Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ölüm-Kabir-Kıyamet (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Bil ki, şu dünyaya dalan, onun süsüne aldanan ve şehvetlerine aşırı derecede muhabbet eden kimsenin kalbi, hiç şüphesiz ölümü zikretmekten gafil kalır. Hatırlatıldığı zaman da hoşlanmayıp ondan tiksinir. Onlar, Allah'ın (c.c) haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir:
"De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra siz görüleni ve görülmeyen her şeyi bilen Allah'a döndürüleceksiniz; O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir
İnsanlar üç kısımdır:
• Dünyaya ve şehvetlerine dalanlar.
• Pişman olup yeni tövbe edenler.
• Manevî kemâlâtını tamamlamış arif kimseler.
Dünyaya ve şehvetlerine dalanlar, ölümü hiç akıllarına
getirmezler. Bir gün hatırladıklarında da dünyada yapamadıkları şeyler için vahlanır, ardından da onu kötülemeye başlarlar.
Bu haldeki bir kimsenin ölümü anması, hatırlaması onu Allah'a yaklaştırmaktan daha çok uzaklaştırır.
Pişman olup tövbe eden kimse ise, kalbinden korku fışkırsın, tövbe etmesinin mânası tam yerine gelsin diye ölümü sıkça anar. Bazan o, daha azığını hazırlamadan ve tövbesi tamam olmadan ölümün yakasına yapışıvereceği korkusundan dolayı ölümü hoş görmeyebilir. Fakat o, bu yönüyle ölümden hoşlanmaması bakımından mazur görülür. Bu kişi Resûlullah Efendimizin (s.a.v),
"Kim Allah'a kavuşmayı (ölümü) istemezse, Allah da ona kavuşmayı istemez'' hadisinin tehdidi altına girmez. Çünkü bu kişi, ölümü ve Allah'a (c.c) kavuşmayı kötü görüyor değil; kusurlarından dolayı Allah'a kavuşabilme fırsatını elden kaçıracağı korkusundan dolayı bunları söylemektedir.
Bu kişinin durumu, sevgilisinin razı ve hoşnut olacağı bir şekilde ona kavuşmak için hazırlıklar yapan ve bu nedenle kavuşmayı erteleyen sevdalının durumuna benzer. İşte o, bu mâna ile Allah'a (c.c) kavuşmayı kötü gören biri sayılmaz.
Kişinin ölümden bu maksatla hoşlanmadığının alâmeti, onun ölüm için daima bir hazırlık içinde bulunması, ondan başka şeylerle meşgul olmamasıdır. Yoksa dünya sevgisine dalan kimselerin bulunduğu gruba dahil olur.
Manevî kemâlâtını tamamlamış arif kimseye gelince o dâima ölümü hatırlar. Çünkü ölüm, sevgiliye kavuşma zamanıdır. Seven hiçbir zaman sevdiğine kavuşacağı zamanı unutmaz. Hatta bu arifler çoğu zaman ölümün gelişini yavaş bulurlar; bir an önce günahkâr kimselerin doldurduğu bu dünyadan kurtulup âlemlerin rabbine kavuşmak için ölümün gelmesini isterler. Nitekim sahabeden Huzeyfe (r.a) vefatının son anlarında şöyle demiştir:
"Dost (ölüm), bana fakirlik halimde geldi. (Bu saatten sonra) pişmanlık duyan iflah olmaz. Allahım! Muhakkak sen biliyorsun ki fakirlik zenginlikten, hastalık sıhhatten, ölümüm de yaşamımdan bana daha sevimli idi. Öyleyse bana ölümü kolaylaştır da sana kavuşayım.
Günahlarından tövbe edip Allah'a güzel amellerle kavuşmak arzusunda bulunan bir kimse, ölümü hoş görmemesinde mazur olduğu gibi, arif kimse de ölümü istemesi ve onu temenni etmesinde mazur sayılır.
Bu ikisinden daha yüksek bir mertebe ise, işini Allah'a havale eden, nefsi için ölümü veya yaşamı tercih etmeyen kimsenin mertebesidir. O kimse için her şeyin en iyisi ve en sevimlisi mevlâsı için en sevimli olanıdır. Böyle bir kimse ileri seviyedeki sevgi ve muhabbetinin çokluğundan dolayı rıza ve teslimiyet makamına ulaşmıştır; işte asıl gaye ve hedef budur.
Her halükârda ölümü anmakta bir sevap ve fazilet vardır. Çünkü dünya sevgisine dalan dahi ölümü anmakla yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaya başlar. Zira artık onun için dünyanın nimetleri sıkıntı vermeye başlar, dünyanın lezzeti gider. İnsana dünyanın lezzet ve şehvetlerini acılaştıran her şey aslında onun için bir kurtuluş sebebidir.
SÜREKLİ ÖLÜMÜ ANMANIN FAZİLETİ
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "Lezzetleri kesip atan ölümü çokça zikrediniz."
Yani, ölümü zikrederek dünya zevklerini kendinize acılaştırın ki, ona olan bağlılığınız kopsun ve bu vesileyle de Allah'a yönelebilesiniz. Resûl-i Ekrem (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, Hadisin bir başka rivayetinde geçen "hadim" ifadesi ile mâna, "Lezzetleri yıkıp yok eden ölümü çokça anın" şeklinde olmaktadır.ÖLÜM ve SONRASI
"Eğer insanların ölüm hakkındaki bildiklerini hayvanlar bilselerdi, (korkudan erirlerdi de) onlardan besili bir et yiyemezdiniz"8 buyurmuşlardır.
Hz. Âişe (r.anh) Hz. Resûlullah'a, "Ey Allah'ın Resulü, şehitlerle beraber hasredilecek biri var mıdır?" diye sorduğunda Resûlullah (s.a.v),
"Evet, bir gün ve gecede yirmi defa ölümü anan kimse şehidlerle beraber haşredilecektir"buyurmuşlardır.
Ölümü anmanın bu kadar faziletli olmasının nedeni, insanı bu aldatıcı dünyadan uzaklaştırması ve âhiret için hazırlık yapmaya teşvik etmesidir. Ölümden gafil kalmak ise insanın dünyanın şehvetlerine dalmasına sebep olur. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyururlar ki: "Ölüm müminin hediyesidir."
Hz. Peygamber'in (s.a.v) böyle söylemesinin sebebi şudur: Bu dünya müminin zindanıdır; çünkü orada daima bir sıkıntı içerisinde olur. O, nefsine karşı mücahede, dünyanın zevklerine karşı bir riyazet ve şeytanın hilelerine karşı daima bir savunmanın içerisindedir. Ölüm, onun bu işkenceden kurtuluşudur. Dolayısıyla bu kurtuluş da kendisi için bir hediye olmuş olur.
Yine Resûl-i Ekrem bir hadis-i şeriflerinde, "Ölüm, her mümin için bir kefarettir" buyurmuşlardır.
Irâkî hadisi bu lâfızlarla bulamadığını söyler. Zebîdî, İthâfü's-Sâde isimli eserinde, isnadın Taberânî'nin el-Evsat'ında geçen rivayetini zikretmiştir. Rivayet şöyledir; "Ey Âişel Ümmetimin şehidleri azaldığı zaman, kim her gün yirmi beş defa, 'Allahıml Bu günümü ve bugünden sonrasını benim için hayırlı ve bereketli kıl' der de, sonra yatağındayken ölürse, Allah ona şehidlerin kazandıkları mükâfatı verir"
Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu sözleriyle şunu kastetmiştir: Gerçek müslüman, samimi mümin; müslümanların, onun elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. Onda müminlerin güzel ahlâkları yerleşmiştir; o ufak tefek küçük günahların dışında büyük günahlarla kirlenmemiştir. İşte ölüm, kendisini o küçük günahlardan arındırır; farzları edâ etmiş ve büyük günahlardan sakınmış ise, ona kefaret olur (kötülüklerini temizler).
Atâ-i Horasânî anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) içinden kahkahaların yükseldiği bir meclise uğradı ve, "Meclisinizi zevkleri bulandıran şeyle karıştırınız" buyurdu. Oradakiler, "Ey Allah'ın Resulü, nedir o zevkleri bulandıran şey?" diye sordular. Resûlullah (s.a.v), "Ölümdür"cevabını verdi.
Enes b. Mâlik'ten (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Ölümü çokça anın; zira o, günahları temizler ve gönlü dünyadan uzaklaştıHz. Peygamber (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde de, "Ayırıcı (dünyadan kopana) olarak ölüm yeter"u buyururlar.
Bir başka hadislerinde ise, "Bir nasihatçi olarak ölüm yeter" buyurmuştur.
Bir gün Allah Resulü (s.a.v) mescide vardığında birtakım insanların konuşup gülüştüklerini duydu; onlara,
Peygamber'in kahkaha atarak gülen bir topluluğun yanına uğradıktan sonra, "Lezzetleri yakıp yok eden ölümü çokça anın" hadisini nakleder;
"Ölümü anın! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, şayet benim bildiklerimi sizler bilseydiniz, az güler çok ağlardınız"^ buyurdu.
Bir defasında, Allah Resûlü'nün yanında bir adamın ismi anılınca oradakiler onu övmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v), "O arkadaşınız ölümü nasıl anardı?"diye sordu; oradakiler, "Biz onun ölümü andığını hiç işitmedik" dediler. Hz. Peygamber (s.a.v),
"O halde arkadaşınız sizin övdüğünüz gibi değilmiş" buyurdular.
Abdullah b. Ömer (r.a) anlatıyor: Resûlullah'ın yanında on kişi bulunuyordu, en son ben gelmiştim. Ensardan bir zat, "Ey Allah'ın Resulü! insanların en akıllısı ve en şereflisi kimdir?" diye sordu. Resûlullah (s.a.v) şu cevabı verdi:
İnsanların en akıllıları ölümü çokça anan, ona en fazla hazırlananlardır. İşte en akıllı olanlar onlardır. Onlar dünyada şeref kazanıp âhirete Allah 'm ikramları ile giderler."
 

Ayşegül00

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Şub 2009
Mesajlar
1,408
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
32
allah razı olsun ....ölümü unutmamak dileğiyle....
 

ya mucib

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Ara 2008
Mesajlar
1,037
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
33
ALLAH razı olsun kardeşimmm
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İSLÂM BÜYÜKLERİNİN KONUYLA İLGİLİ SÖZLERİ
Hasan-ı Basrî der ki: "Ölüm dünyanın bütün rezilliklerini ortaya çıkardı da akıl sahipleri için onda zevk alınacak bir şey bırakmadı."
Rebî' b. Huseym, "Kişinin beklediklerinin içerisinde ölümden daha hayırlısı yoktur" demiştir. Yine Rebî şöyle diyordu: "Beni kimseye anlatmayınız; yalnızca rabbime havale ediniz."
Hikmet ehlinden bir zat dostlarından birine gönderdiği mektubunda şöyle diyordu: "Ey kardeşim! Ölümü arayıp da bulamayacağın diyara (âhirete) göç etmeden önce bu dünyada iken ondan sakın, hazırlıklı ol."
ibn Sîrîn'in yanında ölüm anıldığı zaman bütün azaları sanki hayatiyetini kaybetmişçesine dona kalırdı.
Ömer b. Abdülaziz her gece âlimleri bir araya toplar; beraberce ölümden, kıyametten ve âhiretten bahseder, sonra da sanki önlerinde cenaze varmışçasına ağlarlardı.
İbrahim-i Teymî şöyle der: "İki şey benden dünya zevkini kesip attı; ölümü hatırlamak ve Allah Teâlâ'nın huzurunda nasıl hesap vereceğimi düşünmek."
Kâ'b Ahbâr, "Ölümü bilen kimseye dünyanın bütün musibetlerini ve kederlerini çözmek kolay gelir" demiştir.
Ebû Bekir Mutarrif şöyle anlatır: "Bir gün Basra Mescidi'nde idim. Uykudaki birinin gördüğü gibi ben de birinin şöyle seslendiğini gördüm: "Ölümü anmak, Allah'tan korkanların kalplerini paramparça etti. Allah'a (c.c) yemin olsun onları şaşkın bir halde görürsün."
Ebû Hânî Eş'as anlatıyor: "Hasan-ı Basrî'nin sohbetlerine devam ederdik. Onun sohbetlerinin konusu daima cehennem, âhiret olayları ve ölümü anmak oluyordu."
Tabiînden Safiyye (rah) anlatıyor: "Kadının biri, Hz. Âişe'ye (r.anh) kalbinin katılığından yakındı. Hz. Âişe (r.anh) ona, 'Öyleyse ölümü çokça an; kalbin yumuşar' dedi. Kadın Hz. Âişe'nin dediğini yaptı; kalbi yumuşadı. Sonra ona gelip teşekkür etti."
Hz. İsa'nın (a.s) yanında ölümden bahsedilince vücudundan ter yerine kan damlardı.
Hz. Davud'un (a.s) yanında ölüm ve kıyametten söz edildiğinde, mafsalları birbirinden ayrılma dercesine gelinceye kadar ağlar; Allah'ın rahmetinden bahsedilince de kendisine gelirdi.
Hasan-ı Basrî der ki: "Ne kadar akıllı insan gördüysem, muhakkak onun üzerinde ölüm korkusunu ve üzüntüsünü hissetmişimdir."
Ömer b. Abdülaziz âlimlerden birine, "Bana öğütte bulun" dedi. Âlim, "Sen ölecek ilk halife değilsin" dedi. Ömer, "Biraz daha nasihat et" deyince âlim şöyle devam etti:
"Hz. Âdem'e (a.s) varıncaya kadar bütün ataların ölümü tattı; nöbet sırası sana gelmiştir." Bunları duyan Halife Ömer ağlamaya başladı.
Rebî' b. Huseym evinde bir kabir kazmıştı. Her gün birkaç kez buraya girer, içinde ölümü zikreder ve, "Bir an olsun kalbimden ölümü hatırlamak çıksa kalbim bozulur" derdi.
Mutarrif b. Abdullah b. Şıhhîr şöyle diyordu: "Şu ölüm var ya, servet sahiplerine hayatı zehir etti. Öyleyse ölüm olmayan yer için servetler hazırlayınız."
Ömer b. Abdülaziz, Anbese'ye şunları söylemiştir: "Ölümü çokça an, eğer rahat içinde yaşıyorsan onu sana daraltır; darlıkta isen onu sana genişletir, teselli eder."
Ebû Süleyman Dârânî (rah) anlatıyor: Ümmü Harun'a (rah), "Ölümden hoşlanır mısın?" diye sordum. O, "Hayır, hoşlanmam" dedi. "Niçin?" diye sordum, "Çünkü bir adama karşı koysam, bir daha onunla karşılaşmak istemem. Allah'a isyan eden biri olarak, beni ona ulaştıracak olan ölümü nasıl isteyebilirim ki!" diye cevap verdi.

ÖLÜMÜ HATIRLAMAYI KALBE YERLEŞTİRMENİN YOLLARI
Bil ki, ölüm korkutucu, tehlikesi ise çok büyüktür. İnsanların ondan gafil olmalarının sebebi onu az düşünüp az zikretmeleridir. Onu ananlar da kalplerini her şeyden arındırarak temiz bir kalple değil, dünya şehvetleri ile meşgul bir kalple andıklarından, bu onların kalplerinde bir tesir meydana getirmez.
Bunun çaresi, kulun gözünün önündeki ölümden başka, kalbindeki her şeyi çıkarıp atmasıdır. Bu aynen, tehlikeli bir çöl veya deniz yolculuğuna çıkacak kişinin düşüncelerini sadece bu yolculuk üzerine yoğunlaştırmasına benzer. Ölümün zikri kulun kalbine yerleştiği zaman, çok sürmez, ona hemen tesir etmeye başlar. Bunun sonucunda o kişinin dünyaya karşı keyfi azalır, kalbi onun şehvetlerine meyletmez.
Ölümü hatırlamanın kalbe fayda sağlamasının en tesirli yolu, senden önce göçen akranlarını ve emsallerini çokça anman, onların ölümlerini ve yıkılıp toprak altına girdikleri durumlarını hatırlaman, makam ve mevkilerindeki güzel şekillerini gözünün önüne getirmenle olur. Sonra, toprağın onların güzel suretlerini nasıl çürüttüğünü düşünmen, kabirlerinde âzalarının nasıl birbirinden ayrıldığını hayaline getirmen, kadınlarını dul; çocuklarını nasıl yetim bıraktıklarını, mallarını terkettiklerini görmen; onların mescidlerde ve meclislerdeki boş kalan yerlerine ibretle bakmanla olur.
Bir insan, ölen birinin bütün hayat safhalarını ve hallerini düşündüğünde, kalbinden onun nasıl öldüğünü düşünür; onun şeklini hayaline getirir; nasıl neşelendiğini, koşuşturmacalarını, hayat ve yaşam ümitlerini, ölümü hiç hatırına getirmediğini, dünyalık şeylere aldanışını, kuvvetine ve gençliğine güvenişini, gülüşmeye, oyun ve eğlenceye meyledişini, önünde duran ve çabucak kendisine yetişen ölümden ve felâketten nasıl habersiz olduğunu, hayatta iken hareket halinde olduğunu fakat şimdi ayaklarının ve mafsallarının çürüyüp yok olduğunu, konuşan dilinin kurtlar ve böcekler tarafından nasıl yenildiğini, gülen dişlerinin arasının nasıl topraklarla dolduğunu, belki ölümüne bir ay dahi kalmadığı halde, ihtiyacı olmamasına rağmen on yılın sonrasının derdine düşüp tedbirlerini aldığını, hiç ummadığı gafil bir anında ölümün pençesine yakalandığını, ölüm meleğinin kendisine gözüküp cennetlik mi, cehennemlik mi olduğunu haber verdiğini hatırına getirir.
İşte bu düşüncelere dalan kimse nefsine bir bakar ve kendisinin de onun gibi olduğunu düşünür. Gafletinin onun gafleti, akıbetinin de onun akıbeti gibi olacağını anlar (ona göre çalışır ve maksadına ulaşır).
Ebü'd-Derdâ (r.a) şöyle demiştir: "Ölüleri andığında kendini de onlardan biri olarak say."
İbn Mesud (r.a), "Bahtiyar kişi başkasından ibret alandır" demiştir.
Ömer b. Abdülaziz (rah) der ki: "Her gün, sabah akşam birini hazırlayıp Allah'a yolcu ettiğinizi, sonra da onu toprağın içine bıraktığınızı görmez misiniz? Böylece o, toprağı kendisine yastık ediniyor, dostlarından ayrılıp bütün her şeyden ilişkisini kesmiş bulunuyor."
Bu ve buna benzer düşünceleri devam ettirmek, kabirlere gitmek ve hastaları ziyaret etmek kalpte ölüm düşüncesini taze tutar; hatta bu düşünce onda öyle bir hal alır ki ölüm gözünün önünden ayrılmaz. İşte o zaman ölüme hazırlık başlamış ve dünyadan uzaklaşmış olur. Yoksa sadece ölümü kalbin dışıyla anmanın, onun hakkında tatlı tatlı
konuşmanın, ikaz ve uyarı hususunda faydası gerçekten çok azdır.
İnsan, dünya nimetlerinden bir şey hoşuna gittiğinde, hemen o anda bir gün ondan ayrılacağını aklına getirmelidir.
Bir gün İbn Mutî' evine baktı; onun güzelliğine hayran kaldı. Sonra, "Allah'a yemin olsun ki, eğer ölüm olmasa seninle sevinir, varacağımız dar bir mezar olmasaydı dünya ile gözlerimiz aydın olurdu" dedi ve yüksek sesle ağlamaya başladı.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
KISA EMELİN FAZİLETİ
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) Abdullah b. Ömer'e (r.a) şöyle buyurmuştur:
"Sabah olunca akşama çıkacağını, akşam olunca da sabaha çıkacağını düşünme. Hayatından ölümün, sıhhatinden de hastalığın için bir şeyler ayır. Ey Abdullah, yarın isminin (halinin) ne olacağını hiç bilemezsin."
Hz. Ali'den (r.a) gelen bir rivayette Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Sizin için beni en çok korkutan şey; hevâya (şehvetlere) uymak ve uzun emeldir. Hevâya uymak sizin Hakk'a ulaşmanızı engeller. Uzun emel ise dünya sevgisinden kaynaklanır." Hz. Peygamber (s.a.v) sonra şöyle devam etmiştir:
"Dikkat edin! Allah Teâlâ dünyayı sevdiklerine de sevmediklerine de verir. Fakat bir kulunu sevdiği zaman ona imanı bahşeder. Dikkat edin! Bazı insanlar dinin, bazıları ise dünyanın derdine düşerler. Sizler dinin derdine düşün, dünyanın kulu kölesi olmayın.
Dikkat edin! Dünya arkasını dönüp gitmektedir. Dikkat edin! Âhiret yönelmiş (size doğru) gelmektedir. İyi biliniz ki, sizler amelin olduğu fakat hesabın olmadığı bir dünyadasınız. İyi biliniz ki, sizler amelin olmadığı hesap gününe doğru yaklaşmaktasınız."
Ümmü'l-Münzir (r.anh) anlatıyor: Bir akşam vakti Resûlullah (s.a.v) bir grubun yanına vardı, onlara, "Ey insanlar! Allah'tan utanmıyor musunuz?" buyurdu. Oradakiler, "Ne oldu ey Allah'ın Resulü?" diye sordular. Allah Resulü (s.a.v),
"Çünkü yiyemeyeceğiniz şeyleri biriktiriyor, ulaşamayacağınız hayallere kapılıyor ve içinde oturamayacağınız evler inşa ediyorsunuz" buyurdular.
Ebû Saîd-i Hudrî (r.a) anlatıyor: Üsâme b. Zeyd, bir ay sonra ödemek üzere 100 altına Zeyd b. Sâbit'ten (r.a) bir câriye satın aldı. Bu haberi işiten Resûlullah'ın (s.a.v) şöyle dediğini işittim:
"Üsâme'nin bir aylık vade ile yaptığı alışveriş sizin tuhafınıza gitmiyor mu? Gerçekten Üsâme uzun emel (uzun hayal) sahibi biriymiş. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, gözlerimi açtığımda bir daha kapatmadan, yukarı kaldırdığımda aşağıya indirmeden öleceğimi, ağzıma bir lokma aldığımda da onun boğazımda takılıp kalacağını ve Allah'ın (c.c) ruhumu kabzederek öleceğimi düşünürüm." Sonra Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Ey âdemoğullarıl Eğer akıllı iseniz kendinizi ölülerden sayınız. Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, size vaad edilen (ölüm) mutlaka gelecektir, siz bunu engelleyemezsiniz."
İbn Abbas (r.a) anlatıyor: Resûlullah Efendimiz su döktüğünde (hela ihtiyacını giderdiğinde) hemen akabinde teyemmüm alırdı. Ben kendisine, "Ey Allah'ın Resulü, yakınınızda su varken bu teyemmüm niye?" diye sorduğumda şöyle buyurdu: "Bilemem; belki suya ulaşamam diye!"
Rivayet edildiğine göre; bir keresinde Resûlullah (s.a.v) eline üç tane sopa aldı. Birini önüne, diğerini yan tarafına dikti. Üçüncüsünü de uzak bir yere... Sonra ashabına hitaben, "Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz?" diye sordu. Ashab, "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.v) onu şöyle anlattı:
"Bu insan, bu eceli, bu da emelleridir (hayalleri). İnsanoğlu emellerinin peşinden koşarken, daha ona ulaşamadan eceli onu yakalayıverir."
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyuruyor:
"İnsanoğlunun durumu, etrafını doksan dokuz tane temenninin (arzu ve isteğin) kuşatmasına benzer. Eğer bu arzular onun yakasını bırakmışsa, artık iyice yaşlanmış demektir."
İbn Mesud (r.a) demiştir ki: "Şu inşan, şunlar da onun etrafını saran tehlikelerdir ve ona doğru gelmektedir. Bu tehlikelerin ötesinde ihtiyarlık vardır. Uzun emel (boş beklentiler) ise ihtiyarlıktan sonra gelir. İnsan çeşitli temenniler içerisinde iken bu tehlikeler ona doğru gelmektedir. Allah neye emrederse, o kulun başına gelir. Bunlardan hiçbiri başına gelmeze, onu ihtiyarlık öldürür. O ise ihtiyarlığın ötesindeki bir şeyleri temenni edip durmaktadır."
Abdullah b. Mesud (r.a) anlatıyor: "Bir defasında Resûlullah (s.a.v) bize bir şey anlatmak için yere dörtgen çizdi. Ardından bu dörtgenin ortasına bir çizgi çekti. Bu çizginin yan tarafına doğru birçok çizgi çektikten sonra da bir çizgiyi dörtgenin dışına taşırdı. Sonra bize, 'Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz?' diye sordu. Bizler, 'Allah ve Resulü daha iyi bilir' dedik. Resûlullah (s.a.v) ortadaki çizgiyi göstererek, 'Buinsandır'; (etrafındakini göstererek) 'Buda onu kuşatan ecelidir'; (ortadaki çizginin etrafını saran çizgileri göstererek) 'Bunlar ise insanı devamlı sıkıntı ile eriten olaylardır. Biri başa gelmese diğeri gelir, insanı yıpratır.' Dışarıya çıkan çizgiyi göstererek, 'Şu da insanın emelleridir' (hayalleri) buyurdular."
Enes b. Mâlik'ten (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
İnsanoğlu yaşlandığı halde kendisiyle birlikte iki huyu sürekli kalır. Bunlar, dünya hırsı ve emelleridir (nihayetsiz hedefleri)."
Hadis bir diğer rivayette şöyledir: İnsanoğlu ihtiyarladığı halde kendisiyle beraber iki haslet genç kalır. Bunlar, dünya malına ve uzun yaşamaya olan hırsı."
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurur: "Bu ümmetin ilk dönemindekiler yakînî imanları ve zühdleri sayesinde kurtuldular. Son döneminde gelenler ise cimrilik ve uzun emel (nihayetsiz arzu ve istekler) nedeniyle helak olacaklardır."
Şöyle anlatılır: Bir ara isâ (a.s) otururken yaşlı bir adamın kürekle yeri kazdığını gördü ve, "Allahım! Onun kalbinden nihayetsiz emelleri çıkar" diye dua etti. Biraz sonra adam işini bırakıp yere yattı, öylece bir müddet bekledi. Bunu gören İsâ (a.s), "Allahım! Ona emelleri iade et" diye duada bulundu. O anda adam ayağa kalkarak tekrar çalışmaya başladı, isâ (a.s) adamın yanına giderek neden bu şekilde davrandığını sordu. Yaşlı adam şöyle dedi:
"Bir ara çalışmakta iken nefsim bana, 'İhtiyarladın, daha ne zamana kadar çalışacaksın?' dedi, ben de küreği bir tarafa atıp yan yattım. Bu sefer de nefsim bana, 'Hayatta olduğun müddetçe maişetinin temini için çalışmak zorundasın' dedi, ben de kalktım, küreğime sarılıp çalışmaya başladım."
Hasan-ı Basrî (rah) anlatıyor: Bir gün Resûlullah (s.a.v) sahabelerine, "Hepiniz cennete girmek istiyor musunuz?" diye sordu. Sahabeler, 'Evet, ey Allah'ın Resulü" dediler. Resûl-i Ekrem (s.a.v),
"O zaman emellerinizi kısa tutun, ölümünüzü gözlerinizin önüne getirin ve Allah'tan tam manasıyla haya edin"
buyurdular.
Resûlullah (s.a.v) bir duasında şöyle demiştir:
"Allahım! Âhiretim hayırlarına engel olan dünyadan sana sığınırım. Ölümün hayırlarını engelleyen hayattan sana sığınırım. Salih amel işlemeye mani olan uzun emelden sana sığınırım."
 

ramora

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Tem 2008
Mesajlar
409
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
güzel bir paylaşımdı Allah razı olsun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
UZUN HAYAL KURMANIN SEBEPLERİ ve TEDAVİ YOLLARI

Bil ki, uzun emel kurmanın (uzun hayaller peşinde olmanın) iki temel sebebi vardır:
• Dünya Sevgisi
• Cahillik
Dünya Sevgisi
Dünya sevgisine bağlanıp uzun hayaller peşinde olmak şöyle olur:
Kul dünyaya muhabbet gösterip onun şehvetlerine, lezzetlerine ve onunla alâkalı şeylere bağlandığı zaman ondan ayrılmak kendisine zor gelir. Muhabbetle bağlandığı şeylerden kendisini ayıracak olan ölümü anmayı istemez. Hoşlanmadığı tüm şeylerden kendini uzak tutar. İnsanın kalbi birçok kuruntu ile doludur. Nefsi daima muradına uygun düşler peşindedir. Bütün arzusu dilediği kadar dünyada kalabilmektir. Bunun için hep dünyayı düşünür ve içinde hep dünya için bir şeyler ölçüp biçmeye başlar.
Dünyada devamlı kalabilmek arzusuna bağlı olarak; mal, evlât, ev, dost, binecek ve diğer ihtiyaçları üzerinde planlar kurup hazırlıklar yapar. Kalbi bu düşüncelerin üzerinde durur, hep bunları düşünür. Ölümü anmaktan gafil kalır. Onun yakın olduğunu düşünmez.
Kimi zaman ölüm aklına gelse, onun için hazırlık yapma gereğini farketse de kendi kendine, "Daha gençsin, önünde çok uzun zaman var, vakti geldiğinde tövbe edersin" der. Yaşı biraz ilerlediğinde de, "İhtiyarlayınca tövbe edersin" der. İhtiyarlık gelip çatınca ise, "Bu evin inşaatını bitir, şu araziyi bakımlı hale getir, bu yolculuktan dön öyle, şu çocuğunu büyüt, evlendir, ev-bark sahibi yap, şu beni kahreden düşmanımın başına bir musibetin geldiğini göreyim öyle tövbe edeyim" diye hep erteler.
Cehennem ehlinin ekserisinin feryadı bugünün işini yarına bırakmaktandır. Onlar orada, "Yapmamız gerekenleri ertelediğimiz için eyvahlar olsun bize!" diyeceklerdir.
İbadet ve itaatlerini daima erteleyen zavallı kimse, bugün için ertelemek istediği şeyin, yarın tekrar kendisiyle beraber olacağını bilmez ki! Ancak o, bu süreyi uzatarak düşüncelerinin daha da kuvvetlenmesini ve derinleşmesini sağlamış olur. Dünyaya dalanın, onun bekçiliğini yapanın boş vakti olacağını sanır. Eyvah ki eyvah! Dünyanın meşgalelerinden ancak onu atanlar kurtulabilir. Şairin de dediği gibi:
Bitirememiştir hiç kimse dünyadan muradını, Bir haceti tükenirken diğeri alır yerini.
Bütün bu temennilerin ve boş hayallerin temelinde dünya sevgisi, onun şehvetlerine bağlılık ve Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) şu hadisinin mânasından gaflet vardır:
"Sevdiğini dilediğin kadar sev; hiç şüphesiz ondan ayrılacaksın.
Cahillik
İnsan bazan gençliğine güvenerek ölümün yakınlığını uzak görür. O zavallı, şayet beldesindeki ihtiyarlar sayılsa sayılarının gençlerin onda biri kadar bile olmadığını hiç düşünmez. Bunun sebebi, ölümün gençlerde yaşlılara oranla daha çok olmasındandır. Öyle ki, bir ihtiyar ölene kadar bin çocuk ve genç ölmektedir.
Bazan da kişi sıhhatine güvenerek ölümü ve onun ansızın çıkıp gelivermesini uzak bir ihtimal olarak görür. O gafil insan ölümün kendisine uzak olmadığını bilmez. Şayet ölümün onun yakasına yapışması uzak bir ihtimal olsa bile ansızın hastalanması pek yakındır. Zira tüm hastalıklar hiç beklenmedik bir anda belirir. Kişi hastalandığında da ölüm ona uzak olmuş olmaz.
Eğer bu gafil insan biraz düşünse, ölümün belli bir vaktinin olmadığını; genç, olgun, ihtiyar, yaz, kış, sonbahar, ilkbahar, gece, gündüz ayrımı yapmadığını bilir ve ona hazırlık yapmakla meşgul olurdu. Fakat bu gibi şeylerden cahil olması, dünyaya olan sevgisi onu uzun hayaller kurmaya çağırması ve yakın olan ölümü hatırlamaktan gafil kalması nedeniyle o kimse devamlı ölümün kendisinden çok ötede olduğunu zanneder. Bir gün ölümün başına gelip kendisini pençesine alacağını düşünmez.
O hep başkasının cenazesini kefenleyeceğini zanneder; kendisinin kefenleneceğini düşünmez. Bunun nedeni ölümü ve kefenlenmeyi daima başkalarının üzerinde görmesindendir.
Kendisinin ölümüne gelince; ondan hoşlanmaz; onu düşünmez bile! Çünkü o kendisi için hiç olmamıştır. Oldu mu da başka bir defa daha gerçekleşmez. Bu ilk ve sondur. Bunun için onun takip edeceği yol, kendisini daima başkaları ile kıyaslaması, hiç şüphesiz kendisinin de cenazesinin omuzlar üzerinde taşınıp kabre bırakılacağını bilmesidir.
Belki de, şu an kişinin kabri boşaltılmış, lahdinin üzerine konulacak tuğlalar hazırlanmıştır; onun ise hiçbir şeyden haberi yoktur. Gerçekten bugünün işini yarına ertelemek koyu bir cehalettir.
Uzun hayaller peşinde olmanın sebeplerinin cehalet ve dünya sevgisi olduğunu bildiğin zaman onun tedavisinin bu sebepleri ortadan kaldırmak olduğunu anlarsın.
Cehaleti ortadan kaldırmanın yolu, huzurlu bir kalp ve safi bir düşünceyle tefekküre dalmak, kalpleri tertemiz olan insanların hikmetli sözlerine kulak vermektir.
Dünya sevgisini kalpten çıkarıp atmaya gelince; bunu gönülden çıkarmak gerçekten zor bir iştir. Bu öyle müzmin bir hastalıktır ki onun tedavisinde öncekiler ve sonrakiler âciz kalmışlardır. Onun tek bir ilâcı vardır, o da âhiret gününe iman etmek; oradaki azabın büyüklüğüne ve sevabın çokluğuna inanmaktır. Kişi ne zaman bunlara yakînî bir iman ile inanırsa dünya sevgisi ondan çekip gider. Çünkü değeri büyük olan şeyleri istemek, kıymetsiz olan şeyleri kalpten silmek demektir.
Kul dünyanın basitliğini gördüğü, âhiretin'de ihtişamının farkına vardığı zaman artık dünyaya tenezzül etmez. Doğudan batıya dünyanın bütün nimetleri kendisine verilse dahi o dönüp bakmaz. Dünyadaki nasibinin azıcık bir şey olduğunu, bunun da insanı kederlendiren, midesini bulandıran şeyler olduğunu bildikten sonra nasıl ona iltifat etsin ki? İnsan böyle bir dünya ile nasıl sevinebilir? Âhirete iman eden birinin kalbinde dünya sevgisi yerleşebilir mi?Allah Teâlâ'dan sâlih kullarının dünyayı gördükleri gibi bize de göstermesini dileriz.
Ölümü hatırlayabilmek için, emsal ve akranlarının ölümlerini düşünmekten, onların cenazelerine ibretle bakmaktan daha etkili bir tedavi yolu yoktur. Bak, ölüm nasıl hiç ummadıkları bir anda onları yakalayıverdi?
Ölüme ve ölümden sonraki hayata hazırlanan gerçekten büyük bir kurtuluşa ermiştir. Uzun hedefler peşinde koşan ise gerçekten büyük bir hüsran ve zarar içerisindedir.
işte bunun için insan her an, her saat etrafına ve azalarına ibret nazarıyla bakmalı, kabirde kurtların kendisini nasıl kemireceklerini, kemiklerinin nasıl ufalanıp dağılacağını, haşere ve böceklerin hangi göz bebeğinden yemeye başlayacaklarını, vücudunda ne varsa hepsinin o böceklere yem olacağını düşünüp orada Allah rızâsı için öğrenilen ilimden ve yapılan amelden başkasının fayda vermeyeceğini tefekkür etmesi gerekir.
Yine aynı şekilde karşılaşacağı kabir azabını, Münker ve Nekir'in sorgulamalarını, tekrardan dirilmeyi ve hesap için toplanmayı, kıyametin korkutucu hallerini, o büyük arz günündeki hesaba gelin çağrısını düşünüp hayalinde canlandırmalıdır.
İşte bu ve benzeri düşünceler ölümü anmayı kalbe sevimli hale getirir ve insanı ona hazırlık yapmaya sevkeder.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
UZUN ve KISA HAYALLER PEŞİNDE OLAN İNSANLARIN DERECELERİ

Bil ki, insanlar bu hususta farklı derecelere sahiptir. Bazısı dünyada ebedî olarak kalmayı ister ve buna arzu duyar. Bunların durumu hakkında âyet-i kerimede şöyle buyurulur:
".. (Onlardan) her biri bin yıl yaşamayı arzular."
Kimileri yaşlanıncaya kadar gördüğü en ihtiyar insanlar kadar yaşamayı ister. Bunlar dünyaya karşı aşırı muhabbet besleyenlerdir. Bunlar hakkında Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"İhtiyar kimse yaşlılıktan dolayı boyun kemikleri birbirine geçse dahi o, dünya sevgisinde gençtir. Ancak takva sahipleri böyle değildir. Onlar ise pek azdır."
İnsanlardan bir kısmı sadece önündeki bir yılın temennileri içerisindedir. O senenin haricindeki zamanlar için herhangi bir şeyle meşgul olmaz, gelecek yıl yaşayabileceklerini düşünmezler. Onlar yazın kış için; kışın da yaz için hazırlıklar yaparlar. Kendilerine bir yıl kadar yetecek miktarda erzak topladıkları zaman ibadete koyulurlar.

Bir kısmı mevsimlik ümitler içindedir; yazda ise yaz, kışta ise kışın hazırlıklarını yaparlar. Onlar yazda iken kışlık; kışta iken de yazlık elbise telâşına düşmezler.
Onlardan bir kısmı temennilerini sadece bir gün ve geceye yani yirmi dört saate hasretmişlerdir. Yalnızca o günün hazırlığını yaparlar, yarın için asla bir hazırlıkta bulunmazlar.
İsâ (a.s) şöyle demiştir: "Yarının rızkı için düşünüp durmayın. Eğer yarın için ömrünüz varsa elbette rızkınız da onunla beraber gelir. Yok, eğer yarına ulaşamayacaksanız başkasının hayatı için kaygılanmayın."
Bazı insanlar da vardır ki onların temennileri bir saati bile geçmez. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v) Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a şöyle buyurmuştur:
"Sabah olunca akşama çıkacağını, akşam olunca da sabaha çıkacağını düşünme."
Aynı şekilde bazı insanlar da bir saat dahi yaşayabileceklerini düşünemezler. Nitekim Resûlullah Efendimiz (s.a.v) su döktükten sonra suya yakın olmasına rağmen hemen oracıkta teyemmüm almış, bunun nedenini soranlara da, "Belki suya ulaşamam diye (böyle yaptım)!"demiştir.
Kimilerinin de ölüm hep gözlerinin önündedir. Sanki her an öleceklermiş gibi onu gözetleyip dururlar. Bu kişiler, namazlarını sanki dünyaya veda edecek olan kişilerin namazları gibi kılarlar. Bu hususta Muâz b. Cebel'den (r.a) gelen bir rivayet vardır; şöyle ki:
Resûlullah (s.a.v) kendisine, imanının hakikati nedir diye sorduğunda Muâz (r.a), "Bir adım attığımda diğer adımımı yere basamayacağımı düşünüyorum" demiştir.
Habeşistanlı sâlihlerden olan Esved hakkında şöyle anlatılır: Bir gece namaz kılarken (her namazı bitirdiğinde) sağına soluna bakınıyormuş. Oradan biri, "Neden sağına soluna bakınıp duruyorsun?" diye sorduğunda Esved, "Ölüm meleği hangi tarafımdan gelecek diye bakmıyorum" demiştir.
İşte insanların mertebeleri bunlardır. Her birinin Allah (c.c) katında dereceleri vardır. Bir ay bir gün yaşam arzusunda bulunan biriyle sadece bir ay yaşamak arzusunda bulunan elbette bir değildir. Bu ikisinin arasında Allah katında dereceler vardır. Zira âyet-i kerimelerde,
"Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez"
"Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür" buyrulmuştur.
Emelleri (hedefleri) kısa tutmanın belirtileri, amel ve taatlerde aceleci davranmada belli olur. Her insan hedeflerini kısa tuttuğunu iddia eder; fakat yalanı hemen belli olur, çünkü yaptıkları bunu gösterir. Zira bazan öyle şeylere özen gösterir ve önem verir ki, o sene içinde asla ona ihtiyacı olmaz. İşte bunlar, onun emelini uzun tuttuğunun göstergesidir.
Allah'ın yardımı ile hayırlarda muvaffak olmanın alâmeti, kişinin ölümü daima gözünün önünde bulundurması, ondan bir an dahi gafil kalmaması ve ölümün her an kendisine geleceğini düşünerek hazırlıklar yapmasıdır. Bu kul,akşama kavuşursa Allah'a, kendisine itaat etme kuvvetini ve kudretini bahşettiği için şükreder. Gündüzünü zayi etmediği, bilakis ondan nasibini tamamlayıp âhireti kazanma yolunda nefsi için azıklar topladığı için sevinir. Sabaha çıktığı zaman da aynı şekilde yapar.
Ne var ki, bu düşüncelere sahip olmak, ancak kalbini yarına ait temennilerden boşaltmakla mümkün olur. İşte böyle biri öldüğü zaman mutlu bir şekilde hayata gözlerini kapar ve âhiret zengini olur. Eğer ölmez de hayata devam ederse ölüm ve ötesi için daha güzel hazırlıklar yapabileceği, Allah'a daha çok münâcâta bulunacağı için sevinir. Ölüm onun için bir mutluluk, hayat ise amel defterlerini hayırlı doldurmak için bir fırsattır.
Ey zavallı insan! Durum ve hal böyle olunca, ölüm hep aklında bulunsun. Zira bu yolculuk içerisinde ölüm daima seni kendine doğru çekmekte, sen ise bundan gafil bir halde bulunmaktasın. Belki sen alacağın yolu bitirdin, menziline çoktan vardın!
Ölüme hazırlanmanın son yolu, evvelce boşa harcadığı nefesleri şimdi birer ganimet bilerek hemen amele sarılmaktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
BİR AN ÖNCE AMELE SARILMANIN ÖNEMİ ve AMELİ ERTELEMENİN TEHLİKELERİ
Şunu iyi bil ki, bir kimsenin gurbette iki kardeşi olsa ve onlardan birinin yarın, diğerinin de bir ay ya da bir sene sonra geleceğini beklese, elbette bir gün sonra gelecek olan kardeşi için hazırlıklar yapmaya başlar. Hazırlık yapmak beklenenin yakın olduğu anlamına gelir. Şu halde ölümün kendisine bir yıl sonra geleceğini bekleyen kimse, bu süre ile oyalanır durur. Bu müddetin ötesindeki şeyleri unutur. Artık o her sabah bir seneyi bekler durur. Geçen hiçbir gün o seneden hiçbir şey eksiltmez, işte bu, sürekli onun amel ve ibadetlere koşmasını engeller. Bu bir senenin kendisi için çok uzun bir zaman olduğunu düşünerek devamlı amellerini yarına erteler. Bu kimseler hakkında Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Sizden birinizin dünyadan beklediği, azdıran bir zenginlik veya âhireti unutturan bir fakirlik veya (safsatalar içerisinde) bunatan bir ihtiyarlık yahut ifsat eden bir hastalık veya acele gelmesini istediğiniz bir ölüm ya da deccâlden başkası değildir. Deccâl ise (şimdilik) gözükmeyen, beklenen bir serdir. Yahut dünyadan beklediğiniz kıyamettir; kıyamet ise çok dehşetli ve çok acıdır. "
İbn Abbas (r.a) rivayet ediyor: Hz. Peygamber (s.a.v) adamın birine nasihatte bulunurken şunları söyledi:
"Şu beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil:
• İhtiyarlığından önce gençliğinin.
• Hastalığından önce sıhhatinin.
• Fakirlikten önce zenginliğinin.
• Meşguliyetinden önce boş zamanlarının.
• Ölümünden önce hayatının."
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"İki nimet vardır ki insanların çoğu onda aldanmışlardır: Bunlar sağlık ve boş zamandır."^ Yani insanların çoğu bu iki nimetin kıymetini ellerinden çıkana kadar bilmezler.
Yine Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"(Tehlikelerden) korkan kimse, gecenin ilk kısmında yol alır. Geceden yol alan da menziline varır. İyi bilin ki Allah'ın (sizlere vermek istediği) malı pek pahalıdır. Dikkat edin! Allah'ın malı cennettir."
İbnü'l-Alâ demiştir ki: "Hadis-i şerifte bahsedilen korkudan maksat, Allah korkusudur. Gecenin ilk kısmından kastedilen, âhiret yolculuğudur. Hadisi zahirî mânada aldığımızda, gecenin iik kısmını yolculuğa tercih etmek eşkıyalardan korunmak içindir. Hadis-i şerifte anlatılmak istenen şey, şeytanın hile ve tuzaklarına düşmemek için bir an önce sâlih amellere sarılmaktır. Menzile ulaşmaktan kastedilen ise, hayırlı ameller işleyerek kurtuluşa ermektir
Hz. Peygamber (s.a.v) bir diğer hadislerinde şöyle buyurmuştur:
"Sûra ilk üfürülmenin zamanı geldi. Ardından ikinci üfürülüş gelecek. Ölüm ise tüm ağırlığı ile gelmiştir. "
Resûlullah (s.a.v) ashabında bir gaflet veya aldanış sezdiğinde yüksek sesle onlara, "Ölüm size kesin olarak gelecek! Ya şekavetle ya da saadetle."
Ebû Hüreyre'nin (r.a) rivayet ettiğine göre, Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Ben bir uyarıcıyım, ölüm size aniden gelecek bir şeydir, kıyamet ise buluşma (ve hesaplaşma) yeridir."
Abdullah b. Ömer (r.a) anlatıyor: "Güneşin hurma dallarının üzerinde görüldüğü ve artık batmaya doğru meylettiği bir (ikindi) vaktinde Allah Resulü (s.a.v) yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:
"Şu günümüzden geçen süre içerisinde (akşama kadar) ne kadar vakit kaldı ise, dünyanın ömründen de (kıyametin kopması için) o kadar vakit kalmıştır."
Bir diğer hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur:
"Dünya baştan aşağı yırtılmış, sonundan (tek bir iple) bağlı kalmış bir elbise gibidir. O ip de nerdeyse kopmak üzeredir."
Câbir (r.a) anlatıyor: "Hz. Resûlullah (s.a.v) hutbelerinde kıyametten bahsettiği zaman sanki bir düşmanın gelişini haber veriyormuş gibi sesini yükseltirdi. Öyle ki yanakları kıpkırmızı olurdu.
Yine bir defasında böyle bir hutbe okudu ve şöyle buyurdu: "Sizinle beraber sabahladım ve sizinle beraber akşamladım. Ben kıyamete yakın bir zamanda gönderilmiş bir peygamberim."
Hz. Peygamber (s.a.v) bunu, orta ve işaret parmaklarını birleştirerek ifade etmişti.
Abdullah b. Mesud (r.a) anlatıyor: Bir defasında Resûlullah (s.a.v) En'âm sûresinin 125. âyeti olan, "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar" âyetini okuduktan sonra şöyle buyurdu:
"İman nuru kişinin göğsüne (kalbine) girdiği zaman göğsü genişler." Oradaki sahabeler, "Ey Allah'ın Resulü, bunun alâmeti var mıdır?" diye sordular. Resûlullah (s.a.v),
"Evet, bu aldatan dünyadan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve ölüm gelip çatmadan önce onun için hazırlıklar yapmaktır" buyurdu.
Süddî, Mülk sûresinin ikinci âyeti olan, "O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır"^ âyetinin tefsirinde, "Hanginiz daha çok ölümü hatırlar, hanginiz ölüm için daha güzel hazırlanır ve ondan korkarak sakınır ve tedbirler alır diye bunları yarattı" demiştir.
Sahabeden Huzeyfe (r.a) demiştir ki: "Her sabah ve akşam bir münadi, 'Ey insanlar! Yolculuk var, yolculuk var!' diye seslenir, zira âyet-i kerimede, ölüm hakkında,
'O (cehennem) insanlık için, sizden ileri gitmek ya da geri kalmak isteyen kimseler için büyük uyarıcı musibetlerden biridir' > denilmiştir."
Temîmoğullan'nın azatlısından Şüheym-i Medenî şöyle demiştir: "Bir keresinde Âmir b. Abdullah'ın yanına uğradım, namaz kılıyordu; ben de oturdum. O acelece namazı bitirdi, bana döndü ve, 'Hacetini söyle, çünkü acelem var' dedi. Ben, 'Hayrola, acelen neyedir?' diye sordum, bana, 'Allah sana rahmetiyle muamele etsin! Ölüm meleği yaklaşmakta' dedi ve benim hacetimi giderdi. Ben onun yanından kalktıktan sonra hemen namaza koyuldu."
Davud-i Tâî bir yerden geçmekte iken adamın biri ona bir şey sordu. Davud-i Tâî ona, "Beni bırak, canım çıkacak diye acele ediyorum (yapmam gereken işlerim var)" dedi.
Hz. Ömer (r.a) şöyle diyordu: "Her şeyde ağırdan alarak ve ihtiyatlı davranmak hayırlıdır; ancak âhiret işlerinde acele etmek gereklidir."
Münzir b. Sa'lebe anlatıyor: "Mâlik b. Dînâr'ın nefsine şöyle seslendiğini işittim: 'Yazıklar olsun sana! Ölüm gelmeden önce acele et. Yazıklar olsun sana! Ölüm gelmeden önce acele et.' Öyle ki bunu tam altmış defa tekrarladı. Ben ise beni göremeyeceği bir yerde onu dinliyordum."
Hasan-ı Basrî bir vaazında şöyle demiştir: "Acele edin Acele edin! O nefesleriniz var ya, şayet içinizde kalıp bir daha dışarı veremezseniz kendisiyle Allah'a yaklaştığınız amelleriniz kesilir. Allah (c.c), günahlarının çokluğuna bakıp da göz yaşları döken kuluna merhamet etsin."
Sonra, "Biz onlar için (günlerini ve nefeslerini) teker teker sayıyoruz" âyetini okudu ve, "Sayının sonu ruhunun çıkmasıdır; sayının sonu ailenden, çoluk çocuğundan ayrılmandır; sayının sonu kabir çukuruna girmendir, dedi."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ÖLÜMDEN ÖNCE TAAT ve İBADETTE ACELE ETMEK

Ebû Musa-i Eş'arî (r.a) ölümünden önce ibedet ve taat hususunda o kadar çaba sarfetmiş ve o kadar çalışmıştı ki, kendisinin bu durumunu gören yakınları, "Biraz kendine acısan da yavaşlasan, nefsine birazcık şefkat göstersen olmaz mı?" dediklerinde o, "Atlar yarış için serbest bırakıldıklarında ve varış yerine doğru yaklaştıklarında olanca kuvvetlerini harcarlar. Yeminle söylüyorum ki işte benim de ömrümden bundan daha az bir zaman kaldı." Bu olayı anlatan râvi diyor ki: Ebû Musa-i Eş'arî ölünceye kadar bu hal üzerine ibadete devam etti.
Ebû Musa-i Eş'arî hanımına diyordu ki: "Yükünü bağla, yolculuğa hazırlan. Çünkü cehennem üzerinden geçilecek bir geçit yoktur."
Halifelerden biri minberde yaptığı bir konuşmasında şunları söylemiştir: "Ey Allah'ın kullan! Elinizden geldiği kadar Allah'tan (c.c) korkun. Hak yola çağrıldığında uyanan kimselerden olun. Şunu iyi bilin: Dünya insanlar için kalınacak bir yer değildir. Öyleyse onu bırakıp ebedî olan yurda yönelin. Ölüm için hazırlanın, çünkü o gölgesini üzerinize sarkıtmış vaziyettedir. Bu dünyadan göç için hazırlanın, zira o sizin için çok ciddi bir olaydır.
Dünya gibi her an noksanlaşan ve her saat yıkılan bir hedef için, en lâyık olan uzun emelli olmamaktır. Gece ve gündüzün her an önümüze getirmekte olduğu bir gaip (âhiret) için lâyık olan derhal ona yönelmektir.
En güzel hazırlık, kula saadet ya da azap getiren ölüm için olmalıdır.
Allah katında takva sahibi olan kimse, nefsine öğütlerde bulunan, ölmeden önce tövbe yapan ve şehvetlerini yenen kimsedir. Zira insanın ölüm saati kendisinden gizlenmiştir. Boş emelleri onun için bir tuzak olmakta, kendisine musallat edilen şeytan onu, "ileride tövbe edersin" diye oyalamakta ve işlemesi için günahları kendisine süslü göstermektedir. Bu hal insanın en gafil bir anında ölümün kendisini yakalamasına kadar devam eder.
Şu bir gerçek ki, sizinle cennet ya da cehennem arasında ölümden başka hiçbir şey yoktur. Günlerini Allah'a isyan içinde çürüten, ömrünü kendi aleyhinde delil yapan gaflet sahiplerine yazıklar olsun.
Allah bizleri ve sizleri, nimetlerinin çokluğuyla şımarmayan, günah işlemeyerek O'na itaatte kusur etmeyen, öldükten sonra hasret ve pişmanlık içinde bırakmadığı kullarından eylesin.
Gerçekten o Allah (c.c) bütün duaları işitir. Bütün hayırlar O'nun elindedir. O dilediğini yapandır."
Müfessirlerden biri Hadîd sûresinde geçen, "...Fakat siz kendi başınızı belâya soktunuz; fırsat beklediniz; şüpheye düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. O çok aldatan sizi, Allah hakkında bile aldattı. Nihayet Allah'ın emri gelip çattı"âyetini şu şekilde tefsir etmiştir:

"...Fakat sizler şehvetlere ve lezzetlere meylederek başınızı belâya soktunuz. Tövbe etmek için fırsatlar bekleyip durdunuz. Şüphelere düştünüz ve kuruntular sizleri aldattı. O çok aldatan şeytan sizleri Allah hakkında hak olmayan düşüncelerle aldattı. Nihayet Allah'ın emri olan ölüm gelip çattı."
Hasan-ı Basrî demiştir ki: "Sabredin, dişinizi sıkın; bu dünya günleri pek azdır. Sizler bekletilen bir kafilesiniz; çok geçmez içinizden biri çağrılır, o da bir yere kaçamadan çağrıya icabet eder. O halde yanınızdakilerin en iyisiyle bu dünyadan göç etmeye bakın."
Abdullah b. Mesud (r.a) şöyle demiştir: "Sizlerden sabaha çıkan her biriniz birer misafirdir. Malları ise bakması için ona verilmiş emanetdir. Misafir yoluna devam eder, emanetler ise sahibine iade edilir."
Ebû Ubeyde-i Bâcî şöyle anlatır: Vefatına yakın Hasan-ı Basrî'nin yanına gittik. Bizlere, "Hoş geldiniz, safalar getirdiniz. Allah sizleri ve bizleri ebedî saadet yurdu cennetine koysun" diye dua ettikten sonra şöyle dedi:
"Eğer sabrederseniz, tasdik edip inanırsanız bu ölüm güzel bir bildiridir. Sakın ha bu dinlediklerinizden hisseniz, bir kulağınızdan girip öbüründen çıkmak olmasın! Zira Hz. Muhammedi (s.a.v) görenler, sabah olsun akşam olsun onun hiçbir taş üstüne taş koyduğunu (dünyalık için çalıştığını) görmemişlerdir. Fakat onun için en yükseğe bir hedef konulmuş, o da bu hedefe ulaşmak için kolları sıvamış ve ona ulaşmıştır.
Acele edin! Acele edin! Kurtulmaya bakın, kurtulmaya! Siz hangi hedefe tırmanıyorsunuz? Kabe'nin rabbine yemin olsun ki ölümle burun buruna gelmişsiniz.
Allah (c.c) hayatı kendine zorlaştırmadan maişetini kolay bir yoldan temin eden, yeri geldiğinde kırıntılarla karnını doyurup eski elbiseler giyen, toprağa sarılan, ibadetlerinde gayret gösteren, günahlarına ağlayan, azaptan korkup kaçan ve Allah'ın rahmetini isterken ölüme yakalanıp o hal üzerine ölen kuluna rahmet etsin."
Âsim Ahvel anlatıyor: Fudayl-i Rakkaşî'ye birtakım sorular sormuştum; bana şunları söyledi: "Ey dostum! Etrafındaki insanların çokluğu ile aldanıp kendini unutma! Çünkü ölüm bizzat sana gelecektir, senin yerine kimse ölmeyecektir. Ölüm geldiğinde şuraya gideyim, buraya gideyim de diyemezsin. Ölümle bir anda günlerin bitiverir, elinde hiçbir şey kalmaz. Gerçekten ölüm senin için takdir edilmiştir. Dünyada geçmiş günahlarını silip yok edecek yeni bir iyilikten daha güzel bir şey görme! Peşine düşülecek ve elde etmek için çaba sarfedilecek en güzel iş budur."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
CAN ÇEKİŞME ÂNI

Şunu iyi bil ki, miskin ve zavallı olan bu kulun önünde, can çekişmenin dışında, karşılaşacağı keder, korku ve azaptan başka hiçbir şey olmasaydı bile sadece ruhunun çıkış anındaki sancılar onun hayatını zehir etmeye, neşesini kaçırmaya, onu gafletten uzaklaştırmaya yeterdi. Bu, insanın üzerinde uzun uzun düşünüp çare araması ve en büyük hazırlığı yapması gereken bir haldir. Özellikle bu hal insanın (bilgisi ve yetkisi dışında) her nefes önüne çıkabilecek bir iş olunca, durum daha nazik olmaktadır.
Bu konuda hikmet ehlinden biri şöyle der: "Başkasının elinde olan bir sıkıntının ne zaman gelip seni saracağını bilemezsin."
Lokman Hekim oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: "Ey oğlum! Ölüm seni ne zaman karşılayacağını bilemediğin bir olaydır. Onun için sana aniden gelmeden önce ona hazırlıklı ol."
Hayret etmemek elde değil! Eğer insan bir eğlence yerinde zevkü safa içerisinde eğlenirken bir asker gelip kendisine üç beş sopa vursa hayatı zehir olur, ağzının tadı, zevki kalmaz. Aynı insan, her nefes alıp verişinde ölüm meleğinin her an canını alması tehlikesiyle karşı karşıya iken bundan gafildir. Bunun tek sebebi, cehalet ve içinde bulunduğu hayat ile aldanıştır.
Şunu da iyi bil ki, ölüm sancılarının verdiği acıyı onu tadandan başkası bilemez. Ölüm sancılarını tatmayanlar ise onu çektiği diğer acılara kıyas ederek ya da insanların son nefeslerini verirken geçirdikleri hallere bakarak anlamaya çalışırlar.
Ölüm sancılarının kıyas yoluyla anlaşılmasına gelince: Şüphesiz ki içinde ruh olmayan bir âza/organ acı duymaz. Acıyı ve sancıyı hisseden ruhtur. Ne zaman ki bir aza yaralansa veya yansa bunun etkisi ruha sirayet eder, azaya isabet eden maddî zarar nisbetinde ruh etkilenir. Acı veren şey ete, kana ve diğer uzuvlara dağıldığından ruha bu acıdan çok az bir şey isabet eder. Ama bu acılar içerisinde doğrudan doğruya ruha isabet eden, parçalara ayrılmayan bir acı bulunursa o gerçekten büyük, şiddetli ve dayanılmaz olur.

YANIK ve YARALANMA GİBİ OLAYLARLA CAN ÇIKIŞININ KIYASLANMASI

Canın çıkma ânı, acının bizzat ruhun kendisine isabet ettiği bir olaydır ve ruhun bütün kısımlarını kaplar. Vücudun derinliklerine dalan ruhun her zerresi bu acıyı hisseder. İnsanın vücudunun herhangi bir yerine bir diken batsa, kişinin hissedeceği acı, ruhun dikenin battığı yerdeki mevcudiyeti kadardır, sadece o kısımda acıyı hisseder. Yanığın acısının şiddetli olmasının nedeni ise ateşin (yakıcı maddenin) bedenin her bölümüne dağılarak sirayet etmesindendir. Yanan azanın gözüken ve gözükmeyen her yerine ateş değmiş gibidir. İşte bu sebeple etin etrafında olan ruhun diğer cüzleri de bu acıyı hissederler.
Yaralanma sadece bıçağın dokunduğu yerde olur; bu açıdan yaralanmanın verdiği sızı ve acı ateşin verdiği kadar olmaz.
Canın çıkışı anında duyulan acı ise bizzat ruhta olur ve onun bütün kısımlarını kapsar. Zira tepeden tırnağa; damarlardan, sinirlerden, mafsallardan ve eklemlerden kıl diplerine kadar bütün vücuttan çekilip çıkarılan ruhtur. Bu sebeple onun vereceği keder ve acıyı hiç sorma!
Nitekim ölüm sancıları hakkında şöyle denilmiştir: "Ölüm kılıç darbelerinden, testere ile biçilmekten ve makaslarla doğranmaktan daha acı verici bir olaydır."
Bunun sebebi şudur: Kılıçla kesilmenin ruha acı vermesinin nedeni kesilen yerin ruhla irtibatlı olmasıdır. Bunun yanında, doğrudan doğruya ruhu kesen ve biçen bir şeyin ona verdiği elem ve ıstırabın nasıl olduğunu bir düşün!
Dayak yiyen biri bağırıp yardım dileyebiliyorsa bu, onun bedeninde ve dilinde güç ve kuvvetin hâlâ var olduğu anlamına gelir. Ölen bir kimsenin bu şiddetli sancılar içerisinde iken bağırıp çağıramayışının nedeni; üzüntü ve kederinin en son safhaya ulaşıp bu acı ve sızıların bütün bedenini kaplaması, etrafındaki insanlardan yardım dilemeye dahi takat ve kuvvetinin kalmayışındandır. O anda insanın aklı karışmış hatta gitmiş; dili ise tutulmuştur. Etrafındakiler ise ona yardımda bulunmaktan âciz kalmışlardır. Şayet iniltilerinden birazcık olsun kurtulabilse etrafındakilere seslenmek ve onlardan yardım dilemek ister, ama buna güç yetiremez.
Eğer onda biraz kuvvet kalabilmişse ruhunun çıkartıldığı anda boğazından ve göğsünden hırıltılar gelir. Artık rengi solmuş, çehresi ekşimiştir. Sanki rengi asıl yaratıldığı şey olan toprak rengine dönmeye başlamıştır. (Gergin olan) damarları kendi yerlerine çekilmiştir. Elem ve ıstırap içine ve dışına vurmuştur; öyle ki, göz bebekleri gibi yukarıya yönelmiştir. O anda insanın dudakları kasılır, dili büzüşür, yumurtalıkları merkezine çekilir ve parmak uçları yeşil gibi bir renk almaya başlar.
Bedeninden bütün damarları çekilen birinin halini bana hiç sorma! Damarlarından biri çekilen kişinin durumu bile gerçekten pek çetin olurdu. O halde acı ve ıstırap içerisinde ruhu çıkarılan birinin durumu nasıl olur! O, bir değil bütün damarları çekilen biridir.
Sonra her uzuv yavaş yavaş ölmeye başlar. Önce ayakları soğumaya başlar, sonra bacakları, ardından da uylukları... Her âza acı üzerine acı, belâ üzerine belâ hissetmeye başlar ve nihayet can gırtlağa kadar dayanır. İşte o zaman, bakışlarını dünyadan ve ailesinden çevirir. Artık (önceden tövbe etmemişse) tövbe kapısı ona kapanır, kendisini hasret ve pişmanlık kuşatır. Bu hususta Resûlul-lah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
"Can (ruh) boğaza dayanmadıkça kulun tövbesi kabul olunur."
Mücâhid (rah) Nisa sûresinin, "Kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca, 'Ben şimdi tövbe ettim' diyenler için kabul olunacak tövbe yoktur" âyetinin tefsirinde şöyle demiştir:
"Bu vakit ölüm meleğinin kişiye göründüğü vakittir. O vakit Azrail'in yüzü yavaş yavaş görünmeye başlar. İşte bu sebeple can çekişme anındaki peş peşe gelen sancılar ve<ölüm acısı öyle şiddetli olur ki, nasıl olduğunu hiç sorma!" Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöyle duada bulunmuştur:
"Allah’ım! Muhammed'e (s.a.v) ölüm sancılarını kolaylaştır."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ÖLÜM SANCILARININ ŞİDDETİ ve RUHUN ÇIKIŞ ŞEKLİ
İnsanların ölüm sancılarının büyüklüğünü bilmelerine rağmen ondan sakınmamalarının nedeni cahil olmalarındandır. Çünkü bir şeyi daha meydana gelmeden önce bilmek (Allah'ın izni ve müsaadesi ile) ancak peygamberlik ve velayet nuru ile mümkündür. Bu sebeple peygamberlerin ve evliyaların ölümden korkuları çok büyük olmuştur. Öyle ki, İsâ (a.s) ashabına şöyle demiştir:
"Ey havariler! Allah'a dua edin de şu ölüm sancılarını bana hafifletsin. Ben ölümden öyle korktum ki, korkum beni ölümden ölüme sürükledi."
Anlatıldığına göre İsrâiloğulları'ndan bir grup bir mezarlığın yanından geçerken birbirlerine, "Allah'a (c.c) dua etsek de bu kabristahdakilerden birini bizim için diriltse; biz de ona sorular sorsak" dediler ve hep birlikte dua etmeye başladılar.
Derken kabirlerin birinden, alnında secde izi bulunan bir adam çıkıverdi, onlara, "Ey insanlar! Benden ne istiyorsunuz? Ölüm acısını tadalı elli yıl oldu, ama hâlâ acısı kalbimden gitmedi" dedi.
Hz. Âişe (r.anh) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in (s.a.v) vefatının şiddetini gördükten sonra artık hiç kimsenin ölümünün kolay oluşuna imrenmem."
Allah Resulü Efendimiz (s.a.v) bir duasını şu şekilde yapmıştır:
"Allahım! Ruhu sinir aralarından, damarlardan ve parmak uçlarından çekip alan sensin. Allahım Ölüme karşı bana yardım et ve onu bana kolaylaştır."
Hasan-ı Basrî (rah) şöyle anlatmıştır: "Bir keresinde Resûlullah (s.a.v) sahabelerine ölümden, onun verdiği sıkıntı ve acıdan bahsetti; sonra, 'Onun acısı üç kılıç darbesi kadardır' buyurdu."
Resûlullah'a (s.a.v) ölümden ve onun şiddetinden sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
"Ölümün en hafifi, yünün içinde bulunan pıtrağa benzer; hiç pıtrak yünsüz çıkar mı? Elbette ki onunla beraber yün de gelir."
Resûlullah (s.a.v) ölüm döşeğinde olan bir hastanın ziyaretine gitti; yanına vardığında şöyle dedi: "Onun çektiği acıları bilirim! Onun her bir damarı ölümün acısını ayrı ayrı hissetmektedir."
Hz. Ali (r.a) cihada teşvik eder ve şöyle derdi: "Şayet savaşta öldürülmeseniz de muhakkak öleceksiniz! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin olsun ki, cihad meydanında bin kılıç darbesiyle öldürülmem bana yatakta ölmekten daha kolay gelir."
Evzaî (rah) der ki: "Bana kadar gelen bilgilere göre; ölü, tekrar dirilinceye kadar ölümün acısını hisseder."
Şeddâd b. Evs (r.a) ise şöyle demiştir: "Mümin için dünya ve âhiret acılarından en korkutucusu ölümdür. Çünkü o, testere ile biçilmekten, makaslarla doğranılmaktan, kazanlarda kaynatılmaktan daha şiddetli bir acı verir. Şayet ölen biri tekrar dirilip dünya ehline ölümün acısını haber verse, onlar ne hayattan bir zevk alırlar ne de gözlerine uyku girerdi."
Zeyd b. Eşlem (r.a) babasının şöyle dediğini anlatır:
"Mümin bir kulun (âhirette yüksek mertebelere kavuşmak için) ameliyle ulaşamadığı bir derece kalmışsa, cennetteki derecesine ulaşabilmesi için ölüm sancıları ona zorlaştırılır ve artırılır. Kâfir birinin karşılığını göremediği bir iyiliği de varsa yaptığı iyiliklerin karşılığını fazlasıyla alabilmesi için ölüm ona kolaylaştırılır, böylece o cehennemi boylar."
Adamın biri zaman zaman hastaları dolaşır ve onlara, "Ölümü ve onun sancılarını nasıl buluyorsun? diye sorardı. Gün gelip de kendisi ölüm döşeğine düştüğünde ona, "Peki, ölüm sancılarını sen nasıl buldun?" diye sorduklarında adam şöyle cevap vermiştir: "Sanki gök yere yapıştırılmış, ruhum ise sanki iğne deliğinden çıkıyor gibi."
Resûl-i Ekrem (s.a.v) buyurmuşlardır ki: "Ani ölüm mümin kul için bir rahatlık, günahkâr içinse hicrandır (çünkü onun bir hazırlığı yoktur)."
Mekhûl-i Şâmî'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Şayet ölünün kıllarından birine isabet eden ölüm sancısı yer ve gök ehlinin üzerine konulsaydı Allah'ın izniyle hepsi ölürdü. Çünkü (ölüm sancıları çeken birinin) her tüyünde ölüm vardır. Ölüm de bir şeye yapıştı mı muhakkak onu öldürür."
Bu hadis şöyle de rivayet edilmiştir: "Eğer ölüm sancısından bir damla dünya dağlarının üzerine konulsaydı muhakkak hepsi erirdi."
Rivayete göre, Hz. İbrahim (a.s) vefat ettiği zaman Allah Teâlâ kendisine: "Halîlim! Ölümü nasıl buldun?" diye sordu, "Islak yün yumağının içine batırılmış kızgın bir şiş gibi hissettim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah (c.c), "Unutma ki biz o ölümü sana kolaylaştırdık" buyurdu.
Hz. Musa (a.s) vefat edip de ruhu Allah'a ulaşınca rabbi ona, "Ey Musa, ölümü nasıl buldun?" diye sordu, o da, "Kendimi kızgın bir tavanın üzerine konulmuş canlı bir serçe gibi hissetim; ölmez ki rahata kavuşsun, kurtulamaz ki uçup gitsin."
Bir başka rivayete göre Hz. Musa (a.s) şu cevabı vermiştir: "Kendimi kasabın elinde diri diri yüzülen koyun gibi zannettim."
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) vefat edeceği sıralarda yanında bir tas su vardı. Ara sıra elini tasa daldırır, ardından çıkarıp yüzüne sürdükten sonra, "Allahım! Bana ölüm sancılarını hafiflet" diye duada bulunurdu.
Hz. Peygamberin (s.a.v) bu sıkıntı ve sancılar içerisinde böyle duada bulunduğunu işiten Hz. Fâtıma (r.anh), "Vah başımıza gelenler! Babacığım nedir bu çektiğin sıkıntılar! diye üzüntüsünü dile getirince Resûl-i Ekrem (s.a.v), "Bugünden sonra artık baban için sıkıntı yoktur"buyurdu.
Hz. Ömer (r.a) Kâ'b Ahbâr'a (rah), "Ey Kâ'b! Bize ölümden bahset" deyince Kâ'b (rah), "Olur, ey müminlerin emîri" dedi ve şöyle anlattı:
Ölüm bir adamın karnına sokulan çok dikenli bir dal gibidir. Dikenler her bir damara yapışmış iken başka bir adam gelip o dikenli dalı öyle bir çeker ki, kimi dikenlerle beraber kopup çıkar, kimi de öylece kalır (işte ruhun bedenden çıkması buna benzer)."
Hz. Resülullah (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Kul ölüm sancıları arasında kıvranırken mafsalları birbirlerine, 'Artık kıyamete değin birbirimizle görüşemeyeceğiz; selâmette kalın!' derler."
işte bu anlattıklarımız Allah'ın velî kullarının ve sevgili dostlarının çektiği ölüm sancılarıdır. Ya bizler! Günaha ve isyana dalan bizlerin hâli nasıl olacak? Üzerimize ölüm sancılarıyla beraber daha birçok felâket de gelecek.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ÖLÜMÜN ÂFET ve MUSİBETLERİ

ÖLÜMÜN ÂFET ve MUSİBETLERİ

İnsan ölüm anında üç türlü felâketle karşı karşıyadır.
• Can çekişmenin (ruh çıkışının) zorluğu.
• Azrail'in suretinin görülmesi.
• İsyankârların cehennemdeki yerlerini görmeleri.
Birincisi: Can Çekişmenin Zorluğu
Bu ruhun, bedenin bütün damarlarından ve azalarından çekilip alınmasıdır ki, biz bunu geçtiğimiz konuda anlatmıştık.
İkincisi: Azrail'in Suretinin Görülmesi
Bu hal, Azrail'in şeklinin görülmesi ve bu sebeple kalbin korku ve dehşetle kaplanması durumudur. Şayet ölüm meleğinin günahkâr bir kulun ruhunu alırken girdiği şekli, en kuvvetli insan dahi görse, buna tahammül edemezdi.
Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim (a.s) ölüm meleğine, "Günahkârların ruhunu alırken büründüğün şeklini bana gösterir misin?" diye ricada bulundu. Azrail (a.s), "Sen o halimle bana bakmaya güç yetiremezsin" dedi. İbrahim (a.s), "Olsun dayanırım" dedi. Bunun üzerine Azrail (a.s), "O zaman bana arkanı dön" dedi.
İbrahim (a.s) kısa bir zaman sonra yüzünü tekrar ona çevirdiğinde, karşısında rengi kapkara, saçı-sakalı karışmış, etrafına pis kokular saçan, simsiyah elbiseli, ağzından-burnundan ateş ve dumanlar çıkaran bir adam vaziyetinde gördü ve oracıkta bayıldı.
Bir müddet sonra ayıldığında onu eski şekline geri dönmüş olarak gördü ve, "Günahkâr bir kimse, ölüm anında başka hiçbir zorluk ve sıkıntı ile karşılaşmasa da sadece senin şeklini görse, bu onun hesabının görülmesi için yeterlidir" dedi.
Ebû Hüreyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resülullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Davud (a.s) kıskanç bir adamdı, evinden çıktığında kapılarını kilitlerdi. Yine bir gün Davud (a.s) kapıyı kapatıp evinden çıktı. Hanımı evin içinde bir adam gördü ve, 'Buda kim? Bu adamı eve kim soktu? Eğer şimdi Davud gelirse başımıza çok şey gelecek" dedi. Biraz sonra Davud (a.s) çıkageldi ve adamı gördü, ona, 'Sen de kimsin?' diye sordu. Adam,
'Ben, hiçbir hükümdardan korkmayan, hiçbir kapıcının beni engelleyemeyeceği biriyim' dedi. Bunları duyan Davud (a.s), 'Allah'a (c.c) yemin olsun ki, sen ölüm meleğisin' dedi ve olduğu yere çöküp öylece kalakaldı."
Rivayet edildiğine göre İsâ (a.s) yolda yürürken bir kafatasına rastladı, ona ayağı ile vurduktan sonra, "Allah'ın (c.c) izni ile konuş" dedi. Kafatası, "Ey Ruhullah! Ben falanca zamanın hükümdarlarından idim. Ben, başımda tacım, etrafımda askerlerim ve yakınlarımla tahtımda oturmakta iken birden ölüm meleği bana gözüktü. Onu görünce her uzvum yerine çekildi, sonra ruhumu aldı. Keşke etrafımda o kalabalık insanlar olmasaydı; çünkü şimdi onlar fena ayrılığın sebebi oldular. Keşke bana faydası dokunmayan insanlarla ünsiyetim olmasaydı; zira şimdi onlar yalnızlığıma sebep oldular" dedi.
İşte bunlar, günahkârların karşılaşacakları, itaat edenlerin ise ibret alıp korunacakları musibetlerdir.
Peygamberler sadece ölüm anında çekilen acılardan bahsetmişler, fakat ölüm meleğini gören kişinin kalbini kaplayan korkuya fazla değinmemişlerdir. Oysa bir kişi rüyasında ölüm meleğini görse, hayatının geri kalanı ona zehir olur. Acaba onu ölüm anında görenin hali nice olur!
Allah'a ibadette kusur etmeyip itaat edenler, ölüm meleğini en güzel haliyle görürler.
ikrime (rah), İbn Abbas'ın şöyle anlattığını nakleder:
"İbrahim (a.s) kıskanç biriydi. Devamlı olarak ibadetlerini yaptığı bir evi vardı, çıkarken kapısını kilitlerdi. Yine bir gün dışarı çıkmıştı, geri döndüğünde evinde yabancı birinin olduğunu görünce hemen, 'Seni evime kim soktu?' diye sordu, adam, 'Bu evin sahibi' diye cevap verdi. İbrahim (a.s), 'Bu evin sahibi benim.' Adam, 'Beni bu eve senden ve benden daha fazla sahip olan soktu.' İbrahim (a.s), 'Peki, sen meleklerden hangisisin?' Adam, 'Ben ölüm meleğiyim' dedi. İbrahim (a.s), 'Bana müminin ruhunu aldığın zamanki suretini gösterebilir misin?' diye sordu. Ölüm meleği, 'Olur, ama önce arkanı dön' dedi. İbrahim (a.s) arkasını döndü, bir müddet sonra tekrar ona bakıp da güzel yüzlü, temiz elbiseli, etrafına güzel kokular saçan bir genç gördüğünde ona, 'Ey ölüm meleği! Mümin bir kimse ölüm anında sadece senin suretini görse bu ona yeter' dedi."
Ölüm anında kişinin başına gelen hallerden biri de onun yazıcı (hafaza) melekleri görmesidir.
Vüheyb b. Verd-i Mekkî anlatıyor: "Bize kadar ulaşan bilgilere göre, ölmek üzere olan herkesin gözünün önüne yazıcı melekler gelir ve ona amelini gösterirler. Eğer o kimse itaatkâr biri ise ona, 'Bizden taraf Allah seni hayırlarla mükâfatlandırsın; bizi hep iyilerin meclisinde oturttun; karşımıza daima sâlih amellerle çıktın' derler.
Fakat ölmek üzere olan kişi günahkâr ise melekler ona, 'Bizden taraf, Allah seni hayırla mükâfatlandırmasın. Sen nice kereler bizleri kötülerin meclislerinde oturttun, karşımıza hep kötü amellerle çıktın, kötü laflar işittirdin' diye bedduada bulunurlar."
İşte bu durum, ölünün gözlerini bir daha asla dünyaya geri çevirmemek üzere o iki meleğe diktiği zamandır.
Üçüncüsü: İsyankârların Cehennemdeki Yerlerini Görmesi
Ölüm anındaki musibetlerden biri de Allah'a isyan eden günahkârların önce kalplerini bir korkunun kaplaması, ardından da cehennemdeki yerlerini görmeleridir. Çünkü onlar can çekişme anında bütün takatlerini kaybederler. Artık ruhları bedenlerinden çıkmak için boyun eğer. Fakat ruh, ölüm meleğinin, "Ey Allah'ın düşmanı! Haberin olsun, varacağın yer cehennemdir" ya da, "Ey Allah'ın sevgili kulu! Sana müjdeler olsun, varacağın mekânın cennettir" diye iki haberinden birini işitmedikçe bedenden çıkmaz. İşte gerçek akıl sahiplerinin korkuları bu sebeptendir.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:
"Sizlerden herhangi biri, gideceği yeri bilmeden, hatta yerinin cennet mi yoksa cehennem mi olduğunu görmeden bu dünyadan ayrılmaz."
Resûl-i Kibriya (a.s) bir diğer hadis-i şeriflerinde de şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'a kavuşmayı severse Allah da ona kavuşmayı sever; kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz."
Resûlullah (s.a.v) böyle buyurunca sahabeler,
"Ey Allah'ın Resulü, biz hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz" dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v),
"Bu sizin durumunuz değildir. Mümine varacağı yer (cennet) gösterildiğinde Allah'a kavuşmayı ister, Allah da ona kavuşmayı ister" buyurdular.
Şöyle rivayet edilmiştir:
Huzeyfe b. Yemânî (r.a) ağır hasta olduğu zamanlardı. Vefat edeceği gecenin sonlarına doğru idi. Yanında hastalığı başladığından beri ayrılmayan Ebû Mesud bulunuyordu. Bir ara Huzeyfe (r.a) ona, "Kalk bir bak, saat kaça yaklaşmış" dedi. Ebû Mesud kalktı, dışarıya baktı, sonra tekrar yanına geldi ve, "Şafak sökmüş" dedi. Huzeyfe (r.a), "Ateşe götüren sabahtan Allah'a sığınırım" diyerek dua etti.
Bir gün Mervân b. Hakem, ölüm döşeğinde yatmakta olan Ebû Hüreyre'nin (r.a) ziyaretine geldi. Yanına vardığında, "Allahım! Onun acılarını hafiflet" diye dua etti. Bunu işiten Ebû Hüreyre,"Ey Allahım, daha da artır" deyip ağlamaya başlar, sonra, "Allah'a yemin olsun ki, dünya için hüzünlendiğimden dolayı ağlamıyorum, sizlerden ayrılacağım için de telâşlanmıyorum, sadece bana haber verilecek olan cehennem veya cennet müjdesini beklediğim için ağlıyorum" dedi.
Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ bir kulundan razı olduğu zaman ölüm meleğine, 'Falan kulumun yanına git, bana ruhunu getir de onu rahata kavuşturayım. Onun yaptığı ameller yeterlidir. Ben onu türlü türlü imtihanlardan geçirdim; o her zaman benim hoşnut olduğum amelleri işledi' buyurur.
Bunun üzerine ölüm meleği, her birinde güzel kokular saçan zaferan kökleri ve reyhan demetleri bulunan beş yüz melekle beraber yeryüzüne inerler. Onlardan her biri birbirine hiç benzemeyen müjdeler verir. Sonra melekler iki saf halinde ellerinde güzel kokularla beraber o kişinin ruhunun çıkışını beklerler.

İblîs bu manzarayı görünce ellerini başına koyarak haykırmaya, çığlıklar atmaya başlar. Askerleri kendisine, 'Efendimiz, size neler oluyor böyle?' diye sorduklarında İblîs, 'Şu adama yapılan ikramları görmüyor musunuz? Nerelerdeydiniz; neden onu azdırmadınız' der. Askerleri, 'Bizler onu azdırmak için çok çaba sarfettik, lâkin o (Allah tarafından) korunmuştu' diye cevap verirler."
Hasan-ı Basrî (rah) diyor ki: "Mümin ancak rabbine kavuştuğu an rahata erer. Rahatını Allah'a kavuşmakta bulan kişinin ölümü, onun sevinç, neşe, emniyet ve izzet bulduğu gündür."
Câbir b. Zeyd'e (rah) ölüm döşeğinde iken, "Ne istersin?" diye soranlara, "Hasan-ı Basrî'yi görmek istiyorum" diye cevap verdi. Hasan-ı Basrî (rah) onun yanına gelince etrafındakiler, "Bak işte Hasan geldi" dediler. Câbir göz kapaklarını kaldırdı ve Hasan-ı Basrî'ye doğru bakarak, "Kardeşlerim! Zaman geldi. Cennete ya da cehenneme gitmek üzere sizlerden ayrılıyorum" dedi.
Muhammed b. Vâsî son anlarında şunları söylemiştir: "Ey kardeşlerim, sizlere selâm olsun! Ya ateşe gidiyorum ya da rabbimin mağfiretine."
Sâlihlerin her biri ebediyen can çekişip, günahların veya sevapların hesabını vermemek için tekrar dirilmemeyi temenni etmişlerdir.
Son nefes anlarının kötü geçme korkusu, ariflerin kalplerini dehşete düşüren bir şeydir. Gerçekten bu durum, ölüm anında insanın başına gelebilecek en korkutucu hallerden biridir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt