Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kur'ân-ı Kerim’i Anlamada Rasûlullah Dönemi Arapça’sını Bilmenin Önemi (1 Kullanıcı)

bilal habeş

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 May 2009
Mesajlar
13
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
53
Kur'ân-ı Kerim’i Anlamada Rasûlullah Dönemi Arapça’sını Bilmenin Önemi-1
Dr. Mehmet SÜRMELİ

“Dil”, anlatım araçları bütünü, bütün bireylerde ortak olan şifre “Code”dir. Söz ise, bu şifre veya kodun bireysel kullanımıdır.[1] İnsanı hayvanlardan farklı kılan en önemli özellik, düşünmesi ve düşündüklerini dil yetisi aracılığıyla ifade etmesidir. “İnsan hangi ortamda bulunuyor ve ne yapıyor olursa olsun sahip olduğu dil yetisi sayesinde konuşur, düşüncelerini dile getirir, varlık evrenindeki her şeyi yorumlar.”[2] Dil, toplumun dünyayı algılama ve düzenlemedeki en etkin aracıdır. Hiçbir dil yaşadığı toplumun kültüründen ve olgudan kopuk değildir. Kültürden ve olgudan kopuk bir dilden bahsetmek imkânsızdır.[3] İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için, kelimelerle ve işaretlerle yapmış oldukları bir anlaşma olan[4] dilin beş temel işlevi vardır:

1. “Belli bir anlama yapılan göndermenin simgeleştirilmesi.
2. Dinleyiciye yönelik tutumun açığa vurulması.
3. Göndermeye yönelik tutumun açığa vurulması.
4. Amaçlanan etkinin uyandırılması gerekir.
5. Anlama yapılan göndermenin de desteklenmesi lâzımdır.”[5]

Eğer bir dil, bu işlevlerini yerine getirmeyecek olursa, söyleyenle söylenen arasındaki iletişimin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Hatta dilin işlevi bağlamında şu realitenin de gözden kaçırılmaması gerekir: “Dinleyici, görünür simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani; sadece söylenen sözü doğru olarak işitip, kullanılan dili bilmekle kalmamalı, kullanılan jest ve ses uyumu gibi kelime dışı simgeleri doğru olarak gözlemlemelidir.”[6] Sözlü kültür ürünleri yazıya geçirilince; sonraki muhataplar, kullanılan jest ve mimikleri göremedikleri için, anlamalarında az da olsa kusur vardır. Bu kusuru aşmak, ancak söylenen söze gerçek anlamda şahid olmakla mümkün olabilir.

Diğer yandan konuşulan dillerin mekânı vardır. Buna dilin coğrafyası denir. Dilin iyi anlaşılmasında etkili olan coğrafyasından kasıt, bir dilin anlatım yollarını, o dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, geleneklerini ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçlarını bilmektir.[7] Tüm bu sayılanlar, semantik yapabilmenin de anahtarlarıdır.[8] Bu çerçevede Arap dilini ele alırsak, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemindeki dili; o dönemin ve bölgenin, kendisine özgü şartların, Arap örf ve adetlerinin, kısaca bir hayat tarzının ürünü olduğu görülecektir. Kelimelerin anlamı, o çevrenin ve o şartların içerisinde doğmuş, o dönem Arap kültürünün etkisiyle şekillenmiştir.[9] “Belirli bir kültürün ve coğrafyanın oluşturmuş olduğu dil olgusunun ürünlerini; çeşitli amaçlar için ortaya konan metinleri sadece birer araç olarak görmek, çok yönlü bağlamından koparmak suretiyle ele almak, ahlâk dışı bir davranıştır.”[10]

Sahâbenin dil konusundaki yetenek ve yeterliliklerinin anlaşılması sadedinde Arapça’nın doğuşu ve coğrafyası konusu önemli bir husustur. Hz. İsmail, “Arab-ı Âribe” olan Cürhümden bir kadınla Mekke’de evlenmiştir.[11] Hz. İsmail’in Cürhümlülerden kız alması, Hz. İbrahim’in oğlunu ziyarete gelmesi, Cürhüm kabilesiyle İbranîler arasında yakınlık kurulmasına, İbranilerin bazısının Hicaz’a hicretlerine ve iki kavmin karışmasıyla yeni bir kavmin (Arab-ı Musta’ribe) meydana gelmesine sebep olmuştur. Bunlar eski Arapça ile eski İbraniceden oluşan bir dil oluşturmuşlardır. Kur'an, Arapların edebî ve içtimaî lisanı olan bu dil ile nâzil olmuştur.[12]

Arap dili, sahip olduğu ahenk, kelime yapısı, fiil çekimi ve telaffuzundaki kaideleri bakımından çok önemlidir. En küçük bir açıklığı ve teferruatı bile zayi etmeksizin bu dil, veciz ve özlü ifadeler taşıyan bir lisandır. Hz. Muhammed’in arkadaşları bu dili rahatlıkla anlayabiliyorlardı.[13] Çünkü Kur’an, o dönemin Arapçasıyla inmiştir. Dolayısıyla onu anlama çabaları da yine Arap dili vasıtasıyla olacaktır.[14] Sahâbe bu dille konuşan ve bu dilin yatağında doğup büyüyen insanlar oldukları için deyimlerine, dilde yapılan sanatlara vakıftılar. Kur’an’ın indiği dili bilmeyen ve garip kelimeleri anlamayan, bugün de tefsir yapamaz.[15] Kur’an’ın kelimelerini öğrenmek için yapılan her türlü çalışma, Kur’an’ı doğru anlamaya yönelik bir gayrettir. Aynı zamanda Müslümanlar, Kur’an’ın kelime ve kavramlarıyla meşgul olmakla, ilahî olanla irtibata geçtiklerine inanırlar.[16]

Sahâbe döneminin Arapça’sına baktığımızda görürüz ki, Araplar konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat ve mecaz, tasrih ve kinaye, icaz ve itnab gibi edebî sanatları kullanıyorlardı. Bundan dolayı Kur’an, Arabın kullandığı bu söz sanatlarını, daha yüksek ve edebî bir şekilde kullanmıştır. “Arap dili üslubu ile nâzil olan Kur’an’ı, ilk muhatapları, kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları kısımları, bu hususta en salahiyetli zat olan Hz. Peygambere sormuşlardır.”[17] Çünkü sahâbe şu gerçeği biliyordu; Allah ile kendileri arasında olan ontolojik farklılıktan dolayı, onunla direkt konuşmak mümkün değildir. Ancak bir Peygamber aracılığı ile iletişim kurulabilir.[18] Haliyle, Peygamber de onların bilmediği sözcük ve terimleri biliyordu. Ümmetinin tüm problemleriyle ilgilenen Peygamberin en temel görevi, ayetlerdeki kapalılıkları açıklamak, beyan etmek, anlaşılır kılmak ve anlamaktır. Dil ne kadar açık ve anlaşılır olursa o kadar iyidir.[19] Vahyin ilk nâzil olduğu yerin; Mekke halkının lehçesi, Kureyş lehçesiydi. Hz. Peygamberin Mekke’de yaşıyor olması ve Kureyş lehçesini konuşması kapalılıkları izah etmede onun işini de, vahye muhatap olanların işini de kolaylaştırmaktaydı. Çünkü Kur’an, Arap lisanıyla, onların örf ve adetlerini konu alır vaziyette nâzil oluyordu.[20] Hatta İmam Şafii’ye (ö: 204/819) göre Kur’an’da Arapça’nın dışında hiçbir sözcük yoktur.[21] Tüm sözcüklerin Arapça olması, sahâbenin Kur’an’ı anladığının bir ifadesidir.

Dili iyi anlamak için bir takım öncüller vardır. Bu öncüller ne kadar iyi bilinirse dil o kadar iyi bilinir. Bu öncüllerin en önemlilerinden birisi de, dilin bağlamıdır: “Kur’an metninin anlaşılabilmesi için önce onun dil dokusu, dokuyu oluşturan sözcük ve tümcelerin yapı ve delalet yönlerini, sözcüklerin kök manalarıyla sonradan müktesep delalet zenginliklerini; ayrıca anlamın oluşmasında etkisi ve katkısı olan dil dışı unsurları, kısaca kültürel, toplumsal, tarihsel ve olgusal bağlamları bilmek gerekmektedir.”[22] Usûlî anlamda tanımını öne çıkardığımız sahâbîler, tüm bunları bilen insanlardı. Fetihlerle beraber sınırları genişleyen İslâm coğrafyasında, Müslümanların dini sözcüklerine izafî manalar yüklendi. Sözcük ve terimler, bağlamından koparıldı.[23] Sahâbîlerden sonra dili anlama sorunu ortaya çıktı ve büyüdü. Zira sahâbenin her biri Kur’an’ı ve onun ayrı ayrı kelime terkiplerinin tamamını bilirdi.[24] Öyle ki, Hz. Ömer, Kur’an’ı en iyi şekilde anlamanın olmazsa olmaz iki anahtarı olarak kabul ettiği dil ve sünnet konusunda valisi Ebu Musa el-Eş’arî’ye (ö: 44/664) gönderdiği mektupta şu tâlimatı veriyordu: “Sünneti ve Arap dilini iyi öğreniniz.”[25] Hatta Hz. Ömer’in seçmiş olduğu sözcüğün “Tefakkuh ediniz” şeklinde olduğunu iyi düşünürsek; öğrenmekten kasıt, dile tam vukûfiyeti içeren mükemmel bir anlama faaliyetidir.

Kur’an’ı doğru anlamada sahâbenin en büyük avantajlarından birisi, Kur’an’ın dünya görüşünü bilmeleridir. “Kur’an’ın kullanmış olduğu dil ve üslup bizi bu dünya görüşüne yükseltmeyi amaç edinen bir söz, kelâm ya da hitaptır. Dolayısıyla, onun ifadelerini sıradan olgu ve olaylar düzeyinde kalan bir uyaran-tepki nedenselliği bağlamında, ya da gündemde bulunduğu salt dış dünyaya ait nesne, durum ve olaylar hizasında anlamak, bir yerde onu hiç anlayamamakla aynı kapıya çıkar.”[26] Eğer, sahâbî dediğimiz bu insanlarda, Kur’an’ın dünya görüşüne doğru bir algı yükselmesi olmasaydı iman etmezlerdi. İmanlarının dereceleri Kur’an’ın dünya görüşünü algılamalarına bağlı olarak anlam kazanmıştır. Sahâbîlerin Kur’an’ı anlamada eşit seviyede olmadıklarını söyleyebiliriz. Sahâbenin bilgi ve kültür yapısıyla, Arap dili ve edebiyatına vakıf olmaları hususunda yetişkinlik dereceleri, ayrıca Hz. Peygamberin yanında devamlı bulunma veya bulunmama durumları, böyle bir anlayış farklılığını zorunlu kılmıştır.[27] Zaten onları sonraki nesillerden üstün kılan özellik, halis bir Arapça selikasına ve kendilerini teslimiyete sevkeden halis bir İslâm fıtratına sahip olmalarıdır.[28]

Kur’an’ı iyi anlamada Sahâbenin iki önemli önceliğe sahip olduğu daha önce söylenmişti. Bunlar, dil ve Hz. Peygamberin sünneti. Konumuz, dil olgusu olduğu için burada şu hususu iyi bilmek gerekir. Dilden kasıt, Rasûlullah dönemi dilidir. Çünkü Kur’an 610-632 yılları arasındaki süreçte indiğine göre, bilinmesi gereken genel anlamda “Arap dili” değil, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde konuşulan Arap dilidir.[29] Kur’an’ın nüzul sürecinde de Arap diline sızmalar olmuştur. Bundan dolayı sahâbe, o dönemin bu tür kelimelerini bilemiyordu denirse, şu cevap verilir: Yabancı kökenli de olsa, bir kelimeyi Araplar kullanmışlar ve kendilerine maletmişlerse, artık o kelime kendi dillerinden olmuştur. Dikkat edilecek olursa, Araplar hiçbir yabancı kelimeyi orijinal dilindeki telaffuzu üzerine bırakmazlar.[30] Müfessirin de, Kur’an ayetlerini meydana getiren kelime ve kavramların ilk ortaya çıktıkları sırada ve onların ilk okuyucusu olan Rasûlullah tarafından okunduğunda, onun etrafında bulunan kimselerin onlardan ne anladıklarını tespit etmeye özellikle dikkat etmesi gerekir.[31]
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt