Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kalp-i Selim (1 Kullanıcı)

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
50
ak Dostlarının Gönül İklîminden Saâdet Damlaları -1- / Kalb-i Selîm
(Osman Nuri Topbaş)
İlâhî hikmetler dershânesi olan şu imtihan âleminde, Rabbimiz, biz kullarını hakîkate ulaştıracak birçok vesîleler lutfetmiştir. Birer hidâyet rehberi olan ilâhî kitaplar, peygamberler ve evliyâullâh, dâimâ insanlığı hak ve hakîkate sevk ederek Cenâb-ı Hakk’ın “cennet dâvetine” elçilik yapmaktadırlar. Zîrâ Rabbimiz:

“Allâh, kullarını Dâru’s-Selâm’a (saâdet yurdu cennete) dâvet ediyor...” (Yûnus, 25) buyurmaktadır. Tabiî ki her dâvetin bir kabûl şartı, her nîmetin de bir bedeli vardır. Rabbimiz bu bedelin ne olduğunu, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle beyân buyurmaktadır:



“O gün, ne mal fayda verir ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalb) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)

Kalb-i selîm, mâsivâdan arınmış ve mücellâ bir ayna gibi Hakk’ın cemâlî sıfatlarının tecellîgâhı hâline gelmiş bir kalbdir. Hak Teâlâ, kulunun kalbinde cemâlî sıfatlarının tecellîlerini görünce onu sever ve ondan râzı olur.

Rabbimizin cennet dâvetine ve ihsân edeceği sonsuz mükâfatlara lâyık olabilmek için mâsivâdan uzaklaşıp kalben Hakk’a yönelmek şarttır. Zîrâ Rabbimiz, bizden ilâhî tecellîgâh olan bir gönül, yâni kalb-i selîm istiyor.

Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde bir kıssa vardır:

Hazret-i Yûsuf’a çok uzak diyarlardan, yüreği muhabbetle dolu bir dostu gelip misâfir olur. Onlar, çocukluktan beri samîmî birer dostturlar. Ahbaplık ve dostluk yastığına beraberce yaslanmışlardır. Hazret-i Yûsuf, bir müddet onunla sohbet ettikten sonra nükteli bir tarzda:

“–Söyle bakalım dostum, bize gittiğin yerlerden ne hediye getirdin?” der.

Misâfiri, bu istek karşısında çok mahcûb olur ve ne diyeceğini bilemez. Ardından, hissiyâtını şu samîmî ifâdelerle dile getirir:

“–Sana armağan getirmek için, şu fânî âlemde birçok şeye nazar ettim. Fakat hiçbirini gözüm tutmadı, hiçbirini sana lâyık göremedim. Bir kırıntı büyüklüğündeki altın parçasını bir altın yatağına veya bir damlayı bir denize nasıl armağan olarak götürebilirdim ki? Senin güzelliğine denk olacak hangi tohum vardır ki bu Mısır ülkesinin ambarında bulunmasın? Sana getirilecek hediye ancak senin güzelliğinin bir eşi, bir benzeri olmalıdır. Bu yüzden ben de çâresiz, sana gönül nûru gibi tozsuz, lekesiz, parlak bir ayna getirip sunmayı lâyık gördüm.

Ey güneş gibi gökyüzünün nûru olan Yûsuf! Sana gönül nûrundan bir ayna getirdim ki, ona baktıkça kendi güzelliğini görüp hayrân olasın. Onda güzel yüzünü gördükçe, Rabbin sendeki cemâlî tecellîlerini seyredesin ve beni de hatırlayasın.”

Misâfir bunları söyledikten sonra koltuğunun altından bir ayna çıkarır ve Hazret-i Yûsuf’a takdîm eder.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Varlığın aynası nedir? Varlığın aynası yokluktur. (Şunu iyi bil ki, sen çıkınca aradan, kalır seni yaratan!) Ey Hak âşığı! Eğer ahmak değilsen, Hakk’ın huzûruna yokluk götür.

Göklerdeki bulutların, deryâlardaki suların kendi renkleri yoktur. Onları renkten renge koyan, semâdaki Güneş’tir. Mârifet, kesretten vahdete intikâl edebilmek ve Hakk’ın rengine boyanabilmektir.

Sen de nefsânî arzulardan sıyrıl, yokluğa, yâni hiçliğe er! Zîrâ her ilâhî tecellînin kemâli, hiçliğe vâsıl olduktan sonra başlar…

Cenâb-ı Hakk’ı dost edinmek istersen, şunu iyi bil ki, dostların yanına eli (ve gönlü) boş gidilmez. Dostların yanına eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Cenâb-ı Hak mahşer gününde kullarına:

«–Kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz?» diye soracak ve ardından şöyle buyuracak:

«–Sizi ilk yarattığımızda olduğu gibi, eli boş, azıksız olarak, tek başınıza ve muhtaç bir hâlde geldiniz. Haydi söyleyin, kıyâmet günü için ne hediye getirdiniz? Yoksa sizde dünyâdan âhirete dönmek ve Allâh’ın huzûruna çıkmak ümîdi yok mu idi? Kur’ân’ın kıyâmet hakkındaki haberleri, size boş mu görünmüştü?»

Ey ahsen-i takvîm, yâni en güzel vasıfta yaratılan insan! O dostun kapısına böyle boş bir gönülle nasıl ayak atıyorsun?

Bu fânî âlemde azıcık olsun uykuyu, yemeyi-içmeyi azalt da Hak ile buluşacağın zaman için bir hediye hazırla!”

Kula düşen, ilâhî azamet ve kudretin sonsuzluğu karşısında hiçlik ve acziyetini idrâk edebilmektir. Zîrâ Rabbimiz, her şeyin yaratıcısı ve sâhibidir. Dolayısıyla O, her varlıktan müstağnîdir. O’na götürülebilecek hiçbir hediye yoktur ki O’nun sonsuz hazînesinde bulunmasın. O, hüsn-i mutlaktır; bütün güzelliklerin menşeidir. Bu yüzden varlıklar içinde en güzel ve kıymetli şey, Hakk’ın güzelliğine ayna olabilecek kadar saf ve berrak bir “kalb”dir. Cenâb-ı Hakk’a götürülmeye en lâyık hediye, Rabbimizin bizden istediği “kalb-i selîm”dir. Şâir ne güzel söyler:

Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler

Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler

İşte böylesine kıymetli olan kalbi, fânî ve gelgeç sevdâlara esîr etmek kadar fecî bir gaflet düşünülebilir mi? Hakk’ın rızâsına vuslatın yegâne bedeli olan kalbi, mâsivâ ile kirletmekten daha büyük bir felâket olabilir mi?

Kalb-i selîm, içinde îman nûrunun ışıldadığı, berrak ve billûr bir fânus gibidir. Mü’min, kalbindeki bu nûr ile, doğruyu eğriden, hayrı şerden, hakkı bâtıldan, helâli haramdan ayırt eder. Nitekim rikkat-i kalbiyye sâhibi, gözü yaşlı ve duygulu bir sahâbî olan Vâbisa İbni Ma’bed -radıyallâhu anh-, bu hâlin güzel bir misâlidir. Bu mübârek sahâbî şöyle anlatıyor:

Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna varmıştım. Bana hitâb ederek:

“–İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” buyurdu. Ben de:

“–Evet yâ Rasûlallâh!” dedim. O zaman şöyle buyurdu:

“–Kalbine danış. İyilik, sana uygun gelen ve yapılmasını kalbinin tasdîk ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye nice defa fetvâ verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 227-228)

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, bu güzîde sahâbîsine, iyinin, güzelin, hak ve hayrın ne olduğunu kalbine danışarak öğrenmesini tavsiye buyuruyor. Dolayısıyla, günah ve ihtiraslarla zedelenmemiş temiz bir kalbin, iyiyi kötüden ayırt edebileceğini beyân ediyor. Zîrâ selîm bir kalb, hakîkatin şaşmaz pusulasıdır. Onun sâfiyetine halel getirip hastalanmasına sebebiyet veren şeyler ise, gaflet, nefsânî ihtiraslar ve günahlardır. Hadîs-i şerîfte -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle buyuruyor:

“Mü’min, bir günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta meydana gelir. Eğer o günâhı hemen terk edip tevbe ve istiğfâr ederse kalbi cilâlanır, eski parlaklığına kavuşur. Böyle yapmaz da günah işlemeye devâm ederse, siyah noktalar gittikçe çoğalır ve netîcede kalbini büsbütün kaplar. İşte Hak Teâlâ’nın:

«Hayır, doğrusu onların işleyip kazandıkları (kötü) şeyler sebebiyle, kalblerinin üzeri pas tutmuştur.» (el-Mutaffifîn, 14) diye beyân ettiği hâl budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn-i Mâce, Zühd, 29; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 297)

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- öğütlerinde şöyle buyurur:

“Kalbler altı şeyden dolayı çürür ve bozulur:

1- Tevbe ederim ümîdiyle günah işlemek.

2- İlim öğrenip, mûcibince amel etmemek.

3- Hareket ve davranışlarda içten ve samîmî (ihlâslı) olmamak.

4- Allâh’ın verdiği nîmetlerden yararlanıp, şükretmemek.

5- Allâh’ın yarattıkları arasında paylaştırdığı rızka râzı olmamak.

6- Ölüleri defnedip, onlardan ibret almamak.”

Kalb, içinde bulunduğu ortamın tesiri altında kalır. Hayırlara ve güzelliklere muhâtab olursa güzel in’ikâslarla nurlanır. Bunun aksine kötülük ve çirkinliklere mâruz kalırsa kötülükler sirâyet edip onu karartır.

Rivâyete göre cennetten gelen ve İbrâhîm

-aleyhisselâm- tarafından tavâfın başlangıcına alâmet olsun diye Kâbe’nin bir köşesine yerleştirilen meşhur “Hacer-i Esved” de, insanların günahlarının ve kasvet-i kalbinin menfî in’ikâsları netîcesinde kararmıştır.1 Mâlum olduğu üzere Hacer-i Esved, “siyah taş” mânâsına gelir. Hâlbuki bu taş, cennetten çıktığı zaman sütten ve kardan daha ak idi. Fakat zamanla kendisine dokunan insanların günahları sebebiyle kararmıştır. Nitekim bu siyahlığın sâdece Hacer-i Esved’in görünen kısmında bulunduğu, Kâbe duvarına gömülü kısmının ise hâlâ beyaz olduğuna dâir pekçok rivâyetler vardır.2

Düşünmek gerekir ki insanların günahları, bir taşa bile bu derece tesir edip onu siyahlaştırabiliyorsa, tıpkı su gibi, bulunduğu ortamın şekline ve rengine bürünen kalbi, ne kadar tesir altında bırakır?! O hâlde kalbin sâfiyet ve berraklığını muhâfaza için günah ve mâsiyetlerin menfî telkinlerinden son derece sakınmak gerekir.

Kalb, günah lekeleri tarafından iyice istîlâ edildiğinde gaflet ve kasvet karanlıklarına gömülür. Ayna üzerinde oluşan kirlerin ve lekelerin, zamanla görüntülerin netliğini bozması gibi, günah kirleri de kalb gözünü köreltir; güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırt etme vazîfesinde kişiyi acze düşürür. Bir zaman gelir ki, kalbe hayat veren îman nûru da söner. Böyle bir sîne, artık içinde cenâze bulunan kabir çukurundan farksızdır. Şâirin dediği gibi:

Îmandır o cevher ki ilâhî ne büyüktür!

Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür!..

Kalbin mânen ölümü netîcesinde kişi, hayır ve şerri birbirinden tefrîk eden en mühim istîdâdını kaybetmiş olur. Artık rûha zehir saçan en büyük günahlar bile, ağırlığı hissedilmeden işlenebilir. Ömer bin Abdülazîz -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözleri, bu hakîkati ne güzel ortaya koymaktadır:

“Haramlar bir ateştir. Ona ancak (kalbi) ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını duyarlardı.”

İnsanoğlu, maddî ve fânî kayıplar karşısında gösterdiği teyakkuz ve endişeyi, gafleti sebebiyle mânevî ve ebedî kayıplar için gösterememektedir. En fecî gaflet, kişinin ölü bir kalbe sâhip olmasına rağmen bunun ıztırâbını duymamasıdır. Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh-’in şu sözü çok mânidardır:

“İnsanlar ne kadar da tuhaf! Bedeni ölenlere ağlıyorlar da gönlü ölenlere ağlamıyorlar. Oysa asıl felâket, gönlün ölmesidir!”

İşte bu hakîkati en zirve seviyede idrâk hâlinde olan Hak dostları, dünyevî ve fânî kayıplardan ziyâde, dâimâ uhrevî ve ebedî hayâtı ilgilendiren mânevî kayıplara karşı teyakkuz hâlinde olmayı telkin etmişlerdir.

Hak dostlarının gönüllerinden taşıp fem-i muhsinlerinden dökülen öğütler, -nasîbi olanlar için-kalb aynası üzerinde biriken kiri-pası üfleyip ona aslî berraklık ve nûrâniyetini tekrar kazandıran feyizli nefeslerdir. Velîlerin bu rûhâniyet ve rahmet nefhasından ancak kahr-ı ilâhî ile mühürlenmiş nasipsiz kalbler mahrum kalırlar. Zîrâ böyle bir felâkete dûçâr olanlara -değil evliyâullâh- peygamberler bile nasîhat etseler kâr etmez. Kalbleri günah kirleriyle tamamen kararıp mânevî idrâk melekeleri dumûra uğramış olduğundan, artık hakîkati kavrayamazlar.

Ebû Türâb en-Nahşebî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyuruyor:

“Kararmış bir kalbin üç alâmeti vardır:

1- Kişinin günahlardan ürperti duymaması.

2- İtaat ve ibâdetlerin gönle lezzet vermemesi.

3- Nasîhatlerin tesir etmemesi.
Gönül dünyâmızın bu duruma düşmemesi için, Rabbimizin lutfettiği hidâyet rehberleri olan ilâhî kitapları, peygamberleri ve peygamber vârisi Hak dostlarının kalbleri ihyâ eden feyizli irşadlarını baş tâcı etmemiz îcâb eder.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:

“Sâlih ve sâdıklardan uzakta kalıp dünyâya bağlanan ve nefsine râm olan kişi, âleme sultan da olsa, gerçekte ölüdür.”

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Lokmân Hakîm, oğluna dedi ki: «Âlimlerin (ve âriflerin) meclislerinde bulun! Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Çünkü Allâh Teâlâ, yağdırdığı bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbi de hikmet nûruyla diriltir.»” (Heysemî, I, 125)

Kalbin mânevî sıhhatini muhâfaza etmek veya hasta bir kalbi iyileştirmek için yapılması gerekeni, kalbi yaratan Mevlâ’mız şöyle bildirmiştir:

“...Bilesiniz ki, kalbler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Vücut mülkünün sultânı mevkiinde olan kalb, zikrullâh ile ihyâ olup hakkı bâtıldan ayırt edebilecek bir nûra kavuştuğunda, emri altındaki bütün uzuvlara isâbetli emirler verir. Netîcede Hakk’ın râzı olduğu bir kulluk kıvâmına erişilir.

Zikrullâhın hayâtî ehemmiyetini en iyi şekilde müdrik olan mürşid-i kâmiller, gönüllerin her fırsatta, hattâ dâimî olarak Allâh’ın zikriyle meşgûl olması gerektiğini telkîn ederler. Yahyâ bin Muâz

-rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:

“Allâh’ın zikriyle gönüllerinizi yenileyiniz, çünkü gönüller çabuk gaflete düşerler.”

Hakîkaten, kalben Hakk’a vuslatın en kestirme yolu olan aşkullâh ve muhabbetullâha erişebilmek için evvelâ gönlün mâsivâdan arınıp Allâh’ın zikriyle mücellâ hâle getirilmesi îcâb eder ki, o gönül, hakîkatin ve sırların aynası olsun.

Fudayl bin Iyâz -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“Allâh Teâlâ geceleyin tecellî buyurduğunda şöyle seslenirmiş:

«Gündüzleri Ben’i sevdiklerini iddiâ edenler nerede? Her âşık, sevgilisi ile başbaşa kalmayı sevmez mi? İşte Ben, şu anda huzur makâmında Benimle konuşan, müşâhede makâmında Bana hitâb eden dostlarıma nigehbânım (nazar etmekteyim). Yarın cennetimde onların gözlerini aydınlatacağım.»”

Rivâyete göre Allâh Teâlâ Dâvûd -aleyhisselâm-’a şöyle vahiyde bulunmuş:

“Ey Dâvûd! Gece karanlığı bastırdığında uyuyup Ben’i anmayan, Ben’i sevme dâvâsında yalancıdır.”

İhlâs, samîmiyet, aşk ve vecd içinde bir kulluk hayâtı yaşayabilmek için gecelerin feyzinden istifâde edebilmek şarttır.

Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın, vefâtı sırasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a verdiği nasîhatlerden biri şöyledir:

“…Ey Ömer! İyi belle! Allâh Teâlâ’nın gece yapılmasını istediği bir takım vazîfeler vardır, bunların gündüz yapılması muvâfık olmaz! Gündüz yapılması gereken işler de vardır ki, bunlar da gece yapılırsa sıhhatli olmaz…”

Geceleri sabahlara kadar ibâdetle meşgûl olan Bişr-i Hafî Hazretlerine:

“–Geceleyin belli bir süre istirahat edemez misiniz?” dediklerinde o Hak âşığı büyük velî, şu hikmetli mukâbelede bulunur:

“–Hak Teâlâ, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri ayakları şişip mübârek ayaklarından kan damlayıncaya kadar namaz kılmışken; Hak Teâlâ’nın bir tek günâhımı dahî bağışladığını bilmeyen ben, nasıl uyuyabilirim?!”

Gönüller sultânı Hazret-i Mevlânâ da şöyle buyurur:

“Ey Hak âşığı! Geceleri az uyuyanlardan, seher vakitleri günahlarının bağışlanmasını isteyenlerden ol!

Bâri ana rahmindeki çocuk gibi azıcık kımılda da, sana nûrânî duygular lutfedilsin. Ana rahmine benzeyen, şu sıkıntılı, kasvetli, kederlerle dolu dünyadan dışarı çıkarsan, yeryüzünden daha geniş, daha ferah bir âleme çıkmış olursun.

Hoşa gitmez bir renkte olan gecede nice güzellikler vardır. Âb-ı hayât, karanlıkla dost olmuş, onun içine gizlenmiştir.

Sen bana kendi mânevî güçsüzlüğünle bakma; gece, sana gecedir, ama aynı gece, bana kuşluk vaktidir.

Gecenin hakîkatini görebilen, uykuyu istemez; uykudan kaçar. Bir çok nurlu gönüller, sayısız tertemiz canlar, geceyi ihyâ ederler; uyumaz, kulluk ederler. Allâh’a yalvarıp yakarırlar.

Gece, gayb dilberinin, mânâ güzelinin duvağıdır.

Gündüz nasıl olur da geceye eş olabilir? Senin nazarında gece, simsiyah bir tenceredir. Çünkü sen gece helvasından tatmadın, gecenin hakîkatini, ne olduğunu anlamadın…

Hazret-i Mevlânâ, gecelerde yaşadığı aşk ve vecdi Dîvân-ı Kebîr’inde de şöyle dile getirir:

Sâkî! Kadehi, aşk-ı ilâhî ile doldur!

Mestâneye ekmek sözü etmekten uzak dur!

Sun kevseri, kansın suya hep teşne gönüller,

Deryâda yüzen canlı, sudan başka ne ister.

Doldur o şerâbdan, yine doldur, yine bir sun!

Dursun gece ey dost, onu durdur, ne olursun!

Vur uykumu zincirlere vur, geçmesin anlar.

Varmaz gecenin farkına, varmaz uyuyanlar! 3

Geceler ve bilhassa seher vakitleri, Hakk’a yakınlaşmanın müstesnâ fırsatlarıdır. Bu vakitleri büyük bir nîmet bilmek gerekir. Bu nîmetten mahrûmiyetin başlıca sebebi ise günahların kalbî hassâsiyeti köreltip insanı gaflete sürüklemesidir.

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki:

“Kişinin gece ibâdetine kalkmamasının tek sebebi, işlediği bir günahtır. O hâlde her akşam nefsinizi sorgulayıp kendinizi denetleyiniz. Gece ibâdetine kalkmak için Rabbinize tevbe ediniz. Gece ibâdetine kalkmak, ancak günahları altında ezilen kişiye ağır gelir.”

Gecelerin mânevî feyzinden lâyıkıyla istifâde için gündüzleri mâsiyetten sakınmak ve seher vaktinin feyzini bütün güne taşımak îcâb eder. Nitekim, adamın biri İbrâhîm bin Edhem Hazretlerine:

“–Gece ibâdetine kalkamıyorum, bana bir çâre öğret.” deyince İbrâhîm bin Edhem Hazretleri, ona şu cevâbı verir:

“–Gündüzleyin Allâh’a isyân etme; geceleri O seni huzûrunda durdurur, geceleyin O’nun huzûrunda bulunmak en yüksek bir onurdur. Günahkârlar bu onuru hak edemez!”

Gece ve gündüzlerin ibâdetlerle ihyâ edilmesinin yanısıra, bu ibâdetlerin kalbî bir rikkat ve hassâsiyet ile îfâ edilmesi de son derece mühimdir. İbn-i Abbâs

-radıyallâhu anh- buyurur:

“Tefekkür ile kılınan iki rekât namaz, Rabbinden gaflete düşmüş bir gönülle bütün bir geceyi ibâdetle geçirmekten daha hayırlıdır.”

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyuruyor:

“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.”

Görüldüğü üzere, ibâdetler ancak mânevî teyakkuz, huşû ve tefekkür ile îfâ edildiğinde kıymet kazanır. Ashâb-ı kirâmın ve onları güzelce tâkib eden sâlih mü’minlerin en mühim hasleti de bu kalbî kıvâma sâhip olmalarıdır. Nitekim Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, dostlarına şöyle derdi:

“Siz, ashâbdan daha çok namaz kılıyor ve ictihad yapıyorsunuz. Ama onlar dünyâya karşı sizden daha zâhid, âhirete karşı sizden daha rağbetli idi.”

Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- buyuruyor ki:

“Seleften biri, geceleyin Kur’ân okuduğunda sabahleyin kendisini görenler sararıp solmasına, hâlsizliğine, bitkinliğine bakarak gecesini ibâdetle geçirdiğini onun yüzünden anlarlardı. Oysa bugün herhangi biri geceleyin Kur’ân’ı baştan sonuna değin okuyor ama sabahleyin kalktığında, sırtına hırkasını çekip uyumuş gibi yüzünde hiçbir değişiklik görülmüyor.”

İşte Hakk’ın sevgili kullarını mümtaz kılan husûsiyet, ibâdetleri kalbî bir rikkat ve hassâsiyet ile îfâ etmeleridir. İbâdetleri Hak katında makbûl kılan da ihlâs ve takvâdır. Yâni Allâh’ın emir ve nehiylerine karşı büyük bir samîmiyet, hürmet ve hassâsiyet ile boyun bükerek rızâ-yı ilâhî istikâmetinde dosdoğru yürümektir.

Bu vesîleyle, ömrü boyunca “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) âyetinin şümûlüne girme gayretiyle yaşayıp, örnek bir şahsiyet sergileyen ve feyizli irşadlarıyla gönüllerimizi ihyâ eden Hak dostu Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in, vefatlarının sene-i devriyesine tekabül eden bu günlerde, azîz rûhlarına bir Fâtiha-i Şerîfe ve üç İhlâs-ı Şerîf hediye edilmesini istirhâm ederiz.

Cenâb-ı Hak bizleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun vârisleri olan Hak dostlarının rûhâniyet iklîminden ve örnek şahsiyetlerinden feyiz alarak rızâ-yı ilâhîsine erdirdiği sâlih kullarından eylesin!

Âmîn!

Dipnotlar: 1. Bkz. Tirmizî, Hac, 49/877; Ahmed bin Hanbel, I, 307. 2. Bkz. Said Bektaş, Fadlu’l-Haceri’l-Esved ve Makâmi İbrâhîm, s. 36-38, Beyrut, 1420; Dr. Muhammed İlyâs Abdülğaniy, Târihu Mekkete’l-Mükerrameti Kadîmen ve Hadîsen, s. 43, el-Medînetü’l-Münevvere, 2001. 3. Dîvân-ı Kebîr’den nazmen dilimize çeviren: Emin Işık. (Marmara Ü. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi).
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt