Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Mevlana celâleddîn-i rûmî(kuddise sirruh)'nin hayatı (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,536
Tepki puanı
876
Puanları
113
Yaş
65
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Hz. Mevlana “Mesnevi”sinde şöyle bir hikaye anlatır: (1/256 vd.)

Bir bakkalın yeşil renkli, sesi, konuşması her hali güzel bir papağanı vardı.
O, dükkanda bekçilik ederdi. Nüktesinden kendisini sevenler her zaman hoşlanırlardı.
O, insan gibi konuşurdu ve papağan gibi (ötmede) hereket etmede ustaydı.
Bir gün bakkal, papağanı dükkanda bırakıp evine gitti.
Ansızın, bir kedi dükkanda bir fare görerek atıldı. Papağanın aklı başından gitti.
Can korkusu ile, yukarı, aşağı uçarken gül yağı şişesini kırdı.
Bakkal, evinden dükkanına geldi. Eşyalarına bir bir baktı.
Gül yağının yerlere dökülmüş olduğunu görünce papağanı tekdir ile incitti.
Papağan günlerce konuşmadı. Bakkal da yaptığı işten pişman oldu.
Saçını, sakalını yoldu. “Ah, eyvah, nimet güneşimi bulut örttü.”
“Keşke o zaman elim kırılsaydı da o tatlı dilli incinmeseydi” dedi.
Papağanı, neşeyle konuşsun diye dervişlere sadaka verdi. Adaklar adadı.
Üç gün üç gece ağlamaktan şaşkın, kararsız dükkanın bir köşesinde,
Nükteler söyleyen kuşunun konuşması arzusu ile yüz bin gam, keder ve sıkıntı çekti.
Ansızın, pırıl pırıl tas gibi, başında bir kıl bulunmayan cevlaki(derviş)nin biri geçti.
O anda papağan konuşmağa başladı, “Ey başı yarılmış garip, ey filan.”
“Başındaki kel nedir? Gülyağı şişesini dökmüş gibi gamlı, kederlisin.” Dedi.
O dikkatli kuşun, (cevlakinin) haline, halini kıyas etmesi halkı güldürdü.
Yazılışta süt(şîr) ile aslan(şîr) aynıysa da Hak erlerini sen kendi nefsine eş tutma.
Hak erlerini tanıyamayan şüphesiz Allah yolundan uzaklaşır.
Peygamberlerle eşit olduklarını, velilerin kendilerine benzediğini iddia ettiler.
“Onlar da insan, biz de insanız, hepimiz uykuya, yemeğe, içmeğe muhtacız.” Dediler.
O kör gönüller, (aradaki nihayetsiz) farkı bilmediler.

Hz. Mevlana şöyle buyurur:

“Bir kimsenin rehberi Hakk’ın gölgesi olursa Allah onu, hayal ve gölgeden kurtarır.
Hakk’a gerçekten kul olan O’nun gölgesidir. O Allah ile diri, bu alemde ölüdür.
Onun eteğini bir şüpheye düşmeden yakala ki, ahir zamanın afetinden kurtulursun. “Rabbin gölgeyi nasıl uzatmıştır” ayetinden velileri tanı. Onlar Hak yolunun ışığı oldular.
O vadiye dostsuz delilsiz gitme. İbrahim gibi “Ben batan şeyleri sevmem” de.”

“Hak erlerinin ayağı altında toprak ol. Daima hasetçinin başına toprak saç.”, “Mana sahipleriyle oturup kalk ki, Allah’ın fazileti seni er kişi kılsın.”, “Allah, velilere öyle bir kudret vermiştir ki onlar, atılmış oku yoldan geri çevirirler.”, “Yolların en iyisi, Hakk’ın has bir kulunun gölgesine sığınmaktır.”

“Evliyanın sözleri keskin kılıç oldu. Senin onları görmen kimya gibidir. Ariflerin her zaman sözü budur: “Alimler, alemlere rahmettirler.”

“Bağı, gülen narın güzelleştirdiği gibi erlerin sohbeti de sana itibar kazandırır. Şüphesiz velilerin sohbetinden takva ve ebedi hayır yolu açılır. Gönlün sert bir kaya da olsa, kamil kişinin sırrı onu cevher yapar. Her kamili gönülden sev ve gönül sahiplerine doğrulukla hizmet et. Ümit varken yeis semtine gitme. Karanlık geceden güneşe sığın. Gönül, sana gönül sahiplerinin semtini, ten ise su ve çamur zindanını gösterir. Kalp için, gönül sahibi arayıp bulmada gayret et. İkballi bir kişiden ikbalin talibi ol. Ehl-i dilin eteğini sağlamca tut. O kamilin yüceliğinden sen de nasip al.”

“İrfan sahiplerinin gayeleri, Peygamber(Ahmed sav.)’in nurunu kazanmaktır. Şule, cevherin kendinden ayrı değildir. Şule ve cevher daima birbirine bağlıdır.”

“Allah birisini zillete layık kılarsa, önce ona temiz kişileri zemmettirir. Bir kula rahmet murat ederse kusurluların ayıbını ona göstermez. Hak kimi mağfiretine layık görürse onu, huşu ve acze meylettirir.”

“Allah eri Hakk’a ulaşmakta kendinden ayrılmıştır.”, “Allah erinden başkasını kuru kum bil. Muttasıl o senin ömür suyunu yok eder.”

“Allah erleri boş söz söylemezler. “Temiz kişilerin bedenleri de aynı can gibi saftır.” Onların nefisleri, suretleri ve sözleri de nişanı olmayan bir ruh olmuştur.”

“Evliyanın nefesinde bahar tesiri vardır. Bu nefesle can ve gönülde yeşillikler biter. Bahar yağmurunun feyzinin ağaçlara olduğu gibi, onların nefesleri de hayır sahiplerine tesirlidir. Kurumuş ağacın yeşermesi imkansızdır. Yoksa cana can katan rüzgarın bunda bir kusuru yoktur. Rüzgar vazifesini yapıp eser. Feyze kabiliyeti olan da can feyzini alır.”

“İster sert, ister yumuşak olsun velilerin sözlerinden gafil olma. Onlar senin için gerçekten faydalıdır. Mürşidin sıcak ve soğuk sözlerini hoş gör ki cehennemin sıcağı ve soğuğu sana kapansın. Onun yumuşak ve sert sözleri cana can katan bahar gibidir. Senin için doğruluğun, yakîn(birşeyi tam bilme)’in sermayesidir. Ki onunla gönül bahçesi canlanır, gönül denizi o cevherlerle dolar. Gönül bahçesinde bir eksiklik olursa akıllı kimseye bu kederler verir.”

“Hakkın has kullarına baş kaldırma ki gönül aynası bulanmasın.”, “Velilerin yanında insanlık mertebesi de hayvanların insanlara esareti gibi oldu.”, “Bir akıl velilerden kaçarsa o, hayvanlar mertebesine geçer.”, “Bir Allah erinden bir inci elde edemediysen, diğerinden de maksadın hasıl olmaz.”, “Velilere aşağıdan bakan, bil ki İblis’in mirasçısıdır.”, “Halk, sanki şeyhin çocukları gibidir. Zamanın pirinin onlara nasihat etmesi lazımdır.”, “Eğer havuz, denizin yanında ileri geri konuşursa; bir yokluk dalgası onu yok eder.”, “Şeyh, uçsuz bucaksız bir deniz gibidir. Kötülük ve pislikten ona zarar gelmez.”, “Şeyhin imanını bilmeyen kafirdir. Ölü kimdir? Şeyhin canını bilmeyen.”, “Pir akıllıa olur, ağaran saçlarla değil. Ümit ehli kıla itibar etmez.”

“Aklın deveci, sen de bir deve gibisin. Akıl, ister istemez seni her tarafta hükmünce çeker. Veliler aklın aklıdırlar. Diğer akıllar adeta deve gibidirler. Onlara ibret gözüyle bak! Bir kılavuz veli ve yüzbinlerce can...”

“Sakın yiğitlere haset etme. Yoksa kötü şeytan yoldaşın olur. Veli için zehir bal olur, panzehir olur. Fakat (haset edersen) sana bal, zehir kesilir. O Hakk’a tebdil olmuş. Hak’da onun işini tebdil etmede. Allah’ın lütfu ile ateş onun için nur olur.”

“Nefsini pirin gölgesinden başka birşey öldürmez. Onun eteğini tut da işin kolay olsun. Onun eteğini tuttun muydu bu, Allah yardımıdır. Sendeki her kuvvet onun cezbesinden gelir.”

“Allah’la beraber olmak isteyen kimse, velilerin huzurunda otursun. Velilerin huzurundan uzaklaşan kişi, küll’ü olmayan bir cüz’dür, helak olur. Şeytan yolunu kaybedene musallat olur. Onu hileyle mağlup edip başını yer. Gönül sahiplerinden bir an bile ayrılmak şeytanın hilesidir, ey nüktedan.”

“Talipler, velilerden uzak olurlarsa hakikatte Hak’tan da uzaktırlar. Yoldaşlardan ayrılmak bir dert olursa, şahlardan ayrılmak daha da fazla dert olur. Padişahların gölgesini aramada acele et. Onların gölgesinde güneş gibi ol. Yola çıkarsan bu niyetle çık. Oturuyorsan da bundan gafil olma.”

“Sana da gönül erleri abıhayat verdiler. Ondan içtin, gözünün nuru arttı. Zira sana şükür, vecid ve kendinden geçiş gıdası velilerin bir lütfu keremi idi. Sonra yine hırs ile ondan uzaklaştın. Sanki hırsın yeni bir hırs oldu. Gömleği yağlı ihsan sahiplerinin kapısında nefsinin muradı bir tiridden ibaret. İrfan nimeti can üzere candır. Noksanların, eksikliklerin burada düzelir.”

“Şeyhin faaliyeti Allah vergisidir. Müridlerine sözsüz ders verir. Gönüller mum gibi elinde yumuşar. Mührünün damgası bazen ayıp, bazan şereftir.”

“Görmez misin ki velilerin Hakk’a yakınlığında yüzlerce keramet, hüküm ve tasarruf var. Davud’un elinde demir mum olur. Sense mumu eline aldıkça onu demir etmedesin. Halk etme ve rızık yakınlığına herkes erişebilir. Yalnız aşk vahyinin yakınlığı kerem sahiplerinin işidir.”

“Bir Allah erini dost ve rehber edin. Böyle yaparsan Allah senin yardımcındır. Halvette olup gözünü kapayana da bunu can dostu öğretir. Ağyardan ayrılmak gerek, yardan değil.”

“Ya Rabbi! Bu ceza bize layıktır. Biz buna müstehakkız. Böyle alçaklarla dostluk edene, böyle soysuzlara insanlık gösterene, kerem sahiplerinin eşiğindeki hizmeti terk edip tamaha düşene bu ceza layıktır. Olgun kişilerin tozunu toprağını, duvarını öpmek, alçakların nimetinden iyidir. Aydın gönüllülere kul olmak, padişahlarla beraber bulunmaktan yeğdir. Ey yolların hayırlısını arayan! Padişahların yanında davul sesinden başka birşey bulamazsın.”

“Ey Yiğit! Şeyh, suçsuz olanlardır. Hakk’a onlar eldeki yay gibi yakındırlar. Şeyh kimdir? Yani saçı, sakalı ağarmış ihtiyar. Fakat saçın, sakalın manasını bilip faydalan. Kara kıllar, onun varlığıdır. Şeyhin varlığından bir kıl bile kalmamalı. Varlığı kalmayan artık pirdir; saçı, sakalı ister kara olsun, ister kır! Saç, sakal, insanlık sıfatıdır; kastettiğimizi, yüzdeki sakalla baştaki saçlar sanma! Gör ki İsa beşikte, “Gerçi genç olmadan ihtiyarım, pirim” dedi. İnsan bazı insani sıfatlardan kurtulsa, ey hüner sahibi! O kamil bir kişi olur ama şeyh olmaz. Varlıktan bir tek kara kıl kaldıkça ona şeyh ve Hakk’ın makbul kulu denemez. Fakat varlıktan kurtulmayanın saçı, sakalı ağarsa da o ne pirdir, ne de Hakk’ın makbulü. İnsanlık sıfatlardan kıl kadar kalmışsa o bu dünyadandır, arştan değil.”

“Cenab-ı Hak velileri alemlere rahmet olmaları için göndermiştir. Halkı, kurtulmaları için Hakk’ın katına davet ederler. Her yerde usanmadan nasihatler verip hidayete ermediklerinde de “Ya Rab! Bunlara kapını kapama!” derler. Velilerin halka sebep olduğu rahmet cüz’idir; son peygamberinkiyse külli... Cüz’i rahmet külli rahmete yaklaşıp rahmet deryası, yollar gösterici olur.
Cüz’i rahmetsin, külle ulaş. Külli rahmet de halkı hidayete erdirir. Cüz’i rahmete nail olan deniz yolunu bilmez. O her birikinti suyu deniz zanneder. Çünkü kendisi deniz yolunu bilmezken nasıl halka o yolu gösterir? Sel ve ırmaklar gibi denize aktı mıydı, o zaman derya ile birleşir, ona kavuşur. Denize varmadan, Hakk’ın vahyi ve yardımı olmadan denize daveti taklitten ibarettir.”

“Nefsin seni her an şeyhle görürse o sana naçar elbette ram olur... Şeyhle dost olunca avlanırken akıl, köpek nefse galip olur. Hilede nefsin bir ejderha gibi, şeyhin yüzüyse onu büyüleyen bir zümrüt... O, veliye yaklaşırsa dili yüz zira da olsa kısalıverir....”
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
41
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; "Allahü teâlâ, bâzı insanları su gibi latîf, mütevâzî, dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu, bâzılarını da toprak, taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su, toprağa karışır, meyvelerin büyümesini, canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip, menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse, topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup, yerinden kalkmaz ve barışmaz ise, sen su gibi tevâzu üzere olup, anlaş. Herkes bilir ki, iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa, Cennet'e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla, bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız." buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse, daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,536
Tepki puanı
876
Puanları
113
Yaş
65
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Aşk ve Hikmet Aynası Mevlana…
İbrahim Şahin
Men bende-i Kur ânem eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed Muhtâre
Eğer nakl küned cüz ın kes ez güftârem
Bîzârem ez û, v ez ân sühen bîzarem.

(Canım var oldukça ben Kur an-ın kölesiyim.
Ben Muhammed Muhtâr (as)ın ayağının türâbıyım.
Eğer benim sözümden bundan başkasını
bir kimse naklederse o kimseden de, o sözden de tiksinirim )


İnsanlık tarihi hayatı ilgilendiren her alanda yetiştirdiği seçkin insanlarla doludur.

Âkil ve hakîm insanlar her biri, baktıkları ayrı ayrı ufuklardan tespit etmiş oldukları akışın gizemlerini çözerek paylaşmaya çalışmışlardır bütün bir insanlıkla.
Gerek tefekkür, araştırma, gerekse keşif ve buluşlarla yakından ilgilenmeyi hayat gerekliliği ve tarzı olarak hisseden marifet ehli insanlar bir anlamda diğer insanların akıl, gönül ve ruh inkişaflarına ayna olmuşlardır.

Her bilge insan akıl ve keşif gücü, keşfettiği nesnelerin hayatı ilgilendirme gereklilik derecesi, tespitlerini insanlıkla paylaşabilme girişim ve imkânları oranında asırlar öncesinden günümüze kadar ulaşan nice derin izler bırakmışlardır insanlığın ortak hafızasına.

Teknikten, sanayiye, ekonomiden genel kültüre, tıptan edebiyata tüm alanlar ve mânevî iklimlerde insanlığın gıpta ile andığı akıl ve gönül ehli değerlerle zengin bir birikime sahip olduğunu görmekteyiz insanlık ve İslam ümmetinin.

Manevi iklimimizin mimarları arasında çok seçkin bir konuma sahip olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî nin ünü kıtalar aşarak bütün bir dünyaya mâl olmuştur ve bu ün her yıl daha da taçlanarak devam etmektedir.

Her inanç ve düşüncenin muhibban alıcıları olduğu gibi reddiyeci, muhalif muarızlarının olması da muhtemel ve gayet normal, hatta mutlaka olması gereken bir vâkıâ dır.

Bu anlamda bırakın tüm dünya da sağlıklı bir konsensüs sağlamayı kendi kavmi içinde bile hiç kimseye nasip olmamıştır. Peygamber (as)leri ayrı tuttuğumuz da bu durumun kendi dindaşları ve hatta daha dar anlamda cemaat yapıları arasında bile bunun mümkün olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız.

Hayatı ilgilendiren tüm alanlarda dayatma ahlakından uzak tavırlar sağlıklı ve verimli sonuçlar doğuracaktır. Bu bağlamda; her düşünce ve inançtan insanın sesli düşünme (yazma ve konuşma) özgüvenini gösterdiği durumlarda bir mütefekkir, âlim ve edebiyatçıya yakışan olgun tavırlar sergilemeye hem kendileri hem de muhatapları açısından büyük ihtiyaç vardır. Her iki zümrenin de ön yargı, hakaret ve saldırganlıktan uzak bir edebî estetik içerisinde Bu hususta benim ulaştığım düşünce inanç ve tespitlerle ilgili bakış açım ve yorumum kendimce doğrudur, ancak diğer yorum ve bakış açılarının doğru olması da ihtimal dâhilindedir anlamındaki nezaketli yaklaşımın tüm ilim, kalem ve kelam erbabı tarafından benimsenmesi bir erdem seviyesi olacaktır hiç şüphesiz. Böylesi bir yaklaşımın istikrarsızlık olarak algılanmaktan öte geniş ufukluluk ve hakkaniyet çizgisine riâyet olarak anlaşılması da akl edenlerin şiârıdır.

İnanıyorum ki; bütün alanlarda olduğu gibi Mevlânâ hakkında da genel düşünce ve ifade özgürlüğü ilkeleri ile hakkaniyet ahlâkına uygun olarak yazılan, konuşulan tüm tartışma ve reddiyeler kültür tarihimiz açısından çok önemlidir. Bunların okuyucu ve araştırmacılar tarafından saygın bir birikim olarak kabul edilmesi, kabul ve reddiyelerin ön yargı ve bağnazlık dar görüşlülüğünden uzak bir ufukluluk ile dillendirilmesi de en geniş anlamıyla insanlığın kazanımı olacaktır.

Türk tarihinin yetiştirmiş olduğu seçkin yazarlardan Ahmet Kabaklı Bey in yazdığı ve 100 büyük edip, 100 büyük şair serisi içerisinde Toker Yayınları tarafından yayımlanan Mevlana isimli eserde 14. asır müelliflerinden Eflâki Ahmed Dede ye istinaden doğumu 30 Eylül 1207 olarak belirlenmiş olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi nin kendi dilinde Şeb-i Arus (vuslat gecesi) olarak tanımlanan ölümü (Dâr-ı Bekâ ya irtihâli) ise 17 Aralık 1270 tarihi olarak belirtilmiştir.

Mevlânâ nın babası o zaman kuşağının okumuşları nezdinde Sultanü l Ulemâ diye vasfedilen Bahaeddin Veled, Annesi ise Mâder Sultan diye yâdedilen Mümine Hâtun dur.

13. yüzyıl başlarında Belh te Harzemşahlar hüküm sürmekte idi. Celâleddin Muhammed (Mevlânâ) tahminen daha 8-10 yaşlarında iken babası Bahâeddin Veled on binleri bulan müridânı ile varlığını kimi kışkırtmaların da etkisiyle otoritesi için tehlike saymaya başlayan Sultan Muhammed Tekiş Harzemşah tarafından ailesi ve kimi muhibbanları ile Belh ten göç etmek zorunda bırakılır.

Göç ün ilk durağı Nişabur dur. Meşhur sûfî Feridüddin Attar karşılamış ilgi ve iltifatlarda bulunmuştur. Göç kafilesi Nişabur dan o zaman ki hilâfet makamı olan Bağdat a doğru yola çıkar. Feridüddin Attar ın bu esnada Subhanallah! Bir derya bir ırmağın peşine takılmış gidiyor diye Mevlânâyı işaret ettiğinden bahsedilir.

Göç kafilesi Bağdat girişinde Şahabeddin Suhraverdi tarafından karşılanır ve Halifeden de iltifat ve taltifler görürler.

Daha sonra Kâbe ve Ravza ya, Hac dan sonra da Kudüs e geçilerek Mescid-ül Aksa ziyaret edilir. Göç kafilesi buradan da Şam, Halep; Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde üzerinden yola devam ederek bugünkü adıyla Karaman olan Lârende ye ulaşır. Burada da iltifatlara mahzar olurlar. İskânları için teklif edilen saraylar ve köşkleri nazikçe reddederek medreseye yerleşirler.

Bu sırada yıl 1221 dir ve Mevlânâ Celâleddin 21 yaşlarında bir delikanlıdır. Babası ile birlikte zamanın seçkin ulemalarından dersler almaktadır.

Takvimler 1225 yılını gösterirken Mevlânâ babası Bahaeddin Veled in has müridlerinden Lala Şerafeddîni Semerkandî nin kızı Gevher Hâtun ile evlenir. Bu evlilikten Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi dünyaya gelirler.

1226 yılında annesi Mü mine Hatun u kaybeder Mevlânâ. 1228 yılına kadar daha Karaman da ikamet ederler. Bu yıllarda Bahaeddin Veled in Selçuklu sultanlarından birinci Alâeddin Keykubat tarafından ısrarla başkent Konya ya davet edilmesi sonucu Karaman dan ayrılarak Konya ya göç ederler. Konya ya varışlarında büyük ilgi ve iltifatlara mahzar olurlar. Saray ve konaklarda ikamet ettirilmeleri teklifine Bahâeddin Veled Sen vâr ol sultanım! Yalnız; sultanlara saray, şeyhlere dergâh, bezirgânlara han, gezginlere kervansaray nasıl gerek ise bizlere de medreseler uygun düşer diyerek Altun Abâ medresesine yerleşirler. 1231 yılında vefat edinceye kadar ilim ve irşat hizmetlerine devam eder.

Mevlânâ Celâleddin kısa süreli seyahatlerinin dışında artık hep Konya dadır. Orada kürsü ve irşad hizmetlerine devam ermektedir.

Mevlânâ nın mânevî gelişmesi öncelikle babası Bahâeddin Veled olmak üzere, Seyyid Burhâneddin, Tebrizli Şems, Kuyumcu Selahaddin, Çelebi Hüsâmeddin ve oğlu Sultan Veled ekseninde gelişerek en doruk noktaya ulaşmıştır.

Babası Bahâeddin Veled ilk mürşidi ve terbiyecisidir. Seyyid Burhâneddin o nu şahlandıran mânevî mîmardır. Tebrizli Şems ise rûhunu ilâhi aşk ile kanatlandıran, yepyeni ufuklar keşfettiren bir kâşif tir Mevlânâ için. Kuymcu Selahaddin ile Çelebi Hüsâmeddin in kemal derecesine ulaşmasında o na ayna oldukları anlatılır. Oğlu Sultan Veled in ise Mevlânâ nın rûhunu en iyi anlayan; düşünce ve hareketlerini şerh ederek o nu daha da anlamlandıran etken bir ruh olduğu vâkıâ dır Mevlânâ yı maddi ve mânevi çehresi ile anlayabilmek için bu altı önemli dost ile geçen günlerini iyi anlamak kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.

Ahmet Kabaklı nın Mevlânâ isimli eseri dikkatle incelendiğinde Mevlânâ nın yetişmesi anlamında yukarıda zikredilen altı büyük dost içerisinde babasının çok ayrı bir yeri olduğu kolayca anlaşılır. Diğer beş dostun ise kiminin bilgisi, kiminin irfanı, kiminin çılgın cezbesi, kiminin ahengi, sabrı ve sükûnu ile Mevlânâ da toplanıp tecelli ettiğinden bahsettiği görülür. Oğlu Sultan Veled in ise bu coşkun ırmakların önüne yayılarak hepsine göl olduğu ihtişamlı bir kültürü kendinde biriktirdiği, kalıba, nizama koyarak Mevlânâ geleneğinin kapılarını açtığını anlatır. Mevlânâ yı dergâhlaştıran ve devam ettiren oğlu ve torunlarının yardımı ile Sultan Veled dir. Çünkü bu ilim ve irfan güneşinin ışığını toplayıp muhafaza ederek çağlara devreden odur.

Bahâeddin Veled in vefatından bir yıl sonra Konya ya gelen Tirmizli Seyyid Burhaneddin şöhretli bir derviştir. Coşkulu oluşundan ve pervâsızlığından dolayı fahrü l meczûb (meczubların öncüsü) diye anılırdı.

O sıralarda babasının 10.000 den fazla mürid, öğrenci ve dinleyicisi Mevlânâ nın etrafında toplanmıştı. O ise onları ihya edecek gücü kendisinde bulamadığını, henüz kendisinin bile irşada muhtaç olduğunu söylüyordu. İşte Seyyid Burhâneddin böyle bir dönemde çıkageldi ve yaklaşık dokuz yıl süreyle Mevlânâ ya mürşitlik yaptı. Mevlânâ da olan ilmi babasının alâmetifarikası olan hal ilmiyle kaynaştırarak Mevlânâ ya yeni bir zenginlik kattı ve Konya dan ayrılarak Kayseri ye gitti. Seyyid Burhâneddin bir yıl sonra burada vefat etti.

1244 yılında Konya ya Şems-i Perende(uçan şems) diye anılan Tebrizli Şemseddin çıkageldi. Şems-i Tebrîzi 60 yaşlarında dur durak nedir bilmez, sıra dışı bir bilgedir. Bu sırada Mevlânâ 44-45 yaşlarındadır.

Coşkun, vasata göre uçuk, sıra dışı bir tasavvuf anlayış ve birikimine sahip olan Şems birlikte olduğu süreç içerisinde Mevlânâ da bulunan dînî ilim ve hal ilmini ilâhî aşk ile zenginleştirerek o nu mânevî muhabbet semâsında parlayan bir aşk yıldızı haline getirecektir.

Sultan Veled, Mevlânâ Şems ilişkisini Kehf Sûresinde ki Hz. Musa ile Hızır kıssasında anlatılan ilişkiye kıyas ederek Mevlânâ yı yapılan sıra dışı işlerle akıl karışıklığı yaşayan Hz. Musa ya, Şems i ise akıl sır ermez işler yaparak hikmet perdeleri aralayan Hızır a benzetmektedir.

Bilgin bir kişiliğe sahip olan Mevlânâ düzenli ve mûtedil bir tasavvuf geleneğine sahiptir. Şems ile olan ilişkisinde Mevlânâ nın bir anlamda ezberi bozulmuş, farklı bir iklime geçmiştir sanki. Genç ve güzel evlatlığı Kimyâ Hâtun ile evlendirdiği Şems in bütün dobradobr, şaşırtıcı söz, tavır düşünce ve görüşlerine aşk ve sabır ile bağlanmıştır. Şems sayesinde ilâhî aşk ile ilmik ilmik dokumuştur şiirlerini.

Şems 1246 nın Şubatında birdenbire ortadan kaybolur. Mevlânâ yarım kalmıştır sanki onun gidişiyle. Araştırmalar sonucu bulur ve geri çağırır Konya ya. 1247 nin Aralık ayında ise âdetâ sırra kadem basıp bir daha geri dönmemecesine kaybolmuştur. Kimi rivayetlere göre öldürülüp bir kuyuya atıldığı da söylenmektedir.

Onun hakkında birçok enteresan menkıbeler yer alır Mevlânâ yı anlatan kitaplarda. Mevlânâ onunla ilgili yakınlığını Bedenimizle ondan uzağız ama ikimiz de cansız, bedensiz tek nûruz. Ey arayan kişi, ister onu gör, ister beni; ben oyum, o da bendir diye ifade etmektedir

Anlatılır ki; Mevlânâ Şems i bir türlü unutamamıştı. Hüznün ve taşkınlığın rûhunu çepeçevre sardığı bir günde hedefsiz bir akışla kuyumcular çarşısına girmişti. Bir dükkânın önünde takılıp kaldı. İçeriden zarif ve bir şiir tınısını andıran çekiç sesleri gelmekteydi, bîgâne kalamadı. Sokak ortasında semâ a başladı. Dükkân sahibi Kuyumcu Selahaddin bunu gördü, çıraklarına çekiç ahengini bozmamalarını tembih ederek çıkıp semâa dâhil oldu. Selahaddin yaşlı bir bilge idi, semâ ın ahengine dayanamadı tam yıkılacakken Mevlânâ onu kucakladı ve birlikte sohbet köşesine çekildiler. Şems-i Tebrîzi den sonra Kuyumcu Selahaddin in Mevlânâ ya halifelik , ayna oluş devri böylece başlamış oldu.

Selahaddin ümmî fakat ârif bir kişi idi ve Mevlânâ nın muhibbanlarındandı. Onun hâline, duygu ve düşüncelerine vâkıftı. Telkin gücü yüksek, bakışı derin, kalbi saf, olgun ve seçkin birisi idi. Mevlânâ onu eskiden beri tanır severdi.

Mevlânâ nın Tasavvuf kültüründe var olan dünyada tanrı mazharının (Allah (cc) ın tecelli ettiği, bir anlamda zâtında zâhir olduğu kâmil insanın) yok olmayacağına, bu mazhâriyetin bir velîden bir başka kutlu insana geçeceğine dâir olan inancı Mevlânâ da çok kuvvetlidir. Mesnevî de ki şiirlerin çoğunda bu vardır. İşte Şems in kayboluşundan sonra ondaki bu ilâhî mazhariyetin Kuyumcu Selahaddin e geçmiş olduğunu inanmış olacak ki; Şems ten doğan boşluğu o nunla doldurmayı dilemişti. Onu kendisine mânevî ayna (sohbet eri), müridlerine de şeyh olarak uygun bulmuş, böylece kendisinden on beş yaş büyük olan bu zât ile on yılı aşkın sürecek olan bir sohbet çağını başlatmış oldu.

Hakkında anlatılanlara bakıldığında Kuyumcu Selahaddin in sıradan birisi olmadığı anlaşılmaktadır. 40 yaşlarında Konya ya gelip Mevlânâ nın babadan kalma mürşidi Seyyid Burhâneddin e intisap etmiş, onun nezdinde hilâfet makâmına kadar yükselmiş olan bir zâttır. Telkin gücü, temkinli oluşu, ağırbaşlılık ve gönül dilindeki zengin yetenekleriyle tebârüz etmiş birisidir.

Şems in gizli bir fırtına gibi esip ürperttiği mânevî iklimine Selahaddin mûnis bir meltem tatlılığı ve letâfeti ile dinginliği sunarak zenginleştirmiştir Mevlânâ yı.

Çelebi Hüsâmeddin Mevlânâ nın kendisinden sonra yaşayan sonuncu halîfesidir. Mesnevî nin yazılması hususunda teşvik ve yardımlarıyla çok önemli bir rol oynamıştır.

Kendisinden önce Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrîzi, Kuyumcu Selahaddin in Mevlânâ ya sağanak, sağanak yağdırdıkları ilim, hikmet, cesaret, keramet, aşk, coşku ve benzeri akışları düzenli bir şekilde yazmak sûretiyle Mesnevî de baraj gibi toplayarak cihan kültürüne engin bir zenginlik olarak akmasını sağlayacak vesileyi hazırlayan Hüsâmeddin olmuştur.

Mevlânâ artık Şems ve Selahaddin i onda görmeye başlamış, onu şeyh postuna oturtmuştur. Mesnevî nin 6 ciltte toplanmış bulunan 26. 000 beytini Mevlânâ söylemiş Hüsâmeddin ise büyük bir özveri içerisinde eli ile yazmıştır. İlk 18 beytin Mevlânâ tarafından bizzat yazıldığı rivâyet edilmektedir.

Mevlânâ yı bütün yönleri ile özümseyen ve bir kültür birikimi olarak insanlığa taşınmasının yollarını açan ise duygulu, akıllı ve kemal sahibi olan oğlu Sultan Bahâeddin Veled olmuştur.

Sultan Veled madde ve mânâ anlamında topyekûn kucakladığı bu derin ve zengin mîrâsı kurduğu tarikat kanalıyla insanlığa aktarmayı başarmıştır. Bunun oğulları kanalıyla da kalıcı kılınmasının temellerini atmayı ihmal etmemiştir.

Sultan Bahâeddin Veled babasının sağlığında onun adeta sağ kolu olmuş; ona hayranlığı, gıptası ve bağlılığı bir aşka dönüşmüş, onun için eserlerinin sağduyu ve sağlam akıl ile koruyucu, gözcü ve yorumculuğunu üstlenmiştir.

Babasının dört büyük dostu olan Seyyid Burhaneddin, Tebrizli Şems, Kuyumcu Selahaddin ve Çelebi Hüsâmeddin i üstad ve mürşid olarak benimsemiş, hepsinden faydalanmış, onları çok iyi anlamış, Mevlânâ ile olan münasebetlerini en iyi anlatan kalem olmuştur.

Mevlânâ nın mânevî ve maddî gelişiminde çok büyük emekleri olan bu beş büyük mîmâr ve hâdimin hayatlarının detaylarına girmek, her birini tüm özellikleri, Mevlânâ ile münasebet ve onun üzerindeki etkilerini izâha kalkışmak takdir edilmelidir ki ciltler dolusu kitap yazmakla ancak mümkün olacaktır. Benim burada ki tespitlerim denizden bir damla numûne niteliği taşımaktadır.

Büyük bir insan, mürşit, şâir ve gönül eri olan Mevlânâ yaşadığı dönem Konya sının kutbu ve kalbi olmayı başarmış bir sultandır. Bu öyle bir hüsn-ü kabuldür ki; bu gün olduğu gibi; etrafında sarayından halkına, Müslüman ından Hıristiyan ına ve Mûsevî sine, erkeğinden kadınına kadar uzanan geniş bir yelpazede coşkun hayran kitlesi oluşmuştu.

Etrafında sayısız müftüler, hafızlar, sazı ve sesi güzel sanatkâr kişiler, hatta ressamlar bile yer almıştır. Tasavvuf alanında ki birçok ezberi bozan böylesi geniş bir yelpazeli katılım tasavvufa farklı açılardan bakanlar nezdinde hayret ve şaşkınlık yaratıyor, Mevlânâ nın bozulduğu sonucuna varıyorlardı.

Mevlânâ nın çevre tablosunda, bir başka ifadeyle muhibbanlar ordusunda Selçuklu Sultanı 6. Rükneddin Kılıçaslan ın hanımından tutun, soylu ve halk tabakasından çok sayıda kadın da yerini almış, onun meclisinde bulunmuş, Mevlânâ yı misafir edebilmek için evlerinde Semâ meclisleri düzenlemişlerdir. Toplumun gönlünü eğlendiren cinsinden birçok günahkâr kadın bile Mevlânâ nın meclislerine katılarak mânen arınmanın yollarını aramış, sonuç olarak birçoğu asil ev kadınları ve hatta veliyyeler makamına ulaşmışlardır.

Daha önceleri onu anlamakta zorluk çeken, ona adeta sapıtmış diyenler de zamanla onu anlamaya başlamış ve ona evvelce yaklaşmayanlar etrafında halkalanmaya başlamışlardır. Öyle ki; zamanın önemli sofileri dahi onun etrafında yer almaya, onu zamanın Bayezid i, Cüneyd i ve hatta onların da efendisi saymaya kadar iletmişlerdir onunla ilgili gelişen muhabbetlerini.

Etrafında böylesi bir muhabbet ve saygı yumağı oluşturan Mevlânâ dolaşarak, konuşarak, yazarak, semâ ederek ve en önemlisi de severek yaşamış, Kur an ve Hadis âlemine çok farklı ve taptaze yorumlar getirmiş, böylece insanları tenvir etmeyi başarmıştır.

Bir güneş gibi gönülleri ışıtmış ve ısıtmıştır. Böylesi bir muhabbet iklimi tüm insanlar için olduğu gibi Mevlânâ için de kaçınılmaz bir vâkıâ olan mevt i hicranlı bir firakın rahmi haline getirmiştir sevenleri için. 17 Aralık 1273 te kendi ifadesi ile Şeb-i Âruz (vuslat, kavuşma gecesi) olan Hakk ka yürüyüşü gerçekleştiğinde yürekleri müthiş bir ıstırap kasırgası kuşatmıştır. Öyle ki; herkes sanki Güneş bir daha doğmayacak, Bahar gelmeyecek, hayat duracak zannedecek kadar teessüre kapılmışlardır.

O nun Dâr-ı Bekâ ya irtihâli ile Saray, Medrese, Dergâh, Çarşı çevreleri, köylüler, fakirler, zenginler hattâ Mûsevî ve Hıristiyanlar dâhi amansız bir hüzün yağmurunda sırılsıklam olmuşlardır.

Cenâze töreni küçük bir kıyamet provası gibi olmuştur âdetâ. Mevlânâ nın vasiyetine rağmen Sadreddin Konevî teessür ve firkatinden dolayı cenaze namazını kıldıramamış bu görevi Kadı Serâceddin yerine getirmiştir.

Mevlânâ İslam ve Tasavvufu birbirinden ayırmamış, gönül dünyasında vecd içinde kendi varlığı ile Rabbin kudretini kaynaştırıp bir aşk ikliminde O nda kaybolarak kendisini bulurken diğer yandan; engin İslâmî bilgisi ve keskin mantığı ile de her türlü fitne ve gafillikleri haykırmaktan kaçınmamıştır.

Kerâmet taslayıcı, halkı istismar edici sahte şeyhleri hicveden nice beyitleri vardır. Bir yerde onlara hepsi dünyaya bir şeyhlik lafı atmış, kendisini Beyazıd yerine koymuştur. Kendi kendine yola girmiş ve (sonunda) kendine ulaşmıştır diyerek dikkat çeker onlar hakkında.

İbâdeti ve müritliği; düşünmeden, akl etmeden, kayıtsız şartsız teslimiyet zanneden mukallitlere de demediğini bırakmaz, adeta yakalarından tutarak silkeler onları. taklit, her iyiliğin âfetidir, (taklitçi) köhne sözleri belleyip nakleder, yanan yüreği yoktur (mukallidin) diyerek ifşa eder onları.

Takvâ adına toplumdan uzaklaşarak uzlete çekilmek te reddettiği şeyler arasındadır Mevlânâ nın. Ona göre uzlet bir nevi miskinliktir ve Müslüman miskin olamaz. Hep toplumla iç içe ve hayatın içinde kalarak, mücadele ederek takva sahibi olunmalıdır. Nefsi körleterek takva arayışı doğru değildir. Kendi fıtrî gerçekliğinin üstünü kapatarak, onu inkâra kalkışarak değil bilakis onu aktif dönem ve ortamlarında maruf imkânlarla besleyerek, harama olan meylini kırmak suretiyle yenmek ve aşmakla, yani nefsinin hakkını vermekle ulaşılır gerçek takvâya.

İslam da ruhbanlık olmadığını da telkin ederek; ...Peygamber (as) Müslümanlıkta Ruhban (paspaslık) yoktur buyurdu, kendine gel, kendini hadım etme çünkü korunmak ve temiz kalmak şehvetin zıddıdır ve o varken mücadele bir anlam taşır. Şehvetin olmazsa ondan kaçınma emrine uymanın da sebebi yoktur, hevesin yoksa sabrın mânâsı da yoktur diyerek ifade eder Ruhbanlığın fıtrata aykırılığını ve anlamsızlığını.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,536
Tepki puanı
876
Puanları
113
Yaş
65
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Ona göre gerçek âlem Allah tır. O, lâ mekândır. Sınırsız ve ebedîdir. Kusursuz, ayıpsız ve ölümsüzdür. Her şeyin özü Allah tır. O nun iradesi ve Nehvâ sı ile hayat bulmuştur varlıklar. Bu dünya sadece O na kıyasla ve sadece O nun tezâhürü olarak var sayılır. Çünkü sınırlıdır, ayıplıdır ve fânîdir. Ebedî olanın varlığının yanında fânî nin varlığı bir gölgeden ibarettir. Ârif, âgâh, sır ve hikmet bilen kişinin maksadı bu fânî dünyadan kurtulup Allah (CC) ın zâtında yok olmaktır. Böyle bir durum ise akıl ve kıyas yolu ile değil gönül ve aşk yolu ile mümkün olur. Aşk öyle bir hakikattir ki; onu örtmek mümkün değildir. Onu örtmek ateşi yün ve pamuk içinde gizlemektir. Ne kadar örtersen o kadar alev alır ve eseri ortaya çıkar. Gerçi akıl bu yokluk âleminin kandilidir ama görünmeyen, ancak kavranabilen hakiki âleme varışta, mistik varlığın sırlarına ulaşmada akıl değersiz ve yetersizdir. O alanlara aşksız ulaşılması mümkün değildir.

Mevlânâ ya göre insan hem Allah (cc) ı seven (âşık), hem de Allah ın sevgilisi (mâşuktur). O eşref-i mahlûkattır. Bunun içindir ki Mevlânâ nın meclislerinde Müslümanların dışındaki insanlar da geniş anlamda yer bulurdu. O, Vettîni sûresindeki -insanı en güzel şekilde yarattık- âyetini oku! Ey dost, en değerli inci can dır buyurur. Ona göre insan rûhu ilâhî atmosferden, lâ mekândan ayrılmıştır. Sanki kamışlıktan koparıldığı için durmadan inleyen, dert yanan ve herkesi ağlatan bir ney gibidir. Bunu dinle neyden ki şikâyet ediyor. Ayrılıkları hikâye ediyor diye dillendirir Mesnevî de.

Mevlânâ ahlâkın temeline başkasını sevmeyi oturtur adeta. Bunu mum bile hem yanar, hem sıcak gözyaşı döker ve bu suretle karanlıkları yırtıp etrafı aydınlatırken, Hakk ın emrini almış ve eşyayı kullanma hakkına sahip kılınmış insanın etrafa faydalı olmaktan sakınması revâ mıdır. Bu insanın insanlığına sığar mı buyurarak bu duruma işaret eder. Ve buyurur ki; Ey oğul! Kayıtlar bağını kes, azad ol, benlik zindanından kurtulmadıkça, bu sahtelikten sıyrılmadıkça Hakk senin dostun olmaz

Mevlânâ bir mürşittir, bir mânevî önderdir, aydınların ve halkın güvenilir öğütçüsü, eğiticisi, saray, dergâh, medrese ve çarşıyı arkasına takmış, her din ve mezhepten olanlara ışık tutmuş bir Allah eri dir.

Mevlânâ nın bütün dünyası tasavvufta, tasavvuf ise Allah (cc) ta, dolayısıyla da Hz. Peygamber Muhammed Mustafa (sav) da, yâni İslam da toplanır. O kendince geliştirdiği Allah (cc) etrafında meftunca bir dönüşü simgeleyen semâ ında kendini bulurken, yine inancı gereği olarak çağında yaşayan ve gelecek zamanlarda yaşayacak olan insanların dünyevi ve uhrevi müşküllerine de kafa yorar. Onların günlük meselelerini halleden, onların sorularına ve meselelerine pratik cevaplar veren, öneriler sunan fikirleri ve öğütleri ile de hayatın tâ içindedir.

O, inancı gereği etkinlik olarak sosyal hayattan hiç kopmamıştır. Mânevi önderlik vasfını koruyarak halkın her durumda içinde ve onlarla hemhâl olur. Yine kendi ilmî ve mânevi etkinliğini ve saygınlığını hiçbir şekilde rencide ettirmeden devletin en üst kademelerinde yer alan insanların yaptıkları ile de yakından ilgilenir. Balığın baştan kokmaması için onlara, dikkat edin! Padişah ona derler ki; padişahlığı kendisinden olsun, hazinelerden, ordulardan değil. Bir sofranın etrafında yüz tane adam oturur, yer fakat baş olmak isteyen iki adam dünyaya sığmaz Padişahlar saltanatına ortak olur korkusuyla kardeşini, babasını bile öldürür vb. nasihat ve tavsiyelerde bulunmayı da ihmal etmez.

Adalet mefhumu da Mevlânâ nın gündeminden hiç düşmeyen unsurlardandır. Çünkü İslam adalet dinidir. Kadı rahmettir, savaşı(çatışmayı) bitirir. O, kıyametteki adalet denizinden bir katredir. buyurarak, adalet mekanizmasının insan ve toplum huzuru için ne kadar önemli olduğunu vurgular.

Emek, çalışma ve tevekkül hususunda söylediği şu sözler ne kadar önemlidir. Kul ol da yeryüzünde at gibi hür yürü. Cenâze gibi kimsenin sırtına binme. Tanrı nimetine küfranda bulunan ister ki herkes kendisini yüklensin de mezara ölü götürür gibi hayat boyu sırtında taşısın. Halkın boynuna binme ki ayaklarına nikris illeti gelmesin. Yükünü yalnız kendine yükle Hepiniz elinizin emeğiyle kazanın, yeyin, her müridimiz iş yapsınlar, ticaretle uğraşsınlar, hatiplik etsinler, bunu yapmayanlar beş para etmezler

Mevlânâ ilmi meyveli ağaca, denize (âb-ı hayata) kimi zaman güneşe, kimi zaman buluta benzetirken kimi zaman da şerli kişilerin elindeki ilmin eşkıyanın elinde ki kılıç gibi tehlikeli olabileceğine dikkat çeker. İlim sahibi insanların idareci kesimiyle ilişkilerine çok dikkat etmelerini de tavsiye eder ki; onların hükümranlık hırslarına ve taşkın emellerine alet etmesinler ilimlerini.

Mevlânâ; semâ meclisleri saray çevresinden, zengin ve saygın zümrelerle birlikte aynı zamanda halktan da hanımlarla dolup taşan, onlarla ilişkisini tamamen insânî, mânevî ve rûhî manada kurarak geliştiren ilk, belki de tek şeyh ve mutasavvıftır. 13. asrın başlarında böylesi bir uygulama Konya için olduğu kadar bütün bir dünya için de şaşkınlıkla izlenen bir uygulamadır. Ahmet Kabaklı Mevlânâ isimli eserinde Böylesi bir uygulama Mevlânâ nın inancının temelindeki erkek, kadın, renk, sınıf, mezhep farkı gözetilmeksizin bütün insanları sevmek, insanın içinde taşıdığı gönlün Tanrı mazharı olmak gibi büyük bir mazhariyete nail olduğuna inanmaktaki samimiyetinin sonucudur tespitinde bulunur.

Mesnevisinde Tanrı kadını erkeklere munis (yakın, dost) olarak yarattı. Âdem nasıl olur da Havva dan ayrılabilir? Kişi yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza dan bile ileri geçse, yine de hükmetme hususunda karısının esiridir (etkisinden kurtulamaz). Sözlerinin doğruluk ve etkisinden tüm âlemin sarhoş olduğu Muhammed (as) bile (Hz.Âişe (rah) ya) Kellîminî yâ Humeyrâ (benimle konuş ey beyaz kadın) derdi, tespitinde bulunarak kadın ve muhabbetinin erkeğin hayatındaki önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca Peygamber buyurdu ki;

kadınlar akıllı kişilere gönül sahiplerine (ehli dil olanlara) fazlası ile galip olurlar. Fakat cahiller kadınlara galebe ederler çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında hayvânî duygular baskın durumdadır. Sevgi ve acıma insanlık vasfıdır, hiddet ve ölçüsüz şehvetse hayvanlık vasfıdır.
Onu anlatmak çok zor gerçekten. Koskoca bir okyanusu bir damlada tarif etmek nasıl mümkün olur ki. Mevlânâ yı gereğince anlamak, hayatını ve fikirlerini kavramak da yine bir o kadar müşkül olsa gerek. Belki bir damak tatlandırması anlamında onun hayatından tadımlık aktarımlarla yetinmek zorunda olduğumun farkına varıyor insan, çaresiz olarak.

Mevlânâ beslenme kaynağı İslâm ın özü olduğuna inandığımız bir deryâdır. O deryâdan tâ kıyamete kadar nasiplenenler olabileceği gibi, sırt dönenler hatta surat asanlar da olacaktır tabi olarak. Nefislerin özünde olanı Allah (cc) tan başkası hakikatiyle bilemez. Her konuda olduğu gibi bu konuda da yüreğimizdeki hüsn-i zan ile O na sığınırız vesselam
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt