Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kadının onuru (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Çok Evlilik Üzerine

Çok Evlilik Üzerine

Bu başlığı zamanımız müslümanlarına gerekli olduğu için değil, üzerinde çok tartışılan ve özellikle İslam düşma­nı merciler tarafından sık sık suistimal edilen bir mesele ol­duğu için açıyoruz. Bu konuyla ilgili daha önceki bir yazı­mızdan da alıntılar yaparak, bu meseleyi kendi tabiatına ve kendi ortamına göre kısaca değerlendireceğiz.
İslam'a göre çok evlilik meselesi, müslümanlar arasın­da dahi yeterince açıklık kazanan bir mesele değildir. Meselenin günümüz cahili toplumlanndaki pratiği ve yansıma­sı ile gerçek İslam'ın hakim olduğu toplumlardaki pratiği ve yansıması hiç şüphesiz ki birbirinden farklı olacaktır. Dolayısıyla meseleyi öncelikle İslam'ın hakim olduğu top­lumlara göre değerlendirecek ve bu İslam toplumlarındaki pratiğine açıklık getirmeye çalışacağız.
Çok evlilik meselesini İslami toplumda ve İslami ölçü­lere göre kadın ve erkek boyutundan ayrı ayrı değerlendirdiğimiz zaman, birden fazla evliliği genel olarak iki ayrı başlıkta ele alabiliriz..
Bunlardan birincisi dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçları karşılamak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan çok evliliklerdir. Savaş, ölüm veya belli bir sayısal dengesi olmayan doğum gibi nedenlerle erkeklerin kadın­lara nazaran az olduğu dönemlerde (ki genel olarak tarihin her döneminde ve günümüzde de durum aynıdır), kadınla­rı gayrimeşru bir yola itmeden onlara meşru bir statü ka­zandıran bu hüküm, yeterince ve iki taraflı düşünüldüğü zaman erkeklerden ziyade kadınların maslahatını gözeten bir hükümdür. Yaşanması zorunlu olmayan, tarafların ken­di tercihleriyle gerçekleşen bu çok evliliklerde, kadınlardan ziyade erkeklerin sorumlulukları artmaktadır.
Karşılaşılan sosyal problemleri, fıtri İhtiyaçlan veya dünyevi sıkıntıları çözümlemek için yapılacak olan bu gibi evliliklerde gerek duyulabilecek maddi potansiyelin kadın­da veya erkekte bulunması ve ayrıca erkeğin adil olması gerekmektedir. Çünkü konuyla ilgili ayet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır.
“Eğer yetim (kız)lar konusunda adaleti yerine getiremeye­ceğinizden korkarsanız, bu durumda, size helal olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikalılayın. Şa­yet, adalet yapamıyacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (eş) ya da sağ ellerinizin malik olduğu (cariye) ile (yetinin). Bu sapmamanıza daha yakındır.”
Bu ayet-i kerimedeki İlahi vahyin öngördüğü ve teş­vik ettiği adalet vasfı, gücü nisbetince adil olmaya cehdeden ve bu cehdi ile zulümden uzaklaşıp, adalete yaklaşabi­len müslümanların vasfıdır. Çünkü hiçbir müslümanın en ufak bir zulümden dahi müstağni olan adil bir kimliğe tam manasıyla ulaşabilmesi mümkün değildir. Nitekim aşağıda­ki ayet-i kerimede bu durum dikkate alınmakta ve müslümanlara şu nasihat yapılmaktadır.
“Kadınlar arasında adaleti sağlamaya -ne kadar özen gösterseniz de güç yetiremezsiniz. Öyleyse, büsbütün (birine) eğilim (sevgi ve ilgi) gösterip de öbürünü askıdaymış gibi bı­rakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
Dünyevi sıkıntıları gidermek, fıtri ihtiyaçları karşıla­mak ve sosyal problemleri halletmek için yapılan bu gibi çok evliliklerde; bir hanımının şer'i ihtiyaçlarını karşılarken zorlanan bir erkeğin, ihtiyaç sahibi ikinci bir hanımı alma­sı, bu sosyal dertlerin çözümlenmesi değil daha da büyütül­mesidir. Dolayısıyla ihtiyaç sahibi mü'mine bir kadını ni­kahlama sorumluluğu, adil olmak veya adil olmaya çalışmak vasfıyla birlikte bu kadının ihtiyaçlarını giderebile­cek güçte olan müminlerin öncelikli sorumluluğudur. Daha açık ve genel bir ifadeyle, evliliğe neden olan beklentilerin, söz konusu evlilikte karşılığını bulabilecek beklentiler olma­sı gerekmektedir.
İkinci başlıkta ele alacağımız çok evlilikler ise, dünye­vi ihtiyaçların veya fıtri beklentilerin fevkinde, İslami hare­ketin maslahatı için yapılan çok evliliklerdir. Efendimiz (s.a.v.)'in sosyal kariyeri bulunan veya kişisel özellikleri yüksek olan annelerimizle evliliği, bu başlığa örnek göste­rebileceğimiz evliliklerdir. Bu evliliklerde İslami hareketin maslahatına öncelik verilmekte ve buna paralel olarak kadın dünyasıyla ilgili birçok boşluklar, diğer kadınlara örnek olabilecek yetkinlikteki böylesi mü'minelerin yetiştirilmesiyle doldurulmaktadır. Nitekim hem kendi çağdaşlarının ve hem de günümüz kadınlarının birçok sorusuna cevap ve­ren ve bütün müslüman kadınlara örnek olan annelerimiz, Resulullah (s.a.v.)'e eş olan, kendi kişisel gayretleriyle beraber Efendimiz (s.a.v.)'in kutlu öğretisiyle bu aşamaya yük­selen annelcrimizdir.
İslami hareketin maslahatıyla ilgili olan bu evlilikler­de, maddi konumdan ziyade ilim ve kişisel özellikler esas alınmaktadır. Dolayısıyle bu gaye ile yapılabilen çok evlilik­ler, özellikle ilmi yetkinlikteki dava adamlarının ve bazı ko­numlara talip olmakla birlikte, bunun gereğini de yapabile­cek hasletlere sahip olan mü'minelerin gerçekleştirebildik­leri evliliklerdir. İslami düzlemde ve İslami gayelerle yapı­lan bu evlilikler ile, kadın ve erkek dünyaları arasında ciddi ve bilinçli köprüler kurulabilmektedir. Yaş durumunun pek önemsenmediği veya ön plana çıkarılmadığı bu gibi evlilik­lerde, hanımından daha yaşlı bir müminin veya kocasın­dan daha yaşlı bir mü'minenin uzun yıllar yaşayarak ve dü­şünerek kazandığı olgunluk, kendileriyle evlenen gençlere ve dolasıyla genç nesillere daha aktif ve daha pratik bir yolla intikal edebilmektedir.
Günümüzdeki anlayışlara göre yukarıdaki ifadelerin anlaşılabilmesi ve toplumsal yaşantıda yerine oturtulabilmesi tabi ki mümkün değildir. Fakat bu ifadeler anlaşılsın veya anlaşılmasın, müslüman toplumbilimciler tarafından dikkate alınsın veya alınmasın özellikle asr-i saadet döne­minde açıkça müşahade edilen bu toplumsal gerçeklikleri tekzip edecek değiliz.
Çünkü asr-ı saadet döneminde, günümüzde olduğu gibi kadın dünyası ile erkek dünyası arasında önemli bir yabancılaşma ve gençlerin dünyası ile yaşlıların dünyası arasında kutuplaşmaya varan bir uzaklaşma yoktu. Toplumsal ahengi ve toplumsal olgunluğu engelleyen bu gibi olumsuzlukların olmayışında ise, yukarıda anlatmaya çalıştığımız yönelişlerin önemli bir etkisi bulunmaktadır. Genel­de değil, özelde dikkate alınması gereken ve yetkin insanlarca özelde dikkate alınan bu gibi yönelişlerin rahmeti, so­nuç olarak özelle birlikte genele de yansıyan rahmetlerdir.
Çok evlilikle ilgili olarak kısaca ifade ettiğimiz bu de­ğerlendirmeler, meselenin başında da belirttiğimiz gibi çok evliliğin İslami düzlemde değerlendirilmesidir. Günümüz toplumunda ise yaşanan şartlar ve anlayışlar oldukça fark­lıdır. Hiç şüphesiz ki bir müsiüman olarak bu farklılıkları ileri sürerek “Birden fazla evlilik hükmü neshedilmiştir veya birden fazla evlenmek haramdır” diyemeyiz.
Ancak söz konusu farklılıklar, mutlaka ve mutlaka dikkate alınması gereken farklı­lıklardır. Dolayısıyle böylesi evliliklere niyet eden ve bunu gerçekleştirmek isteyen kimselerin; iyimser temennileri veya nefsi temayülleri bir kenara bırakarak yukarıda belirt­tiğimiz hususlarla birlikte içinde yaşadığımız cahili toplu­mun yadırgayıcı baskısını da dikkate almaları ve karşılaşa­bilecekleri sorunların üstesinden gelip-gelemeyeceklerini gerçekçi olarak tesbit etmeleri gerekir. Kaldı ki İslam'a göre çok evlilik, müslümanların teşvik edildikleri bir eylem değildir. Yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimeden de anlaşı­lacağı gibi, müslümanlar adalete daha yakın olan tek evlili­ğe teşvik edilmektedirler.
İslam'daki çok evlilikten ziyade bizatihi İslam'ı yadır­gayan ve her fırsatta “İslam gelirse, erkekleriniz üç-dört evlilik yapabilecek!” diyerek kadınları İslam aleyhine kışkırt­maya çalışan küfür odakları ise küfrün tabiatında bulunan sahtekarlığı yaşamaktadırlar. Satılmış sanatkarlarca kaleme alman yazılarda “Erkek iki-üç kadın alabilir. Ama kadın iki-üç koca alamaz. Bu nasıl eşitlik?” sorusunu devamlı gün­demde tutan resmi ideoloji, günümüzdeki uygulaması ile acaba kadınlara ve erkeklere eşit mi davranıyor?
Resmi uygulamaya göre kadınlar ve erkekler sadece bir evli mi?
Hepsi birden ağzını açacak ve hepsi birden “Tabi ki bir evli!.” diyeceklerdir.
Peki, şu Genelevler kimlerin hizmetinde!. Resmi olarak bir evli gözüken T.C’nin erkek vatandaşları, kapılarından is­tedikleri zaman girecekleri resmi veya gayriresmi Genelev­ler ile, tuttukları garsoniyerler ile üç-beş evli olmuyorlar mı?
Kadın erkek eşitliğini savunanlara soruyoruz, bu nasıl eşitlik? Resmi ideoloji, kendisini benimseyen kadın vatandaşlarına da bu hizmeti neden götürmüyor?
Diyelim ki götüremiyorsunuz!. O halde sadece erkek­lere açık olan ve erkekleri birden fazla evli durumuna getiren Genelevlerini de kapatmanız gerekmez mi?
Kapatmanız gerekir, gerekir ama, siz kapatmazsınız. Çünkü ahlaki değil ekonomik nedenlerle iki-üç evliliğe karşı çıkan sizler, evlenmeden, kadınların geçimini ve sorumluluğunu üzerinize alma­dan, yüzlerce kadından, yüzlerce kızdan faydalanmak iste­yen namussuzlarsınız!. İhtiyaç içersindeki bir kadını nikahı­nıza alıp, onun geçimini tek başınıza karşılamak erkekliği yoktur sizlerde. Sizlerin eline düşen böyle bir kadının aç kalmaması ve karnını doyurabilmesi için, sizlerden birisine değil, hepinize karılık yapması ve hepinizi memnun etme­si gerekir.
Cevap verin beyler!. İslam'daki çok evlilik hadisesi mi yadırganacak bir şey, yoksa sizlerin bu iğrenç uygulamala­rınız mı?
Garsoniyerlerde metres hayatı yaşayan, erkekler arasında paslaşılan, düştükleri genelevlerde binlerce erkeğin maskarası olan kadınlara mı acımak gerekir, yoksa,
İslam toplumundaki bir müslümana kendi isteği ile ikinci hanım olup, tertemiz bir yaşantı süren kadınlara mı?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İş Bölümü

İş Bölümü

Aile yapısında iş bölümü demek, bir ailede yapılması gereken bütün işlerin, bir pasta gibi ortadan ikiye bölünmesi, erkek ile kadının aynı işleri, aynı oranda yapmaya çalışması demek değildir, Kadın erkek eşitliğini savunan bazı merciler, bu çarpık eşitlik anlayışının bir uzantısı ola­rak kadın ve erkeği çalışma hayatına birlikte davet etmek­tedirler. “Hayat müşterektir” tezi ile kadın ve erkeği çalış­ma hayatına sürükleyen bu kimseler, kadını ve erkeği müşterek kullanmak isteyen kapitalistlerdir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi İslami bir aile öncelik­le iki şahıstan, bir mümin ve bir mü'mineden meydana gelmektedir. Ailenin kimliği, bu iki kimliğin ortak bir yansı­masıdır. Şayet bu iki kimlikte yeterli bir netlik yok ise, bu kimliklerin ortaklaşa oluşturacaktan aile yapısında da netlik olmayacaktır.
Aile bireylerini tanımlarken, kadını dikkate almadan erkeği, erkeği dikkate almadan kadını tanımlamak, erkek­ten ve kadından oluşan aileleri ahenkli bir uyuma değil, çelişkili bunalımlara sürükleyecektir. Müslüman bir erkek veya müslüman bir kadın kendisini tanımlarken, kendisine yaşamda ve aile yapısında bir yer verirken, mutlaka ve mutlaka kendisiyle birlikte karşı cinsi de dikkate alması ge­rekir. Meseleye iki yönlü yaklaşılacak ancak fiiliyat nokta­sında öncelikle kendilerine düşeni yapacaklar, pratiğe ken­di nefislerinden başlayacaklardır. “Kocam şöyle davranmıyor veya kanm böyle yapmıyor..” demezden önce, bir kadın ve bir koca olarak öncelikle kendi üzerleri­ne düşeni yapmaları gerekmektedir.
Müslüman bir ailede iş bölümü demek, yapılacak iş­lere bu bilinçle yaklaşılması, kadın ve erkeğin kendi üzerlerine düşen görevi bu bilinçle tesbit etmeleri demektir. Ni­tekim kadın ve erkek ayrımını dikkate alan ve kadına özel bir değer veren İlahi vahye göre bu iş bölümünün en ge­nel tasnifi, evle ilgili günlük işleri kadın üstlenirken, sokak­la ilgili işleri erkeğin üstlenmesidir. Tüm ailesinin geçimini tedarik etmekle yükümlü olan erkek, bu geçimi helalinden temin etmekle ve ailesine helal yidirmekle mükelleftir. Helal ve haram hükümleriyle kendisinin de mükellef olduğu kadın ise aynı ölçülere riayet ederek ev işlerini yürütmek ve kocasının hakkını korumakla yükümlüdür.
İstisnai durumlar hariç olmak üzere genel olarak bu çerçevede yapılan iş bölümü, müslüman kadın ve erkeğin ibadet telakkisi ile yerine getirmeleri gereken bir iş bölü­müdür. Genel hatlarını İslam'ın belirlediği bu iş bölümün­de, erkek ile kadının kesinlikle birbirlerini rencide etmeme­leri ve birbirlerini minnet altında bırakmamaları gerekir. Ailesinin geçimini kendileri temin ettikleri için bunu bir üs­tünlük vesilesi kabul edenler ve bu üstünlük kompleksi ile ailelerini hor görüp, onlara aşağılayıcı söz söyleyenler, kul­luk şuurundan uzaklaşmış zavallı erkeklerdir. Çünkü kulluk şuurundaki mü'min bir erkek, bu görevi kendisine ailesinin değil Allah'ın verdiğini bilerek, ailesinin geçimini kendisine farz olan bir ibadet gibi yerine getirir. Allah rızası için yerine getirilen bu ibadet ise kulların başına kakılacak, onları töhmet akında bırakacak bir eylem değildir.
Aynı şeyleri müslüman kadınlar için de söylememiz mümkündür. Onlar da ev işlerini yaparlarken, kocalarının hakkını gözetirlerken, çocuklarına bakarlarken, bütün bunları bir ibadet bilinciyle yerine getirmelidirler. Kendilerine kocalarının değil İslam'ın yüklediği bu işleri yaparlarken de­vamlı sızlanan ve şikayetlerde bulunan kadınlar, kendileri­ne farz olan namazdan sızlanan ve şikayetlerde bulunan şaşkınlar gibidirler!. Oysa Allah rızasını gözeterek çamaşır veya bulaşık yıkamak ile Allah'ın rızasını gözeterek namaz kılmak arasında, ibadi düzlemde önemli bir fark yoktur. Allah rızası için yapıian bütün eylemler, karşılığı ecir olan birer ibadet olmaktadır.
Aile içersindeki iş bölümünden kaynaklanan bazı ihti­laflar, genel olarak tarafların birbirlerini ve birbirlerinin yaptıkları işleri küçümsemesinden kaynaklanmaktadır. Ta­raflar birbirlerinin yaptıkları işe bakarak “Sen ne yapıyor­sun ki!” dedikleri zaman, ihtilaf ve huzursuzluklar başla­makta ve her iki taraf da kendilerinin daha çok iş yaptıklarını iddia etmeye başlamaktadırlar. Erkek eve geldi­ği zaman bütün gün yaptığı işlerden uzun uzun şikayet et­mekte, kadın ise maksatlı olarak akşama ertelediği bazı iş­leri yapmaya çalışırken “Sen ne diyorsun! Bak benim işim hala bitmedi, hala çalışıyorum..” diyerek, kocasına baskın çıkmaya çalışmaktadır.
Oysa böyle mi olmalıdır?
Müslüman ailelerin geceleri bu telaş, bu dır dır ile mi geçmelidir?
Halbuki birbirlerine ve birbirlerinin yaptıkları işlere saygı duydukları zaman, yukarıdaki tablo tam manasıyla değişecektir. Evin hanımı işlerini gündüzden bitirecek, kocasını gülen bir ev ve gülen bir yüz ile karşılayacak, hanı­mını ev işlerini yaparken görmese de evin o hale kendili­ğinden gelmediği bilen erkek hanımına minnettarlıkla se­lam verecek, kocasını çalışırken görmese de, kocasının elindeki filenin kendiliğinden dolmadığını bilen hanım aynı minnettarlık ile selama mukabele edecek ve bu bilinçli say­gı ile birbirlerine yaklaşan eşler, huzur ve rahmet dolu bir gece geçireceklerdir.
Böylesi daha iyi değil mi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Müslüman Ailede Çocuk

Müslüman Ailede Çocuk

Kadınların tarihini, erkekler yazmıştır desek, herhalde mübalağalı bir ifade kullanmamış oluruz. Erkekler günümü­ze kadar kadınlar üzerinde gerçekten müessir olmuşlar, is­tedikleri konularda onları onurlandırırken, istedikleri konu­larda da küçümseyebilmişlerdir. Bu erkeksi zihniyet, kadınlann en kutsal misyonu olan analık meselesine de aynı şekilde yaklaşmıştır.
Kaydadeğer bütün önemli eylemleri kendilerine layık gören erkek zihniyeti, ulaşamayacakları bu analık konumu­nu ne yazık ki küçümsemeyi yeğlemişlerdir. Nitekim hami­le kalma, doğurma ve yetiştirme eylemlerini hayvanların dahi yaptığını belirterek, bu eylemleri insani değerlerden ayrı ve hatta aşağılayıcı eylemler olarak empoze etmişler­dir.
İnsanlar ile hayvanları böyle bir mantık ile mukayese eden ve benzer eylemleri aynı düzlemde değerlendiren zihniyet, hiç şüphesiz ki tartışılması gereken bir zihniyettir. Önce şu hususun açıklık kazanması gerekir ki, insanlarda­ki bazı eylemler, hayvanlarda olsa dahi, bu eylemler ara­sında önemli keyfiyet farklılıkları vardır. Bu keyfiyet farklı­lıkları olduğu sürece, insanlann eylemleri ile hayvanlann bu konudaki benzer eylemlerini aynı düzlemde değerlendi­remeyiz.
Meseleye açıklık kazandırmak için, sadakattan örnek verebiliriz. Bilindiği gibi sadakat vasfı, insana değer kazandıran vasıflardan birisidir. Bu vasfın görünür düzlemde kö­peklerde de olması, bu vasfın değerini düşürmez. Çünkü köpeklerdeki bu vasıf, herhangi bir gayeyi ve doğru ölçü­leri gözeten bilinçli bir vasıf değildir. Dolayısıyla sahibinin kimliğini, kişiliğini bilmeden ona itaat eden, ona bağlı, ka­lan köpeğin bu vasıflarını, insani düzlemde değerli kabul ettiğimiz sadakat vasfıyla mukayese edemeyiz. Sadakat vasfını keyfiyet düzleminde güzelleştiren ölçüler, insani ve İslami düzlemde vazgeçilmez olan hak ölçülerdir. Bu ölçü­leri gözardı ederek şeytana veya şeytanın dostlarına itaat eden kimseler, bu itaat ve bağlılıklanyla sadakatin görkem­li zirvesine çıkmak yerine köpeklerin durumuna düşmekte­dirler. İşte sadece böylesi durumlarda, bu kişiler ile hayvanları mukayese etmemiz ve İlahi vahyin ifadesiyle “Bu kişilerin hayvanlar gibi ve hatta hayvanlardan daha aşağı derecelerde olduklarını..” söylememiz doğr u olur.
Analık vasfını da, kısaca belirttiğimiz bu örnek istika metinde değerlendirmemiz gerekir. İslami ve insani düzlemde değerli kabul edilen analık, hiç şüphesiz ki çocuğu­nu doğurduktan sonra cami kapısına bırakan veya üç-beş kuruş karşılığında satan kadınların analığı(!) değildir!. İsla­mi ve insani düzlemde değerli kabul edilen analık, çocukla emzirmesi için yaratılan göğüslerini bir seks ve güzel­lik organı kabul ederek, göğüslerinin bozulmaması için ço­cuğunu ana sütünden mahrum eden ve tüm inekleri, yetiş­tirdikleri neslin “Süt annesi” durumuna getiren şaşkınlar da değildir!.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bir çocuğun doğurulması, bakılması ve yetiştirilmesi, İslam'a göre bütün insanlı­ğın doğurulması, bakılması ve yetiştirilmesi gibi önemli, çok önemli bir eylemdir. Bu yüce eylemi, bu yüce bilinçle yerine getiren kadın, İslam'ın analık makamına layık gör­düğü kadındır.
İslam'a göre salih evlada sahip olabilmek; bir aile için oldukça hayırlı bir lutuftur. Nitekim böyle bir lutufa ulaşabilmek için müslüman ailelerin yaptıkları dualar Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde beyan edilmekte ve zamanımızdaki anne babalara bir örnek olarak zikredilmektedir..
“Ve onlar: Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (çocuklar) armağan et ve bizi takva sahihlerine önder kıl, diyenlerdir.”
“O, sizi tek bir nefisten yarattı ve kendisiyle durulup-yatışması için ondan da eşini var etti Onu (eşini) örtüpbürüyünce, o da bir yük yüklendi de bununla (bir süre) ge­zindi Nitekim ağırlaşınca, ikisi Rabbi olan Allah'a dua etti­ler: Eğer bize salih (bir çocuk) verirsen, andolsun şükredenden olacağız.” “Ama O, onlara salih verince, kendilerine verdiği şey ko­nusunda O'na ortaklar kılmaya başladılar. Allah, onların şirk koşmakta olduklarından yücedir.”
Son ayet-i kerimedeki şirk vakıası, Allah'ın lutfu ve yaratmasıyla çocuk sahibi olan eşlerin, bu çocuğun yaratılmasında falanca babayı, filanca doktoru veya daha genel bir yaklaşımla kendilerini pay sahibi görmeleridir. Oysa herhangi bir çocuğun dünyaya gelmesinde birer vesile du­rumunda olan anne ve baba, birer vesile durumunda olan kendilerini de Allah'ın yarattığını idrak ederek, çocuğun yaratılması fiiline kendilerini ortak görmemeleri ve kendile­rine salih bir çocuk armağan eden Allah (c.c.)'a yürekten şükretmeleri gerekirdi!,
Allah'a samimi dualarda bulunmalarına rağmen he­nüz çocuk sahibi olamayan müslüman eşlerin, tekkelere veya türbelere giderek adakta bulunmaları, şaşkınlıkla ve sapıklıkla izah edilebilecek bir yaklaşımdır. Dinimize göre bazı meşru dileklerin yerine gelebilmesi için adakta bulun­mak elbetteki vardır. Ancak bu adak, hiçbir aracıya gerek duyulmaksızın Allah'a yapılabilecek bir adaktır. Dolayısıyla Allah'a dua ve adakta bulunmalarına rağmen henüz çocuk sahibi olamayan eşlerin, gerekli sağlık kontrollerini yaptır­maları ve sonuç ne çıkarsa çıksın yine de Allah'tan umud kesmemeleri, İslami bir yaklaşım olacaktır. Nitekim Hz. İb­rahim ve Zekeriya (a.s.)'m çocukla ilgili dualanna çok ilerki yıllarda icabet edilmesi ve bütün bu süre boyunca Hz. İb­rahim (a.s.)'ın Allah'tan umud kesmemiş olması, Allah'tan umud kesmemeleri gereken müslümanlar için açık bir ör­nektir. Kaldı ki çocuk sahibi olamama vakıası, müslüman­lar için bu şekliyle de hayırlı olabilecek bir vakıadır. Çocuk sahibi olanlar, çocuklarıyla imtihan edilirken, çocuk sahibi olamayan eşler de bu duruma, bu yokluğa gösterecekleri sabır ve rıza ile imtihan olmaktadırlar.
Nüfus planlaması adına “Yapabildiğin kadar değil, bakabildiğin kadar çocuk yap” ifadesi veya buna tepki ola­rak söylenen “Bakabildiğin kadar değil, yapabildiğin kadar yap” gibi ifadeler, İslami bir bilinçle söylenecek ifadeler değildir. Müslümanların öncelikle “Çocuk yapmak” gibi nahoş ifadelerden sakınmaları gerekir. Çocukların ana rahim­lerinde yaratılışına vesile olmaktan sakınıp-sakınmamak ise, müslüman eşlerin muhayyer oldukları bir meseledir. İçinde bulunduğumuz toplumsal durumdan ziyade kendi durumlarını dikkate alarak fazla çocuk sahibi olmak iste­meyen eşler, azil veya insan sağlığına zarar vermeyecek yöntemlerle kendilerini sakındırabilirler.
Ancak bu gibi önlemler, Efendimiz (s.a.v.)'in de beyan ettiği gibi Allah'ın takdi­rini kesinlikle değiştirebilecek olan mutlak önlemler değil­dir. Dolayısıyla bu önlemleri almalarına rağmen hamile ka­lan müslüman hanımların,
bu hamileliği şeytandan değil, Allah (c.c.)'dan bilip, kürtaj gibi açık bir vahşetten sakınmaları gerekir. Çocukların öldürülmesi olayına şiddetle karşı çıkan İlahi va­hiy, bu vahşetle ilgili olarak şu ayet-i kerimeleri zikretmek­tedir.
“De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram bldığını okuyayım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın, anne babaya iyilik edin, yoksuttuk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da nzıkkmnı Biz vermekteyiz-, çirkin kötü­lüklerin açığına da, gizli olanına da yaklaşmayın. Hakka da­yalı olma dışında, Allah'ın (öldürülmesini) haram kıldığı kim­seyi öldürmeyin. İşte bunlarla size tavsiye (emr) etti; umulur ki akıl erdirirsiniz.”
“Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin; onlara da, size de Biz nzık veririz. Şüphe yok, onlan öldürmek bü­yük bir hata (suç ve günah) dır.”
Mekke dönemi müşriklerinin kız çocuklarını sadece yoksulluk endişesiyle değil, bir utanç olarak gördükleri için öldürdüklerini dikkate alırsak, bu ayet-i kerimelerin Mekke müşriklerinden ziyade çocuğa bakamama ve yoksulluk en­dişesiyle kürtaj yaptıran geçmiş ve günümüzdeki zalimleri de muhatap aldığını görebiliriz. İslami anlayışa göre doğan çocuklan diri diri toprağa gömmek ile ana rahimlerinde canlı bir duruma gelen çocuklan öldürmek arasında önem­li bir fark yoktur, İlahi hesap gününde diri diri toprağa gö­mülen kızcağıza sorulacağı gibi, diri diri doktor klozetine atılan çocuklara da sorulabilecektir.
“Hangi suçtan dolayı öldürüldü?”
Allah'a ve ahiret gününe iman eden müslümanların şimdiye kadar cehaletle yaptırdıklan kürtaj var ise, Rah­man olan Rabbimizin affedeceğini umarak tevbe etmeleri ve böylesi bir vahşete bir daha dönmemeleri gerekir.
Zamanımızdaki bazı müslümanlar arasında tartışma mevzuu olan “Müslüman bir kadın çocuğunu emziripemzirmemekte muhayyerdir!.” şeklindeki görüş ise, bizim anlayabildiğimiz bir görüş değildir!.
Çocuk doğduğu zaman İlahi hikmet gereği kimin gö­ğüslerine süt geliyorsa, çocuğu öncelikle onun emzirmesi gerekmez mi?
Anayı ve analığı hakkıyle tanımlayan Kur'an-ı Kerim, kadının hamileliğini, doğum yapmasını ve çocuğunu emzirmesini hep birlikte zikretmektedir.
“Biz insana, 'anne ve babasına' iyilikle davranmasını tavsiye ettik. Annesi onu güçlükle taşıdı ve onu güçlükle doğurdu. Onun (hamilelikle) taşınması ve sütten kesilmesi, otuz aydır. Nihayet güçlü (erginlik) çağına erip brk yıl (yaşın)a ulaşınca, dedi ki: Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve senin razı olacağın salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda da salahı ver. Gerçekten ben tevbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben müslümaniardanım,”
Çocuğun süt anne tarafından emzirilmesine cevaz ve­ren aşağıdaki ayet-i kerime ise siyak ve sibakı dikkate alındığı zaman evli olan müslüman eşleri değil, talak hükmü ile birbirinden aynlan eşleri muhatap almaktadır.
“(Eşlerinden ayrıldıktan sonra) Emzirmeyi tamamlamak isteyenler için anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirkr. Onla­rın (annelerin) yiyeceği, giyeceği bilinen (örfle uygun olarak, Çocuk kendisinin olana (babaya) aittir. Kimseye güç yetirece-ğinin dışında (sorumluluk) teklif edilmez. Anne çocuğu, çocuk kendisinin olan baba da, çocuğu dolayısıyla zarara uğratıl­masın; mirasçı üzerindeki (sorumluluk ve görev) de bunun gi­bidir. Eğer (anne ve baba) aralarında rıza ile ve danışarak (çocuğu iki yıl tamamlanmadan) sütten ayırmayı isterlerse, ikisi için de bir güçlük yoktur. Ve eğer çocuklarınızı (bir süt anneye) emzirtmek isterseniz, örfe uygun vereceğinizi ödedikten sonra size bir sorumluluk yoktur. Allah'tan korkup-sabnın ve bilin ki, Allah yapmakta olduklarınızı görendir.”
Çocuğunu sevgiyle ve rahmetle emzirebilecek olan yegane varlık, bu çocuğun kendi annesidir. Nitekim önceki şeriatlarda süt analığının haram kılınmış olması, çocuklann anneleri dışındaki kimseler tarafından emzirilme vakıasına Rabbani düzlemde aynı fıtri gerçeklikten bakıldığına işaret etmektedir.
“Biz, daha önce ona süt analarını haram etmiştik (Kız kardeşi) Ben, sizin adınıza onun bakımını yüklenecek ve ona öğüt verecek (veya eğitecek) bir aileyi size bildireyim mi? Dedi”
Dolayısıyla süt annelik meselesini, zorunlu durumlarda baş vurabileceğimiz bir ruhsat şeklinde algılamamız ve Allah'ın verdiği ana sütünü, bu ana sütüne gerçekten muhtaç olan çocuklarımıza maddi pazarlıktan uzak bir sevgi ve bir rahmetle sunmamız gerekmez mi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Çocuk Terbiyesi

Çocuk Terbiyesi

İnsanlar, kendiliğinden yetişecek, iyiliğe ve güzelliğe kendiliğinden meyledecek, kötülükten ve çirkinlikten kendiliğinden sakınacak, doğrunun doğruluğunu, yanlışın yanlışlığını kendili­ğinden bilecek kimseler değildir.
Şayet böyle olsaydı, kendi hallerinde yetişmeye ter­kedilen bütün çocuklar, mümtaz birer insan olurlardı. Oysa terkedilen ve köprü altında yetişen çocukların böyle bir kimliğe değil, iyi kötü ayırımından uzak bir serkeşliğe düştüklerini görüyoruz. Gerçi köprü altında yaşayan bu çocuklar ile bir evin çatısı altında yaşamalarına rağmen kendileriyle ilgilenilmeyen çocukların da aynı istikamete yöneldiklerini görmek güç değildir.

Tabi ki şaşırtıcı bir durum değildir bu!.
İnsanın yaratılışıyla ve nefsi yapısıyla ilgili ayet-i kerimeleri dikkate aldı­ğımız zaman, insanın iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik gibi iki ayn kutuba sahip olduğunu ve bu kutuplar arasın­da başıboş bırakılan insanlann, bencil ve nefse hoş gelen istekler ile kötülüğe meyledebileceğim anlayabiliriz.
“Gerçek şu ki, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı” .
“Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini de heva (istek ve tutkular)dan sakındırırsa (kurtuluş bulur),”
“Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', Sonra ona fücrunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğü­nü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).” Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.” “Ve onu (isyanla, günahla) örtüp-saran da elbette yıkı­ma uğramıştır.”
Bütün bunları dikkate alarak çocukların terbiye edil­mesi, çocukların kendi dünyalarında yalnız bırakılması veya onların her isteklerinin yerine getirilmesi değildir. Ço­cuk terbiyesinde sevgiyle birlikte disipline de yer verilmek­te ve bazı yanlış isteklerin gerçekleşmemesi gerektiği veya meşru da olsa istenilen her şeyin gerçekleşmeyeceği çocu­ğa öğretilmektedir. Nitekim azgınlarla ilgili olarak, Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır.
“Yoksa insana 'arzu edip, dilekte bulunduğu her' şey mi var?”
İnsanlann arzu ve isteklerini iyilik, güzellik, doğruluk ve mümkünat çerçevesinde sınırlandıran İlahi vahiy, aynı terbiye metodunu anne ve babalara da öğütlemektedir. Çocukların terbiye metodunda öncelikle ve özellikle dikka­te alınması gereken husus, çocukların fıtratıdır. Çocuklann fıtratını veya daha genel bir ifadeyle insanların fıtratını ye­terince bilen ve bu önemli hususu yeterince dikkate alan anne ve babalar, işleyecekleri hammaddenin sırrına vakıf sanatkarlar gibi olup, bu hammaddeyi en güzel bir biçim­de işleyebilecek olan anne ve babalardır. Dolayısıyla konu­muzla yakından ilgisi olan insan fıtratı meselesine, daha önceki bir yazımızdan da bazı alıntılar yaparak açıklık ge­tirmemiz, yeni nesillerin yetiştirilmesi gibi büyük bir öne­me sahip olan bu konumuza ışık tutabilecektir. Çocuklar, yaşadıkları dünyaya yabancı kalmamaları ve ilahi bir imtihan olan dünya yaşantısı karşısında müsbet veya men­fi tavır gösterebilmeleri için bazı özelliklere sahip olarak yaratılmışlardır. Bu özellikler; dili, ırkı, rengi ne olursa ol­sun tüm çocuklann, tüm insanların ortak özellikleridir. Bü­tün insanlarda bulunan bu ortak özelliklere, ortak temayül­ler de diyebiliriz. Mesela her insan sevmeye, sevilmeye, korkmaya, bilmeye, itaat etmeye, yaşamaya vs. meyyal olarak yaratılmıştır. İnsanların yaratılışında olan bu ortak temayüller, insanlann fıtratında bulunmakta ve fıtratın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir.
Yeni doğan bir çocuğun fıtratını oluşturan bu tema­yülleri, kendilerine has özellikleri olan içi boş kutular ola­rak tasavvur edebiliriz. Sevmeye ve korkmaya meyyal ol­malarına rağmen; nelerin sevilip, nelerden korkulacağını bilmemektedirler. Daha sonra anne, baba ve yakın çevre­den müdahaleler başlar. Fıtraten korkmaya meyyal olan çocuğa; “Şunlardan korkacaksın” denilerek veya çocuk bazı şeyler ile korkutularak, temayüllerden meydana gelen fıtri boşluklar doldurulmaya başlanır.
Çocuklara ister İslami kültür, ister cahili kültür veril­sin, bu çocuklarda değişen şey fıtrat değil, fıtri boşluğun içine konan malzemelerdir. Daha açık bir ifadeyle, yetiş­kin müslüman ile yetişkin kafirin fıtratlarında önemli bir değişiklik yoktur. Bu insanlann fıtratlarını oluşturan ortak temayüller, gelişmiş veya az gelişmiş olarak her iki insan­da da varlığını sürdürmektedir.
Mü'min ve kafir olan gençlerin her ikisi de sevmeye meyyaldir, korkmaya meyyaldir, sevilmeye meyyaldir, yaşamaya meyyaldir.. Bu iki genç arasındaki değişiklik, fıtri temayüllerde değil, bu temayüller ile sahiplenilen şeylerde­dir.
Her ikisi de fıtraten korkmaya meyyaldir, müslüman, ALLAH'dan korkarken; kafir olan, tağuttan ve güç sahibi gördüğü müstekbirlerden korkmaktadır. Her ikisi de fıtraten sevmeye meyyaldir, müslüman, Rabbani ölçüye göre sevilmesi gerekenleri severken; kafir olan, cahili ölçüye göre sevilmesi gere­kenleri sevmektedir.
Her ikisi de fıtraten sevilmeye meyyaldir, müslüman, ALLAH (c.c.) ve Rasulü (s.a.v.) tarafından sevilmeyi isterken; kafir olan, toplum ve çevresindeki de­ğer verdiği insanlar tarafından sevilmek istemektedir.
Her ikisi de fıtraten varolmaya ve bu varlığı yaşama­ya meyyaldir, müslüman, gerçek ve ebedi olan cennet yaşantısına talip olurken; kafir olan, gördüğü geçici dünya yaşantısına talip olmaktadır.
Fazlalaştırabileceğimiz bu örneklerden de anlaşılacağı üzere; insanlarda değişen fıtri temayüller değil, bu temayüller ile kabullendikleri şeylerdir.
Tebliğde ve çocuk yetiştirilmesinde çok önemli olma­sına rağmen ne yazık ki birçok müslümarın gafil olduğu bu meseleden, şeytan ve dostlan gafil değildir. Psikoloji ve sosyoloji gibi ilimlere önem veren ve yaptıklan bütün batıl propagandalarda kendilerine göre tanımladıklan insan fıtratını muhatap alan günümüz müstekbirleri, bu fıtratla uyuşabilecek ve fıtri boşlukları doldurabilecek vesveseler vererek, dünya insanlarını sapık ve karanlık vadilere sürükleyebilmektedirler. Nitekim batıl propagandalar ile fıtraten korkmaya meyyal olan insanlara; kanun ve müstekbir kor­kusu, açlık ve yokluk korkusu, hapis ve işkence korkusu... vs. gibi vesveseler verirlerken, bu insanlann fıtratını muha­tap almaktadırlar.
İnsanı yaratan ve insan fıtratının boşluk kabul etme­diğini, boşluğa karşı tahammülsüz olduğunu hakkıyle bilen şanı yüce Rabbimiz, İlahi vahiy ile insan fıtratını muhatap almakta ve temayüllerden meydana gelen fıtri boşluklara, başlı başına birer rahmet olan Rabbani değerleri sunmak­tadır. Evlatlarımızı, yavrularımızı ve kardeşlerimizi yetişti­ren mü'mine bacılanmızın ve genç annelerimizin bu ciddi meseleye önemle dikkat etmeleri gerekir. Dolayısıyla bü­tün mü'mine bacılanmıza, bütün mü'mine annelerimize, çocuklanmız adına yalvarır ve yakanr bir ifadeyle şöyle seslenmek istiyoruz..
Ey mü'mine annelerimiz!..
Sizler, İslam toplumunun mürebbiyeleri, bu toplumun en aziz öğretmenlerisiniz. Sizlerin terbiyesi ve kutlu öğreti­si altında yetişebilecek olan kardeşlerimiz, dava yolunda bizlerin gururu olacaktır. Bu çok önemli ve bu çok büyük görevi yerine getirirken, çocuklanmızın fıtratını lütfen gözönünde bulundurunuz. Temayüllerden meydana gelen fıt­ratın boşluk kabul etmediğini, sizin doldurmadığınız, mü­dahale etmediğiniz, biçimlendirmediğiniz fıtri boşlukların şeytan ve dostlannın müdahalesine maruz kalacağını, on­lar tarafından şeytani malzemelerle doldurulacağını bilerek; tertemiz olan fıtratlara, tertemiz olan Rabbani değer­leri sununuz.
Biliniz, çok iyi biliniz ki, farkına varamayip yok kabul ettiğiniz, önemsemediği­niz, ihmal ettiğiniz bazı fıtri temayüller şeytan ve dostları­nın müdahalesine maruz kalacaktır. Yetişmekte olan yav­rumuz, evde ve yakın çevresinde dolduramadığı fıtri boşluğunu, başka çevrelerde doldurmaya çalışacaktır.
Dünyayı tanımayan, iyi ve kötü, doğru ve yalan nedir bilmeyen çocuklarımız, belli bir yaşa kadar duydukları ve gördükleri her şeyi alacaklardır. Mesela siz onlara bir ma­sal anlatırsınız. Bu size göre bir masaldır. Masalın ve yala­nın ne olduğunu bilmeyen çocuklara göre ise gerçek bir olaydır. Siz masalı anlatırken, onlar hayal dünyalannda bu masalı canlandırarak yaşarlar. Masalda verilmek istenen mesaj ne ise, o mesajı büyük bir sadakatle alırlar. Şeytan ve dostları bu nedenle değişik masallar hazırlatmakta ve özellikle televizyonlarda gösterime koyarak, çocuklarımızın temiz, tertemiz dünyalarına girmektedirler. Rahat iş yapa­bilmek veya başlarını dinleyebilmek için çocuklannı televiz­yonun karşısına oturtan kadınlar, çocuklarının kimlik ve ki­şiliğini katleden, bilerek veya bilmeyerek onlan bencilliğe, sadistliğe, zorbalığa, ahlaksızlığa sürükleyen kadınlardır. Oysa çocuklarımıza yiyecek olarak ne verdiğimize, ne ye­dirdiğimize dikkat ettiğimiz gibi; onlara ne anlattığımıza, ne duyurduğumuza ve ne gösterdiğimize de dikkat etmeli­yiz.
Evet bunlara, bütün bunlara dikkat edebilmeliyiz ki, çocuklanmızın özlediğimiz müslümanlar olabilmeleri için, umud ve dua etmeye hakkımız olabilsin!.
Resulullah (s.a.v.)'in Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz. Sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz, buyruğu, özellikle çocuk yetiştirmekle mükellef olan anne ve babaların önemle dikka­te almaları gereken bir buyruktur. Çocuklarımızı, alemlerin Rabbi olan ALLAH (c.c.)'a severek ve sevinerek kulluk yapan müslümanlar olarak yetiştirmemiz gerekir. Mesela akıl ba­liğ oluncaya kadar kendisiyle yeterince ilgilenilmeyen ço­cukları, akıl baliğ olduktan sonra veya daha önce “Mutlaka namaz kılın” diyerek, onları isteyerek kılmayacakları bir namaza sevketmek çözüm değildir. Böylesi baskılarla belli bir dönem namaz kılan nice çocuk, yetişkin duruma geldi­ği zaman namazı terketmekte ve namazla ilgili bir davetle karşılaştığında “Ben yıllarca kıldığım namazın ne olduğunu biliyorum. Dolayısıyla bana namazı hiç anlatma” diyerek, namazı bilinçli olarak terkettiğini zannetmektedir!.
Oysa ne olduğunu bilmediği ve bilerek kılmadığı bir namazı terketmiştir!.
Böylesi durumlarla karşılaşmamak için çocuklanmıza “Namaz kılın” demeden önce, onların anlayış seviyesine göre İslam gerçeğini kıssa ve hikayelerle izah etmemiz, İs­lam'da namazın ne olduğunu, ne için ve nasıl kılınması ge­rektiğini yine çocuğun büyüme aşamalarını dikkate alarak ve gelişen anlayış seviyelerine göre örneklendirerek pey­derpey anlatmamız ve netice olarak namaza başlama ka­rarını belli bir süre onların tercihine bırakmamız gerekir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Çocuk Terbiyesi devamı

Çocuk Terbiyesi devamı

Bir çocuğun İslam terbiyesi üzere yetiştirilmesiyle ilgi­li olarak bütün bu anlattıklarımıza örnek arayan, örnek vermemizi isteyen anne ve babalara, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Hz. İbrahim (a.s.) kıssasından bir bölümü naklet­mek istiyoruz.
“Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et.” “Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.” “Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): Oğlum dedi Gerçekten ben seni rü­yamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyor­sun. (Oğlu ismail) Dedi ki: Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.” “Sonunda ikisi de (ALLAH'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine ya­tırdı”. “Biz ona: Ey İbrahim diye seslendik Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz Biz, ih­sanda bulunanları böyle ödüllendiririz. Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı. Ve ona büyük bir kurbanı fidye verdik.” “Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.” “İbrahim 'e selam olsun.”

Evet selam olsun, binlerce kez selam olsun İbrahim (a.s.)'a. Zikrettiğimiz bu kıssada, önce İbrahim (a.s.)'ı dikkate almamız gerekir. Dualarla istediği, uzun yıllar beklediği, severek ve sevilerek öpüp-kokladığı yavrusunu, bir peygamber olarak ALLAH'tan aldığı kesin emir ile boğazlaması gerekmektedir. Kur'an-ı Kerim'in diğer ayetlerinde oldukça yumuşak huylu, halim ve merhametli olduğu beyan edilen İbrahim (a.s.), evet merhamet yüklü olan bu İbrahim (a.s.), aldığı emir üzerine sevgili oğluyla konuşmakta ve onu boğazla­mak için alın üstü yatırmaktadır.
Heyhaat!.
Alemlerin Rabbi olan ALLAH (c.c.) şahid olsun ki, Kur'an-ı Kerim'de bundan daha müthiş, bundan daha gör­kemli bir imtihan görmedik.
Ya Rabbi ne müthiş, ne muazzam bir imtihandır bu!.
Ve sen, sen Ey İbrahim!. Ağlayarak ve merhametle kabaran yüreğimizin ortasında uf alarak soruyoruz sana,
“Nasıl?”,
“Nasıl üstesinden gelebildin bu imtihanın?”
Nemrud'un ateşine atılırken gösterdiğin sabrı, göster­diğin tevekkülü, mü'min olarak bir nebze, bir nebzecik anlamamıza, anlayabilmemize rağmen, ateşe atılmakla muka­yese bile edilemeyecek olan bu muazzam imtihan sınırla­rımızı zorluyor, sınırlarımızı zorluyor Ey İbrahim!.
Söyle nasıl, nasıl üstesinden gelebildin bu İmtihanın? İsmail'i alın üstü nasıl yatırabildin, nasıl dayanabildin ve böylesine muazzam bir imtihandan alnın ak, gönlün aydınlık olarak na­sıl çıkabildin?
Şaşkınlık ve samimiyetle sorduğumuz bütün bu soru­lara, İbrahim (a.s.)'ı tanıyan ve bizlere tanıtan İlahi vahiy şöyle cevap veriyor.
“Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, oldukça duyarlı ve gönülden (ALLAH'a) yönelen biriydi.”
ALLAH'a gönülden yönelmek, iman ve teslimiyetin görkemli zirvesini teneffüs et­mek..
İşte bakışlarımızı yukarılara, çok çok yukarılara kaldı­rarak görmeye çalışacağımız İbrahim (a.s.) buydu!.
Kıssada dikkate almamız gereken ikinci husus, İbra­him (a.s.)'ın ALLAH katında kesinleşmiş olan bir emri, oğlu­na yumuşak bir istişare üslubuyla götürmesidir.,
“Oğlum dedi. Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.”
Hak dinin tabiatına uygun olarak emirlerin dahi yu­muşak bir teklif üslubuyla götürülmesi, çocuklarına İslami tebliğde bulunacak olan bütün anne ve babalara ayrı bir örnek niteliğindedir. Bu örnek babanın, örnek evladı olan İsmail (a.s.)'ın verdiği cevap ise “Çocuklarımızı nasıl yetiştir­memiz, nasıl terbiye etmemiz gerekir?” sorusunu soran ve bu konuda örnek isteyen bütün anne ve babaları dehşete düşürebilecek bir açıklıktadır.
“(İsmail) Dedi ki: Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
Evet, lütfen dikkate alınız ve anlamaya çalışınız bu cevabı!. Hz. İbrahim (a.s.)'ın ve Hacer validemizin kutsu öğretisinde yetişen, rahmet ve merhametle terbiye edilen İsmail (a.s.), henüz çocuk denilecek bir yaşta iken karşılaştığı İlahi emre, kendisinin boğazlanmasıyla ilgili olan İlahi emre, biz büyükleri şaşkınlığa düşürecek bir teslimiyet ve bir tevekkülle şu cevabı vermektedir.
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
İsmail (a.s.)'ın nasıl yetiştiği, nasıl terbiye edildiği, verdiği bu cevaptan belli değil mi?
Bir çocuğun kendisinin boğazlanmasıyla ilgili İlahi emre kendi iradesiyle verdiği cevabı düşündüğümüz ve bu cevabı isteyerek veren çocuğun nasıl bir terbiye gördüğü­nü, nasıl yetiştiğini dikkate aldığımız zaman, çocukların terbiyesi ve yetişmesiyle ilgili birçok sorumuz cevabını bu­lacaktır. Dolayısıyla “Çocuğumuzu nasıl yetiştirmemiz gere­kir?” sorusunu soran bütün anne babalara, İlahi vahiy şu cevabı vermektedir.
Hz. Hacer'in ve İbrahim (a.s.)'ın, oğullan İsmail'i yetiştirdikleri gibi!.
Verdiğimiz bu örneği, çocuklarını bakkaldan ekmek almaya gönderebilmek için, onların karşısında kırk cilve yapan ve çocuk dediği zaman bakkalın yolunu tutan anne babaların yeterince anlaması, anlıyabilmesi tabi ki mümkün değildir. Fakat az da olsa, az da olsa anlamaya çalışsınlar!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Rahmet Evi

Rahmet Evi

İçlerinde oturduğumuz, ailemizle beraber yaşadığımız evlerin, biz müslümanlar için birer rahmet evi olması gerekmektedir. Eskiden beri söylenen “Yuvayı dişi kuş yapar!” ifadesi, müslümanlar için de doğru sayılabilecek bir ifadedir. Müslüman er­kekler, yuvanın yapılması, şekle ve şemale sokulması, dü­zenlenmesi ve ihtiyaçlarının karşılanması hususunda, kadınlar için sadece bir yardımcı durumundadırlar. Müslü­man ailelerin yaşadıkları ve ömürlerinin büyük bir kısmını geçirdikleri evler, genel olarak kadınların idaresine, kadınların insiyatifine bırakılmıştır. Dolayısıyla evlerimizin birer rahmet evi durumuna gelmesi ve getirilmesi, öncelikle kadınlarımızın önemsemesi ve dikkate alması gereken bir husustur.
“Kendi insiyatiflerinde olan evleri”, birer rahmet evi durumuna getirmekle mükellef olan kadınlarımız, belki de bakışlannı sağa sola çevirerek, “Nasıl bir ev, nasıl bir rahmet evi” diyeceklerdir. Bu kadınlarımıza örnek bir ev göstermek için, Efendimiz (s.a.v.)'in hanımları olan annelerimizin yaşadığı küçücük odaları gösterip “İşte tamı tamına böyle!” demiyeceğiz. Muhtelif hadis-i şerifler­de geniş evlerin de tavsiye edildiğini dikkate alarak evlerin şeklinden ziyade, özellikleri ve keyfiyeti üzerinde duraca­ğız. Çünkü önemli olan, müslümanların yaşadıklan evlerin küçüklüğü veya büyüklüğü değil, bu evlerin keyfiyeti ve yüklendikleri misyondur. Dolayısıyla “Evlerimizin keyfiyeti ve yükleneceği misyon ne olmalıdır?” sorusunu sormaları gereken ve bu soruyu soran tüm kadınlarımıza, Kabe-i Muazzama'dan örnek vermek istiyoruz.
İşte Kabe-i Muazzama, işte Beytullah, işte Allah'ın evi!..
Lütfen bakışlarınızı Ka'beye çevirin, bakın Ka'beye, bakın bu kutlu beyte!..
Ve okuyun ve anlamaya çalışın ve anlayın Ka'benin misyonunu!.
Ka'benin kutlu misyonu ne ise, bu kutlu misyonu kendi evlerinizde de gerçekleştirmeye çalışın. Çünkü Kabe-i Muazzama hem İslam'ın mescidlerine ve hem de müslümanların evlerine önemli mesajlar vermektedir.
Şeklen ve şemalen kendisine benzemeseler de, müslümanların yaşadığı bütün evlere bazı misyonlar vermekte ve bu misyonlar konusunda örnek olmaktadır. Zamandan ve mekandan münezzeh olan Allah (c.c), kendi Zatı'na temsilen nisbet edilen evin nasıl olmasını dilemiş ve bu kutlu beyte hangi misyonu yüklemiş ise, yaşadıkları evlere şeytan aleyhillaneyi değil, Allah (c.c.)'ı konuk etmek isteyen kadınlarımızın da bu misyonu dikkate almaları ve Beytullah'ın bazı misyonlarını, kendi evlerinde de gerçekleştirmeleri gerekir.
İşte kendi evlerimizde de gerçekleştirebileceğimiz bu kutlu misyonlardan bazıları şunlardır.
1- Temiz, Tertemiz Bir Ev
Kabe-i muazzama'nın şekli veya zahiri diyebileceği­miz ilk görünür özelliği temizliği ve müslümanlar tarafın­dan temiz tutulmasıdır.
“Hani evi (Ka'beyi) insanlar için bir toplanma ve güven­lik, yeri laldık. İbrahim 'in makamını namaz yeri edinin, İb­rahim ve İsmail'e de, Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve secde edenler için temizleyin diye ahid verdik.”
“Hani biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip ha­zırladığımız zaman (söyle emretmiştik) Bana hiç bir şeyi or­tak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.”
Müslümanların yaşadıkları evlerin de bu temizlik vas­fına sahip olması, özellikle kadınlarımız tarafından temiz, tertemiz bir ev durumuna getirilmesi gerekmektedir.
2- Güven Ve Huzur Duyulacak Bir Mekan
Müslümanların insiyatif indeki Kabe-i Muazzama, müslümanlar için nasıl ki güven ve huzur duyulan bir yer ise, müslümanların yaşadıkları evler'de, müslümanlar için bir huzur ve güven mekanı olmalıdır. Nitekim aşağıdaki ayet-i kerime'de, müslümanların yaşadıkları evlerle ilgili olarak bu vasıf zikredilmektedir.,
“Allah, size evlerinizden (içinde) güvenlik ve huzur bulacağınız yerler aldı.”
Müslümanların yaşadıkları evlerin, genel bir düzlemde huzur ve güvenlik mekanı olabilmesi, hiç şüphesiz ki bu evlerin bulunduğu beldelerle ve bu beldelerdeki hakim oto­ritelerle de ilgili bir meseledir. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) duasında “Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları ürünlerle rızıldandır diyerek”, Kabe'nin güvenliği ile Kabe'nin bulunduğu şehrin güvenliğini birlikte ele alması, meselenin toplumsal boyutuna da işaret etmektedir. Netice olarak bu toplumsal boyutu dikkate almakla ve meselenin bu boyutunda müca­dele etmekle beraber, evlerimiz üzerindeki şu an ki tasar­ruflarımız ile, evlerimizi sınırlı bir çerçevede de olsa birer huzur ve güvenlik mekanı durumuna getirebilmeliyiz.
Herhangi bir evin, o evde yaşayan insanlara huzur vermesi, evde yaşayan insanların birbirlerine olan davranışlarıyla ilgili olduğu gibi, evin sadeliği ve temizliği ile de ilgili bir hadisedir. Geçmiş tarihimizdeki birçok müslüman aile, bir göz odada rahat ve huzur içersinde ömürierini ge­çirmelerine karşılık, üç oda bir salon gibi geniş evlerde ya­şayan günümüzdeki birçok aile, geçmiş ailelerin yaşadıklan rahat ve huzurdan oldukça uzaktırlar. Çünkü günümüzdeki cahili ihtiyaç ve tüketim kültürünün etkisinde kalarak otur­mak için koltuk takımına, yemek için yemek odası takımı­na, yatmak için yatak odası takımına sahip olmayı birer farz telakki eden ve bütün bunlarla beraber evlerini gerek­siz birçok eşya ile dolduran bu kimseler, kendilerini bu gibi eşyaların esiri durumuna getirmişlerdir.
Mekke dönemindeki müşrik kadınlar, evlerinin en mümtaz köşesini ağaç oyma putlarla dolduruyorlar ve hergün saygı ile bu putların tozlarını siliyorlardı!
Peki, evlerinin en güzel ve en geniş olan odasını koltuk ta­kımı, vitrin, yemek takımı gibi şeylerle doldurularak ev hal­kının kullanımına kapatan ve faydalarından çok zararları olan bu eşyaları hergün büyük bir Özenle, silen günümüz­deki bazı kadınlar, evlerinin bir bölümünü puthane yapan ve buradaki ağaç oyma putların hergün tozunu alan cahiliye dönemi kadınlarına hiç benzemiyor mu?
Bir ev için zaruri olan ihtiyaçlara elbetteki bir şey de­miyoruz. Buzdolabı, fırın, çamaşır makinası gibi eşyalar, güç nisbetince alınabilecek olan eşyalardır. Fakat kullanım­dan ziyade teşhir için alınan eşyalara ne demeli?
Niye almıyor bunlar ve neden teşhir ediliyor ki?
Hayırlarda yarışmakla mükellef olan müslüman ha­nımlarımız, hayırları bırakıp, bu gibi fuzuli eşyalara sahip olmak için mi birbirleriyle yarışacaklar?
Kocalarını hayırlara davet edecekleri yerde, “Fatma hanımlar kristal vazo almış. Biz ne zaman alacağız!.” diyerek dırdır mı edecekler?
Günümüzdeki böylesi Fatma hanımları bırakıp, Hz. Fatıma validemizi örnek almaları gerekmez mi?
Hem kristal vazo da ne olacak?
Evin içini kristal bardak, kristal vazo gibi eşyalarla doldurmak, evin içini musibetlerle doldurmak değil midir? Bu gibi eşyaların kırılmaması, zarara uğramaması için ev­lerinin içinde rahat hareket edemeyen, çocuklarını bu ko­nularda ikaz etmekten, İslami meselelerde ikaz etmeye fır­sat bulamayan bu şaşkınlara mı özeneceğiz?
“Şuraya dokunma, buna elleme, oraya girme!” buy­ruklarının hükümferman olduğu evler, değil bizlerin, dün­yaya en iyimser gözle bakan çocuklarımızın bile huzur du­yacağı evler değildir.
Oysa bizler, evlerimizde rahat etmek, huzur ve güven duymak isteyen müslümarılarız. Müslümanlara huzur ve güven vere­cek olan evler ise ev halkının tutumlarıyla birlikte sadeliği ve temizliği esas alan evlerdir.
3- Birer İbadet Yeri
Kabe'nin ve Kabe'yi örnek alan müslüman evlerinin temizliğine önem veren İlahi vahiy, bunun öncelikli gerekçesini şöyle beyan etmektedir.
“Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip ha­zırladığımız zaman (şöyte emretmiştik) Bana hiç bir şeyi or­tak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda va­ranlar için evimi tertemiz tut.”
Müslümanların evleri, müslümanlar için Allah'a ibadet etmeleri gereken ve Allah'a ibadet ettikleri temiz, tertemiz mekanlardır. Özellik­le küfri kanunların yürürlükte olduğu cahili toplumlarda, müslümanların içinde yaşadıkları evler, bu müslümanlar için bir mescid, bir ibadet mekanıdır. Nitekim Hz. Musa (a.s.)'a yapacakları evlerle ilgili beyan edilen İlahi buyrukta, müslümanların evlerine bu misyon yüklenmektedir.
“Musa ve kardeşine (şöyle) vahyettikle Mısır'da kavminiz için evler hazırlayın, evlerinizi namaz kılınan (ve kıbleye dö­nük) yerler yapın ve namazı dosdoğru kılın. Mü'minleri de müjdele.”
Müslümanlann insiyatifindeki Kabe, müslümanlar için açık bir örnek olurken, müşriklerin insiyatifindeki Kabe'de müşriklerin yaptıkları ise birer ibret niteliğindedir. Kur'an-ı Kerim, müşriklerin ve kafirlerin Kabe-i Muazzama önünde­ki bu cahili durumlarını şu şekilde beyan ediyor.
“Onların, Beyt(-i Şerif) önündeki duaları, ıslık çalmak­tan ve el çırpmaktan başkası değildir. Artık küfretmekte olduklarınız dolayısıyla tadın azabı.”
Kabe-i Muazzama ile ilgili olarak bu iki ayrı durumu dikkate aldıktan sonra, müslümanların hangi durumdan sakınıp, hangi durumu örnek alacakları bellidir. Bu açık ör­neklere rağmen Allah'a kulluk edilmesi gereken evlerini, alkışlarla, ıslıklarla şarkı söylenen, göbek atılan, birer pavyon, birer gece kulübü duru­muna getiren kimseler ile yukarıdaki ayet-i kerimede zikre­dilen müşrikler arasında ne yazık ki önemli bir fark yok­tur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
4- Bir Hidayet Mekanı

4- Bir Hidayet Mekanı



Efendimiz {s.a.v.)'e nisbet edilen bir zaman gelecek insanlar mü'min olarak geceleyip, kafir olarak sabahlaya­caklar buyruğunu uzun zaman anlayamamıştık. Kendi kendimize “Müslüman bir ailenin fertleri, birbirlerini küfre, birbirlerini şirke davet ermeyeceklerine göre bu nasıl ola­cak, insanlar uykularında mı, rüyalarındamı kafir olacak­lar?” diye düşünmüştük!.
Ve anlayamamış, anlayamamıştık bu Nebevi buyruğun hikmetini!.
Ancak, yabancıların girmemesi için evlerine kapı yaptırmala­rına rağmen televizyon vasıtasıyla binlerce yabancıyı evle­rinin baş köşesine oturtan, küfrün ve fuhşiyatın yüzlerce örneğini sergileyen iğrenç filmlere gözlerini ve gönüllerini açan ve yukarıda belirttiğimiz gibi evlerini bir pavyon, bir gece kulübü durumuna getiren kimseleri gördüğümüz za­man, önceleri anlıyamadığımız hadisi şerifin manası açılı verdi gözlerimizin önüne!.
Sık sık Euzübillahimineşeytaniracim diyerek şeytan­dan ve şeytan aleyhillanenin renksiz ve görüntüsüz vesvesesinden Allah'a sığınan bu şaşkınlar, baş köşeye koyduk­ları televizyonlar ve seyrettikleri küfri programlar ile şeytan ve dostlannın renkli ve görüntülü vesvesesine gözlerini, ku­laklarını açıyorlardı!. Bu gibi şaşkın müslümanların yaşadı­ğı böylesi evler, ne yazık ki apaçık birer küfür mekanı du­rumuna gelmişti. Nitekim böylesi evlerde geçirilecek geceler, müslümanların imanını tehlikeye sokacak, müslümanlan küfre götürebilecek gecelerdi!.
Oysa şeytan ve dostlanndan Allah'a sığınması gere­ken müslümanların yaşadıkları evler, birer küfür değil, bi­rer hidayet mekanı olmahdır. Nitekim aşağıdaki ayet-i keri­me, Kabe-i Muazzama'nın bu vasfını şöyle zikretmektedir.
“Gerçek su ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mek­ke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan Ka'be)dir.”
Bir hidayet istikameti, bir hidayet, kıblesi olan Kabe-i Şerifi örnek almak, evlerimize aynı rahmetli istikameti vermemizle ve bu rah­metli istikameti yaşamamızla mümkündür.


5- Kıyam Yeri


Kabe-i Muazzama'nın misyonuyla ilgili olarak yukarı­da zikrettiğimiz bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyordu. “Hani Biz İbrahim'e Ev'in (Ka'be'nin) yerini belirtip hazırladığımız zaman (şöyle emretmiştik) Bana hiç bir şeyi or­tak koşma, tavaf edenler, kıyam edenler, rükua ve sucuda varanlar için evimi tertemiz tut.”
Bu ayet-i kerimedeki kıyamı, sadece Allah'ın huzurunda kıyama durmak şeklinde anlamamamız gerekir. Nitekim böylesi bir kısır anlayışa sahip olanlar, Allah'ın huzurunda kıyama durarak namazlarını kılmakta fakat sokağa çıktıkları zaman karşılaştıkları birçok münker karşısında boyunları bükük bir tavır sergilemektedirler. Oysa müslümanların kıyamı, bütün bir yaşantılarını kuşatan bir kıyamdır. Allah'ın huzurunda kulluk onuru ve kulluk izzetiyle kıyama durdukları gibi, bütün münkerler karşısında da aynı onur ve izzetle kıyama kalk­maları, kıyama durmaları gerekmektedir. Çünkü tüm müslümanlar, toplumsal içeriği olan böylesi bir kıyam ile de mükelleftirler. Nitekim Kabe-i Muazzama'nın müslümanlar için en önemli vasıflarından birisi de, dünya müslümanlar için bir kıyam, şeytan ve dostlarına karşı bir ayaklanma yeri oluşudur.
“Allah, Beyt-i Haram (olan) Ka'beyi insanlar için bir ayaklanma (hyam evi) kıldı; Haram ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen ol­duğunu sizin bilmeniz içindir.”
Kabe-i Muazzama'nın bu misyonu, hiç şüphesiz ki evlerimize taşımamız gereken çok önemli misyonlardan birisidir. Kıyam etmekle mükellef olan müslümanların, bu kı­yama öncelikle evlerinden başlamaları ve öncelikle evlerin­den kıyam etmeleri gerekmektedir.
Cahiliye toplumlarında yaşayan müslümanlar için, bu müslümanların yaşadıkları evler birer kıyam merkezi durumundadır. Genel kıyamın kalkış merkezi Kabe-i Muazzama olduğu gibi, ferdi kıyamın kalkış merkezi de, bu müslü­manların yaşadıkları ve İslam'a göre şekillendirdikleri, İslami vasıflarla bezendirdikleri evleri olacaktır. Evet, müslümanların yaşadıkları evlerin misyonuyla ilgili olarak Kabe-i Muazzama'dan kısaca beş örnek verdik. Şimdi düşünün, düşünün ey bacılar!.
Oturduğunuz, yemek yediğiniz, yattığınız, kalktığınız evlerinizde, Kabe-i Muazzama ile ilgili olarak sadece beş tanesini zikrettiğimiz bu misyonlan gerçekleştirdiğiniz za­man, evleriniz birer rahmet evi olmayacak mı? Ve sizler, rahmet evinin, rahmet dolu sakinleri olmayacak mısı­nız?
Lütfen cevap veriniz!. Herkesin duyacağı, herkesin anlayacağı açıklıkta bir cevap veriniz.
İstenmeyecek veya istemediğiniz bir şey mi bu?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Anlaşmazlık Durumları Ve Talak

Anlaşmazlık Durumları Ve Talak

Kadın ve erkek, birbirleriyle her konuda anlaşabile­cek standartlarda yaratılan kimseler değildir. Her insanın kendisine özgü bazı özellikleri, mizaç ve huyları bulunduğu gibi, her insan farklı çevrelerden ve farklı kültürlerden de etkilenebilmektedir. Falanca kimseyle çok iyi anlaşabilen bir insan, filanca kimseyle devamlı kavga edebilmektedir.
Bütün bunların sebeblerini, olaylardan ziyade ilişkiye ge­çen insanların kişiye özel durumlanyla açıklayabiliriz,
Aileyi oluşturan eşler arasında da, farklı özellik ve farklı beklentilerden kaynaklanan bazı anlaşmazlıklarla karşılaşılması, yadırganmaması gereken bir durumdur. İnsanlar arasında olduğu gibi, aileyi meyda­na getiren eşler arasında da bazı ihtilaflar, bazı görüş ayrılıkları ve bazı huzursuzluklar olabilecektir. Önemli olan bu huzursuzlukların büyütülmemesi ve en kısa yoldan çözüme gidilmesidir. Çözüm arayışları hiç şüphesiz ki sadece erke­ğin veya sadece kadının maslahatını gözeten tek taraflı arayışlar olmayacak, eşler için ortak olan bir çözüm keyfi­yeti taşıyacaktır. Her iki tarafın maslahatını gözeten çö­züm, elbetteki her İki tarafa rahmetle yaklaşan Kur'an-ı Kerim'in çözümüdür. Dolayısıyla böylesi durumlarla karşı­laşan müslüman eşlerin öncelikle yapmaya çalışacakları iş, birbirleriyle cedelleşmeye girmeden söz konusu anlaşmazlıklannı Allah'a götürmeleri ve aralarında Allah'ı hakem kıl­malarıdır.
“Allah'tan başka bir hakem mi ariyayım? Oysa O, size Kitab'ı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitab ver­diklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlar­dan olma.”
Ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi Allah (c.c.)'ın hakem kılınması demek, karşılaşılan ihtilafı Kur'an-ı Kerim'e götürmek ve alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın bu İlahi Kitab'taki hükmüne teslim olmak demektir. Karşılaşı­ları ihtilaflarla ilgili olarak Kur'an-ı Kerime müracaat etme yeteneği, eşlerden herhangi birisinde olması veya salih bir müslüman vasıtasıyla öğrenilmesi bu meselenin çözümü için yeterli olabilecektir. Çünkü her iki taraf da Kur'an-ı Kerime iman ettiklerini ve teslim olduklannı iddia ediyor­larsa, Kur'an-ı Kerim'in anlaşmazlıkarıyla ilgili olarak be­yan ettiği hükme birlikte teslim olabileceklerdir. İslami şuur veya bilgisi fazla olan tarafın, bu fazlalığı karşı tarafın aleyhine kullanması, hiç şüp­hesiz ki karşı tarafa zulmetmek olacaktır. Her şeyi hakkıyle bilen Allah (c.c.)'ın kendilerine şahit olduğunu idrak eden bir müslüman, karşı tarafın savunduğu hakkı değişik tevillerle örtmeye çalışan değil, karşı tarafın bilmediği bir hakkı dahi, karşı tarafa teslim eden müslümandır.
Meselenin bu şekilde çözümlenmemesi durumunda, her iki tarafın adaletine güvenebilecekleri birer hakem ta­yin etmeleri ve söz konusu anlaşmazlığı bu hakemlerin çö­zümüne bırakmalan buyurulmaktadır.
“(Kadın ile kocanın) Aralarının açılmasından korkarsanız, bu durumda erkeğin ailesinden bir hakem, kadının da ai­lesinden bir hakem gönderin. Bunlar, (arayı) düzeltmek ister­lerse, Allah da aralarında basarı sağlar. Şüphesiz, Allah, bilendir, haberdar olandır.”
Anlaşmazlığı Allah rızası istikametinde çözmeye taraf­tar olan ve bu nedenle kendilerine birer hakem tayin eden eşlerin, sonuç olarak hakemlerin kararına uymaları ve bu kararı kalbi bir mutmainlik ile kabul etmeleri gerekir. Çün­kü Allah ve Resulünün hoşnutluğu için tayin edilen ha­kemlerin verecekleri karar, hakemleri tayin eden müslümanlar için Allah ve Resulünün kararı gibidir. Allah ve Resulünün kararına nasıl icabet edileceği ise aşağıdaki ayet-i kerimede açıkça beyan edilmektedir.
“Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştik­leri şeylerde seni hakem falıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı bulmaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.”
İhtilafa veya anlaşmazlığa düşen tarafların müslüman olduğu ailelerde, yukarıda belirttiğimiz yaklaşımlarla çözü­me gidilmesi, çözüme gidilebilmesi gerekmektedir. Çünkü dünyevi nedenler veya şeytani vesveselerle anlaşmazlığa düşen taraflar, şayet samimi bir şekilde anlaşmaktan yana iseler, yukarıda belirttiğimiz yaklaşımlar çözüm için yeterli olabilecektir. Ayrıca şunu da belirtmek isteriz ki, anlaz-mazlığa neden olan bu meselelerin İslam'ı dikkate almayan günümüz mahkemelerine intikal etmesi, meselenin çözü­münü İslam'dan uzaklaştıracaktır. Dolayısıyla meselelerin çözümünü öncelikle ve özellikle İslam'dan bekleyen müslümanlar olarak, karşılaşılan sorunların güç nisbetince İslam dairesinde çözülmesine gayret gösterilmelidir.
İslam'a göre almaları gereken meşru haklanm, İslami yaklaşımlarla alamayan tarafların, beşeri hukuku esas aîan mahkemelere başvurarak almalarını veya almaya çalışma­larını, yaşadığımız şu an ki ortamda tasdik veya tekzipten uzak üzüntülü bir suskunlukla karşılıyoruz. Ancak bu mah­kemeler kanalıyla İslam'a göre gayrimeşru olan haklann talep edilmesi ve alınmaya çalışılması ise hiçbir müslüman tarafından kesinlikle kabul edilemeyecek bir durumdur.
Talak yani boşama ve boşanma fiili, İslami bir evlilik­te en son akla gelmesi gereken ve çaresizliğin son çaresi olarak yapılabilecek bir şeydir. Talak ve talak sonrasına ait hukuk, Kur'an-ı Kerim'de en tafsilatlı olarak beyan edilen hukuklardan birisidir. Bunun nedeni, meselenin önemin­den ziyade bazı kırgınlıklarla aynlan eşlerin, bu kırgınlıkla­rın olumsuz tesirinde kalarak birbirlerine zulmetmemeleri içindir. Şayet bu mesele Resulullah (s.a.v.)'in insiyatifine veya müçtehid imamların içtihadına bırakılacak olsaydı, meseleye ön yargıyla yaklaşacak olan taraflar hadis-i şerif­lerin sıhhatini veya ictihadların doğruluğunu tartışarak ken­di isteklerine uygun bir çıkış yolu arayabileceklerdi. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu meseleye bizzat İlahi vah­yin müdahale etmesi ve tafsilatıyla açıklaması, bu gibi olumsuzluklara fırsat vermemektedir.
Talak meselesinde tartışılan önemli bir husus, hanı­mına “Üç talakla boş ol!” diyen erkeğin, bu ifade ile karısı­nı üç kez boşayıp-boşamadığıdır. Bu konudaki kişisel kana­atimiz, taraflar arasında bir nikah akdinin olduğu ve bu nikah akdinin ilk talakla boşa çıkarıldığını dikkate alarak, “Üç talakla boş ol!” ifadesindeki son iki talağı, boş ve abes bir ifade olarak görüyoruz. Fakat yine de eşler arasında böylesi ifadelerin kullanılmaması ve eşlerin böylesi ifadeler­den şiddetle kaçınmalan gerektiğine inanıyoruz.
Ayrıca hiçbir müsiüman erkeğin, Rabbimizin üç ola­rak belirlediği talak hükmünü bire indirmek veya bir ifade­de birleştirmek gibi bir hakkı da yoktur. Çünkü İslam'daki talak hükmü, eşlerin ayrılmasını ve aile yuvasının dağıtılmasını gözeten bir hüküm değildir. Şayet meseleye böyle yaklaşılmış olsaydı, taiak hükmü bir ile sınırlandınlır ve bu hükümle iş bitirilmiş olurdu. Oysa Kur'an-ı Kerim'de de be­yan edildiği gibi eşler arasında üç talak vardır.
“Boşanma iki defadır. (Sonra ise) ya iyilikle tutmak ya da güzellikle bırakmadır. Onlara (kadınlara) verdiğiniz bir Şeyi geri almanız sizin için helal olmaz; ancak ikisinin Al­lah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olma­ları (durumu başka). Eğer ikisinin Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkarsanız, bu durumda (kadının) fid­ye vermesinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; onlara tecavüz etmeyin. Kim Allah'ın sınırlarına tecavüz ederse, onlar zalimlerin ta kendileridir.”
İslam'a göre talağın üç olması, ilk iki talağın ayrılığa değil, rahmetli bir beraberliğe neden olması içindir. Çünkü birlikte yaşayan birçok eşler, birlikte yaşarlarken ne yazık ki birbirlerinin kıymetini pek bilmemektedirler. Birbirlerin-de gördükleri bazı olumsuzlukları gözlerinde büyüterek, karşı tarafı sadece bu olumsuzluklar ile tanımlamakta ve karşı tarafın birçok olumlu özelliklerini gözardı edebilmek­tedirler. Nitekim böylesi yaklaşımlar ile birbirlerinin kıyme­tini bilmeyen, birbirlerinden soğuyan ve ayrılmaya karar veren eşler, bir talak hükmü ile boşanmakta ve ayrılığın acı gerçeğiyle karşılaşmaktadırlar. Birlikte yaşarlarken bir­birlerinin kıymetini bilmeyen birçok eş, bu ayrılık vakıası ile gerçekleri daha net olarak görmekte ve birbirlerinin yokluğunda, birbirlerinin kıymetini daha iyi idrak etmekte­dirler. İşte bu gerçekleri yaşayarak gören ve haklı bir piş­manlık içine düşen eşlere, İslam yeni bir fırsat vermekte ve tekrar bir araya gelmelerine olanak sağlamaktadır.
Tabi ki aynlıkla ilgili bütün bu gerçekleri aynlmadan idrak etmek ve “Ölmeden önce ölünüz” buyruğunda tavsi­ye edildiği gibi “Ayrılmadan önce ayrılmak” yani ayrılığı ve ayrılığın getireceklerini düşünerek gerekirse kısa bir süre ayrı kalmak, eşler için çok daha sağlıklı bir yol olacaktır.
İslam'da talak hükmünün üç iie sınırlandırılması ise, bu vahim meselenin gelişi güzel iğdiş edilmemesi içindir. Dolayısıyla evliliğe önem ve değer veren eşlerin, üç talak­tan sonra dönülmeyeceğini bilerek, meseleyi üç talağa var­dırmadan çözümlemeleri gerekmektedir. Üç talaktan son­ra hülle denilen anlaşmalı evlilik vakıası ile eski kocaya dönebilme safsatası ise İslam'a yapılan en açık iftiralardan birisidir. İslam'ı bu haiıl. aörüşten tenzih ettiğimiz gibi, Resulullah (s.a.v.)'i de bu konuyla ilgili olarak kendisine nisbet edilen iftiralardan tenzih ediyoruz. Meselenin İslam'daki yeri, aşağıdaki ayeH kerimede beyan edildiği gibidir.
“Yine onu (kadını üçüncü defa) boşarsa, (kadın) onun dışında bir başka kocayla nikahlanmadıkça ona helal olmaz. Eğer (bu koca da) onu boşarsa, onlar (ilk koca ile karısı) Al­lah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanıyorlarsa, tekrar bir­birlerine dönmelerinde ikisi için de günah yoktur. İşte bunlar, Allah'ın sınırlarıdır; bilen bir topluluk için bunları (böyle) açıklar.”
Kocasından üç talakla ayrılan bir kadın, tekrar eski kocasına dönmek için değil, evlenmek ih­tiyacı ile başkasıyla evlenir ve evlendiği kocası ile anlaşamayıp aynlırsa, tekrar birinci kocası ile evlenmesinde bir günah yoktur. Bazıları meseleyi kendilerine göre değerlendirerek “Kadın eski kocasına dönmek için böyle bir anlaşmalı evlilik yapabilir” diyeceklerdir. Bazıları için doğru olan bu ifade, utanmazlıktan ve riyadan sakınan mü'min erkekler veya mümine kadınlar için doğru değil­dir. Çünkü onlar, alemlerin Rabbi olan Allah'ın kalplerde olana şahid olduğunu bilmekte ve böylesi bir duruma düş­mekten yine Allah'a sığınmaktadırlar.
İslam'a göre hülle denilen anlaşmalı nikah caiz olsay­dı, bu nikahın piri fani bir ihtiyarla yapılması da caiz olur ve İslam'daki Kolaylaştırınız, zorlaştırmayım!, prensibi is­tikametinde bu bu olay kısmen kolaylaştınlabilirdi. Fakat İslam'ın bu vakıaya yaklaşımı böyle değildir. Nitekim İslama göre ilk kocasında üç talakla ayrılmış durumda bulunmayan herhangi bir kadının, piri fani bir ihtiyarla evlen­mesi caiz görülürken, böyle bir durumda caiz görülme­mesi, müslüman kadınların ilk kocalarına dönme niyetiyle anlaşmalı bir nikaha tevessül etmemeleri içindir.
Boşanmayla ilgili olarak talak yani boşama yetkisinin kadına verilmesi ise Kur'an-ı Kerim'i dikkate alarak anlaya­bildiğimiz bir şey değildir!. İlahi vahiy ile erkeğe verilen boşama yetkisi, hangi hak, hangi anlayış ve hangi mesnet ile kadına devredilebilecektir?
Böyle bir pazarlık ve yetkiyi devretme hakkı erkekle­re verilmiş midir?
Biz böyle bir şey bilmiyoruz!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sosyal düzlemde kadın

Sosyal düzlemde kadın

Günümüzdeki sosyal düzlemler, müslüman kadınların rahatça hareket edebilecekleri, bütün sosyal ilişkilere diledikleri gibi girebilecekleri ve iste­dikleri yerde, istediklerini yapabilecekleri düzlemler değil­dir. Çünkü kadının onuruna, kadının iffetine, kadının kişili­ğine değer veren İlahi vahiy, değer verdiği bu unsurlan korumakta ve korunması gerektiğini beyan etmektedir.
Bu değerlerin korunması ise konuyla ilgili İlahi hü­kümlerin dikkate alınması ve gözetilmesiyle mümkündür. Günümüzdeki müslüman kadınların İslami faaliyette bulu­nabilecekleri sosyal düzlemler, bu kadınların öncelikle ya­kın çevrelerinde oluşturabilecekleri ve ilişki hududlannın dikkate alındığı düzlemlerdir. Müslüman kadının İslami faa­liyeti öncelikle aile içersinde başlamakta ve yakın çevreden uzak çevreye doğru kısmi ve temkinli bir gelişim göster­mektedir.
Kadınların aile bütçesine katkıda bulunmak veya na­fakayı temin için çalışıp-çalışmayacakları meselesi ise aile­nin durumuna ve kadının yapacağı işe göre değerlendiril­mesi gereken bir meseledir. Fakat öncelikle şunu belirtelim ki, İslam'a göre hiçbir kadının aile bütçesine katkıda bulunması için çalışma zorunluluğu yoktur. İslam bu görevi evin erkeğine vermekte ve kadından da erkeğinin getirdiğine kanaat göstermesini istemektedir.
Ancak bununla beraber kadının kendi isteğiyle evin­de bir üretimde bulunması veya yine kendi isteğiyle kocasının çiftçilik gibi bazı işlerine yardımcı olması, makul kar­şılanan durumlardır. Tabi ki bu ifadelerle kendileri köy kahvesinde oyun oynarken, kadınlarını tarlada çalıştıran erkek bozuntularının zulmüne onay vermiyoruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi evin nafakasını temin edebilmek için yapılacak bütün işler, öncelikle erkeklerin mükellef olduk­ları işlerdir. Evin erkeği bu işler karşısında yetersiz kalırsa, karısını zorlamamak kaydıyla ondan yardım isteyebilir. Dolayısıyla böyle bir durumda dahi karısı tarlada çalışırken kahvede oturmakla değil, tarlada karısından daha fazla ça­lışmakla mükelleftir.
Kocası öldüğü veya hastalandığı için çalışmak zorun­da kalan kadınların ise İslami ölçüleri dikkate alarak çalışmalarında bir sakınca görülmemiştir. Tabi ki yapacakları işlerin, kadınlık onurunu ve iffetlerini zedelemeyecek işler olması ve bu işlerde çalışırken, bir kadın olarak hal ve ha­reketlerine dikkat etmeleri gerekmektedir. Meselemizin bu bölümüyle ilgili olarak Kur'an-ı Kerim'de Şuayb (a.s.)'ın kız­larından şu örnek verilmektedir.
“(Musa) Medyen suyuna vardığı zaman, ondan su al­makta olan bir insan topluluğu buldu. Onların gerisinde de (hayvanlarını suya götürmekten) sakınan iki kadın buldu. Dedi ki: Bu durumunuz ne? Çobanlar sürülerini sulamadıkça, biz sürülerimizi sulayamayız; babamız da yaşı ilerlemiş bir ihtiyardır, dediler.” “Hemencecik onların sürülerini suladı, sonra yine göl­geye çekilerek dedi ki Rabbim, doğrusu bana indirdiğin her hayra muhtacım.”
Babaları hasta olan bu iffetli kadınlar, geçimlerini te­min edebilmek için sürüyü kendileri otlatmakta ve kendile­ri sulamaktadır. Ancak ayet-i kerimede de beyan edildiği gibi, erkek çobanların bulunduğu su başına rahatça yaklaşarak sürülerini sulamaktan kaçınmaktadırlar. Rivayetlere göre kendilerine utanarak yaklaşan ve yüzlerine bakmadan soru soran Musa (a.s.) ile konuşmalarına rağmen, çoban­larla konuşup, çobanlardan sürülerini sulamak için izin is­tememeleri, çobanların iffete ve iffetli kadınlara değer ver­meyen cahil kimseler olduklarına işaret etmektedir.
İşte böylesi bir durumda, zamanımizdaki bazı cahil kadınların yaptığı gibi er­keklere hoş görünmeye çalışarak su başına yaklaşmamala­rı, cahil erkekler ile nefsi olabilecek olan bir konuşma düz­lemine girmemeleri, kendilerini çalışma zorunluluğunda gören günümüzdeki bütün müslüman kadınlarının örnek almalan gereken iffetli bir davranıştır.
Konumuzla ilgili bir diğer mesele olan İslam'da oku­mak ve ilim öğrenmek ise, kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Kadın veya erkek bütün müslümanlar okuyacak ve öncelikle Allah'a kulluklarıyla ilgili asli meseleleri öğre­neceklerdir. Kur'an-ı Kerim'de tüm müslümanları muhatap alan “Oku” emri olduğu gibi, Resulullah (s.a.v.)'in pak sün­netinde de okumanın önemi vurgulanmaktadır. Mesela sa­vaş esiri olarak alınan okuyup-yazma bilen kimselerin, fidye karşılığında değil de, müslümanlardan oh kişiye okuyup-yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakılmaları, bu meseleye fidye veya dünya malından çok daha fazla değer verildiğini göstermektedir. Efendimiz (s.a.v.)'in Hz. Aişe (r.a.) validemize ücretli öğretmen tutarak okuyup yazma öğretmesi, meselenin önemine işaret eden bir diğer yakla­şımdır.
Beşeri ilimleri tahsil etmek ise kadınlar için öncelikle kendi branşlarını içeren veya İslam'a göre tahsilinde fayda umulan konularda makbul görülür.
Tabi ki kadınların İlim tahsil etmeleri için sağlanacak olan ortamın, ya kadınlara özgü ortamlar, ya da müslüman kadının helal ve haramlara riayet edebileceği genel ortamlar olması gerekmektedir. Çünkü kadının namusuna ve iffetine, ilim Öğrenmekten daha çok değer veren İslam, Kur'an-ı Kerim ilimlerinin öğrenilmesi için dahi bir erkek ile bir kadının kapalı bir yerde yalnız olarak ders yapmala­rına müsaade etmemektedir. Dolayısıyla ilim tahsil etmek isteyen bütün bacılarımızın, öncelikle ve özellikle İslamİ öl­çüleri dikkate almalan gerekir. Falanca üniversiteden atıl­mamak veya filanca üniversiteden mezun olabilmek için başlarını açan ve bu konuda fetva veren(!) bel'amları dikka­te alan bacılarımıza, bu bel'amları değil, üniversitelerde ba­şörtüsü ve tesettür mücadelesi veren bacılarımızı dikkate almalarını, tercihlerini yeniden gözden geçirmelerini ve Al­lah'tan gereği gibi korkmalarını tavsiye ederiz.
Unutmayın ki, bu laik düzenin sizlere vereceği hiç bir şey, sizlerin Allah'a kulluğu, sizlerin iffet ve onuru kadar değerli değildir. Basın yayın organlarında “Müslümanlar kızlarını okutmuyorlar! İslam kadinları cahil bırakıyor!.” diyerek fevaran eden sahtekarları da” lütfen dikkate almayınız.
Müslüman kızların okumasını değil, kulluk bilincinden uzaklaşmasını isteyen bu sahtekarlar, bir taraftan “Müslümanlar kızlarıni veya kadinlarını okutmuyor! İslam, kadın­ları cahil bırakıyor!.” diyerek fevaran ederlerken, diğer taraftan ise üniversitelere giden bacılarımızın başlarını açabil­mek için soysuzca birçok mücadele yürütmektedirler. Çün­kü bunlar gerçekten ikiyüzlü, gerçekten sahtekardırlar!.
Oysa İslam'a göre cahillik, günümüz üniversitelerinden mezun olup olmamakla ilgili bir hadise değil, bir insanın yaratılış hikmetini ve kul­luk ödevlerini bilmemesidir. Dolayısıyla İslam sizleri böylesi gerçek bir cahilliğe veya fasıklığa değil, öncelikle kulluk fıkhınızı bilmeye ve bu bildiklerinizi yaşamaya davet ediyor.
Kadının İslam toplumundaki sosyal yeri ve hakları, konuşulduğu zaman, sapıklığı meslek edinmiş bu sahtekar­lar tarafından devamlı gündeme getirilen iki kadının bir şahidliği ve mirasta erkeğe iki, kadına bir pay verilmesi meselesi ise, İslam gerçeğine devamlı negatifinden bakan ve İslam'daki kadın erkek hukukuyla ilgili diğer hükümleri gözardı eden bu sapıkların ileri sürdükleri gibi bir haksızlık değildir.
“Kadın erkek eşitliği” meselesinde de belirttiğimiz gibi her eşitlikte hak, her eşitsizlikte haksızlık yoktur. Dolayısıyla bu meseleyi değerlendirirken haksızlık ile eşitsizliği birbi­rinden ayırmamız gerekir. Miras hukuku meselesini açık­larken, sosyal konum ve ödevler itibariyle erkeklerin kadınlara nazaran (kardeşlerinin, anne babasının ve ailesi­nin maddi ihtiyaçlarını karşılamak gibi..) farklı ödevler yük­lendiğini belirtmiş ve erkeğe mirasta verilen farklı hakkın, bu gibi farklı ödevlerden kaynaklandığını zikretmiştik.
Şahidlik meselesine gelince, bu meselede beyan edi­len ve batıl kafalarca tartışılan hüküm şu şekildedir.
“Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız za­man onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Allah'ın kendisine, öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah'tan korkup-sakınsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za'f sahi­bi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahid tutun; eğer iki erkek yoksa, şahidlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri unut­tuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahidler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah katında en adil, şahidlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yalan olandır. Ancak aranızda devredip durduğu­nuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmama­nızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-veriş ettiğinizde de şahid tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için (bir zulüm ve günak) fısktir. Al­lah'tan korkup sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir.”
Bu ayet-i kerimeyi kendi maksatlarına uygun olarak gündeme getirenler, iki kadının şahidliğinin bir erkeğin şahidliğine denk olduğunu belirterek “Netice itibariyle İslam'a göre kadın erkeğe nazaran yârım olup, iki kadın bir erkek olmaktadır!.” şeklinde bir görüş ortaya çıkarıyorlar!. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi İslam'a göre insani düzlem­de kadın erkek ayırımı yoktur. Kadın erkek arasında karşı­laştığımız farklılıklar, fıtri özellik ve sosyal ödevlerden kay­naklanan farklılıklardır. Nitekim zikrettiğimiz ayet-i kerime de kadın ve erkeğin genel veya mutlak bir .değerlendirilmesiyle değil, sadece sosyal bir mesele olan şahitlikle ilgili olup, bu meseledeki hükmü beyan etmektedir. Dolayısıyla konuşmamız gereken mesele, bu şahitlik meselesidir.
Adaletin gerçek sahibi olan şanı yüce Rabbimiz, her hükmünde olduğu gibi bu hükmünde de adaleti gözetmiş ve adaletin yerine gelmesi için “İki erkek veya iki erkek yoksa bir erkek, iki kadın şahit” tutulmasını buyurmuştur. Bu hükmünün hikmetini veya sebebini bizlere açıklamayabilirdi. Fakat aynı ayet-i kerimede bunun sebebi de beyan edilmektedir.
“Biri unuttuğunda öbürü ona hatırlatacak iki kadın”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
SOSYAL DÜZLEMDE KADIN devamı...

SOSYAL DÜZLEMDE KADIN devamı...

Şimdi tüm hukukçulara “Şahitlikte unutkan olup-olmamak önemli midir?” diye soralım. Hepsi ağız birliğiyle “Elbetteki önemlidir” diyeceklerdir. Şüphesiz doğru bir cevaptır bu. Çünkü şahitlik meselesi, bazı kısa akıllıların zannettiği gibi dünkü bir olaya bugün şahitlik etmek değil, gerekirse on yıl önce vuku bulan bir olaya, on yıl sonra şahitlik etmektir. Bu şahidlikte unutmak veya şaşırmak ise, alacaklı veya haklı tarafa zulmetmek olacaktır.
O halde, şahitlik meselesini toplumsal düzlemde değerlendirir­ken, şahitlikte oldukça önemli olan hıfzetme veya unutma­ma üzerinde de durmamız, kadın ve erkeğin bu konularda birbirlerine nazaran unutkan olup olmadıklarını dikkate al­mamız gerekmez mi?
Bu sorumuza hepbir ağızdan değil, sadece ilim ve in­saf sahibi olanlar “Elbetteki, bu da gerekir” diye cevap vereceklerdir. Öyleyse toplumsal içerikli meselelerde kadının erkeğe nazaran daha unutkan olup-olmadığını konuşma­mız ve bunu sonuca bağlamamız gerekecektir.
Aslında kadının erkeğe nazaran daha unutkan olup-olmadığı sorusu, istatistik verilerini ve kadın psikolojisini dikkate alan bütün toplumbilimciler tarafından rahatlıkla cevaplanabilecek bir sorudur. Özellikle toplumsal mesele­lerde, kadının erkeğe nazaran daha ilgisiz ve daha unut­kan olduğu psikologlarca bilinen ve istatikçilerce görülen bir gerçektir. Bu durumun şüphesiz ki istisnalan vardır. Ancak genel duruma itibar edileceği zaman, söz konusu durum bilindiği ve görüldüğü gibidir.
Fakat şu hususun da altını çizmemiz gerekir ki, kadının böylesi meselelerde erkeğe nazaran daha ilgi­siz ve daha unutkan olması, kadınlar için bir aşağılanma veya onur kinci bir durum değildir. Nitekim ayet-i kerime­de de kadınların bu durumu hiç verilmemekte ve bu du­rum gayet makul karşılanmaktadır. Çünkü kadınların bu gibi şeyleri unutabilecekleri veya unutkan olabilmeleri, her­hangi bir eksiklikten değil, makul sebeblerden kaynaklanmaktadır. Bu makul sebeblerden birisi, hiç şüphesiz ki akıl noksanlığı veya zeka eksikliği değildir. Allah (c.c.) her in­sana akıl vermiş ve her insanı akıllı yaratmıştır. Ancak in­sanlar, kendilerine verilen bu akılı kullanma meselesinde, birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Bazısı çok az kullanır­ken, bazısı oldukça fazla kullanmaktadır. Netice olarak de­vamlı kürek çeken kayıkçıların kollan, devamlı koşan atletlerin ayakları kuvvetlenip, güç kazandığı gibi, düşünen insanların da akılları kuvvetlenip, gelişmektedir. Dolayısıyla erkek veya kadın, genç veya yaşlı bütün insanlar arasında akıl farklılıkları varsa, bu farklılıklar yaratılıştan ziyade insanların akıllarını kullanıp-kullanmamalarından kaynakla­nan farklılıklardır.
Unutma veya unutmama meselesinin ise direkt ola­rak akıl ve zeka ile bir ilgisi yoktur. Nice zeki insanlar ve nice düşünürler vardır ki, sıradan bir insandan çok daha fazla unutkandırlar.. Bu durumun birçok örnekleri fıkra gibi anlatılmakta ve insanlanmız tarafından bilinmektedir.
Peki unutkan olupolmamanın gerçek sebebleri ne­lerdir?
İlk sebeb ilgidir. İnsanlar yakından ilgilendikleri, merak ettikleri meselelerde, bir söz veya bir ifadeyle karşılaştıkları zaman, bunu kolay kolay unutmazlar. İlgisizlik ise başlıbaşına bir unutkanlık sebebidir. İnsanlar merak veya ilgi duymadıkları bir konuda ne işitirlerse işitsinler, ne gö­rürlerse görsünler, bu işittiklerini ve gördüklerini belli bir süre sonra unutabilirler. Mesela gazetede yayınlanan “Fa­lanca inşaatın ihalesi, şu kadar bedelle ve şu tarihte ihale­ye çıkarılacaktır” haberini milyonlarca insan okusa dahi, okuyuculardan büyük çoğunluğu inşaatın yerini, bedelini ve tarihini birkaç saat içersinde unutur giderler. Çünkü böyle bir işle ilgi ve alakalan yoktur. Fakat aynı haberi okuyan ve bu işlerle yakından ilgilenen kimseler ise aradan bir sene de geçse inşaatın yerini ve özellikle ihale bedelini unutmazlar.
Unutkanlığın diğer bir nedeni, duygusallık ve duygu­sal olayların yoğunluğudur. Olaylara duygusal bakan ve karşılaştıklan müsbet veya menfi olaylardan oldukça etkile­nen hashas kimseler, diğer insanlara nazaran daha derin­den yaşadıklan sevinç ve üzüntü gibi duygusal olayların te­sirinde kalarak bazı şeyleri unutabilmektedirler. Yaşadığı­mız toplumsal hayatta bunun birçok örnekleri bulunmakta­dır.
İşte kadının psikolojik yapısıyla birlikte sadece bu unutkanlık sebeblerini dahi dikkate alsak, İslam'ın şahitlikle ilgili hükmünü ve bu hükmün hikmetini anlayabilmemiz mümkün olabilecektir. Kadın erkeğe nazaran çok daha duygusal ve erkeğe nazaran çok daha sübjektiftir. Kadının erkeğe nazaran daha duygusal olduğunu ve yaşadığı olay­lardan daha fazla etkilendiğini tartışmamıza gerek yoktur. Günümüz psikolojisi zaten bu gerçeği kabul etmektedir. Kadının erkeğe nazaran daha sübjektif olması ise, hem psikolojinin ve hem de sosyolojinin kabul ettiği bir gerçek­tir. Kadınlar erkeklere nazaran daha sübjektif, yani daha öznel, daha kendilerine özgüdürler. Kendilerine ait olay ve görüşlerle daha çok ilgilenmelerine rağmen, genele veya umuma ait işlere aynı ilgiyi göstermezler. Kadınlardaki bu durum, onların sosyal konumlarıyla ve aile ödevleriyle ilgili olduğu için, İslam bu durumu da gayet makul karşılamak­tadır. Çünkü bu kitap çalışmasında da belirttiğimiz gibi, ev ve aileyle ilgili ödevlerde kadına yoğunluk verilirken, evin dışındaki ödev ve faaliyetlerde erkeğe yoğunluk verilmek­tedir. Dolayısıyla erkeğin kadına nazaran toplumsal olayla­ra çok daha duyarlı olması ve bu olaylarla daha fazla ilgilenmesi, kendisine yüklenen ödevlerin bir gereğidir.
Bütün bunları dikkate alarak şahitlik meselesine dö­necek olursak, kadınların toplumsal meselelerde erkeklere nazaran daha ilgisiz ve daha unutkan olabileceklerini ve böylesi bir unutkanlığın herhangi bir adaletsizliğe neden olmaması için, biri unuttuğunda diğeri hatırlatabilecek olan iki kadın şahide gerek duyulduğunu söyleyebiliriz.
Netice olarak İslam'daki bu hükmü yeterince düşüne­rek gündeme getirecek olan ilim ve insaf sahibi herkes, hiç şüphesiz ki İslam'daki bu hassas adalet anlayışını ve böylesine adil olan bu hükmü ya ilmin bir gereği olarak tasdik edecekler, ya da insafın bir gereği olarak sükutla karşılayacaklardır.
İslam toplumunda ve yönetim mekanizmasında, ka­dınlara her görevin verilmemesi de, kadınların kendilerine özel durumlanyla ilgisi vardır. Burada sözü uzatmamıza, hepsini ayrı ayrı anlatmamıza gerek yoktur. Zaten kadın ve erkek psikolojisiyle birlikte, İslam toplumunda erkek ve kadının öncelikli ödevlerini yeterince bilerek, söz konusu meseleleri değerlendirecek olanlar, bu konudaki hikmetli gerçekleri de anlayabileceklerdir. Bazı fikir fakirlerinin ileri sürdükleri gibi “Kadın hakim niye olmuyor?” demiyeceklerdir!. Böylesi safsatalarla karşılaştıkları zaman, ölüm hük­münün verilmesiyle, ölüm hükmünün infazı arasındaki ya­kın ve duygusal ilgiyi dikkate alarak “Kadın cellat niye yok­sa, kadın hakim de ondan yok!.” diyebileceklerdir. Öyle değil mi!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sonuç

Sonuç

Kadınlarla ilgili bu sınırlı kitap çalışması genel hatla­rıyla dikkate alındığı zaman, İslam'ın kadınlara verdiği değer kısmı de olsa açıklık kazanacaktır. İslam'a göre kadın­ların, arayarak veya bulmaya çalışarak değil, kendilerinde olanı koruyarak, kendilerinde olana sahip çıkarak kazana­bilecekleri iffet ve onurların vardır. Kadınlara bizatihi verilen bu iffet ve onurun korunarak kazanılması ise konuyla ilgili İlahi hükümlerin dikkate alınmasıyla mümkündür.
Kadına gerçek değerini veren yegane merci, kadını yaratan ve yarattığı kadına merhametle yakla­şan Allah (c.c.)'dır. Dünyadaki tüm kadınları İslam'ın rah­met ve adalet iklimine davet eden İlahi vahiy, kendi daveti ile diğer bütün beşeri davetlerin mukayese edilmesini iste­mekte, bu mukayese ile sağlıklı bir tercihte bulunulmasını dilemektedir.
Kadın hakları adına konuşan tüm beşeri mercilerin, günümüz kadınını dünya yaşantısında hangi noktaya getir­diği ve ahirette hangi akibete sürüklediği aşikardır. İslam ise kendisine teslim olan tüm kadınlara, tertemiz bir dünya hayatı ve bu dünya hayatıyla mukayese edilemeyecek olan ebedi bir cennet va'detmektedir.
İşte bu İlahi vaade, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın lutfuna ve yardı­mına mazhar olabilmek, dünya yaşantısında Allah'ı ve Al­lah'ın hükümlerini dikkate alabilmekle mümkündür. Şanı yüce Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de kadınları rahmet ve ada­lete götürebilecek hükümleri vazetmekte ve sonuç olarak da, evet, sonuç olarak da, tüm kadınlara aşağıdaki şu ör­nek ve ibretleri vermektedir.
“Allah, küfretmekte olanlara, Nuh'un eşini ve Lut'un eşi­ni örnek olarak verdi İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikahları altındaydı; ancak onlara ihanet ettiler. Bundan dolayı, onlara (kocaları) kendilerine Allah'tan gelen hiçbir şeyle yarar sağlamadılar. İkisine de: Diğer girenlerle birlikte ateşe girin denildi.” “Allah, iman etmekte olanlara da Firavun'un karısını örnek olarak verdi Hani demişti ki; Rabbim bana kendi ka­tında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptık­larından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.” “İmran'ın kızı Meryem'i de. Kî o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik O da Rabbinin kelimelerini ve Kitab'larını tasdik etti O, (Rabbine) gö­nülden bağlı olanlardandı”
Yaşadığımız toplumda bazı kadınlar vardır!.
Babalarının veya kocalarının Allah'a kulluk yaptıkları­nı dikkate alarak, bu durumdan kendilerine de bir pay çıkanrlar. “Ben Allah'a kulluk yapmasam da, müslüman olan kocama şöyle şöyle hizmet ediyorum. Onun çamaşırlarını yıkayıp, ona yemek hazırlıyorum..” diyerek, en kötü ihtimalde bile hizmet ettikleri kocalarından ayrılmayacaklarını ve onlarla beraber cennete girivereceklerini zanneder.
Şanı yüce Rabbimiz batıl bir zan üzere olan bu şaş­kınlara, Nuh ve Lut (a.s.)'ın eşlerinden örnek vermektedir. Bu şaşkın ve sapık kadınlar İlahi huzurda “Ya Rabbi!. Cen­nete giden şu adamlar, bizlerin kocalarıydı. Bizler onlara hizmet etmiş, onların çamaşırını, bulaşığını yıkamıştık. Bu yaptıklarımızın hiç mi değeri yok. Bizi onlardan niye ayırı­yorsun?” dedikleri zaman, şanı yüce Rabbimiz kendilerine dünya yaşantısında verilen bu örneği hatırlatacaktır. Onla­ra Nuh ve Lut (a.s.)'ın eşlerini göstererek “Bunlar peygam­ber olan kocalarına hizmet eden kadınlardı. Ancak kocala­rının hak olan davetlerine ihanet etmişler ve Bana kulluk yapmamışlardı. Şimdi onlarla beraber girin cehenneme!.” buyuracaktır.
Müslüman bir kocaya Allah nzası için hizmet etmek, hiç şüphesiz ki müslüman kadınlar için karşılığı ecir ve mükafat olan saygın davranışlardır. Ancak bir insan olan kadınların öncelikli görevi, yaratılış gayelerine uygun ola­rak Allah'a kulluk etmeleridir. Şayet kadınlar, erkeklere hizmet etmek için yaratılmış olsalardı, Nuh ve Lut (a.s.)'a hizmet ederek bu görevi yerine getiren eşleri cehenneme değil, cennete giderlerdi. Oysa şanı yüce Rabbimiz kadın­ları erkeklere hizmet etmeleri için değil, kadınıyla erkeğiyle tüm insanları öncelikle ve özellikle kendisine kulluk etmele­ri için yaratmıştır. Müslüman bir erkeğin kansının hakları­na riayet etmesi ve onun ihtiyaçlannı gidermesi, müslü­man bir kadının kocasının haklarına riayet etmesi ve onun hizmetini görmesi, Allah'ın rızası gözetilerek yapıldığı süre­ce, Allah'a kulluk içine girmekte ve karşılığı ecir olmakta­dır.
Günümüzdeki birçok kadının, Allah'a kulluk hususunda öne sürdükleri bir ikinci ma­zeret ise, İslam üzere olmayan veya İslami duyarlılığı bulunmayan kocalarıdır, Bu kadınlar İslami davetlerle karşı­laştıkları “Zaman, bu davetleri genellikle kabul ettiklerini belirtirler ve bu bilinçsiz tastiğin hemen arkasından “Ahh şu kocalarımız!.” diyerek, kocalarını büyük bir mazeret olarak ileri sürerler. Bu şaşkınlar aynı mazereti İlahi huzurda da savunabileceklerini düşünmektedirler. Allah (c.c.)'a karşı boyunlarını bükerek “Ya Rabbi”. Kocalarımız müslüman olsalardı, hiç şüphesiz ki bizler de müslüman olurduk!. Fa­kat bizim kocalarımız şöyle şöyle insanlardı. İçki içerler ve bizlere eziyet ederlerdi. Bizler de bu nedenle onlara uyduk ve Sana kulluk edemedik!." dedikleri zaman, bu mazeretle­rinin geçerli olacağını' zannederler!. Oysa Allah (c.c), iman etmelerine rağmen bu durumda olan bütün kadınla­ra Firavunun kansını örnek vermektedir.
“Allah, iman etmekte olanlara da Firavun'un karısını örnek olarak verdi Hani demişti ki Rabbim bana kendi ka­tında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun yaptık­larından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar.”
Lütfen düşünelim!.
Zamammızdaki hangi koca, bütün kavmine ilahlık taslayan, binlerce erkek çocuğunu vahşice boğazlatan, mu­cizelerle karşılaşmasına rağmen küfründe inat eden Fira­vundan daha kötüdür!. İşte böyle bir Firavunun karısı olan mümine validemiz, böylesi şartlarda dahi Allah'a yönel­mekte ve Allah'a sığınmaktadır. Kocası olan Firavun'un yaptığı bütün zulümlerden kendisini beri tutmaya çalışan, gücü nisbetince Allah'ı zikredip, Allah'a kulluk eden bu mümtaz validemiz, kocalarını mazaret olarak ileri süren bütün kadınlara örnek olarak verilmekte ve kendilerini “Si­zin kocalarınız, Firavun'dan daha mı kötüydü?” sorusuyla karşı karşıya getirilmektedirler. Tabi ki cevapsız kalacak bir sorudur bu!.
Kadınlarla ilgili olarak verilen son ömekde, Hz. Mer­yem validemiz zikredilmekte ve onun durumu beyan edilmektedir.
İmran'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz de ona kendi ruhumuzdan üfledik O da Rabbinin kelimelerini ve Kitab'larını tasdik etti. O, (Rabbine) gönül­den bağlı olanlardandı,
Cahili toplumlarda yaşamalarına rağmen Allah'a kul­luğun gereğini yapmakla mükellef olan bütün kadınlar, hiç şüphesiz ki bazı cahili baskılarla ve ithamlarla karşılaşabile­ceklerdir. Bazıları aileleri içinde yalnız kalacaklar, hem ai­lelerinin ve hem de cahili toplumun değişik tenkit ve it­hamlarıyla karşı karşıya gelebileceklerdir. İşte bütün bu kadınlarımıza Hz. Meryem validemiz örnek olarak verilmektedir.
Kendi kabilesi olmasına rağmen yalnızlığı yaşayan Hz. Meryem validemiz, bu yalnızlık içinde iffet ve onurunu korumuştu. İffet ve onuruna böylesine düşkün olan ve bu değerlerini büyük bir özenle koruyan Hz. Meryem valide­miz, kendisi için oldukça dehşetli olan aşağıdaki hadiseyi yaşamış ve Allah'ın apaçık bir emriyle karşılaşmıştı.
“Kitab'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti”. “Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çek­mişti Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.” “Demişti ki; Gerçekten ben, senden Rahman (olan Allah)a sığınırım. Eğer takva sahibiysen (bana yaklaşma).” “Demişti ki; Ben, yalnızca Rabbinden (gelen) bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için (buradayım).” “O, Benim nasıl bir erkek çocuğum okıbiki? Bana hiç­bir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz (bir kadın) değilken dedi” “İşte böyle dedi Rabbin, dedi ki: Bu benim için ko­laydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için (bu çocuk olacaktır). Ve iş de olup bitmişti” “Böylelikle ona gebe kaldı, sonra onunla ıssız bir yere çekildi
Allah'ın emri ve takdiri gereği, babasız bir çocuğa sahip olmak!..
İffet ve onuruna özenle değer veren mü'mine bir ka­dın için, ne muazzam bir imtihandır bu!. Bu imtihanın ne anlama geldiğini, kendilerini Hz. Meryem validemizin yeri­ne koyan ve olayı sonrasına göre değil, öncesine göre ya­şayacak olan iffetli bacılarımız çok iyi anlayacaklardır. En yakınlan da dahil olmak üzere bütün bir toplum “Bu ço­cuk da ne? Bu ne utanmazlık, bu ne ahlaksızlık!.” diyeceklerdir. İffetli bir kadın iffetsizlikle, namuslu bir kadın namussuzlukla, onurlu bir kadın onursuzlukla suçlanacaktır!. Nitekim Hz. Meryem validemiz aynı hakaretlerle, aynı it­hamlarla karşılaşmıştı.
“Böylece onu taşıyarak kavmine geldi Dediler ki: Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın.” “Ey Harun'un kız kardeşi, senin baban'kötü bir kişi değildi ve annen de azgın-utanmaz (bir kadın) değildi”
İffet ve onuruna her şeyden daha fazla değer veren mümine bir kadının dayanabileceği, tahammül edebileceği
ithamlar değildir bunlar!. Ayrıca şu hususu da dikkate al­mamız gerekir ki, Hz. Meryem validemiz babasız bir çocukla kavmine gideceği zaman böylesi iğrenç ithamlarla, böylesi hakaretlerle karşılaşacağını biliyordu.
Fakat bunları, bütün bunları bilmesine rağmen bir mü'mine olarak teslim olması, bu hükme boğun eğmesi gerekiyordu!. Nitekim “Ney­le karşılaşacak olursam olayım, Allah'ın emrine teslim olmalıyım” diyor ve bu bilinçle teslim oluyordu. İşte böylesi­ne muazzam bir imtihandan alnı ak, gönlü pak olarak çıkan Hz. Meryem validemizi, saygı ve hürmetle selamlıyo­ruz.
Allah'a iman eden bütün bacılanmızın, bütün kadınla­rımızın bu apaçık örnekleri dikkate almalan gerekmekte­dir. Hz. Meryem validemizle ilgili örneği yaşarcasına anla­maya çalıştıkları zaman, öncesinde apaçık bir toplumsal itham, apaçık bir toplumsal aşağılama gözüken Allah'a tes­limiyetlerde dahi, sonuç olarak zilletin değil, şeref ve izzetin olduğunu göreceklerdir. Nitekim Hz. Meryem validemizi izzetli bir azize durumuna getiren, mü'mine bir kadın için zillet gibi gözüken bu imtihandaki iman ve teslimiyetidir.
Netice olarak Allah'a teslim olan tüm mü'mine bacıla­rımızı saygıyla selamlamak, bu teslimiyete henüz ulaşmamış diğer bütün kadınlarımıza yine saygıyla şunları söyle­mek isteriz. Allah'a gereğince teslim olabilmeniz için vakit geçti demiyoruz!.
Allah'a gereğince teslim olabilmeniz için daha çok va­kit var da demiyoruz!.
Vakit veya fırsat, yaşadığınız bu andır..
Tesettürü ve Allah'a kulluğu yaşlılığa bırakan, “Fiziki ve maddi olarak çirkinleştikten sonra manen güzelleşirim!.” diyen kadınlar, maddi ve manevi bir çirkinlik ile me­zar çukurlarını doldurmaktadırlar. Çünkü insanlar, ya inandıkları gibi yaşamakta veya yaşadıkları gibi inanmaya başlamaktadırlar. Şu an kalbinizde makes bulan ve kalbini­zi yumuşatan İlahi gerçekler, gereği üzere yaşanmadığı za­man sizleri terkedecek olan gerçeklerdir. Bu gerçeklere karşı şimdi yumuşak olan kalbiniz, bu gerçeklerin yaşanmadığı bir vücudda katılaşacak, kaskatı olacaktır. Dolayısıyla şimdi yaşamak istemenize rağmen yaşamadığınız İla­hi gerçekleri, yarınlarda katılaşan kalblerinizle yaşamanız, yaşayabilmeniz mümkün olmayacaktır. Kur'an-ı Kerim'in beyanını esas alarak kısaca belirttiğimiz bu kalbi durumun doğruluğunu veya yanlışlığını, çevrenizdeki insanlara ve cahili bir yaşantı üzere yaşlanmış zavallı kadınlara bakarak anlıyabilirsiniz.
Kaldı ki Allah'a kulluğu yarınlara ertelemelerine rağ­men, yarınları göremeden ölen milyonlarca genç insan da bulunmaktadır.
Örnek ve ibret almanız için, “Ya Rabbi ben geldim, ben Sana geldim!.” diyerek İslam'ın rahmetine girmeniz için bütün bunlar yetmez mi?
Lütfen kendinize geliniz!.
Ve kendinize geldiğiniz zaman İlahi gerçekler doğrul­tusunda kendinizi öyle tutunuz, kendinizi öyle tutunuz ki,
bir daha kendinizi, izzet ve onurunuzu kaybetmeyiniz..
.....
Bir kitabı daha bitirdik Allah'ın izni ile,
Faydalanan ve etrafınıda öğrendikleri ile faydalandıran kullardan olmak temennisi ile,
Alemlerin yagane Rabbi olan Yüce Allah'a hamd ediyor ve onun sevgili kulu ve Peygamberi olan Muhammed Mustafa (sas) ya al ve ashabına ve gücü nisbetinde onu izlemeye çalışan ümmetine alemler içinde selam olsun
 

oguzhan 84

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eki 2006
Mesajlar
21
Tepki puanı
0
Puanları
0
Ellerine sağlık kardeş
Güzel bir çalışma olmuş
Allah razı olsun
 

esma34

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ağu 2009
Mesajlar
36
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
çok güzel bir paylaşım veeeeeee oldukça uzun (gözlerim yoruldu : ) ...)
Emeğine
Yüreğine sağlık...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Selamünaleyküm Yusuf kardeşim...

Sizin vesilenizle tanımış olduğum Mehmed Alagaş 'ın '' Kadının Onuru '' adlı kitabını almak bugün nasip oldu.
Buradan zaten takip ediyordum , ancak daha iyi idrak edebilme amacıyla kitabı da aldım.
Rabbim anlayıp , uygulayanlardan eylesin .

Hayırlı geceler dilerim.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Güncel............
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Okuyup istifade edebilmek duasıyla..
Güncelleme...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt