sebeblerin fevkinde uhrevi sebebler için ol­malıdır. Yemeğin tuzu az olduğu veya karısında hoşlanma­dığı bir şey gördüğü için karısını dövenler, hiç şüphesiz ki kadınlarına zulmeden zalimlerdir. Tabi ki kadınlarını başı­boş bırakanlar, onların cehennemlik fiillerini görmemezlikten gelenler de aynı zalimlerdendir, Nitekim erkeğin acizli­ğinden dolayı yıkılan yuvalan veya kadının azgınlığı ile cehenneme doğru yol alan aileleri gördüğümüz zaman, aile reisi olan bu erkeklere bakıyor ve dilimizin ucuyla “Keşke gerektiği zaman karısını dövebilseydi, keşke bu ça­reyi de deneseydi!.” diyoruz.
Netice olarak kadını dövmek, aklen ve ruhen sağlıklı hiçbir erkeğin veya kadının hoşlanacağı bir şey değildir. Ancak daha önce de belirtti­ğimiz gibi İslam'da bu hüküm ve bu hükmün hikmetli bir yeri vardır. Bizlere düşen görev, hoşlanmadığımız bu eylemden sakınmaya ve karşı tarafı da sakındırmaya çalışmamızdır. Böyle bir duruma düşmekten sakınan Resulullah (s.a.v.) bu hadiseyi hiç yaşamamış, hiçbir hanımına bir fiske dahi vurmamıştır. Nitekim bazı hanım münevverleri­miz Resulullah (s.a.v.)'in hiçbir hanımına bir fiske dahi vur­madığını belirterek, erkek müslümanlan böyle bir tavıra davet etmektedirler. Bize göre bu davet, tek taraflı olduğu için hayra ve rahmete vesile olabilecek bir davet değildir, Çünkü Resulullah (s.a.v.) ile ilgili olarak karşılaştığımız ör­nekte, hanımlarına bir fiske dahi vurmayan Resulullah (s.a.v.) ile birlikte,kendilerine bir fiske dahi vurdurmayan, vurdurmaya gerek göstermeyen peygamber hanımları, annelerimiz var­dı.
Her iki tarafın da örnek alınması gerekmez mi?
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt