Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (1 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-94 (ŞÜKÜR)

ŞÜKRÜ TELKİN EDEN AY…
Her ibâdet, kulun men­faati îcâbıdır. Bu sebeple bilhassa Ramazân-ı şerîfi şükran hisleriyle karşılamak îcâb eder. Zira Ramazan olmasaydı kimse orucun feyzinden istifâde edemezdi. Bunun için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Ayrıca bu mübârek ayda çok küçük gayretlere bile çok büyük ecirler verilmektedir.
Ramazân-ı şerîf, yaşattığı oruç terbiyesiyle, muhtaçların hâlinden anlamayı öğreten, nefislerin ihtirâsını dizginleten, sabrı tâlim eden, nîmetlerin kadrini hatırlatarak hamd ve şükre sevk eden müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir.
Bu mübârek ayda tuttuğumuz oruçlar, bizlere bir bardak suyun, bir lokma ekmeğin bile aslında ne büyük nîmetler olduğunu hatırlatıyor. Üzerimizdeki sayısız nîmetlerin şükrünü ne kadar ödeyebildiğimizin muhâsebesine sevk ediyor.
Lâyıkıyla ihyâ edilen bir Ramazân-ı şerîf, günahların affına vesîledir. Nitekim Allah Rasûlü r buyurur:
“…Ramazân’ı idrâk edip de bağışlanmamış olan kimseye yazıklar olsun! Kişi Ramazan’da da bağışlanmaz ise, peki ne zaman bağışlanacak?!” (İbn-i Şeybe, Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)
Ayrıca içinde bulunan bin aydan hayırlı Kadir gecesiyle Ramazan, müstesnâ bir kazanç mevsimidir. Hazret-i Mevlânâ bu nîmetin kadrini bilmek husûsunda şu ikazda bulunur:
“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”
Bu mübârek ayın şükrünü îfâ edebilmek de büyük bir dikkat ve îtinâ ister. Nasıl ki şükür, sırf sözle olmayıp bütün uzuvların da şükre iştirâk etmesi gerekliyse, oruç ibâdeti de sadece mîdeye tutturularak kâmil mânâda edâ edilemez. Midenin açlığına ilâveten, dil, göz, kulak gibi diğer uzuvları da günahlardan muhâfaza etmek zarûrîdir ki oruç cehenneme kalkan olsun.
Yine bu mübârek ayda, iç dünyamızı yoksul ve kimsesizlere açmak, yalnızların yanıbaşında olmak, merhametimizi artırmak; sadakaları, fitre ve zekâtları severek ve cân u gönülden vermek, verirken alana teşekkür edâsı içinde bulunmak, muhtacı minnet yükü altında bırakmamak; namazlarımızı, teheccüdleri, terâvihleri Rabbimizle müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmak îcâb eder. Yalnızca ümmet-i Muhammed’e has olarak lutfedilmiş olan Kadir gecesinin kadrini bilmek için de, Cenâb-ı Hakk’ın ebedî saâdet vaad ettiği bu nîmetlere şükür duyguları içinde bulunmak şarttır.
VELHÂSIL
Bütün fânîler bize servetlerini verseler, en nihâyet bu bir insan ömrü içinde kullanılacak kadar bir menfaattir. Ölüm, onların hepsini elimizden alacak ve dünya serveti, yine dünyada kalacaktır. Allâh’ın lutfettiği îman nîmeti ise sonsuz bir saâdete götürecektir. Bu sebeple bizim en mühim vazifemiz; Allâh’ın lutfettiği îmânın bedelini, şükürle, minnetlerle Allâh’a ödeyebilmektir. En mühim meselemiz de, şükür borcunu ödeyebilmiş, selîm ve müsterih bir kalp ile huzûr-i ilâhîye varabilmektir.
Dâimâ düşünmeliyiz ki, bir bedel ödemediğimiz hâlde, sırf lutf-i ilâhî ile, insan olarak, mü’min olarak, ümmet-i Muhammed olarak dünyaya geldik ve Kur’ân-ı Kerîm’e muhâtap kılındık. Bütün bunlar, şükründen âciz kalınacak nîmetlerdir.
Maddî nîmetlerin çoğunda hayvanlarla müşterekliğimiz vardır, farkımız pek azdır. Bizi hayvanlardan ayırıp insanlığa yücelten asıl nîmetler, bu mânevî nîmetlerdir. Fakat bu nîmetlerin ne kadar şükrü içindeyiz? Dünyevî bir şeyle ne kadar seviniyoruz; bizi ebedî saâdete götürecek olan îman nîmetinin ve ümmet-i Muhammed olmanın ne kadar minnettarlığı, sevinci ve şükrü içindeyiz?
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:
“Nimetlerine, ihsanlarına nâil olunca, Allâh’a şükret; lutfunu gördüğün kişiye de teşekkür et, onu an! İşte bu yüzdendir ki, Cenâb-ı Hak; «Peygamber’e salevât getirin!» buyurdu. Çünkü Hazret-i Muhammed r mü’minlerin dönüp başvurdukları, müstesnâ ve emsalsiz varlıktır!”
Yâ Rabbî! Peygamberler Sultânı Efendimiz r’e ümmet olma şerefinin şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi cümlemize nasîb eyle! Üzerimizdeki nîmetlerini artır! Şükrümüzü daha da ziyâde kıl! Bizi gerçek şükür ehlinin makâmına ulaştıracak bir şükür hâlini, gönüllerimize ilhâm eyle!
Âmîn…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-95 (İbâdet Vecdiyle Yaşamak)
Ramazan’daki ibâdetlerimizin kabûlünün delîli; Ramazan’dan sonraki hâl ve istikâmetimizdir…
Cenâb-ı Hak, mübârek günleri ve bilhassa Ramazân-ı şerîfi, kulluk hayatımızı gözden geçirerek eksiklerimizi telâfî etmemiz, iyiliklerimizi daha da artırmamız için husûsî fırsatlar olarak lutfetmiştir. Bu gibi rûhânî fırsat demlerinde gündüzleri oruçla, Kur’ân tilâvetiyle, hayır-hasenatla; geceleri de teheccüd, tefekkür, zikir, şükür, duâ ve istiğfarla ihyâ etmemize büyük ecirler vaad etmiştir.
Aslında bu gibi zamanlara verilen bu ilâhî teşvikler, Hak Teâlâ’nın biz kullarına ömrümüz boyunca yaşamamızı emrettiği makbul bir ibâdet hayatının temelini teşkil edecek mâhiyettedir. O mübârek zamanlarda kazanılan ibâdet vecdini ve yüksek kulluk kıvâmını bütün bir yıla yayabilmemiz için mânevî bir eğitimdir.
İBÂDETİN MEYVELERİ
Ramazân-ı şerîfte girilen yoğun ibâdet iklîmi ve erişilen müstesnâ kulluk kıvâmı, ekilen bir tohum gibidir. Bu tohumun tutup tutmadığı, yılın diğer aylarında filizlenerek, yapraklanıp çiçeklenerek ve meyveler vererek kendini gösterecektir. Yani Ramazan’da kazandığımız güzel hasletleri ve kalbî olgunluğu, Ramazan’dan sonra ne kadar devam ettirebildiğimiz, o ibâdetlerimizin Hak katındaki makbûliyet seviyesini göstermektedir.
Bu itibarla, tuttuğumuz oruçların, kıldığımız terâvihlerin, verdiğimiz fitre, zekât ve sadakaların, okuduğumuz mukâbelelerin Hak katında makbul olup olmadığını anlamak için, bunların Ramazan’dan sonraki hâlimiz üzerindeki yansımalarına dikkatle bakmalıyız:
Oruçlar ve sadakalar; bizi takvâya, şefkat ve merhamete, vicdan hassâsiyetine eriştirmeliyken, şâyet bu hisler kalplerimizde yeterince inkişâf etmemiş ve rûhumuz incelmemişse, orucu kâmil mânâda tutamamışız, sadakayı âdâbına riâyetle verememişiz, bu ibâdetlerden almamız gereken dersi alamamışız demektir.
Makbul bir namaz, insanı kötülüklerden alıkoyar. Beş vakit farz namaz ve onlara ilâveten kıldığımız nâfile namazların kabûl olup olmadığını anlamak istiyorsak, yaşayışımızda günahlardan ne kadar uzak kalabildiğimize bakmak kâfîdir.
Cenâb-ı Hakk’ı lâyıkı vechile zikredebilenlere, nefs ve şeytanın iğvâları zarar veremez. Zira zikrullah, bu iki düşmana karşı insanı sağlam bir kale gibi korur. Âyet-i kerîmede, şeytanın nefsâniyeti tahrik ederek insanları gaflete sürükleyeceği ve onların mallarına ve evlâtlarına ortak olacağı beyân edilmektedir.[1] O hâlde nefs ve şeytanın tasallutundan ne kadar korunabildiğimizi anlamak için hâl ve davranışlarımızı, beşerî münâsebetlerimizi, âile hayatımızı, evlâtlarımıza nasıl bir terbiye verdiğimizi, iktisâdî hayatımızı vs. dâimâ gözden geçirmeliyiz. Nefs ve şeytanın bunlar üzerinde bir hissesi olup olmadığını tefekkür etmeliyiz.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-95 (İbâdet Vecdiyle Yaşamak)

SEHERLERDEN FEYZ ALMAK…
Yine Ramazân-ı şerîf boyunca sahurlar vesîlesiyle, bir nevî seherlerden feyz alma tâlimi görmüş oluyoruz. Ramazan’dan sonraki gecelerde de Rabbe husûsî bir yakınlık vesîlesi olan, Allah muhabbeti ve korkusu ile gözyaşı dökülen, affın kabûl olduğu, rûhânî tekâmülün arttığı o kıymetli vakitleri; teheccüd, zikir, istiğfâr ve duâ ile ihyâ etmeye gayret göstermek îcâb eder.
Seherleri ihyâ; gönlü ibâdet vecdiyle dolu Hak dostları ve sâlih mü’minler nazarında doyumsuz bir mânevî lezzettir. Nitekim Şeyh Seyfeddin Hazretleri’nin şu hâli, bunun en güzel misallerinden biridir:
İmâm-ı Rabbânî’nin torunu olan Şeyh Seyfeddin Hazretleri, bazı geceler iki rekâtta hatim indirir ve Rabbiyle o husûsî mülâkatta gark olduğu hazzın hiç bitmemesi iştiyâkıyla:
“Allâh’ım doyamıyorum, geceler ne kadar da kısa!..” diye ilticâ ederdi.
Yine Ali el-Masîsî -rahmetullâhi aleyh- de hayatının sonlarına doğru:
“Kırk yıldır beni üzen tek şey, sabahın olmasıdır.” buyurmuştur. Zira o da seherlerdeki rûhâniyetin doyumsuz lezzeti içinde sabahlayan bahtiyar kullardandı.
Yine Hak dostlarından Bişr-i Hafî Hazretleri’nin ibâdet gayretini yansıtan şu misal, ne kadar da ibretlidir:
Bir kimse Bişr-i Hafî’ye gelerek:
“–Gecenin bir saatinde olsun istirahat etseniz.” dedi. O ise şu karşılığı verdi:
“–Allah Teâlâ’nın geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı Rasûlul­lah r geceleri mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ettikleri hâlde, ben nasıl uyuyabilirim?! Çünkü ben bir tek günâhımın bile, Allah Teâlâ tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum!..”
İşte Hak dostları, vârisi oldukları Rasûlullah r Efendimiz’in, çok şükreden bir kul olabilme iştiyâkıyla geceleri sabahlara kadar nasıl bir ibâdet vecdi içinde olduğunun şuuruyla, dâimâ Efendimiz’in hâline yaklaşabilme gayretini göstermişlerdir.
Rasûlullah r Efendimiz, en meşakkatli zamanlarda ve hattâ seferlerde bile teheccüd namazını ihmâl etmemiş, büyük bir îtinâ ile ona devam etmiştir. Ümmet-i Muhammed olarak bizlerin de, Ramazan’dan sonra da seherlere göstereceğimiz alâka; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[2] hadîs-i şerîfi muktezâsınca, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’e olan muhabbetimizin en güzel ifâdelerinden biri olacaktır.
Velhâsıl Ramazân-ı şerîf, kulu güzel ahlâka, sâlih amellere ve fazîlet dolu bir hayata hazırlar. Bizim Ramazan’dan gerçekten istifâde edebildiğimizin delili; Ramazan’dan sonraki yaşantımızın, Ramazan’dan öncekine göre rızâ-yı ilâhîye daha muvâfık olmasıdır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-96 (İbâdet Vecdiyle Yaşamak)

İBÂDETTE REHÂVET YOK!..
Unutmamak gerekir ki müslümanlık, belli zamanlara has bir merâsim değil, ömürlük bir takvâ hayatıdır. Ramazân-ı şerîften sonra ibâdet hayatımız husûsunda rehâvete kapılmamak, o ayda kazanılan güzel hasletleri ve mânevî hâtıraları unutmamak, hâlisâne niyet ve amelleri terk etmemek ve böylece Ramazan’ın rûhâniyetini muhâfaza ederek bir dahaki Ramazan’a aynı gönül feyziyle ulaşabilmek îcâb eder. Bu şekilde bütün bir ömrü, Ramazan rûhâniyeti içinde geçirmek gerekir.
Nitekim Ramazan bayramı biter bitmez hemen altı günlük Şevval oruçlarının müstehab kılınması, bir taraftan vücûdu kademe kademe normal düzenine alıştırmaya vesîle olurken, asıl olarak Ramazan’daki oruç rûhâniyetini nâfilelerle devam ettirmeyi telkin eder. Durumu müsâit olanlar için Kamerî ayların on üç, on dört ve on beşinci günleri ile haftanın Pazartesi ve Perşembe günleri oruç tutmak da böyledir.
Yine unutmamak gerekir ki ilâhî rahmet, her an tecellî hâlindedir. Mühim olan, o rahmete ulaştıracak vesîlelerin arayışı içinde bulunabilmektir. Bu cümleden olarak nâfile oruçlara devam etmenin yanı sıra, engin bir infak heyecanıyla fakir-fukaranın gönlünü alarak kalbimizdeki merhamet duygularını canlı ve tâze tutabilmek; sadaka, zekât ve hayır-hasenatlarla gariplerin, yetimlerin, muhtaçların yanıbaşında olmak, bir hastayı ziyaret edip ıztırâbını hafifletmek, cenâze teşyîine katılmak, ümmetin dertleriyle dertlenip Allah için fedâkârlık ve hizmette bulunmak, hep ilâhî rahmeti tuğyân ettiren müstesnâ güzelliklerdir. Nitekim Efendimiz r de:
“Ashâbım! Bugün bir yetim başı okşadınız mı? Bir hastayı ziyâret ettiniz mi? Bir cenâze teşyîinde bulundunuz mu?..” diye sık sık sorarlardı.
Bu gibi ictimâî ibâdetlerin yanı sıra, devamlı abdestli olup ibâdet rûhâniyetini muhâfazaya da gayret etmelidir. Zarûret olmasa bile her namaz vakti abdest tâzelemek “nûr üstüne nûr” olduğundan Rabbimizin rızâ ve muhabbetine vesîledir.
Peygamber Efendimiz r de Mekke’nin fethi gününe kadar her namaz vaktinde abdest tazelerdi. O gün ise beş vakit namazın hepsini bir abdestle kılarak, bozulmadığı sürece bütün namazları tek bir abdestle kılmanın câiz olduğunu fiilen tebliğ buyurmak maksadıyla bu şekilde hareket etmişlerdir.
Peygamber vârisi Hak dostlarından Sâmi Efendi Hazretleri de, sahip olduğu yüksek ihsan ve murâkabe hissiyâtının da tesiriyle, abdestsiz durmamaya büyük bir titizlik gösterir ve her namaz için abdest tazelerdi. Biz de bu güzel hâlleri yaşamaya gayret etmeliyiz.
Yine rızâ-yı ilâhînin arayışı içinde olunduğu takdirde, erkekler için bilhassa cemaatle namaza devam etmek, müstesnâ bir rahmet vesîlesidir. Ne zaman olursa olsun, kalp ve beden âhengi içinde icrâ edilen bütün ibâdetler, Cenâb-ı Hak ile beraberlik anlarıdır. Mârifetullâha vesîle olan ilim, irfan, zikir ve sohbet meclisleri de gönlün ilâhî huzur ile dolduğu anlardır.
İşte Ramazan’daki ibâdet vecdini hayat boyu sabır ve istikrâr ile devam ettirip Kur’ân ve Sünneti hayatımızın her safhasına aksettirmeye muvaffak olabilirsek, Cenâb-ı Hak, şu hadîs-i kudsînin muhtevâsına girmeyi -inşâallah- bizlere de lutfeder:
“…Kulum kendisine farz kıldığım amellerden daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık kazanamaz. Kulum Bana, (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) Ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum…”(Buhârî, Rikâk, 38)
Velhâsıl kulluk vazîfeleri husûsunda sırf belli dönemlerde değil, her dâim gayretli olmak îcâb eder. Gevşeklik, rehâvet, tembellik ve ihmalkârlıktan ve kazanılan ibâdet vecdini kaybetmekten, son derece sakınmak gerekir. Nitekim Rasûlullah r Abdullah bin Amr bin Âs’a şu tavsiyede bulunmuştur:
“–Abdullah! Falan adam gibi olma! Çünkü o, gece ibâdetine devâm ederken artık kalkmaz oldu.” (Buhârî, Teheccüd, 19)
Yine “Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in en çok sevdiği ibâdet, sahibinin devamlı yaptığı ibâdet idi.”[3]
Demek ki Kur’ânî tâbiriyle; “İpliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan gibi olmayın…” (en-Nahl, 92) tâlimâtına ibâdet hayatımızda da dâimâ dikkat etmek mecbûriyetindeyiz.
Nitekim, müfessir Fahreddin er-Râzî, dâimî bir kulluk vecdi içinde bulunmanın lüzûmunu şöyle îzah etmiştir:
“Hak Teâlâ, rızâsının hangi ibâdette olduğunu gizlemiştir ki bütün ibâdetlere rağbet edilsin.
Gazabının hangi isyanda olduğunu gizlemiştir ki bütün günahlardan kaçınılsın.
İnsanlar arasında dostlarını gizlemiştir ki bütün insanlara hürmet gösterilsin.
Duâlar arasında kabul ettiği duâyı gizlemiştir ki bütün duâlara îtibâr edilsin.
İsimleri arasında ism-i âzamını gizlemiştir ki bütün isimlerine tâzîm edilsin. (Mü’min, bütün cemâlî sıfatların mazharı olmaya gayret göstersin.)
Namazlar arasında (âyet-i kerîmede bilhassa ve müstakil olarak zikredip husûsî bir sır ve şeref verdiği) salât-ı vüstâ’nın (orta namazın) hangisi olduğunu gizlemiştir ki bütün namazlar huşû ile kılınsın.
Tevbeler arasında makbul olanı gizlemiştir ki çokça tevbe edilsin. (Bilhassa da seherlerde istiğfâr edilsin.)
Canlılar için ölüm vaktini gizlemiştir ki, her an ölüme hazır olmak gerektiği şuuruyla yaşansın.
Kadir gecesini de Ramazan geceleri arasında gizlemiştir ki bütün Ramazan gecelerine îtinâ gösterilsin.” (Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 281-282)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-97 (İbâdet Vecdiyle Yaşamak)

İBÂDETİN KABÛLÜNÜN DELİLİ; DEVAMLILIK
Mü’minin ibâdet hayatını Hak katında kıymetli kılan; onun yapıp bitirilecek sınırlı bir vazife gibi değil, ömür boyunca îfâ edilecek bir gönül borcu olarak görülüp dâimî bir şekilde edâ edilmesidir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, cennet nîmetleri ikrâm edeceğini müjdelediği kullarının vasıfları arasında şöyle buyurmuştur:
“Namaz kılanlar ki, onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)
“Onlar ki namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)
İbâdetlerdeki devamlılık o kadar mühimdir ki, Efendimiz r bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Amellerin Allah Teâlâ’ya en sevimli olanı, az da olsa devamlı yapılanıdır.”(Müslim, Müsâfirîn, 218. Ayrıca bkz. Buhârî, Rikâk, 18)
Hazret-i Âişe vâlidemiz de:
“Allah Rasûlü’nün ameli, hafif ve devamlı yağan yağmur gibiydi…”[4] buyurarak Efendimiz’in başladığı bir ibâdeti sürekli yaptığını, onu hiçbir zaman terk etmediğini bildirmiştir.
Az da olsa devamlı ibâdet etmek, ilk bakışta basit ve yetersizmiş gibi görünse de, ona sabır ve istikrâr ile devam edildiği takdirde, neticede çok büyük birikimlerin meydana geleceği muhakkaktır. Zira düşünmek lâzımdır ki, deryâları deryâ yapan yağmur damlalarının sürekliliğidir. Damlalar birike birike ummân olur.
Bu itibarla sadece mübârek gün ve geceleri ihyâ edip diğer günlerde imkân varken ihmâlkâr davranmak, büyük bir ziyanlıktır.
Fakat kul, ömrü boyunca ibâdet coşkusu içinde yaşayıp elinden geldiğince gayretli olursa, bu hâl, onun kalbindeki ibâdet niyetinin kararlılığı ve sonsuzluğu mânâsına geldiğinden, Cenâb-ı Hak da ona ebedî bir mükâfât lutfedecektir. Hattâ kul, elinde olmayan sebeplerle nâfile ibâdetlerini edâ edemediğinde bile, Cenâb-ı Hak kulunun gönlündeki kulluk arzusu ve niyeti hürmetine, o ibâdeti edâ etmiş gibi mükâfat verecektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ
“Fakat îmân edip sâlih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (et-Tîn, 6)
Müfessirler bu âyet hakkında; kulun bedeni amel işleyemez olduğunda, hattâ vefat ettikten sonra bile onun ecri; niyetindeki samimiyet ve sıhhatli zamanlarda gösterdiği gayret nisbetinde sonsuza kadar devam eder, demişlerdir.
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
Bir kimse hastalanması veya (cihad ve hayır için) yola çıkması sebebiyle, yapageldiği nâfile ibâdetlerini îfâ edemezse, ona evinde sıhhatli iken yaptığı amellerin sevabı yazılır. (Buhârî, Cihâd, 134; Ahmed, IV, 410, 418)
Bu sebeple sıhhat, fırsat ve imkân varken ibâdet ve sâlih amelleri îtiyad hâline getirip istikrarlı bir şekilde edâ etmeyi bir ganîmet bilmelidir.
Öte yandan, Kur’ân-ı Kerîm’de ibâdetlere dâir emirler de, istimrar / devamlılık ifâdesi taşır. Yani ilâhî emirler, ibâdetlerin belirli bir zamanla sınırlandırılmayıp bütün bir ömür boyunca ifâ edilmesi gerektiğini beyân etmektedir.
Ayrıca ibâdetlere karşı insana dâimâ gevşeklik ve tembellik veren şeytanı taşlamaya dâir ilâhî emir de istimrar / devamlılık ifâdesi taşır. Buna göre mü’min, her vesîleyle istiâze duâsını yaparak, yâni; أَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ : “İlâhî rahmetten kovulmuş olan şeytandan Allâh’a sığınırım.” diyerek ve amel-i sâlihlere, güzel ahlâka, ibâdet ve tâatlere rağbet ve gayret ederek dâimâ şeytanı taşlamalıdır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-98 (İbâdet Vecdiyle Yaşamak)

HÜSRANDAN KURTULUŞ
Asr Sûresi’nde Cenâb-ı Hak “zaman” üzerine yemin ediyor. Bu yeminle bir bakıma, zamanın geçtikten sonra bir daha geri alınamayacağını, borç alınıp verilemeyeceğini, insanoğlunun kadrini bilmekte gâfil kaldığı en büyük nîmetlerden biri olduğunu ve fânî ömürlerimizin büyük bir hızla tükenmekte olduğunu düşündürerek bizleri gafletten îkaz ediyor. Hemen ardından da bütün insanlığın hüsrandan kurtuluşunun, zamanı dört hususla; yani îman, amel-i sâlih, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye ile dolu olarak yaşamaya bağlı olduğunu beyan ediyor. Yani bu dört hususla ihyâ edilmeyen zamanların, büyük bir hüsran sebebi olduğunu bildiriyor.
Ayrıca bu sûredeki yemin, belli bir zaman dilimine mahsus değil, bütün bir ömre şâmildir. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede de:
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) buyrulmuştur. Demek ki ibâdet vecdini hiçbir zaman kaybetmemek şarttır.
Gerçek bir ibâdet vecdiyle kulluk yolunda yürüyen bir kimsenin, bir ne­fesi bile ziyan olmaz. Nitekim İbrâhim-i Havvâs Hazretleri:
“Sâdık kimseyi ya üzerine farz olan bir ibâdeti yaparken, ya da nâfile bir ibâdetle meşgûl iken görürsün; bundan başka bir hâlde göremezsin.” buyurmuştur.
Hikmet ehli de; اَلدُّنْياَ سَاعَةٌ، فَاجْعَلْهَا طَاعَةً : Dünya bir anlık zamandır; sen onu ibâdetle geçirmeye bak!” buyurmuşlardır.[5] Dolayısıyla herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak olarak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder.
Ebû Hâzim -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Ebû Hüreyre t ile birlikte, yeni defnedilmiş bir kabrin yanına uğradık. Ebû Hüreyre şöyle dedi:
«–Sizin basit gördüğünüz hafifçe kılınan iki rekât namaz, burada (kabirde) benim için sizin şu dünyanızdan daha sevimli ve değerlidir.” (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 126/34702)
Yine rivâyete göre Yûnus bin Halbes, Cuma günü öğle sıcağında Dımaşk kabristanından geçerken bir ses işitti:
“–Ey hayattaki insanlar! Siz haccediyor, zaman zaman umre yapıyor, günde beş vakit namaz kılıyorsunuz. Siz bugün amel işleme imkânına sahipsiniz, ancak âhiretin dehşetli ahvâlini bilmiyorsunuz. Biz ise âhiretin durumunu yakînen idrâk ettik, lâkin artık amel işleme imkânımız yok!” diyordu.
Yûnus, bu îkaza mukâbele olarak dönüp mevtâya selâm verdi. Fakat selâmına bir karşılık gelmedi.
“–Sübhânallâh! Sözünüzü işitiyorum, lâkin selâmıma cevap vermiyorsunuz?” dedi. Kabristandakiler:
“–Selâmını işittik, ancak ona cevap vermek kişiye sevap kazandırır. Bizim içinse artık ne sevap kazanma imkânı ne de günaha girme ihtimâli kalmıştır. Bu sebeple selâmına cevap veremedik.” dediler. (Ebû Nuaym, Hilye, V, 251)
İşte hayat, bize uhrevî saâdeti kazanmak için lutfedilmiş sınırlı bir nîmettir. Ne tekrârı vardır, ne de telâfîsi... O hâlde, fırsat elden kaçmadan hayatın her ânını sâlih amellerle doldurmaya gayret etmelidir. Zira Allah rızâsına ulaştırmayan ve âhirete saâdet sermâyesi kılınmayan vakitler, ebedî istikbâl için hüsran sebebidir.
Düşünmek gerekir ki sayılı günlerden ibaret olan dünya hayatı, ne kadar uzun görünse de yine sayılı günlerden ibaret olan Ramazân-ı şerîf gibi gayet kısa bir zamandır. Bu sebeple nasıl ki Ramazân’ı mânevî kazanç için bir fırsat mevsimi olarak görüp gayretimizi artırıyorsak, ömrü de öyle telâkkî etmek zarûrîdir.
Bu hususta da Hakk’ın sevgili kullarını rehber edinmelidir. Zira onlar, hayat sermayesini ibâdetle değerlendirme husûsunda öyle bir gönül uyanıklığı içindedirler ki, kendilerine yarın ölecekleri haber verilse bile, ibâdetlerini artırmalarına imkân yoktur. Buna rağmen onlar, büyük bir tevâzû ve haşyet içerisinde kendilerini dâimâ eksik görerek ve hattâ toplumdaki gafleti bile nefislerine izâfe ederek titiz bir şekilde hesâba çekerler.
Büyük Hak dostu Abdullah-ı Dehlevî Hazretleri’nin bir mektubundan alınmış şu satırlar, bunun ne kadar da mânidar bir misâlidir:
“…Cihan bahçesine gül dermeye geldik, ama ne yazık ki diken topladık. Bize sıhhat, âfiyet ve rahatlık verildi, fakat heyhât ki hepsinin şükründe kusûr eyledik. Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz gibi iki büyük nîmet bahşedildi, fakat ne yazık ki onların şükründen gâfil kaldık. Allah korusun, hayretteyim; yarın ne yüzle Allah ve Rasûlü’nün huzûrunda kabûl görürüz. Bu liyâkâtsizlikle, şefâat ve mağfirete ulaşmak çok zor! Ancak Allah Teâlâ’nın gazabını aşmış olan rahmetini ümîd etmekteyiz… Yoksa hiç mâzeretimiz ve özür dileyecek yüzümüz yoktur!
Ölüm başımızın ucunda pusu kurmuş, kıyâmet ise çok yakın. Acabâ işe yarar ne kadar hayırlı amel işledik?! Sâlih kullar Cennet’e girip, ebedî nîmetlere ve Hakk’ın dîdârına kavuşurlar. Bizim gibi gâfiller ise binlerce senelik hesap gününde, bizi hesâba çektirecek, yakamızı bırakmayacak şeylerle meşgûlüz.
Bugün hâlimizi iyi düşünelim ki, yarın elde kalan, hasret ve ziyanlık olmasın. Hakk’ın kıymetli kullarının yaptıkları gibi, seher vaktinde kalkıp, gözlerden hasret gözyaşları akıtmayı, canhıraş bir gayretle ibâdet ve kullukta bulunmayı Hak Teâlâ nasîb eylesin...”
Rabbimiz, hayatımızı dâimî bir kulluk vecdiyle sonsuz bir Ramazan rûhâniyeti içinde yaşayabilmemizi, ilâhî dostluk ve yakınlığa nâil olarak son nefesimizi ebedî bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle verebilmemizi nasîb ve müyesser eylesin!
Âmîn…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-99 (Tefekkür)

KALPLER HANTALLAŞMASIN!..
Bazı kimseler Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne gelerek:
“–Yâ Şeyh! Gönlümüz gaflet uykusundadır; öyle ki, artık hiçbir sözün tesiri olmuyor. Ne olur, bizi uyandırmak için siz bir nasihatte bulunsanız…” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurdu ki:
“–Keşke sizin gönlünüz uyuyor olsaydı... Çünkü uyuyan kişi tez uyanır. Fakat sizin gönlünüzün ölmüş olmasından korkarım! Zira ne zamandır uyandırmak isterim de hiç yerinden kımıldamaz!”
Bu ifâdeler karşısında dehşete kapılan o şahıslar:
“–Yâ Şeyh! Bu hükmünüzle bizi korkutuyorsunuz.” dediler.
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurdu ki:
“–Eğer bugün korkarsanız, yarın kıyâmet günü emîn olursunuz. Vay o kişinin hâline ki, bugün burada korkulması îcâb eden (emir ve yasaklar)dan korkmaz!..” (Tezkiretü’l-Evliyâ)
Cenâb-ı Hak, bizlere müstesnâ bir nîmet olarak lutfettiği, hissiyat merkezi olan “kalb”in, bu ilâhî imtihan âleminde dâimâ ilâhî sır ve hikmetlerin doyumsuz hayranlığı içinde olmasını arzu ediyor. Böylece Hakk’a yakınlık ve dostluğun rikkat ve hassâsiyeti içinde, takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşamamızı diliyor. Fânîliği idrâkin kazandırdığı gönül uyanıklığına sahip olmamızı istiyor.
Gaflet, yani dünyevî ve nefsânî şartlanmalar; idrâk zaafiyetine, hassâsiyet körelmesine ve kalbî hantallığa sebebiyet verir. Bu hastalığın en tesirli tedâvî yollarının başında, “tefekkür” gelir. Zira tefekkür, insanın çoğu kez şuursuzca içine sürüklendiği hatâ ve isyanların farkına varıp telâfîsine yönelmenin en mühim vesîlesidir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-100 (Tefekkür)

NEYİN TEFEKKÜRÜNDEYİZ?..
Tefekkürden maksat; gâyesiz, şuursuz ve nefsânî bir düşünme faâliyeti değildir. Her insanın, bir şekilde düşüncelere dalması gayet tabiîdir. Fakat herkesin tefekkürle varacağı nokta, kalbî durumuna göre farklı farklıdır. Zira pek çok nîmet gibi tefekkür nîmeti de iki uçlu bir bıçak gibidir. Kullanıldığı yere göre hayra da vesîle olabilir, şerre de… Bu sebeple kimileri, düşünceleriyle rûhâniyet ufuklarına kanat açarken, kimileriyse nefsâniyetin hoyratlığı içinde ömrünü ziyan eder.
Mevlânâ Hazretleri’nin şu misâli, bizlere ne güzel bir ufuk açmaktadır:
“İdâreciler, bir havuza; halk ise havuzu dolduran borulara benzer. Eğer borulardan pis su gelirse, havuz pis suyla; temiz su gelirse, havuz temiz suyla dolar.”
İnsan vücûdunda tefekkür ve tahassüsün merkezi olan “kalp” de bir havuz gibidir. Merhum Necip Fâzıl’ın tâbiriyle, bu havuzu dolduran oluklar çifttir, birinden nûr akar, birinden kir… Yani bu oluklardan sürekli nefsânî iştihâlar, ihtiraslar ve gafletler gelirse, iç âlemimiz bir mezbeleye döner. Lâkin bu oluklar feyiz ve rûhâniyet pınarlarına mecrâ olursa, kalpler bir hikmet deryâsı hâline gelir.
Cenâb-ı Hak, bizden rûhânî tefekkür istemektedir. Aksi hâlde tefekkür istîdâdı nefsânî arzuların anaforunda helâk edilmiş olur. Çünkü hak ile meşgûl olmayan bir kalbi bâtıl işgâl eder.
Kâinatta her şey, kalbin seyrettiği bir vitrindir. Kalp, her vitrinden muhakkak bir tesir alır. Bu sebeple kalbin Rahmânî vitrinleri mi, şeytânî vitrinleri mi seyrettiğine dikkat etmelidir. Zira parmak izi nasıl ki maddî bir kimlik ise, insanın seyredip tefekkürüne mâl ettiği vitrinler de, kişinin mânevî kimliğini meydana getirir.
Öte yandan, rûhânî tefekkür kâbiliyeti, insanı diğer mahlûkattan ayırıp farklı ve üstün kılan bir husûsiyettir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:
“Ey kardeş! Bedenin et ve kemik olarak (yani maddî bakımdan) hayvanlarla aynı. Sen, asıl tefekkür ile hayat bulmalısın. Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin. Eğer, diken gibi düşünüyorsan (nefsânî arzularına mağlûp isen) ateşte yanacak bir kütüksün!”
İşte insanoğlu, tefekkürünü doğru kullandığında rûhen yücelerek meleklerden üstün bir mertebeye nâil olur. Fakat nefsine mağlûp olup bu vasfı zâyî ederse, o zaman diğer mahlûkattan farkı kalmaz. Âyet-i kerîmedeki; “…Onlar hayvanlar gibidir, hattâ yolca daha da sapıktırlar.” (el-Furkan, 44) hitâbının muhtevâsına girer.
Mevlânâ Hazretleri, rûhânî tefekkürden uzak gâfillerin düştükleri şaşkınlık hâlini şu teşbihle îzah eder:
“Öküzün biri, Bağdad’a gelir ve şehri bir baştan öbür başa kadar dolaşır. (Pek çok medeniyete ev sahipliği yapan, ortasından şırıl şırıl akan Dicle nehriyle ilâhî sanatın müstesnâ bir sergisi olan) Bağdat şehrinde hoşlanılacak nimetler olarak yalnızca kavun ve karpuz kabuklarını görür… Zaten öküzle eşeğin seyrine lâyık olan şey; ya yola dökülen saçılan samandır, yahut yolların kenarında biten çayır çimendir!”
Ârif bir zât ne güzel söyler:
“Bu cihân, âkiller için seyr-i bedâyî (akıl sahipleri için esrâr ve sanat-ı ilâhiyeyi kalben seyredebilmek), ahmaklar için de yemek ile şehvettir.”
Tefekkür nîmetini nefsânî arzulara râm edip rûhânî tefekkürden uzak kalmak; kalbi kör ve sağır hâle getirip ilâhî hakîkatlere karşı duyarsızlaştırır. İçinde yaşadıkları ilâhî imtihan dershânesinde alık ve abus bir çehreyle dolaşanların dünyada gâfilce oynadıkları körebe oyunu, âhirette ebedî bir körlüğe dönüşecektir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bu dünyada (gaflete dalmak sebebiyle) kalbi kör olan (yani ilâhî hakîkatlerin uzağında kalan), âhirette de kör ve daha şaşkındır.” (el-İsrâ, 72)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-101 (Tefekkür)
GERÇEK TEFEKKÜR İKLÎMİ…
Nasıl ki göz, görebilmek için ışığa muhtaçsa; kalp de tefekkürde rûhânî bir derinlik temin edebilmek için, “Kur’ân ve Sünnet”in nûruyla aydınlanmaya muhtaçtır. Zira insan aklı, ancak Kur’an ve Sünnet ışığında hakka ve hayra ulaştıracak şekilde programlanmıştır. Bu sebeple Kur’an ve Sünnet’in açtığı tefekkür ufku olmasaydı, sırf aklımızla birçok hakîkati hem kavrayamaz hem de ifâde edemezdik. Feylesofların dûçâr olduğu çıkmaz sokaklarda helâk olurduk.
İnsan bu dünyaya boş bir kaset olarak gelir. Bu kaset Kur’ân ile dolduğu ölçüde, insan kemâl bulur. Kur’ân-ı Kerîm, muhtelif ifadelerle tam 137 yerde mü’mini ilâhî hikmet ve hakîkatler üzerinde tefekkür seferberliğine dâvet etmektedir.
Kâinattaki kudret akışları, âdeta sessiz ve sözsüz ilâhî şiirlerdir. Bu şiirleri okuyabilmek, kalplerdeki duyuşların derinliği nisbetinde mümkündür. Engin bir kalp âlemine sahip olan Hak dostları, kâinattaki ilâhî sanat eserlerine sathî bir nazarla değil, engin bir deryaya bakar gibi nazar eder, damlada gizli deryaları görerek mânâ iklimlerine yol alırlar. Allâh’a kalben vâsıl olmayı gâye edinen tasavvuf ehli de, bu gâyeye ulaştıracak yegâne yol olan Kur’ân ve Sünnet’i hayatlarının mihveri kılmışlardır. Üzerinde derin derin düşünülmesi emredilen nice Kur’ân âyetlerini, evrâd hâline getirmişlerdir. Kur’ân’ın ince mânâlarını kavrayabilmek için, kalplerini sâfiyete erdirmelerinin zarûretine inanmışlardır.
Şâir Necip Fâzıl, o yüksek ruhların Kur’an ve Sünnet iklîminde ulaştıkları tefekkür derinliğinin, kendilerini nasıl bir tevâzû ve hiçlik duygusuna sevk ettiğini şöyle tasvir eder:
O erler ki gönül fezâsındalar,
Toprakta sürünme ezâsındalar…
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizâsındalar…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-102 (Tefekkür)

KÂİNAT KİTABINI OKU!
Kur’ân-ı Kerîm gibi ilâhî kudret ve azamet tecellîleriyle dolu bir hikmetler kitabı olan kâinât içinde olup da onun üzerinde tefekkür etmemek, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Zira bu âlemde her zerre, diri bir gönle sahip olan insanla konuşur. Bütün varlıklar, hâl lisânıyla beyan durumundadır. Kâinatta Hâlık’ını tanıtmayan hiçbir zerre yoktur. Bütün mahlûkat, kendisini yoktan var eden Hâlık Teâlâ’nın mührünü taşımaktadır. İnsana düşen, ilâhî kudret akışlarının tefekküründe derinleşerek, bu ilâhî mühürleri ibret nazarıyla görebilmektir.
Âmâ bir kimse bile, güneşin doğduğunu göremese de harâretinden anlar. Hâl böyleyken, akıl ve idrak sahibi bir insanın, kâinat kitabında ilâhî kudret kaleminin çizdiği hârikalar karşısında alık ve abus kalması, eserden müessire, sanattan sanatkâra zihnen ve kalben intikal edememesi ne hazindir… Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Şüphesiz ki Allah katında, yürüyen canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 22)
İlâhî hakîkatlerle donatılmış bir âlemde yaşayan insan için Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve birliğini kavrayamamak abestir. Zira bir Hak dostunun buyurduğu gibi:
“Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir.”
Şu kıssa bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, bir gün pek çok kimsenin telâş ve merak içerisinde bir yere doğru koştuğunu görür. Onlara:
“–Böyle telâş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. Onlar da:
“–Falan yerden bir âlim gelmiş! Allâh’ın varlık ve birliğini binbir delille îzâh ediyormuş! Ondan istifâde etmeye gidiyoruz. İsterseniz siz de buyurun!” derler.
Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle şöyle der:
“–Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalpler için kâinatta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var. Bizzat Cenâb-ı Hakk’ın, kendisi hakkında nice şehâdeti var. Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen hâlâ şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur.”
Kâinat kitabını okuyabilen bir insan, topyekün kâinâtın, son derece ince ve hassas bir hesap içinde ilâhî tanzîme boyun eğmekte olduğunu görüp; âlemin en üstün varlığı olan insanın hesapsız, gelişigüzel ve nefsâniyetine mağlûb olarak hareket etmesinin ne kadar akıl, insaf ve iz’an dışı olduğunu kavrar. Hayat ve kâinâtın mânâsını idrâk edip bu cihandaki vazifesinin ne olduğunu anlar.
Velhâsıl, Hakk’ın râzı olacağı bir tefekkür faâliyeti, ancak Kur’ân ve Sünnet rûhâniyetiyle beslenen bir zihnî ve kalbî zeminde neşv ü nemâ bulur. Böyle bir tefekkürün nihâî hedefi de;
– Kâinâtın Hâlıkı olan Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd’un varlığına vukûf,
– O’nun kudret ve azameti karşısında hiçlik ve acziyetimizi kavramak ve,
– O’nun sayıya gelmez nîmetlerinin şükründen âciz olduğumuz şuuruna ermektir. Böylece rakîk bir kalp ile takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşamaktır.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:
“…Bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi nefesi alabilmek, ikincisi aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere yirmi dört saatte kırk sekiz bin şükür gerekir. Bir insan bütün işlerini bırakıp «şükür, şükür» diyerek Allah Teâlâ’ya devamlı hamd ve şükretse, yine de şükrün hakkını veremez. Mâlûm oldu ki, Allah Teâlâ’ya şükrün binde birini edâ edemez.”
Kulun şükür husûsundaki bu mutlak aczi yüzündendir ki, rivâyete göre Mûsâ u Cenâb-ı Hakk’a:
“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrı bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.
Allah Teâlâ, Mûsâ u’a şöyle vahyetti:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İhyâ, IV, 163)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-103 (Tefekkür)
İBÂDET HAYATINDA TEFEKKÜR
Rûhânî bir tefekkür, tahkîkî îmâna ermeye vesîledir. İlmin irfâna dönüşmesi için, tefekkür ufkundan süzülerek kalbe nakşedilmesi zarûrîdir.
Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:
“Çok tefekkür eden, mutlak sûrette bilgili olur. Gerçek mânâda bilgili olan da mutlaka sâlih amellerde bulunur.” (İhyâ, IV, 764)
İbâdetler, ancak huşû ile îfâ edildiğinde seviye kazanır. Tefekkür, ibâdetlerde huşûyu temin eder. Zira tefekkür; ibâdet esnâsında kimin huzurunda olduğunun şuur ve dikkatini kazandırır. Bu sebeple tefekkür derinliği içinde îfâ edilen ibadetlerle, gâfilâne îfâ edilenler arasında muazzam bir seviye farkı vardır.
Nitekim Hazret-i Ali t da:
“İlimsiz ibâdette, tefekkürsüz Kur’ân tilâvetinde fayda ve feyz azalır.” buyurarak makbul bir ibâdet hayatı için tefekkürün luzûmuna işâret etmiştir.
Peygamber Efendimiz r :
“Tefekkür gibi ibâdet yoktur.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 121) hadîs-i şerifleriyle, tefekkürle kalbin feyizlenmesini, ibâdet seviyesinde gördüğünü beyan buyurmuştur. Yani nefsânî ihtiraslardan kurtulmak, kalbi inceltip zarifleştirmek, îmânı kuvvetlendirmek, gereksiz endişeleri terk edip hayatta huzuru bulmak için tefekkür gerekli olduğu gibi, ibâdetlerin kabûlü için de şarttır.
EFENDİMİZ r’İN TEFEKKÜR HÂLİ
İnsanlık içinde tefekkür ve tahassüs derinliği bakımından en zirve tecellîlere mazhar kılınmış yegâne örnek şahsiyet, hiç şüphesiz ki Rasûlullah r Efendimiz’dir. Hak dostlarından Ahmed er-Rifâî Hazretleri buyurur ki:
Tefekkür, Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in ilk amelidir. Zira bütün farzlardan önce O’nun ibâdeti, Allâh’ın mahlûkâtını ve nîmetlerini düşünmekten ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve onu ibret vesîlesi yapın.
Hakîkaten, Allah Rasûlü r peygamberlikle vazifelendirilmesine yakın zamanlarda kendini daha çok tefekküre vermişti. Bilhassa Hira Mağarası’nda günlerce inzivâya çekilmiş ve atası İbrahim u gibi göklerin ve yerin melekûtundan ibret almak ve Kâbe’yi seyretmek sûretiyle derin bir tefekkür iklîmine girmişti.
Efendimiz r daha sonraki hayatında da dâimâ yüzünde tebessüm olsa da kalbi mahzun ve düşünceli idi. Zarûret olmaksızın konuşmaz, sükûnet hâli uzun sürerdi. Ümmetini de her fırsatta Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekküre dâvet eder[1] insanın tefekküre muhtaç olduğunu telkin buyururdu. Bir hadîs-i şerîflerinde de:
“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti...” buyurmuşlardı.[2]
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-103 (Tefekkür)
İnsan konuşacaksa, sükûttan kıymetli hikmetler söylemelidir. Aksi hâlde susmalıdır. Efendimiz r’in gayet öz konuşup sükûtunun uzun sürmesi, bizleri çok konuşmaktan tefekküre fırsat bulamayan gâfiller gibi olmaktan îkaz mâhiyetindedir.
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:
“Sözü hikmet olmayanın konuştuğu yersiz, tefekkür etmeyenin sükûtu boş, ibret nazarı ile bakmayanın bakışları hatâdır.” (İhyâ, IV, 764)
Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri; “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimizden yüz çevirteceğim…” (el-A’râf, 146) âyetinin tefsirinde:
“Cenâb-ı Hak, bu gibilerin gönüllerini ilâhî azamet üzerinde tefekkürden alıkoyar.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 764)
Peygamber Efendimiz’in tefekkür hayatına dair bir hâtırasını Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle nakleder:
“Bir gece Rasûlullah r bana:
«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibâdetle geçireyim.» dedi. Ben de:
«–Vallâhi Sen’inle beraber olmayı çok severim. Ancak Sen’i sevindiren şeyi daha çok severim.» dedim.
Sonra kalktı, güzelce abdest aldı ve namaza durdu. Ağlıyordu. O kadar ağladı ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer sırılsıklam oldu. O, bu hâldeyken, Bilâl namaza çağırmaya geldi. Efendimiz’in ağladığını görünce:
«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü r:
«–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallâhi bu gece bana öyle âyetler indirildi ki, onu okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdu ve şu âyetleri okudu:
«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sâhipleri için (Allâh’ın birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen’i tesbîh ederiz. Bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân, 190-191)” (İbn-i Hibbân, II, 386)
İşte Allah Rasûlü r ilâhî azamet tecellîlerinin tefekkürü içinde sabahlara kadar gözyaşı dökmüşlerdi. Ümmet-i Muhammed olarak bizler de kalplerimizin incelmesi için, ilâhî kudret akışlarının tefekküründe yoğunlaşmalıyız.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-104 (Tefekkür)

ASIL MÂRİFET…
Kur’ân-ı Kerîm’deki her ilâhî yemin; “İlâhî azameti gör, tanı ve bu azamet karşısında kendinin bir «hiç» olduğunu unutma!” mânâsında bir tefekkür telkinidir. Makbûl bir kulluk da, Rabbin kudret ve azametinin sonsuzluğu karşısında kulun her an “hiç”liğini ve zayıflığını îtirâf etmesini gerektirir.
Hakîkaten, beşer olarak dünya şartlarında sahip olduğumuz idrak melekeleri sınırlı, ilâhî hakîkatler ise sınırsızdır. Akıl, âdeta bir el terazîsi kuvvetinde; lâkin tartılacak olan hakîkat, dağların çekemeyeceği ağırlıktadır. Cenâb-ı Hakk’ın insan idrâkine bildirdiği hakîkatler, ilâhî hakîkatlerin ancak cüz’î bir kısmıdır. Bu cüz’î kısmın da acabâ ne kadar künhüne vâkıf durumdayız!?
Şu bir hakîkattir ki, sadece idrâkimizin alabileceği ilâhî hakîkatlere bile tam mânâsıyla vâkıf olabilsek, mârifetullah, muhabbetullah ve haşyetullah’tan iki büklüm olur, alnımızı secdeden kaldırmadan son nefesimizi beklerdik.
Nitekim “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) beyânı mûcibince Hakk’ı tanıyabildiğimiz ölçüde O’na karşı takvâ duygularımız inkişâf eder. Nitekim Bişr-i Hafî Hazretleri şöyle der:
“Eğer insanlar, Allah Teâlâ’nın azameti hakkında (lâyıkıyla) tefekkür etseler, O’na isyan edemez, günah işleyemezlerdi.” (İbn-i Kesir, I, 448)
Hak dostu Hâtem-i Esam Hazretleri de:
“İbretle bakmaktan ilim artar, zikirden muhabbet ziyâdeleşir, tefekkürden ise takvâda merhale kat edilir.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 765)
Cenâb-ı Hakk’ın bize bildirdiği hakîkatleri, dünyadan aldığımız intibâlar nisbetinde kavramaktayız. Bu ilâhî beyanların sınırlı idrâkimizde meydana getirdiği mânâ ile onun gerçeği arasında da kim bilir ne muazzam bir mâhiyet farkı vardır!? Vâkıf olabildiğimiz ilâhî hakîkatlerin dışında kim bilir insanın kavramaktan âciz olduğu için beşeriyete teklif ve tebliğ edilmemiş daha ne muhteşem hakîkatler bulunmaktadır!.. Gözleri gayb perdesiyle kapanmış, âdeta körebe oynayan çocuklar gibi el yordamıyla bulabildiğimiz hakîkatler, ilm-i ilâhînin yanında ne kadar da cüz’îdir!..
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz r:
“Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.” buyurmuştur. (Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112)
Efendimiz r beşeriyet içindeki mârifetullah zirvesi olmasına rağmen yine de Cenâb-ı Hakk’a sık sık:
“Yâ Rabbî! (Sen’i tenzîh ve takdîs ederiz.) Biz Sen’i Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık...” niyazında bulunmuş ve istiğfâr etmiştir. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520)
Yine bâzı duâlarında da:
“Allâh’ım! Sen’in gazabından rızâna, azâbından affına ve Sen’den yine Sana sığınırım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!” buyurmuşlardır. (Müslim, Salât, 222)
Bizler de ilâhî kudret ve azametin sonsuzluğu karşısında âdeta bir “hiç” durumunda olduğumuzu tefekkür edip bu duygu derinliği içinde hamd, şükür, zikir ve istiğfâra yönelmeliyiz. Unutmamalıyız ki Rabbimiz müteâldir, yani bizim O’nu tanıdığımızdan çok daha yüce ve beşer idrâkinin kavramaktan âciz kalacağı bir mükemmelliktedir. O her türlü noksanlıktan münezzeh, her türlü kemâl sıfatla muttasıftır. İşte O’na bu tefekkür ufku içerisinde kulluk etmemiz şarttır.
Velhâsıl rûhânî tefekkür, bir terbiye mektebidir. Mü’minler olarak bu mektebin gayretli birer talebesi olmamız, “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1-2) emr-i celîlinin muhtevâsından hisseler almaya çalışmamız îcâb eder.
Rabbimiz, bizleri nefsânî tefekkürden ve tefekkürsüzlük gafletinden muhâfaza buyursun! Kalbimizi, aklımızı, duygu ve düşüncelerimizi rızâ-yı ilâhîsiyle te’lif eyleyecek rûhânî bir tefekkür iklîminde yaşamayı nasîb eylesin!
Ayrıca, yaklaşmakta olduğumuz Kurban Bayramı vesîlesiyle şunu da ifade edelim ki, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“On geceye (haccın on gecesine) yemin olsun ki…” (el-Fecr, 2) buyurarak Zilhicce ayının ilk on gününe dikkat çekiyor. Efendimiz r de, bu on günü kastederek:
“Başka günlerin hiçbirinde, bu günlerde işlenecek amel-i sâlihten -Allah katında- daha sevimli bir amel yoktur.” buyurmuştur. Hattâ kendisine:
“–Allah yolunda cihad da mı üstün değildir?” diye sorulunca da:
“–(Evet) Allah yolunda yapılacak cihad da. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihâda çıkan, herhangi bir ganimetle dönmeyip şehîd olan kimsenin cihâdı müstesnâ.” buyurmuştur. (Buhârî, Iydeyn, 11)
Bu bakımdan İslâm büyükleri, fazîlet itibâriyle Ramazan’ın son on günü ve Zilhicce’nin ilk on gününü, büyük bir gönül uyanıklığı içinde ganimet bilmişlerdir. Bizler de bu mübârek günleri sâlih amellerle ihyâ etmeye gayret göstermeliyiz.
Unutmayalım ki insanın gönlüne taht kuran en mühim üç şey; “mal, can ve evlât” sevgisidir. Bilhassa Hac günleri ve Kurban Bayramı, İbrahim u’ın Rabbine olan teslîmiyet hâtırasını yürekten yâd ederek, gönüldeki bu üç tahtı da Allah rızâsına adayabilmenin tefekkür ve muhâsebesine girmek için en feyizli vakitlerdir.
Rabbimiz, “Halîlim” buyurduğu İbrahim u’ın teslîmiyetinden, “Habîbim” buyurduğu Rasûl-i Ekrem r Efendimiz’in rûhâniyetinden gönüllerimize hisseler bahşeylesin. İnşâallah, teşrîfiyle müşerref olacağımız Kurban Bayramını, bütün İslâm dünyası için ve hâssaten memleketimiz için saâdet ve bereket vesîlesi kılsın! Yine bu mübârek günler hürmetine, gönlünü bir dergâh hâline getirerek bayramın hakîkatini idrâk eden bahtiyar kullarından olmayı, cümlemize nasip ve müyesser eylesin!..
Âmîn…
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
EFENDİMİZ (sav) İN TEFEKKÜR HÂLİ

İnsanlık içinde tefekkür ve tahassüs derinliği bakımından en zirve tecellîlere mazhar kılınmış yegâne örnek şahsiyet, hiç şüphesiz ki Rasûlullah r Efendimiz’dir. Hak dostlarından Ahmed er-Rifâî Hazretleri buyurur ki:
“Tefekkür, Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in ilk amelidir. Zira bütün farzlardan önce O’nun ibâdeti, Allâh’ın mahlûkâtını ve nîmetlerini düşünmekten ibâretti. Öyleyse siz de tefekküre iyi sarılın ve onu ibret vesîlesi yapın.”

B) B) B)
 

berat05

Yönetici
Katılım
26 Eki 2007
Mesajlar
7,764
Tepki puanı
1,035
Puanları
163
Yaş
48
Konum
Gönlün olduğu yerde
güncelleme

güncelleme

Hâtem-i Esam Hazretleri :
“İbretle bakmaktan ilim artar, zikirden muhabbet ziyâdeleşir, tefekkürden ise takvâda merhale kat edilir.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 765)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-105 (İbret Nazarıyla Okumak )
Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’den ilk emri “Oku!”dur. Kâinattaki her varlık ve her hâdise, ârif gönüller için okunup anlaşılması gereken bir hikmet dersidir. Kullukta asıl mesele de “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) emr-i ilâhîsi muktezâsınca, bu okuma istîdâdını kazanabilmektir. Esas tahsil budur. Yani her şeyde ilâhî hikmetleri okuyabilme meziyetini elde ede­bilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinat da gönül gözüyle okunmak için beşeriyete takdîm edilmiş ilâhî bir beyan mûcizesidir. Onun her zerresi, hikmet ve hakîkatlerin bir nevî zarfı hükmündedir. Kâmil ve ârif bir mü’minin vazîfesi, bu zarfları açarak mazrûfu, yani içindeki ilâhî mesajları, sır ve hikmetleri okuyup lâyıkıyla idrâk edebilmektir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok âyet-i kerîme de bizleri, bu zarfların içindeki hikmet derslerini okumaya davet hâlindedir. Bunlardan birinde şöyle buyrulur:
“Şüphesiz göklerde ve yerde mü’minler için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve Allâh’ın muhtelif canlıları yeryüzüne yaymasında, kesin ola­rak inanan kimseler için ibretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve yeri ölümünden sonra onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kulla­nan toplum için dersler vardır.” (el-Câsiye, 3-5)
Buna benzer pek çok âyet-i kerîmede de Rabbimiz;
-Mahlûkâta dikkat çekerek; “Onlar deveye bakmazlar mı?”1,
-Coğrafî hâdiselere dikkat çekerek; “Buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda dirilmesine bakmazlar mı?”,
-Tarihe dikkat çekerek; “Geçmiş kavimlerin â­kı­bet­le­rine bakmazlar mı?” buyurarak bu dâvetini tekrarlamaktadır.
ASIL OKUYAN KALPTİR
Şunu unutmamak gerekir ki Kur’ân-ı Kerîm gibi kâinât ve hâdisâtı da asıl okuyacak ve hikmeti keşfedecek olan kalptir. Baş gözü, kalp gözüne bir nevî gözlük mesâbesindedir. Çünkü göz, kalbin niyet ve mâhiyetine göre bakar ve görür.
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri bunu şöyle îzah eder:
“Gözlerimiz, bakışlarımız gönlün rotası is­ti­kâ­metin­de­dir. Gönül isterse göz yılana bakar, yani zehire bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeylere ba­kar.
Gönül isterse göz, dünyaya (ve nefsin arzu ettiği) dünya nîmetlerine ba­kar; gönül dilerse göz, mânâya (nazar eder, hikmetler devşirir) ilâhî sırlara âşinâ olur…
Gönül dilerse el parmakları ile hesap yapar, dilerse o parmaklar (mahâret kazanır) kitap ve eserler te’lif eder.
Dikkat ediniz, bütün bu işleri yapan hünerli el, aslında içte bulunan gizli bir elin (yani kalbin) dilediği gibi hareket eder. O gizli el (yani tefekkür ve tahassüs merkezi olan kalp), bedenimizin şu görünen elini maşa gibi kullanarak (müsbet ve menfî) işler yaptırmaktadır.”
Bu bakımdan kalbi, ibret ve hikmete âşinâ kılacak şekilde mânen hazırlamak îcâb eder.
Yusuf Hemedânî -kuddise sirruh- buyurur ki:
“Kalp ile zikir, ağaç ile su gibidir. Kalp ile tefekkür ise ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su vermeden yeşermesini beklemek; yaprak ve çiçek açmasını beklemeden de ondan meyve istemek hata olur. İstense bile aslâ meyve vermez. Çünkü o vakit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve îmâr etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otundan ve yabancı şeylerden arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek gerekir. Bunlar gerçekleşin­ce a­ğaç­ tâ­ze ve neşeli olur, yeşil yapraklarla süslenir. Ağaç bu olgunluğa ulaştıktan sonra onun dalından meyve beklemek doğru olur. Artık bu vakit meyve zamanıdır.” (Rutbetü’l-Hayât, s. 71)
Işık olmadan göz hiçbir şey göremeyeceği gibi; îmânın nûru, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ol­ma­­dan da, kalp gözü hiç­bir ha­kî­kati göremez. Kalp­ler­de î­mâ­nın nûru ise te­fek­kür­le parlar. Bu itibarla kalplerimize hayat ve kâinâtı ibret ve tefekkürle okumayı öğretmek mecbûriyetindeyiz. Nitekim hikmet ehli şöyle buyurmuşlardır:
“Kim dünyaya ibret almadan bakarsa, kalp gözünde bu gafleti nisbetinde bir körelme hâsıl olur.” (İbn-i Kesir, I, 448)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-106 (İbret Nazarıyla Okumak )

Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…De ki: Hiç (kalp gözü) kör olan ile (kalp gözü) gören bir olur mu? Hiç tefekkür etmez misiniz?” (el-En’âm, 50)
Rabbimizin körlüğe teşbih ettiği tefekkürsüzlük hâli, kalbin gaflet ile perdelenmesidir. Nice baş gözü gören vardır ki kalpleri kaskatı kesilmiş, hikmet ve hakîkatlere kapanmıştır. Böyleleri hakkında bir başka âyet-i kerîmede de:
“…Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46) buyrulmuştur ki, asıl körlük de budur.
Kalp gözü kör olan bir insan, güzeli çirkin, çirkini de güzel görür. Şirk ve cehâlet karanlıklarında gömülüp giden Ebû Cehil’in hâli, buna en bâriz bir misaldir. Nitekim o bedbaht, sayısız peygamber âşığının bir defa olsun görebilmek için can attığı Fahr-i Cihân Efendimiz’i, hâl-i hayâtında defâ­lar­ca gör­­­me fır­sa­tı­na ermişti. Fakat nefsânî menfaatlere dalmış, vicdanı nasırlaşmış o azgın müşrik, kalbindeki zifiri karanlık yüzünden, gözü önündeki cennet nûruna âmâ kesildi. Tıpkı İblis’in Hazret-i Âdem’e bakışındaki çarpıklık gi­bi…
Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:
“Şeytan, Âdem’in çamurunu (yani topraktan yaratılmış olan beden yapısını) gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya âit olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytanın bilemediği ta­raf, insa­nın Hakk’ın halîfesi olmasıdır.”
“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba se­nin kalbin hangisini almaya istîdatlı?
O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların (takvâ sahiplerinin) hâli, diğeri ise aldananların (fısk u fücûra dalanların) hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere kar­şı adetâ kör ve sağır olur.”
İşte hayatta her şeye nef­sâniyet penceresin­den bak­­­­ma­­­ya karar ve­rip ken­di­­ni o yön­de şart­lan­dıran biri, dâimâ kabukta takılı kalır, hiç­bir şe­yin özüne ve ha­kî­ka­tine nüfûz edemez.
İbn-i Atâullah İskenderî der ki:
“Âlemin dışı güzel, içi ibrettir. Nefs, dışının güzelliğine (yani şekil şemâiline), (rûhâniyetle tezyin olmuş bir) kalp ise, içinin ibretlerine bakar.”
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-107 (İbret Nazarıyla Okumak )

Bu sebeple neye ve nasıl baktığımız çok mühimdir. Ebû Ali Ruzbârî Hazretleri buyurur ki:
“…Nefsine bir defâ olsun lâyık olduğundan fazla kıymet vererek bakan kimse,(yani kibir ve gururunun esiri olan kişi) kâinattaki eşyânın hiçbirine ibret nazarıyla bakamaz.”
Demek ki, kabarık bir benlik, hoyrat bir nefis ve şiddetli bir egoya sahip olanın kalp gözü kördür. Bu yüzden bilhassa ibret nazarımızın kuvvetlenmesini, basiret nûrumuzun artmasını arzu ediyorsak, nefsimizi riyâzat ve mücâhede ile terbiye etmemiz şarttır.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Dünyada misafir gibi olun! Mescidleri ev ittihâz edin! Kalplerinizi rikkate (incelik, zarâfet ve hassâsiyete) alıştırın! (İlâhî azamet ve kudret akışlarını) çok tefekkür edin ve (ilâhî nîmetlere lâyıkıyla şükredememek endişesiyle) çok ağlayın! Nefsânî arzularınız sizi değiştirmesin!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 358)
Varlık Nûru r Efendimiz’i rakik kalpli Ebû Bekir t da gördü. O’nun sâdık bir âşığı ve dostu oldu. Ebû Bekir t Peygamber Efendimiz’e yanında bile hasret kaldı, hayatının her ânını O’na dâsitânî bir muhabbet ve hayranlık içinde yaşadı.
O yüzden hiçbir şeye şeytan gibi nefsâniyetin kasvetli penceresi ardından bakmamalı, bilâkis her şeye Ebû Bekir t ve emsâli kâmil mü’minler gibi, rûhâniyet nûruyla bakabilmenin gayreti içinde olmalı…
Zira şâirin dediği gibi:
“Aşkla nur görünen, Kinle nâr olur. Galat-ı ru’yete bir misâl olur,
Ebû Cehil ile İmâm-ı Ali!..”2
İBRET
MANZARALARI…

Ebû Süleyman Dârânî şöyle der:
“Evimden çıkıyorum, gözümün iliştiği her şeyde Allâh’ın bana olan bir nîmetini görüyorum. Ondan bir ibret alıyor, ders çıkarıyorum.” (İbn-i Kesir, I, 447)
Süfyan bin Uyeyne de bu hâlin îzâhı sadedinde, bir şâire âit olan:
“İnsan, düşünce sahibi olursa, her şeyden bir ders alır.” sözünü sık sık tekrar ederdi. (İhyâ, IV, 764)
Hayatın her ânı, ilâhî kudret ve azameti hatırlatıp hikmet ve ibret almaya ve­sî­le olan ni­hâ­yet­siz­ vâ­­kı­­a ve manzaralarla do­lu­­dur. Ce­nâb-ı Hak bu vâ­­kı­a ve man­za­ra­lar­dan ib­ret almaya dâvet sadedindeki pek çok âyet-i kerîmeden birinde şöyle buyurur:
“Size, (varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren, size gökten rızık indiren O’dur. (Bu âyetlerden,) Allâh’a yönelenden başkası ibret almaz.” (el-Mü’min, 13)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt