Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kıssa kısa dini hikayeler (1 Kullanıcı)

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Dinimizden, Din büyüklerimizden, geçmişten bizlere kalan ve İnşaallah bizlerden de gelecek kuşaklara anlatılarak kalacak olan "Kıssadan Hisseleri" paylaşalım mı burada, ne dersiniz ?
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Emevi Halifesi Süleyman b.Abdülmelik, İslam büyüklerinden olan Ebu Hazim' e (r.a.)
"Biz neden ölümü sevmiyoruz?" diye sormuş.
Ebu Hazim şöyle cevap vermiş:
"Çünkü siz, bütün yatırımınızı bu dünyaya yapıp, ahiretinizi harap ettiniz. İnsan elbette yatırım yaptığı bir yerden, harap ettiği bir yere gitmek istemez."
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Cüneyd-i Bağdadi' ye (k.s.)
"Önceki insanların kıssalarını ve Allah dostlarının hayat hikayelerini dinlemenin faydası nedir?" diye sorulunca, Hz.şu cevabı vermiş: "Allah dostlarının sözleri ve güzel halleri, birer manevi askerdir. Allah (c.c.) onlarla zayıf kalpleri kuvvetlendirir, maneviyatı bozuk olanları düzeltir. Mü' min onlarla destek bulur, yenilenir, kendine gelir.
Allahü Teala buyurur ki;
"Resulumi peygamberlerin haberlerinden her haberi sana anlatıyoruz ki bu sayede senin kalbin teskin olup kuvvetlensin. Bunda sana hakka ait bilgiler, müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir. - Hud 11/120
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Hz. Peygamber (sav)’in kadınlara olan nezâketine âit şu misâl ne güzeldir:

Bir seyâhette Enceşe adlı bir hizmetçi şarkı söyleyerek develeri hızlandırdı. Hz. Peygamber (sav) de, hızlanan develer üstündeki hanımların zayıf vücûdları incinebilir düşüncesiyle, zarîf bir teşbîhte bulunarak:

“Yâ Enceşe! Dikkat et, camlar kırılmasın!” buyurdular.

Hz. Peygamber (sav) diğer hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allâh’ım! İki zayıf kimsenin, yani yetimle kadının hakkını zâyî etmekten herkesi şiddetle sakındırıyorum.”

“Bir mü’min hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Hz. Mevlânâ buyurur:

“Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gö*nülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur.”

“Allâh’a yemin ederim ki, sabrı yaşayamayan, fâre deliğine sığınsa bile, bir kedinin pençesinden kurtulamaz.”

İnsanların içinde bulunarak onların ezâ ve cefâlarına gönül hoşluğu içinde katlanmanın fazîletini Muhammed İkbâl, şu temsîlî hikâye ile ne güzel ifâde eder:

“Câhil bir ceylan, olgun bir ceylana dert yanar:

“–Bundan sonra Kâbe’de, (avlanmanın yasak olduğu) Harem bölgesinde yaşayacağım. Zira ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz peşimizde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden kurtulmak, huzûra kavuşmak istiyorum...”

Bunları dinleyen tecrübeli ceylan der ki:

“–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileyi taşına vur. Keskin ve cevherli bir kılıçtan daha keskin yaşa! Îmânın seviyesi, ancak zorluklar karşısında belli olur. Tehlike; senin gücünü imtihan eder. Beden ve rûhunun nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Mevlânâ, okuyucularına, avâmî bir hikâyenin içinde dahî çoğu kere birtakım semboller kullanarak en derin duygu ve düşüncelere kapı açan bir his ve fikir âlemi sunmaktadır. Mesnevî’deki böyle hikâyelerden biri de şudur:

“Kuşun biri, hile ve tuzakla yakalanmıştı. Kuş, kendini yakalayana dedi ki:

“–Ey efendi! Sen hayatında birçok sığır ve koyun yemişsindir; birçok deve de kur-ban etmişsindir! Sen onların etleriyle dahî doymadın, benim bedenimle mi doyacaksın?! Beni serbest bırak da, sana üç öğüt vereyim. Vereyim de, bil bakalım akıllı mıyım, aptal mıyım? O üç öğüdümün birincisini senin elinde vereyim, ikinci öğüdümü samanla karışık balçıktan yapılmış damının üstünde vereyim. Üçüncüsünü de ağacın üstüne konunca söylerim. Sen, bu üç öğüt yüzünden mes’ûd olursun! Elinde iken vereceğim öğüt şudur:

“Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma!”

Kuş, bu değerli öğüdü söyleyince, kendini yakalamış olan el gevşedi, o da âzâd oldu, uçtu ve duvarın üstüne kondu. Orada ikinci öğüdünü söyledi:

“Bir de geçmiş gitmiş şeye gam çekme! Bir şey senden geçip gittikten sonra, onun hasretini çekme! Geçmişe acımak, geçmişe hasret duymak yanlış bir iştir; giden geri gelmez! Onu yâd etmek de boş şeydir!”

Ondan sonra dedi ki:

“–İçimde on dirhem ağırlığında çok kıymetli, eşi bulunmaz bir inci vardır! O inci, seni de, çocuklarını da devlete ve saâdete kavuştururdu! Fakat, kısmetin değilmiş; dünyada eşi bulunmayan o inciyi kaçırdın!”

Bunun üzerine avcı feryâd u figân etmeye koyuldu. Kuş, avcının bu hareketi üzerine:

“–Sakın “Geçmiş bir şeye gam çekme!” demedim mi!?” dedi. Mâdem ki inci elinden gitti, neden gam çekiyorsun? Sözümü anlamadın mı?! Yâhut sağır mısın? Sonra, bir de sana, “Olmayacak şeye sakın aldanma!» demedim mi!?” dedi. Ve devamla:

“–A aslanım; benim kendim üç dirhem gelmez bir serçe kuşu iken, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir?”

Adam kendine geldi de:

“–Pekiyi!” dedi. «Haydi, o üçüncü öğüdü de söyle!”

“–Evet!” dedi kuş. «Öbür öğütleri tuttun da, üçüncüsünü sana bedâva söyleyeyim, öyle mi? Gaflet uykusuna dalmış bir bilgisize öğüt vermek, çorak bir yere tohum ekmektir! Yahud çölü sulamak gibidir. Ahmaklığın, bilgisizliğin yırttığı şeyi, artık hiçbir yama tutmaz! Ey öğütçü; oraya hikmet tohumu pek ekme!”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Hz. Ömer, bir gün Übey bin Kâ’b (ra)’a takvânın ne olduğunu sormuştu. Übey (ra) ona:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” dedi.

Hz. Ömer:

“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:

“–Peki, ne yaptın?” diye sordu.

Hz. Ömer de:

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün gücümü sarf ettim.” cevâbını verdi.

Bunun üzerine Übey bin Kâ’b şöyle dedi:

“–İşte takvâ budur.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 42)

Takvâ, insanın kendi fânîliğini unutmamasıdır. Zira ham nefsin mayasında fânîliğe isyan vardır. O nefis, sonsuzluğun seyyâhı olmak ister. Dünyadaki fânî hayatın kabına sığamaz. Ebedîliğin hasretiyle fânilikten kaçış hâlindedir. Bu yüzden fânîliği hatırlatan ölüm, nefsin gözünde korkunç hâle gelir. Aklın ve kalbin îcâbı ise, kuru bir ölüm korkusu yerine, nefsânî arzuları bertaraf edip amel-i sâlihlerde bulunarak ölümü güzelleştirmektir.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Mehmed Âkif merhum, kızının nikâh akdine çok sevdiği ahbâbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de dâvet etmişti. Yaşlı hoca efendi bu dâvete biraz geç geldi ve gecikme sebebi olarak da, Vefâ Yokuşu’ndan çıktığını söyledi. Merhûm Âkif de, bu yerinde mâzereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mütebessim ve mânidar bir şekilde şöyle dedi:

“Hangi Vefâ Yokuşu’ndan bahsediyorsun hoca efendi? Nesl-i hâzır (şimdiki nesil) o yokuşu çoktan düzledi…”

Merhûmun hüzünle dile getirdiği ve âdeta “âh vefâ” dercesine ifâde ettiği gerçek, insanoğlunun en çok muhtaç olduğu vazgeçilmez bir haslettir. Bu hasleti gerçekleştirmenin güçlüğünü ifâde sadedinde Vefâ Yokuşu’nu çıkmanın güçlüğüne âit sözden istifâde sûretiyle telmihte bulunan Âkif merhum, bugünkü cemiyetimizi görse kimbilir nasıl feryat ederdi… Bugün, insanlar izleri silinmiş iyilikleri hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle “vefâ” kelimesi, âdeta ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Hastaları ziyâret etmek, fazîletli bir amel-i sâlihtir. Bu mühim vazîfeyi ihmâl etmek ise, müslüman için büyük bir kayıp ve ağır bir mes’ûliyettir. Peygamber Efendimiz bunu şöyle haber verir:

“Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur:

“–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyâret etmedin!”

Âdemoğlu:

“–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyâret edebilirdim?” der.

Allah Teâlâ:

“–Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?” buyurur…”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Ebû Hanîfe Hazretleri, ticaretle geçinen hayli servet sahibi zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin helâl dairesi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman'ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:

"-Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar ucuza sat!" demişti.

Hafs da, malı İmâm'ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs'a:

"-Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?" diye sordu.

Hafs'ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmâm, malın tamamını sadaka olarak dağıttı. Zîrâ o, her hâliyle Rasûlullâh (sav)'in, Hz. Amr'a buyurduğu:

"Ey Amr, sâlih kişi için sâlih mal ne güzeldir!" (Ahmed b. Hanbel, IV, 197, 202) hakîkatini yaşamakta ve helâl ile harâm hususunda takvâ ölçüleriyle hareket etmekteydi. Çünkü helâl ve harama dikkat, bizlere emanet edilen malın temizliği ve âhırette hesâbının verilebilmesi açısından en zarûrî bir mecburiyettir.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
İnsan hayatının son perdesi, gözlerin fânî dünyaya kapandığı andır. Bu son anda mü’min olarak gözlerini kapatan insanlar, bahtiyar kimselerdir. Dünyaya niye geldiğinin farkına varmış, bu dünyadan nasibini almış ve ebedî saadet yurdu olan cennetin giriş biletini almış kimselerdir. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

“Bir kimse son nefeste (hâlis bir kalb ile) kelime-i tevhid getirirse, cennete girer…”

Îmana giriş kapısı olan “Kelime-i Tevhid”in değeri üzerinde bir başka hadis-i şerif şöyle buyurur:

“Lâ ilâhe illâllâh!, Allah katındaki yeri ve değeri pek büyük olan bir kelimedir. Kim tam bir ihlâs ve sadâkat içinde onu söylerse, Allâh onu cennete koyar. Kim de onu inanmadığı hâlde sadece diliyle söylerse, canı ve malı korunur; lâkin yarın Allâh’a kavuşunca, Allâh da onun hesâbını görür.”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
İki cihan güneşi Efendimiz, hep güzellikler içinde yaşamıştır. Yalnız bulunduğu anlarda bile kendisinden, hayâ sınırlarını aşan herhangi bir hareket sâdır olmamıştır. Ashâbının da aynı hâl üzere olmasını isteyen Efendimiz, onları hayâya ve bunun bir mütemmimi olan tesettüre dâvet etmiştir. “Allâh, kendisinden hayâ edilmeye insanlardan daha lâyıktır.” buyurarak açıkta ve gizlilikte devâmlı edep üzere bulunmayı tavsiye etmiştir.
Diğer bir hadislerinde de:

“Çıplaklıktan sakınınız! Yanınızda sizden hiç ayrılmayan (melekler) vardır. Bunlar ancak ihtiyaç giderirken ve kişi hanımına yaklaştığı anda ayrılırlar. Onlardan utanınız ve onlara iyi davranınız.” buyurmuştur. Bu rivâyetlerde açık bir şekilde görüldüğü gibi dâimâ ihsân duygusu içinde yaşayan Resûl-i Ekrem Efendimiz, esâsında Allâh’tan hayâ etmekte ve her ânını edep üzere yaşamaktadır. Müslümanlara da her an hayâ üzere bulunmalarını tavsiye etmektedir.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
İlahi cezbe, çekim gücü, ancak kalp ile hissedilir. Îmân, kalp ile hissedilir. Kurbiyyet, kalp ile hissedilir. Aşkın kemâli kalp ile hissedilir. İlâhî olana mutlak ihtiyaç kalp ile hissedilir. Bu varlık mertebesini terk edip, bu dünyanın sınırlarını aşmak, kalp ile hissedilir. Kur’an-ı Kerim’de “…Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” şeklinde bildirildiği gibi kişinin daima O’nun kendisiyle beraber olduğunu bilmesi, kalp ile hissedilir. Bencilliği kurban etmek kalple olur. İlâhî ilhamlara kalp mazhar olur. Niyetler kalpte yapılır. Hakîkat kalp ile algılanır. Gizli hazine ancak kalp tarlasında yapılabilir. Secdenin kemâli ancak kaple olur. Cihad-ı ekber ancak kalp ile yapılandır. Teslimiyet aşkına kalple varılır. Allah’ın dostluğu kalpte hissedilir. Allah’ın Cemâl-i bâ-kemâline mülaki olmak arzusu kalpten doğar. Allah’ı bulabileceğimiz yer kalptir. Allah’ı tefekkür etme mekânı kalptir. Fenafillâh, kalpte zuhur eden bir haldir. Kulluğun özüne ancak kalp ile varılır. Kulun kalbinde; Allah’ı tanıma ihtiyacı, ahretin tatlı kokusunu içine çekme ihtiyacı, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sesini yeniden duyma ihtiyacı, asıl yuvasına dönme ihtiyacı oluşur. Aşk, kalp ile hissedilir. Allah kalp ile hissedilir.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Bâyezid Bistâmî (ks) şöyle demiştir:

“Otuz yıl ibadetin zorluğuna katlandım. Sonra birisinin bana şöyle dediğini gördüm: “Ey Bâyezid, Allâh’ın hazineleri ibâdetle dolu, sen eğer O’na ulaşmak istiyorsan zelillik ve muhtaçlık göstermelisin.” Bunun içindir ki, Bâyezid hakikat âlemine girdiğinde şöyle demişti:

Ey Padişah! Sana hazinende olmayan dört şey getirdim:
Yokluk ve ihtiyaç, âcizlik ve niyaz

Ma’rifet ehlinden birisinin şöyle dediği nakledilir: “Duâ ne güzel silah, vefâ ne güzel binek ve ağlama ne güzel şefaatçidir.”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Allah Teâlâ kudsî bir ayette şöyle buyurmuştur:

“İhlâs, Benimle kulum arasında mukarreb (yaklaştırılmış) meleğin ve gönderilmiş (mürsel) peygamberin kavrayamayacağı bir sırdır. Ben, cemâl ve celâl sıfatlarımın tecellîsiyle ihlâslı kullarımın kaplerini süslemeyi üstlenirim.”

Bağdat’ta bakırcılar çarşısında büyük bir yangın çıkmıştı. İki çocuk, yanmakta olan dükkânların birinde mahsur kalmıştı. Çocuklar “İmdât!” diye feryâd etmelerine rağmen, alevler çok şiddetli olduğundan hiç kimse kurtarmaya cesâret edemiyordu. Çocukların ustası ise dışarıda çâresizlik içinde:

“–Kim çocukları kurtarırsa ona bin altın vereceğim!” diye nidâ ediyordu.

O sırada oradan geçmekte olan Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri, bu hâdiseyi görünce hemen büyük bir şefkat ve merhametle ateşin içine daldı. Ateş, sanki ona gülistân oluverdi. Hazret-i Pîr, herkesin hayret dolu bakışları arasında, çocukları alevlerin ortasından Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sağ-sâlim kurtardı.

Çocukların ustası, büyük bir sevinç içinde Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri’ne altınları takdîm etti. Hazret-i Pîr ise birden kaşlarını çattı ve şöyle dedi:

“–Sen altınlarını al ve Allâh Teâlâ’ya şükret! Şâyet ben şu yaptığımı Allâh için değil de, maddî bir karşılık ümîdiyle yapmış olsaydım, çocukları o alevlerin içinden aslâ çıkaramazdım!”

Bu misalde de görüldüğü gibi, ihlâs bereketiyle nice ateşler gülistân oluverir.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Bilesin ki Allah Teâlâ, Hz. İsmâil’i doğru sözlü olduğu için övmüştür. Burada işâret vardır ki övgü, söz verilip o sözde durulduğunda gerçekleşir. Yoksa bir tehditte bulunup o husus yerine getirildiğinde değil. Çünkü hem örfen hem de aklen, kendisinden zararlı ve günah sayılacak şeyler meydana gelen kişi övülmez. Tam aksine kendisinden hayır ve iyilikler meydana gelen kimse övülür.

Bir hadîste ise şöyle buyrulmuştur:

“Kim bir kimseye yapacağı işten dolayı bir mükâfat sözü verirse onu yerine getirmelidir. Ancak bir kimseyi yaptığı bir işten dolayı bir cezâ ile tehdit eden bunu yerine getirmek ve getirmemekte serbesttir.”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
İmam Kuşeyrî (ks) şöyle der: Hastalığının çok arttığı, ömrünün son demlerinde olduğu bir zamanda Üstad Ebû Ali Dekkak’ı şöyle derken duydum: “Hüküm (ölüm) zamanlarında tevhîdi korumak Allâh’ın te’yidinin alâmetlerindendir.” Sonra içerisinde bulunduğu durumu yorumlayarak şöyle dedi: “Bu, hükümleri yerine getirme husûsunda seni kudret makaslarıyla parça parça doğraması, senin ise sâkin ve sessiz olmandır.”

Kula gereken, içerisinde nimet bulunduğu için belâya hamdetmektir. Eğer nimeti kaçırırsa sabretmektir. Bunların her ikisi de ubûbiyyet (kulluk) yollarındandır. Nefsine şefkatten iler gelen tasaya arka çıkarsa, bu ona hevâsının galip gelmesinden dolayıdır.
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Adamın biri, bir at satın almıştı. Hayvan iki yaşında ve gayet gürbüz olduğu hâlde üç gün içinde öldü. Adam, atı satan kimsenin kendisine karşı bir düşmanlığı olduğunu düşünerek, sattığı ata uzun vâdede zehirleyecek bir şeyler yedirmiş olabileceği şüphesine kapıldı. Peşpeşe üç gün mahkemeye gitmesine rağmen kadıyı bulamadığından, vakit geçirmeden durumu tedkik için atı baytara götürdü. Baytardan aldığı bilgiler de kanaatini doğrular mâhiyetteydi. Bir zaman sonra tekrar mahkemeye uğradığında kadıyı yerinde buldu ve meseleyi arz etti. Kadı Efendi:

“–Niçin evvelâ bana gelmedin de baytara gittin? İlk anda gelseydin de sıcağı sıcağına çâresini bulsaydık!” deyince şikâyetçi:

“–Efendim! Falan günler, üç gün üst üste makâmınıza geldim. Fakat yoktunuz!” cevâbını verdi. O zaman kadı:

“–Haklısın, geldiğin günlerde burada yoktum. Memleketteydim. Zîrâ anacığım vefât etmişti…” dedi.

Ardından bir lahza sükûta bürünüp düşündükten sonra kâtibe dönerek şunları söyledi:

“–Mesele anlaşılmıştır. Yaz kâtip! Vazife mahallinde bulunmadığı için zararın kadıdan tazmînine…”
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Şehvet arzu etmek demektir. Âyette kasdedilen şehvet, kötülenmiş arzulardır. Hevâ ile şehvet arasında fark vardır. Hevâ, şehvetlerden kötülenmiş olanlardır. Şehvet/arzu ise bazen övülür ki bu Allah Teâlâ’nın fiilindendir. Bu insanı salâha/düzelmeye çağıran şehvettir. Şehvet bazen de yerilir ki o da nefs-i emmârenin fiilinden kaynaklanır. Bu da nefs-i emmârenin bedenî lezzetlerinin bulunduğu şehvetlerine icâbet etmektir. Hâlbuki hevâ, şehvet ve lezzetlere karşı gelmekten daha şerefli ve daha büyük bir ibâdet yoktur.

Şeyh Sa’dî şöyle der:

Şehvetperest nefse itâat etme!
Çünkü o her saat başka bir kıblededir.
Gönlün senden istediği her şeyin peşine gitme!
Çünkü tenin temkini canın nurunu inceltir.
Nefs-i emmâre insanı hor ve hakir eder.
Eğer akıllı isen nefs-i emmâreyi yüceltme!
 

KRMUS

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Nis 2013
Mesajlar
1,794
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
51
Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmuştur: “Üç şey kardeşinin kalbine sevgi yerleştirir: Ona önce senin selam vermen, mecliste ona yer vermen ve onu en sevdiği adlarla çağırman.”

Zemahşerî’nin beliğ sözlerinden birisi şudur: “Sevginin ölçüsü bolluk ânında değil, sıkıntı anında kardeşlik yapmaktır.”

Bir adam Abdullah b. Cafer’e: “Falanca kişi beni sevdiğini söylüyor, doğru söylediğini nasıl bilebilirim?” diye sordu. Abdullah b. Cafer şöyle cevap verdi: “Kalbini yokla, eğer kalbin onu seviyorsa o da seni seviyordur.” Nitekim bir beyitte şöyle denilmiştir:

Kalbden kalbe yol vardır
Göz görmeden gönül sever
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt