Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Peygamberimizin Diliyle Gençlik (1 Kullanıcı)

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23

PEYGAMBERİMİZİN DİLİYLE GENÇLİK

GENÇLERE UZANAN SEVGİ VE ŞEFKAT ELİ

Hayatımızın en renkli ve zevkli, ama bir o kadar da hassas ve tehlikeli olan gençlik dönemi hakkında herkes bir şeyler söylüyor. Piyasada, gençliğimizle ilgili yığınla kitap bulmak mümkün.





Hiç düşündünüz mü, Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) gençlerle ilgili neler söylemiş, hangi tavsiyelerde bulunmuş, gençlere nasıl davranmış?


Bütün insanlığın en büyük öğretmeni olan Yüce Efendimiz (a.s.m.), gençlerle muhatap olurken, onları en iyi tanıdığını, fıtratlarını ve psikolojik yapılarını en iyi bildiğini göstermiştir.


Gençlere öylesine şefkatli, öylesine candan ve sevgiyle dolu bir yürekle davranmıştır ki, onlar etrafında pervane olmuş, ona can ü gönülden bağlanmışlardır.


Peygamberimiz (a.s.m.), gençlerin yeniliğe, değişime ve güzelliğe yatkın olduğunu bildiği için, “Size hayırlı gençleri tavsiye ederim. Çünkü, onların kalbi daha incedir. Allah beni doğrulukla ve müsamahayla gönderdi. Bana gençler yanaştı, ihtiyarlar muhâlefet etti” buyurmuştur.


Yüce İslâm davasını öncelikle gençler omuzlamış, rahmet Peygamberi olan Yüce Efendimiz (a.s.m.), onları şefkatle bağrına basmış, gençliğin tehlikelerine karşı uyarmış ve bu imtihanı başarıyla sonuçlandırabilmeleri için tavsiyelerde bulunmuştur.


İşte elinizdeki kitap, Peygamberimizin (a.s.m.) özellikle gençlere yönelik hadislerinden derlenmiştir. Doğrudan gençleri konu alan bu hadisleri sadece metin olarak zikretmekle yetinmedik; bunları ilgili ayet ve hadislerle destekleyerek açıkladık.


Kitapta bir güzellik ve tesir varsa, Yüce Efendimizin (a.s.m.) bize hayat veren sözlerini konu aldığımız içindir.


Eğer deryadan birkaç damla olan bu kitaptan yararlandıysanız, hadis kaynaklarına yönelerek o muhteşem denizden kana kana içiniz.


Rabbim bizleri ve tüm genç kardeşlerimizi, Güzeller Güzeli Peygamberimize (a.s.m.) lâyık ve şefaatine nail eylesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
GENÇLİĞİN TEHLİKELERİNDEN SAKININIZ!

Gelişiyle insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bütün söz, fiil ve davranışlarıyla bizlere örnektir. Kur'an-ı Kerimde meâlen "Ant olsun ki, Allah'ın rahmetini ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için, Allah'ın resûlünde size güzel bir numûne vardır" (Ahzâb: 21) buyuran Rabbimiz, onun her yaş ve her kesimden insana rehber olduğunu belirtmiş oluyor.



Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bizim için en güzel "öğretici, uyarıcı ve müjdeleyici"dir.

Hayatlarının en fırtınalı ve en hareketli dönemini yaşayan gençler hakkında buyurduğu, "Gençliğin tehlikelerinden sakınınız." (Kenzü-l Ummâl, 2: 258) şeklindeki hadîs, o en büyük muallim ve terbiyecinin çok mühim bir uyarısıdır.

Hadiste birbiriyle çok yakından ilgili olan iki kavram var: Gençlik ve tehlike.

Gençlik, insan hayatının en duygusal dönemidir. İnsanın gerek maddî organlarının, gerekse mânevî duygularının çok canlı olduğu bu devrede, en kritik problemlerle karşılaşılır.

Çünkü gençlikte, insanın nefsi kötülüğü emrederken, sahip olduğu potansiyel de bu kötülüğü işlemeye imkân verir.

Söz gelişi, yasak eğlence, içki, kumar, zinâ, hırsızlık gibi kötülükler gençlikte daha kolay işlenebilir.

Gençler, ömürlerinin en güçlü, en dinamik ve en hareketli dönemini yaşadıkları için ölümü pek düşünmezler. Daha yolun başındadırlar ve yaşlanmaya uzun yıllar vardır. Namaz ve benzeri ibâdetler için, "Daha genciz, yaşlanınca kılarız" gibi bir gaflete düşerler.

Halbuki ölüm genç-ihtiyar ayırımı yapmamaktadır. Nice gençler hayatının baharında ölümle tanışmaktadırlar. Hiç kimse Azrail'le (a.s.) "ne kadar yaşayacağı hususunda" sözleşme yapmış değildir.

Kaldı ki, Allah ibâdetleri sadece ihtiyarlar için emretmemiştir. İslâm "ihtiyarlar" dini değil, her yaştaki insanın dinidir. Bu bakımdan yaşlanınca namaz kılmaya başlayan birisi, âhirette hesap verirken hemen kurtulacak değildir. Ona, "ergenlik çağından ihtiyarlık dönemine kadar niçin ibâdet etmediği" mutlaka sorulacak, eğer affedilmezse azabını çekecektir.

Allah, herkese sonsuz rızık vermekte, ihtiyaçlarını karşılamaktadır. İnsana verilen nimetlerin en çok olduğu devre ise, gençlik dönemidir. Bunun için Rabbimize en çok ibâdet etmemiz gereken dönem de "gençlik" çağıdır.

Gerçek bu iken tehlikelerle çepeçevre kuşatılan gençler, nefis ve şeytanın oyununa gelerek Allah'ın emir ve yasaklarına uymayabiliyorlar.

İşte Peygamberimiz (a.s.m.) gençleri bu hadisle uyarıyor, gaflete dalmamalarını, insî ve cinnî şeytanlara aldanmamalarını öğütlüyor.

Bir gencin düşmanı sadece şeytanlar mıdır?

Hayır!

Hattâ şeytanlar en büyük düşman bile değillerdir.

Çünkü, Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bu konuda da bizi îkaz ederek, "Senin düşmanların (içinde) en şiddetli düşmanın iki tarafın arasındaki nefsindir" (Keşfü-l Hafâ, 1:412) buyuruyor.

Demek ki, insanın en başta gelen düşmanı bizzat kendi nefsidir. Yani insanı, günahlara, kötülüklere, heveslere sevk eden duygudur.

Nefsin en güçlü olduğu ve en fazla istekte bulunduğu dönem de, yine gençlik devresidir.

Şu halde gençler, nefsin kötü isteklerini yerine getirmemek için de dikkatli olmak zorundadırlar.

Belki bazı gençler, "Ben nefsime hâkim olabilirim. Zaten çok sâkin ve günahlardan uzak bir hayatım var" diye düşünebilir.

Oysa bu da nefsin bir oyunudur. Böyle düşünen kimse, nefisle yaptığı mücâdeleyi çok sıkı tutmaz, duyarlılığı kaybeder.

Çünkü, nefse güvenilmez. Hazret-i Yûsuf (a.s.) bir peygamber olduğu halde, "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, dâimâ kötülüğe sevk eder—ancak Rabbim rahmet ederse o başka" (Yûsuf:53) demiştir.

Tüm peygamberler gibi "günahsız" olan Hazret-i Yûsuf (a.s.) böyle derse, bizim nefsin oyunlarına karşı çok dikkatli olmamız gerekir.

Gençliğin tehlikelerini şöyle özetleyebiliriz:

1- Tûl-u emel beslemek: Ölümü düşünmeden sanki sonsuza dek yaşayacak gibi uzun emeller taşımak. Bu durum, insanı fâni hayata daldırır, âhiretine çalıştırmaz.

2- Hissiyâta göre hareket etmek: Gençlik, insanın en sağlıklı, en güçlü ve en duygulu dönemi olduğu için akıldan ziyâde duygular ön plândadır. Gelip geçici zevkler, oyun ve eğlenceler çekici gelir. Eğlence yerlerinde çoğunlukla gençler bulunur. Orta yaşlılıkta ve ihtiyarlıkta ise, hem vücudun zayıflığı, hastalıkları, hem de hayatın sorumlulukları daha fazla olduğu için kişiler duygusal hareket edemezler.

3- Gençlik günahlara ve kötü alışkanlıklara daha açıktır: Gençlik devresi, içki, kumar, zina gibi günahlara daha çok düşüldüğü bir dönemdir.

Tüm bu tehlikelere karşı Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) tavsiyelerine sımsıkı sarılmamız gerekir.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
KIYAMETTE GENÇLİK NİMETİ SORGULANACAK

Tüm insanlığı hayat veren sözleriyle uyaran Allah'ın Resulü (a.s.m.), "verilen nimetlerin hakkıyla değerlendirilmesi" konusunda çok durmuştur.

Nitekim konuyla ilgili bir hadislerinde şöyle buyurur:
"İnsanoğluna şu beş şeyden hesap sorulmadıkça onun ayakları Kıyâmet Gününde Rabbinin huzurundan ayrılmayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede yıprattığından, malını nerede kazanıp nereye harcadığından ve öğrendiği ilimle nasıl amel ettiğinden." (Tirmizi, Sıfâtü-l Kıyâme: 1)
Görüldüğü gibi burada her yaş ve her baştaki insanı yakından ilgilendiren beş nimetin hesabının sorulacağı belirtilmektedir.
Ömrünü nerede tükettiğinin sorulması, bir bakıma "hayat nimeti"nin ve insana ihsan edilen "zaman"ın nerede harcandığıyla ilgilidir. İnsana, hayatı ve zamanı ihsan eden Allah olduğuna göre, bu nimet Onun rızası ve emirleri doğrultusunda kullanılmalıdır.
Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), İbn-i Abbas'dan rivâyet edilen bir hadiste, "İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit" (Tirmizi, Zühd: 2405) buyurarak, mühim bir zaafımıza dikkat çekmiştir. Maalesef, birçoğumuz, özellikle sıhhat ve zaman bakımından bol imkânları bulunan gençler, bu hususta yanılmaktadırlar.
"Gençliği nerede yıprattığı"nın sorulması ise, doğrudan gençleri ilgilendirmektedir. Bu sorgulama, "gençliğin güzel yaşamak, hoşça vakit geçirmek, gülüp eğlenmek" için verilmediğini göstermektedir. Madem ki gençlik, Allah'ın nimetleri bakımından birçok artıları olan bir devredir; onun şükrü de, bu nimeti Allah'ın izni dairesinde kullanmaktır. Gençlere ihsan edilen "güç, kuvvet, sıhhat, âfiyet" gibi nimetler, daha fazla sevap kazanmanın birer vasıtası olmazlarsa, dünyada da, âhirette de başımıza belâ olabilirler.
"Malın nerede kazanılıp nerede harcandığının" sorulması da, tüm insanları uyaran bir alârm zili hükmündedir. Çünkü, bu cümleyle, herkesin helâl kazanıp helâl yollara harcaması istenmektedir. Parayı Allah'ın razı olduğu yollarla kazanmak ve Onun rızasına uygun yerlere sarf etmek, dünyevî harcamalarımızda israf etmemek gerekir.
"Öğrenilen ilimle nasıl amel ettiği"nin sorulması, aslolanın öğrenmek değil, onu hayata geçirmek olduğunu göstermektedir. Kur'an'da Rabbimiz öğrendiği ilmi uygulamayan insanları, "kitap taşıyan eşeklere" benzetmektedir. Çünkü, her ikisinin de taşıdığı ilimden bir kazancı yoktur. Yine Peygamberimizin (a.s.m.), "İnsanlar helâk oldular âlimler müstesna, âlimler de helâk oldular ilmiyle amel edenler müstesnâ, amel edenler de helâk oldular ihlâslı olanlar müstesnâ, ihlâslılar da büyük bir tehlikenin üzerindedirler" hadîsi, hepimizi titretmeli ve daha bir dikkatli olmaya sevk etmelidir.
Yukarıdaki izahlarla birlikte bu hadiste önemli bir soruya da cevap var.
Bu hadis, "Yaşlanınca ibâdet ederiz" diyen gençlerin büyük bir hata ettiğini gösteriyor. Böylece insanın sadece yaşlılık döneminden değil, gençliğinde yaptıklarından da sorumlu olduğu ihtar ediliyor.
Nitekim Kur'an'da Zilzal Sûresinde, "Kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yaparsa onu görür" buyrularak, insanın bütün ömründe yaptıklarından sorumlu olduğu ifâde edilmiştir.
Yukarıdaki hadîsimizi tamamlayan şu hadîsteki uyarılara da kulak vermek gerekir:
"Beş şey gelmeden evvel beş şeyi fırsat bil:
1. Ölüm gelmeden önce hayatının,
2. Hastalık gelmeden önce sağlığının,
3. Meşguliyet gelip çatmadan önce boş vaktinin,
4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğinin,
5. Fakirlik gelmeden önce zenginliğinin." (Hâkim: Müstedrek)
Rabbim cümlemizi, "hayatını, sağlığını, vaktini, gençliğini ve zenginliğini" Allah'ın rızası yolunda sarf edenlerden eylesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
MELEK GİBİ GENÇLER

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bir hadis-i şerifte, "Kadınlar şeytanın tuzağıdır. Gençler delilerden bir gruptur" (Keşfü-l Hafâ, 2:4) buyuruyor. Burada hem gençlerin önemli bir zaafı, hem de müthiş bir tuzağı ortaya konmaktadır.

Bilindiği gibi halk arasında gençlere "delikanlı" denir. Bu tâbir, gençlerin hâlet-i rûhiyesini çok güzel ifâde etmektedir.
Çünkü delilik, akılsızlık değil, aklın fonksiyonlarını yerine getirememesidir ki, gençler çoğu zaman akılla bağdaşmayan işleri yapabilmektedirler.
O kadar ki kendi yaptıklarına kendileri bile şaşırmaktadırlar. Birbirleri arasında sık sık, "Saçmalama, çıldırdın mı sen, çılgınlık bu" türünden ifâdeleri kullanırlar.
İşte gençliğin deliliğe yakın olan bu "aklını" zapt u rabt altına almak, hareketlerini dizginlemek, ona istikamet vermek gerekir. Bu da ancak, îman, İslâm ve ibâdetle olur. Dünyanın faniliğini bilen, ölümü düşünen genç, histen ziyade aklını dinler. Allah'a ve âhirete inanan genç, duygularını kontrol altına alır. Hayatını meşrû dâirede geçirir.
İşte o zaman "delilerden bir grup" olan gençler, "meleklere benzerler." Abdullah ibni Ömer'den rivâyet edilen bir hadîs-i kudsîde Rabbimiz meâlen şöyle buyurur:
"Kaza ve hükmüme inanan, Kitâbın (Kur'an'ın) hüküm ve tavsiyelerine boyun eğen, verdiğim rızıkla kanaat eden, şehevânî arzularını Benim rızâm için terk eden genç bir mü'min, katımda bir kısım meleklerimin derecesindedir." (Deylemî)
Yine gençlere yönelik bir hadîsin anlamı şu şekildedir: "Gerçekten Allah, meleklerine karşı ibâdet eden bir gençle iftihar ederek buyuruyor: 'Ey şehvetini Benim için bırakan genç! Ey gençliğini Bana bağışlayan genç! Sen benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin.'" (İhyâ-i Ulûmi'd-Din, 2: 432)
Bu iki hadiste gençler için kâinattan daha değerli müjdeler vardır. Demek ki meleklerin bazısına benzemek için şu şartları taşımak gerekir:
"Allah'ın her hükmüne inanmak, Kur'an'ın hüküm ve tavsiyelerine boyun eğmek, verilen rızka kanaat etmek, şehvânî ve nefsânî arzuları Allah rızâsı için terk etmek, ibâdet etmek, gençliğini Allah'a bağışlamak."
Îman ve ibâdetle serpilip büyüyen, ömürlerini Allah'ın dinine hizmet yolunda geçiren gençler, tehlike çemberinde delilerden bir grup gibi iki dünyasını mahveden hatalara giriftar olmaktan kurtulup, insanlardan üstün olan melekler seviyesine yükselebiliyorlar.
Yine gençlere büyük ehemmiyet veren yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Allah, gençliğini Allah'a itaat yolunda geçiren genci sever" (Deylemî) diyerek büyük bir müjde vermiştir.
İnsanı mutlu eden, gençlik tükenirken sonsuz bir gençliği kazanmaktır. İşte ebedî gençliğin yolu Allah'a itaattir.
Demek gençliğin Allah'a itaat yolunda geçirilmesi hem ebedî gençliği kazandırıyor, hem de insanı makam-ı mahbubiyete çıkarıyor. Çünkü Allah'ın sevgisini kazanan, sevgililik makamına ulaşır, "Allah'ın sevgilisi" olur.
Allah, gençlerimizi, şehvetini Allah rızâsı için terk eden, gençliğini Allah'a bağışlayan, Onun yolunda geçiren ve Onun sevgisini kazanan gençlerden eylesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
EN HAYIRLI GENÇ

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) gençlerle ilgili bir hadislerinde şöyle buyurur:

"Gençlerinizin en hayırlısı ihtiyarlarınıza benzeyendir. İhtiyarlarınızın en şerlisi, gençlerinize benzeyendir." (Feyzü'-l Kadîr, 15:776)
Elbette buradaki "benzemek"ten kasıt, kılık-kıyâfette birbirlerini taklit etmek veya saçların ağarması, dökülmesi, yüzlerin kırışması değildir. Nitekim Bedîüzzaman Hazretleri, bu hadîsi izah ederken, şunları söyler:
"En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki, gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukcasına, hevesât-ı nefsaniyeye tâbi olur."
Gençlerin dünyanın fâniliğini kavrayıp, ebedî hayatları için çalışmalarında, ölümü düşünmelerinin büyük etkisi vardır. Bir gün mutlaka öleceğini düşünüp o şuur ile çalışmayan, kendisine âhireti kazanmak için verilen ömür sermayesini boş yere harcar. Gelip geçici lezzetlere dalar, dünyayı bir oyun ve eğlence alanı zanneder.
Peygamberimiz, "Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz" (Tirmizi, Zühd: 2), buyurarak, bizleri bu gafletten kurtarmak ister.
Nitekim Abdullah ibni Ömer'in (r.a.) anlattığı şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Ensardan bir adam gelerek, Peygamberimize (a.s.m.) şöyle sordu:
"Yâ Resûlâllah, mü'minlerin hangisi daha akıllı, daha şuurludur?"
"Ölümü en çok hatırlayanı ve ölümden sonrası için en güzel şekilde hazırlananı. İşte onlar en akıllı, en şuurlu olanlarıdırlar." (İbn-i Mâce, Zühd: 31)
Yine Abdullah ibni Ömer (r.a.) şunları anlatır:
Resul-i Ekrem (a.s.m.) vücudumun bir yanından tutarak şöyle buyurdu:
"Dünyada sanki bir garîb (gurbette olan yabancı), hattâ yoldan geçen bir yolcu imişsin gibi ol ve kendini kabir halkından (biri) say. "
Daha sonra İbni Ömer (r.a.) sözüne şöyle devam etti: Sabaha çıktığın zaman kendine akşamın sözünü etme, akşama çıktığın zaman da kendine sabahın sözünü etme. Hastalığından önce sıhhatinden, ölümünden önce hayatından (istifâde edip tedbir) al. Çünkü sen, ey Abdullah! Yarın adının (mutlu mu, bedbaht mı) ne olacağını bilemezsin. (Tirmizi, Zühd: 25)
Gerçekten de, dünya hayatının fâniliğini bundan daha güzel anlatan bir söz olamaz. Çünkü, insanın elinde bulunan "ömür" ve sahip olduğu zaman, sadece bir "an"dır. Hiç kimse, bir sene, bir ay, bir gün, hattâ bir saat sonrasına kadar yaşayacağını garanti edemez. O halde bulunduğu ânı, en güzel bir şekilde değerlendirmeli, Allah'a hakkıyla kul olmalıdır.
Bununla birlikte, dünyanın fâniliğini anlamak ve zevklerini terk etmek demek, kendisini Allah'ın nimetlerinden mahrum etmek değildir.
Bu hususu şu hadîs çok güzel ifâde eder:
"Dünya zevkinin terki, helâl bir şeyden kendini mahrum etmek veya malı elden çıkarmakla değildir. Fakat dünya sevgisinin terki, elinde bulunanların Allah'ın katında bulunanlardan daha güven verici olmaması ve bir musibete uğradığın zaman o musibet sende bırakılmış olsaydı sevabı için ona daha istekli olmandır." (Tirmizi, Zühd: 29)
Gençlerin dünyaya dalmamaları için sadece ölümü düşünmeleri yeterli değildir. Aynı zamanda ölümden sonrasını da tefekkür etmek gerekir. Kabir hayatını, Kıyâmeti, Haşir Meydanını, muhasebe ve muhâkemeyi, Mîzanı, Sıratı ve Cehennemi de iyice düşünmek lâzımdır ki, buraların azabından kurtulmak için Allah'a sığınalım ve zamanımızı Allah'ın istediği tarzda geçirelim.
İnsanın ölümden sonra uğrayacağı ilk durak kabirdir. Peygamberimiz (a.s.m.), "Kabir âhiret menzillerinden bir menzildir. Kişinin buradaki hesabı kolay olursa diğer duraklardaki hesabı da kolay olur, zor olursa diğerleri de zor olur" buyurmuştur.
Kabir azabı haktır. Kişi, dünyada yaptığı kötülüklerden dolayı önce kabirde azap görecektir. Hazret-i Osman (r.a.) ağlayarak, Resul-i Ekremin (a.s.m.) şu sözünü aktarırdı: "Kabirden daha korkunç bir manzara görmedim." (Tirmizi, Zühd: 5)
Peygamberimiz, kabirleri ziyaret ettiğinde, bura ehlinin vaziyetini görür ve sahabelere haber verirdi. Yukarıdaki hadiste kabrin korkunçluğunu belirttiğine göre, kabir azabına uğramamak için çok çalışmak gerekir.
Kabirden sonraki dehşetli zaman, kıyâmet günüdür. Bu hususta Efendimiz (a.s.m.) şunları söyler:
"Kıyâmet günü olunca güneş, kullara bir mil veya iki mil mesafede oluncaya kadar yaklaştırılacaktır. Güneş onları âdeta eritecek ve amelleri miktarınca ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimini topuğuna kadar alacak, kimini diz kapaklarına kadar alacak, kimini beline kadar alacak, kimine de basbayağı gem vuracaktır." (Bu sırada Resul-i Ekrem ağzını işaretliyordu.) (Tirmizi, Kıyame: 2)
İşte böyle dehşetli bir günde kurtuluşun yolu, dünyada iken Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmaktır. Peygamberimizin sünnetini de rehber edinmektir.
Kişi, dünyada yaptığı her şeyden haşirde hesaba çekilecektir. O kadar ki, Zilzal Sûresinde, zerre kadar yaptığı bir iyiliği veya kötülüğü mutlaka göreceği belirtilir. Kişinin sevapları ve günahları tartılacak, iyilikleri fazlaysa Cennete, kötülükleri fazlaysa Cehenneme gidecektir.
Bu zorlu muhâsebeye uğramadan önce şu hadîsden ders almak gerekir:
Abdullah bin Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
"Vallahi sizden hiç kimse yoktur ki, birinizin gördüğü dolunayla başbaşa kaldığı gibi Rabbiyle başbaşa kalmasın. Sonra Allah ona şöyle buyurur:
Ey Ademoğlu, benim hakkımda seni ne aldattı?
Ey Ademoğlu benim için ne amel işledin?
Ey Ademoğlu, Benden ne kadar hayâ ettin?
Ey Ademoğlu, peygamberlere ne cevap verdin?
Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayana bakarken Ben gözlerinin üzerinde gözcü değil miydim?
Sana helâl olmayan şeyleri dinlerken Ben kulaklarının üzerinde kontrolcü değil miydim?
Ey Âdemoğlu, sana helâl olmayan şeyleri söylerken Ben dilinin üzerinde murakıp değil miydim?
Sen ellerinle helâl olmayan şeyleri tutarken, Ben onların üzerinde gözcü değil miydim?
Ayaklarınla sana helâl olmayan şeylere giderken Ben ayaklarının üzerinde gözetleyici değil miydim?
Sana helâl olmayan şeylerle kalben ilgilenip dururken Ben, kalbinin üzerinde murakıp değil miydim?
Yoksa sana olan yakınlığımı ve sana gücümün yettiğini inkâr mı ettin?"
Rabbimizin bu hitapları, şu anda bile bizleri ürpertmekte, tüylerimizi diken diken etmektedir. Bir de aynı hitabın, bütün haşmet ve dehşetiyle âhirette yapılacağını düşünelim. Bu hitap, Allah'ın emirlerine uymayanlar için ne kadar utandırıcı, acıklı ve hüzün vericidir.
Bu bakımdan fırsat elde iken âhirete ciddi çalışmak gerekir.
Cehennem azabını da düşünmeli ve ondan kurtulmak için duâ etmeliyiz.
Cehennem azabının dehşetini anlamak için Numan bin Beşir'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîs, yeterlidir:
"Azap bakımından Cehennem ehlinin en hafif olanı, iki ayağının oyuğunda iki ateş bulunan ve bundan dolayı beyni kaynayan kişidir." (Tirmizi, Cehennem: 12)
Cehennem azabının en hafifi buysa, en dehşetlisinin ne olacağını düşünmek zor değildir.
Allah bizleri ölümü düşünüp fâni dünyanın zevklerine dalmayan, kabir ve Cehennem azâbından kurtulan kullarından eylesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
ALLAH HANGİ GENÇLERİ BEĞENİR?

Hayatıyla bize en büyük bir rehber, en büyük bir nümune olan Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Allah, gayr-i meşrû şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir" (Müsned, 4:151) buyurmaktadır.

Bu hadiste, hayatının en fırtınalı ve en tehlikeli dönemlerini yaşayan gençler için çok büyük bir müjde vardır: Allah'ın beğenmesi.
Bu öyle bir müjdedir ki, insanın tüm sevdiklerinden, beğenisini kazanmak istediği bütün şahıslardan daha değerli, daha yücedir.
Çünkü Bedîüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, "Kim Allah'a yâr ise her şey yârdır, her şey yarar."
Meşhur Hikem-i Atâiyye, "Cenâb-ı Hakkı bulan neyi kaybeder? Ve onu kaybeden neyi kazanır?" demiştir. Yâni "Onu bulan her şeyi bulur, Onu bulmayan hiçbir şey bulmaz. Bulsa da başına belâ bulur."
İşte dünyalara bedel olan Allah'ın beğenisini kazanmanın yolu gayri meşru şehvet peşinde olmamaktır.
Yine gençlerle ilgili hadislerde, "Allah'ın gayri meşrû şehvetini terk eden genci meleklerin bazısı gibi gördüğü" belirtilmektedir.
O kadar ki, Câbir'den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste meâlen, "Hangi delikanlı ki, genç yaşında evlenirse, onun şeytanı şöyle bağırır: 'Eyvah, dinini benden korudu'" (Ramûzu-l Ehâdis, c.1 s.179) buyrulmaktadır.
Yine Yüce Efendimiz (a.s.m.), "En şerliniz, bekârlarınızdır" (Keşfü-l Hafâ, 2:6) buyurarak, çok mühim olan bu konuya ayrıca dikkat çekmiştir.
Acaba şehvet konusunun ehemmiyeti nereden kaynaklanmaktadır ki, onu bırakmak Allah'ın sevgisini kazandırmakta ve gençleri melekleştirmektedir?
Evlenerek şehvetini gayri meşrû fiillerden korumak neden "dini şeytandan korumak"la eş tutulmaktadır?
Ve neden insanların en şerlileri bekârlardır?
Hemen şunu da belirtelim ki, son hadisteki hüküm genel değildir. Bu hadiste, bekâr olup da iffetini koruyamayanlar kast edilmektedir. Yoksa ashab-ı suffadan çok bekâr sahabe vardı. Birçok İslâm kahramanı hiç evlenmemiştir. Bekâr olup da iffet ve namusunu koruyan, gayri meşrû şehvet peşinde koşmayan kimseler elbette bu hadisteki hükmün dışındadırlar. Aksine onlar sırf İslâma hizmete daha fazla zaman ayırmak için evlenmiyorlarsa, tebrik ve takdire lâyıktırlar.
Çünkü, aslolan iffetin korunmasıdır. Evlilik ise onun vasıtasıdır. Eğer bir kişi evlendiği halde iffetini korumuyorsa, o bekâr bir gençten daha şerlidir.
Bundan sonra yukarıda sıraladığımız soruları cevaplayalım.
Evet, nedir iffete bu kadar ehemmiyet vermenin, şehvetten bu kadar sakındırmanın sırrı?
Bir kere gayri meşrû şehvet peşinde olmak zaten çirkin bir fiildir. Toplumun temeli olan âile yuvasını yıkmakta, nesilleri birbirine karıştırmaktadır.
Ayrıca gençliğin zamanını, sağlığını, parasını, mesâisini, işini, okulunu mahveder gayri meşrû şehvet peşinde koşmak. Hattâ insanları intihara kadar götürür.
Nice gençler var ki, sırf bu meseleden dolayı, kavga ve cinâyetlere giriyor, ömrünü hastanede veya hapishânede geçiriyor. Hattâ öyleleri var ki, derdinden hastalanıyor ve kısa sürede ölüyor.
Çevremize baksak, iffetli olamamaktan dolayı, işini veya okulunu yarım bırakan, sağlığını perişan eden, zamanının büyük bir bölümünü hebâ eden, kendisinin veya babasının servetini batıran nice gençler görürüz.
Altın gibi gençler, pırıl pırıl kabiliyetler, fırtına gibi zekâlar kaybolup gitmekte, mahv u perişan olmaktadırlar.
İşte bunun için âyet ve hadislerde bilhassa tehlikenin odağında olan gençlerimiz şiddetle ikaz ediliyor, iffetli olmaları övülüp teşvik ediliyor.
Şehvetin esiri olunduğunda bütün bir ömrün hebâ edileceği, oysa bu ömür ve kabiliyetlerin Allah'ı tanıyıp ibâdet etmek için verildiği ısrarla belirtiliyor ki, gençler tuzaklara düşmesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
HARAMA NAZAR ETMEYİN

Şehveti gayri meşrû yerlerde kullanmanın nasıl anlaşıldığını hadisler ışığında inceleyelim.

Gençliğin ve bekârlığın mühim bir tehlikesi Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadiste çok veciz bir şekilde anlatılmaktadır:
"Âdemoğluna zinâdan nasibi yazılmıştır. Buna mutlaka erişecektir. Gözlerin zinâsı bakmaktır, kulakların zinâsı dinlemek, dilin zinâsı konuşmak, elin zinâsı tutmak, ayağın zinâsı da yürümektir. Kalp ise heves eder, diler. Ferc (cinsel organ) ise bunu ya uygular veya reddeder." (Müslim, Kader: 21)
Demek ki şehveti gayri meşrû bir şekilde kullanmak olan "zinâ"nın çeşitleri vardır. Bunlar yasaklanmış fiili, "düşünmek", gayri meşrû bir şeye "bakmak", "konuşmak", "dinlemek", "dokunmak", ona "teşebbüs" etmektir. Kalp ise buna "heves" etmekte, ferc ise ya reddetmekte veya uygulamaktadır.
Nitekim bir âyet-i kerimede, "Zinâya yaklaşmayın" buyrulmaktadır. "Zina yapmayın" yerine, "Yaklaşmayın" ifâdesinin tercihi dikkat çekicidir. İşte bu kısa âyet, yukarıdaki hadiste belirtilen hususları içine almaktadır. Âyet, yaklaşmanın her türlü yolunu yasaklamaktadır.
Gerçi Ebû Hüreyre'den (r.a.) rivâyet edilen, "Şüphesiz ki, dillerle söylenmedikçe veyahut fiîlen yapmadıkça Allah ümmetimin kalbinden geçirdikleri şeyleri onlara bağışlamıştır" (Müslim, Îmân: 58) şeklindeki hadîste yasak bir fiili düşünmenin bağışlandığı belirtilmiştir. Ancak bunu alışkanlık hâline getirip zaman israf etmek, Allah'ı tefekkür ve güzellikleri düşünüp plânlamak için verilen düşünme ve hayal kabiliyetini boş yere meşgul etmek doğru değildir.
Yukarıda sayılan "harama bakmak" hususu, âyet ve hadislerle yasaklanmıştır.
Nûr Sûresinin 30 ve 31. âyetlerinde, "Mü'minlere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar. Bu, onların temizliği için daha uygundur. Muhakkak ki Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, namuslarını da korusunlar" buyrulmaktadır.
Bu âyetler hem erkeklere, hem de kadınlara, kendileri için bakılması câiz olmayan kişilere nazar etmelerini yasaklamaktadır.
İbn-i Büreyde'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadis de konumuzla ilgilidir:
"Resûlüllah (a.s.m.) Hz. Ali'ye (r.a.), 'Ya Ali bakışı bakışa tâbi kılma, kasıtlı olmadığı için birinci bakış sana câizdir, (fakat) diğer bakışlar sana câiz değildir' demiştir." (Ebû Dâvud, Nikah: 43)
Buradaki "birinci bakış", insanın çarşıda pazarda yürüyebilmesi için zarurî olarak baktığı yerlerde istemeyerek gözünün rastladığı durumlar için söz konusudur. İnsan gözü kapalı gezemeyeceğine göre, zarurî işleri için, lüzumlu yerlerde kasdî değil, tebeî bir surette rastladığı durumlar birinci bakışa girer. Bazen insan bir şeye bakarken istemeyerek bir başka varlığı da görebilir. Bilhassa Asr-ı Saâdet için söz konusudur.
Ama şimdi "Nasıl olsa ilk bakış câizdir" deyip sağı solu teftiş eder gibi bakarak gitmek doğru değildir. Çünkü zamanımızda âniden ve farkında olmadan rastlama gibi bir olay yoktur; her tarafta her an namahreme, açık saçık insanlara ve harama rastlanmaktadır. Bunun için tüm bakışları kontrol altında tutmak gerekir.
Nâmahreme bakmanın zararları çoktur. Kişinin zamanını, hafızasını, dikkatini tahrip eder. Bakmamak ise, milyonlarca sevap kazandırdığı gibi, şu kudsî hadisteki mânevî lezzete mazhar eder:
"Nâmahreme bakmak, şeytanın oklarından bir oktur ki, her kim Benden korkarak onu bırakırsa, zevkine bedel ona öyle bir îman veririm ki, onun lezzetini ve tatlılığını kalbinde duyar." (Taberânî ve Hâkim)
Burada da müthiş bir müjde var. Gerçekten gençlerimiz bu hususa dikkat ettiklerinde kendilerinde büyük bir huzur ve sevinç, âdetâ maddîyattan sıyrılıp nûranîleşmiş bir hâl hissedeceklerdir.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
PEYGAMBER İRŞADI

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gençleri ikaz ve irşadı fevkalâde etkilidir. Kendisine gelen bir gençle aralarında geçen şu konuşma, bugün modern dünyanın aşamadığı sosyal problemlere bile çözüm getirici niteliktedir:


Bir genç Peygamberimize (a.s.m.) gelerek, "Yâ Resûlâllah, bana zina yapmak için izin ver" der. Orada bulunanlar gencin üzerine yürüyerek onu ayıplarlar ve men ederler. Hz. Peygamber, "Bana getirin" der. Yaklaşınca:
"Bu fiilin annene yapılmasını ister misin?" diye sorar.
Genç:
"Hayır, vallahi (istemem)" diye cevap verir.
Peygamberimiz:
"(Başka) insanlar da anneleri için bunu istemezler" der.
Daha sonra, "Kızın için kabul eder misin?", "Kız kardeşin için...", "Halan için...", "Teyzen için bunu ister misin?" diye sorar ve her defasında, "Vallahi hayır" cevabını alınca, Hz. Peygamber de, "Diğer insanlar da buna razı olmazlar" der.
Sonra elini gencin üzerine koyup, "Yâ Rabbi, günahlarını affet, kalbini pâk et, fercini muhafaza et" diye duâ eder. Genç ondan sonra hiçbir olumsuz eğilim göstermez. (Müsned, 5: 256)
Bu hadiste de, gerek kişiyi gerekse toplumu zinadan korumanın en önemli yolu gösteriliyor.
Özellikle fuhuşhanelerin, genelevlerin, batakhanelerin yok edilmesinin formülü bu hadiste saklı.
Bazı iffet ve hayâdan mahrum kimseler, kimi insanların para karşılığında iffetlerini satmalarını normal görür. Oysa fuhuş, insanı aşağılayan bir fiildir. Şeref, namus ve haysiyet sahibi bir kimseye yakışmaz.
İslâm, gençlere kendisini düşündüğü kadar kardeşini de düşünmesini öğretiyor. Nitekim bir hadiste Peygamberimiz, "Kendinize yapılmasını istemediğiniz bir şeyi mü'min kardeşinize de yapmayın" buyuruyor.
Peygamberimizin, gençliğin problemlerini çözmek için ürettiği çözümlerin neler olduğunu anlamamız için şu hadise de kulak vermemiz gerekir:
Alkame'den (r.a.): "Resûlüllah (a.s.m.) gençlerin yanına vardı ve şöyle dedi: 'Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü, evlilik gözü haramdan alıkoyar; iffet ve namusu muhâfaza eder. Evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun. Çünkü (oruç), cinsî arzuyu azaltır." (Müslim, Nikâh: 1)
Gençlerin evlendirilmesi sosyal bir görevdir. Nitekim, Nur sûresinin 32. âyetinde, "İçinizden bekâr olanları ve köle ve câriyelerinizden dindar olanlarını evlendirin. Onlar fakir iseler Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah'ın lütfu geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir" buyrulmaktadır.
Evlilik şehvet için değil, neslin devamı içindir. Yani "abdullah" yetiştirmek, Allah'a daha çok ibâdet eden insan, Hazret-i Peygambere ümmet yetiştirmek içindir. Ancak nefsî duygu, bu vazifeyi yaptırmak için verilen cüz'î ve peşin bir ücrettir.
Maalesef, son bir asırdır toplum için çok faydalı sosyal kurumlar tahrip edildiğinden evlenmek de bir problemler yumağı hâline gelmiştir.
Osmanlıda bir genç 15-18 yaşında evlenebiliyor, kendi işini kurabiliyordu. Sosyal hayat o derece muntazam idi.
Şimdi de toplum olarak evlenmek isteyen gençlere her bakımdan yardımcı olmak gerekir ki, bu zamanın dehşetli fitnelerinden korunabilsinler. Bu hususta güzel bir teşebbüs, farklı illerimizde kurulan fakir gençleri evlendirmeye yönelik vakıf ve derneklerdir. Benzer kuruluşlar yurt çapında yaygınlaştırılmalıdır.
Allah, gençlerimizi, zamanımızın tüm fitnelerinden korusun.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
KORKU İLE ÜMİT ARASINDAKİ GENÇ

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), ölüm döşeğinde olan bir gencin yanına girdi ve ona, "Sen kendini nasıl buluyorsun?" diye sordu. Genç, "Ben Allah' (ın affın)ı umarımYâ Resûlâllah! Ve günahlarımdan da korkarım" dedi. Bunun üzerine Resûlâllah (a.s.m.) buyurdu ki, "Bu vakitte herhangi bir kulun kalbinde bağışlanma umudu ve günah korkusu birleşince mutlaka Allah o kuluna dilediğini verir ve onu korktuğu azabından emin kılar." (Neseî, Zühd: 31)

Bu hadise her ne kadar bir gencin başından geçmişse de, aynı durum her insan için geçerlidir. Fakat bu hadiseye bir gencin konu olması şu açıdan önemlidir: Gerçekten gençlik dönemi, korku ve ümitin sık sık dengesini kaybettiği bir safhadır. Genç insan, bazen öylesine ümitli olur ki, doğrudan Cennete gideceğini düşünür. Zaman olur öyle ümitsizliğe düşer ki, günahları çok fazla olduğu için affedilmeyeceğini sanır.
İşte bu hadîs, dünyası çok çabuk değişebilen gençlerimize güzel bir müjde ve uyarıdır.
Dinimiz bizleri korku ve ümit arasında olmaya teşvik eder. Yüce Rabbimiz meâlen şöyle buyurur: "De ki: Ey günahta aşırı giderek nefislerine zulmetmiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Öyleyse azap gelmeden önce Rabbinize dönün ve Ona teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz." (Zümer: 53-54)
Rabbimiz, Kendisine ortak koşulmasından başka tüm günahları affedebileceğini belirtmiştir. Bunun için kesinlikle ümitsiz olmamak gerekir. Çünkü Allah'ın rahmetinden ümidini kesen ancak şeytandır. Fakat ümitli olmak demek, günah işlemeye devam etmek ve nasıl olsa affedileceğinden emin olup, Allah'ın azabından korkmamak değildir.
Nitekim bu hususta Hz. Ömer (r.a.) tüm gençlerimize örnek olacak şu ölçüyü dile getirmiştir: "Eğer 'Tüm insanlar Cehenneme gidecek, sadece bir kişi Cennetlik olacak' dense, 'Acaba ben miyim' diye ümitlenirim. Şayet 'Bütün insanlar Cennete gidecek, sadece bir kişi Cehennemlik olacak' deseler, 'Acaba ben miyim' diye korkarım."
İşte böyle bir düşünce, korku ve ümit arasında olmanın zirvesidir. Yani kişi, hem Allah'ın azabından korkmalı, günahlarını düşünmeli; hem de Allah'ın rahmetinden ümitvar olmalıdır.
Dikkat edilirse böyle bir düşünce birbirinin zıddı değildir. Çünkü ele alınan korku ve ümittir. Bunların zıddı ise, "korkmamak" ve "ümitsizlik"tir. Bize tavsiye edilen, "hem korkmak hem korkmamak" veya aynı anda "ümitli ve ümitsiz olmak" dğildir. Bizden istenen, "Aşırı korkudan dolayı ümitsiz olmamak" ve "Aşırı ümitten dolayı korkusuz olmamak"tır.
Bunun için insan hem korkup hem ümitli olabilir.
Hadiste dikkat çekilen mühim bir husus da, "Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl tanırsa öyle muâmele ederim" hadîs-i kudsîsinde belirtilen gerçektir. Bu hadîs-i kudsîye göre, biz Rabbimizin rahmetini ümit edersek öyle muâmele görürüz. Ayrıca Rabbimize sû-i zan etmemeliyiz. Yani, "Ben çok günahkârım, bana mutlaka azap eder" demek, Allah'ın irâdesine karışmaktır. "Ben çok günahkârım, ama Rabbim af ve mağfiret sahibidir" diye düşünmek, günahlara tövbe edip, af dilemek gerekir.
Bir kimsenin, "Kesinlikle ben Cehennemliğim" demesi de, "Ben kesinlikle Cennetliğim" diye düşünmesi de yanlıştır, büyük günahtır. Doğrusu, şöyle düşünmektir:
"Ben çok günah işledim. Allah'ın azabından korkarım. Ama pişmanım, Rabbim affedebilir. Bu arada Allah beni bazı sevaplar işlemeye muvaffak etti. İyi amellerim de Onun ihsânıdır. Ümit ederim ki, bana lütufla muâmele eder."
"Hiç kimsenin ameli, kendisini Cennete götürmez. Beni de. Rabbimin rahmeti olmasa ben de Cennete giremem. " diyen Peygamberimiz (a.s.m.), eski asırlarda yüz kişi öldürdüğü halde samimî bir şekilde tövbe eden bir kişinin affedildiğini belirtir.
İşte korku ve ümit arasında bulunmak budur. Bir yanda Allah'ın en büyük Peygamberi, kendi ameliyle Cennete giremeyeceğini belirtiyor; diğer yanda yüz kişiyi öldüren kesin bir pişmanlıkla af dilediği için mağfiret ediliyor.
Kişinin ameline güvenmesi, "ucb" denilen mânevî bir hastalıktır ki, en az ümitsizlik kadar kötüdür.
Rabbimiz bizleri, hayatımızı hüsn-ü hâtimeyle bitirip imanla kabre girinceye kadar korku ve ümit arasında bulundursun.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
TÖVBE GENÇ İKEN YAPILMALI

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

"Adâlet güzeldir, fakat idârecilerde olursa daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, fakat zenginlerde olursa daha güzeldir. Dinde titiz olmak güzeldir, fakat âlimlerde olursa daha güzeldir. Sabır güzeldir, fakat fakirlerde olursa daha güzeldir. Tövbe güzeldir, fakat gençlerde olursa daha güzeldir. Hayâ güzeldir, fakat kadınlarda olursa daha güzeldir." (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs)
Görüldüğü gibi, burada sayılan güzel huylara en çok kim muhtaç ise onda daha güzel olacağı belirtilmiştir. İdâreci, başkaları hakkında çok hüküm verdiğinden, adâlete herkesten daha muhtaçtır. Cömertlik zenginlerde daha güzeldir, çünkü bu huyunun gereğini yapacak imkânı vardır. Herkes dinde titiz olmalıdır. Ancak âlimler, başkalarına yol gösterdikleri ve örnek oldukları için daha fazla hassas olmalıdır. Sabır herkes için lâzımdır. Fakat fakirlik çeken birisinin günaha girmemesi için daha sabırlı olması gerekir. Tövbe herkese lâzımdır, fakat günaha girmeye en eğilimli olan gençlerde daha güzeldir. Utanma duygusu güzeldir, ancak kadınlarda olursa, güzelliklerini başkalarına göstermezler ve günahtan çekinirler.
Burada, gençlerle ilgili tövbe konusuna biraz daha ağırlık verelim.
Her sözünde bir nur ve ümit bulunan Efendimizin (a.s.m.) bu hadîsinde de, gençler için mühim bir uyarı ve müjde vardır.
Tövbe, kişinin yaptığı günahtan dolayı pişman olmasıdır. Rabbimiz meâlen, "Ey îman edenler! Allah'a tam bir ihlâsla tövbe edin. Umulur ki Allah günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar" (Tahrim: 8) buyurmuştur.
Tövbe, "pişmanlık" olduğu için bizzat günah işleyen kişi tarafından yapılmalıdır. Kişi, bir başkası için tövbe edemez. Ama, istiğfar edebilir. Çünkü, istiğfar Allah'tan bağışlanma istemektir ki, bir başkası için bunu isteyebiliriz.
Bağışlanma istemek için önce tövbe edilmelidir. Kişi işlediği günahtan pişman olmalıdır ki, onun bağışlanması için Allah'a yalvarabilsin.
Tövbe etmeyi teşvik eden pek çok hadis vardır. Nitekim, "Günahtan tövbe eden hiç günahı olmayan gibidir." (İbn-i Mâce, Zühd:30) meâlindeki hadîs, günahkârlar için önemli bir müjde verirken, şu hadîs meâli de, Rabbimizin tövbe eden kullarından memnun olduğunu belirtir: "Allah birinizin tövbe etmesine, o kimsenin kayıp hayvanını bulunca duyduğu sevinçten muhakkak daha çok sevinir." (İbn-i Mace, Zühd: 30)
Rabbimizin bir ismi de, "Tevvâb"dır. Yani O, tövbeleri çok kabul edendir. O kadar ki, Peygamberimiz, insanlar hiç günah işlemese dahi Rabbimizin yeni insanlar yaratıp, onlara günah işleteceğini ve tövbe ettirip bağışlayacağını söylemiştir. Çünkü, günahkârların ve tövbe edenlerin bulunması, Allah'ın Tevvâb isminin gereğidir. Kur'an'da, "Allah çok tövbe edenleri sever" meâlinde buyrulması da, tövbenin, Allah'ın sevgisine sebep olacağını ortaya koymaktadır.
Allah, "Rahmetim gazabımı geçmiştir" (Müslim, Tevbe: 4) buyurduğuna göre, Onun rahmetini celbetmek için bol bol tövbe etmemiz, af dilememiz gerekir. Peygamberimiz bile, günahsız olduğu halde, tövbe ve istiğfarın güzelliğinden dolayı, "Ben günde 70 kez tövbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.
Peygamberimiz (a.s.m.) Ebû Zerr'e (r.a.) şöyle buyurdu: Nerede olursan ol, Allah'tan kork ve kötülüğün peşinden hemen iyiliği yetiştir ki, onu silip yok etsin. Ayrıca insanlarla da güzel geçin." (Tirmizi, Birr: 55)
Demek ki, günahtan sonra tövbeyle birlikte hemen bir iyilik yapmak gerekir. Böylece o günah yok olur.
Bu kadar güzel olan tövbe, niçin gençlerde daha güzeldir?
Önce konuyu açıklayan iki âyet meâli verelim:
"Allah katında makbul olan tövbe, o kimsenin tövbesidir ki, onlar câhillik edip kötülük işlerler de, çok geçmeden pişman olup tövbe ederler. İşte onların tövbesini Allah kabul eder. Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her işi hikmetle yapar. Yoksa Allah katında makbul olan tövbe, ömürleri boyunca günahları işleyip de, nihâyet her birine ölüm gelip çattığında 'Ben şimdi tövbe ettim' diyenlerin tövbesi değildir. Öyleleri için biz acı bir azap hazırladık." (Nisâ:17-18)
Görüldüğü gibi, asıl tövbe, günah denizine dalmadan, henüz ömrün baharında yapılan tövbedir. Çünkü, genç iken duygular, kabiliyetler daha temiz ve nezihtir. Genç iken tövbe eden, ömrünü güzel amellerle geçirir. Tabiî, her şeye rağmen kaç yaşında olursa olsun tövbe etmek, mutlaka güzeldir ve yapılmalıdır.
Yukarıdaki âyet ve hadisler, "Henüz gençsin. Ye iç, gül eğlen, yaşamaya bak. Bırak namazı niyazı, ihtiyarlayınca kılarsın" gibi sözlerin ne kadar anlamsız ve ahmakça olduğunu açıklamaktadır.
"Allah tövbe eden genci sever" (Câmiüssağîr: 1866) hadîsi de bizi tövbe etmeye sevk etmelidir. Allah'ın bizi sevmesinden daha büyük bir nimet olamaz.
Buna rağmen, eğer çok fazla günah işlemişsek veya ancak yaşlanınca şuurlanmışsak, yine ümitsiz olmamalıyız. Rabbimizin rahmeti geniştir. Bol bol tövbe ve istiğfar etmeli, hayır hasenatta bulunmalıyız.
Allah, gençlerimizi, henüz genç iken tövbe eden kullarından eylesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
İLİM GENÇ İKEN ÖĞRENİLMELİ

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Gençliğinde ilim öğrenen taştaki damga gibi, yaşlılığında öğrenen ise, su üzerine yazı yazan gibidir" (Keşfü-l Hafâ, 2: 66) buyurarak, gençlikte öğrenilen ilmin daha kalıcı olduğunu belirtmiştir.

Gençlikte öğrenilen ilmin kalıcı olmasını sağlayan birkaç nokta vardır.
Bunlardan birincisi, gençlik yıllarında beynin ezberleme kabiliyetinin daha güçlü olmasıdır. Bunun için ilim öğrenmek çocukluk yaşlarından itibâren başlamaktadır. Kur'an ezberleme faaliyetine de çocuk yaşlarda başlanır. Süfyan bin Uyeyne (r.a.) dört yaşında iken Kur'an'ın tamamını ezberlemiştir. Bugün de 8-9 yaşında olup hafızlığını tamamlayan çocuklar vardır.
Gençlikteki ilmi kalıcı kılan diğer bir sebep, bu dönemin zaman bakımından elverişli olmasıdır. İlim öğrenmek, dikkat, tekrar ve üzerinde yoğunlaşmayı gerektirir. Kişinin zaman bakımından en rahat olduğu dönem ise, gençlik çağıdır. Yıllar ilerledikçe iş-güç, çocuk-çoluk sahibi olunmakta, ilme ayrılan zaman azalmakta, hattâ hiçe inmektedir.
Bir başka sebep, yıllar geçtikçe beynin ilgi ve dikkat alanlarının dağılmasıdır. Gençlikte ise, ilgi alanları daha azdır. Bunun için genç ilim üzerine yoğunlaşabilir. Yaşlılıkta ise aynı yoğunluk sağlanamaz.
Belki gençler karşılaştıkları birçok problemi sıralayıp, ilim öğrenmenin önündeki engelleri mazeret olarak gösterebilirler. Ancak gençlik devresi ne kadar sıkıntılı ve problemli de olsa, ilim öğrenmek için en elverişli yıllardır.
Bununla birlikte, Peygamberimizin bize tavsiyesi, "Beşikten mezara kadar ilim öğrenmek"tir. Çünkü yine onun buyurduğu gibi, "İlim öğrenmek kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır."
Gençlerimizi ilim öğrenmeye teşvik eden bir başka hadis de şudur:
"Bir genç ilim ve ibâdet içinde yetişir, olgunlaşırsa, Allah Kıyâmet Günü ona yetmiş iki sıddîkın sevabı kadar sevap verir." (Taberânî'nin Kebir'inden)
Gençlere çok büyük bir müjde verilen bu hadiste, ilimle ibâdet birlikte zikredilmektedir. Buradan ilim öğrenmenin tek başına yeterli olmadığını, onun tatbik edilmesi gerektiğini anlıyoruz.
Nitekim Peygamberimiz (a.s.m.), "İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk oldu, ilmini uygulayanlar müstesnâ. Onlar da helâk oldu, ihlâslı olanlar müstesnâ. İhlâslılar da büyük bir tehlikenin üzerindedirler" buyurmuştur.
Demek ki tek başına ilim öğrenmek yetmemekte, bu ilmi ihlâsla tatbik etmek gerekmektedir.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir başka hadislerinde, "Âlim ve ilim Cennettedir. Âlim ilmiyle amel etmeyince ilim ve amel Cennette olur; âlim ise Cehenneme gider" buyurarak, konuya dikkat çekmiştir.
Şu hadisten de, "ilmiyle amel eden kimseye Allah'ın bilmediğini de öğreteceğini" anlıyoruz:
"İlim İslâmın hayatıdır, îmanın direğidir. Bir ilmi öğrenene Allah, eksiksiz mükâfat verir. İlmi öğrenip de onunla amel eden kimseye Allah bilmediğini de öğretir."
Demek ki, öğrendiği ilmi ihlâsla tatbik eden, aynı zamanda yeni bilgileri daha kolay öğrenmiş olur.
Şüphesiz ki, "ilim öğrenme" faaliyeti, okullardaki eğitimden ibâret değildir. Okullardaki eğitim, dinî ağırlıklı olsa bile yetersizdir.
"İlim öğrenmek" ve sonuçta "âlim olmak" çok mühim ve çok zordur. Nitekim şu hadisler, "âlim" olmanın ne büyük bir makam olduğunu gösteriyor:
"Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir."
"Âlimler önderdirler. Takvâ sahipleri efendi ve reistirler. Bunlarla oturup kalkmak hayır ve iyiliği arttırmak demektir."
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Göktekiler onları sever. Öldüklerinde tâ Kıyâmete kadar denizdeki balıklar kendilerine Allah'tan mağfiret dilerler." (Câmiüssağîr: 5703-5704 ve 5705)
Bunlara, "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Âlimin uykusu da ibâdettir" gibi hadisleri de eklediğimizde, "âlim" olmanın çok büyük bir makam olduğu anlaşılıyor. Nitekim Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidirler" diyerek bu yüksek rütbeye ulaşmanın pek kolay olmadığını gösteriyor.
Tabiî ki bizim hedefimiz, gücümüzün ve kabiliyetlerimizin elverdiği ölçüde çalışmak, ilmimizi arttırmak ve onunla amel etmek olmalıdır.
Hangi çağda olursa olsun, eğitim kurumları sadece ilim öğrenmenin yolunu gösterir, rehberlik eder. Yoksa bazı okullardan diploma almak ilmi hakkıyla öğrenmek değildir. Aslolan kişinin kendi gayretini de devreye sokmasıdır. Böyle bir kişi, sürekli öğrenme isteğiyle dolup taşar.
Burada önemli bir problem de hangi ilmin öğrenileceği hususudur.
Mü'minlerin öğrenebileceği ilim ikiye ayrılır. Birisi zarurî ve vazgeçilmez olan, diğeri zarurî olmayandır.
Zarurî ilim, dinin temel konularıdır. İnanç esaslarını, ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğrenmek bunlardandır.
Diğer kısmı ise, nâfile olandır.
İlki, dini ilimleri özet olarak bilmekse, ikincisi teferruatlıca öğrenmektir.
Bir mü'min, bilhassa îmanla ilgili bilgileri çok iyi ve derinlemesine öğrenmelidir. Neye, niçin inandığını etraflıca kavramalıdır. Çünkü ilimlerin şâhı ve padişahı îman ilmidir.
Başta namaz olmak üzere ibâdetle ilgili konuları öğrenmek, nelerin helâl nelerin haram olduğunu bilmek şarttır.
Neyin sevap neyin günah olduğunu bilmeyen kişi, Allah'ın rızâsını nasıl kazanacaktır?
Kur'an okumasını öğrenmek ve belirli yerlerini ezberlemek, ilmihal bilgisi edinmek, hadis okumak ilim öğrenmenin besmelesidir. Bunların ileri kademesi ise, başta îman ilmi olmak üzere her bir dalda derinleşmektir.
İlimle amel arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için şu hadisi de aktaralım:
"Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sorulan bir suale, Peygamberimiz (a.s.m.), şu cevabı vermiştir:
"Allah'ın isim ve sıfatlarını bildiren ilim her şeyden üstündür."
Suali soran sahabe, "Ya Resûlâllah, biz ilmin faziletini sormadık, amellerin en üstününü sorduk. Siz ise ilim diye cevap verdiniz, Peygamberimiz şöyle devam etti:
"Allah'ı bildiren ilimle birlikte olan amel, ne kadar az olursa olsun, insana fayda verir. Allah'ı tanımadan işlenmiş ameller ise insana fayda sağlamaz."
Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır. İlimden murat, sadece dinî ilimler değildir. Dünya hayatımızla ilgili ilimler de çok mühimdir. Her bir ilim, Allah'ın isimlerinin tecellisini anlatır ve Onun bir ismine dayanır.
Bu bakımdan zarurî dinî bilgileri aldıktan sonra dünyevî ilimlerde derinleşen bir kimse de ilim öğrenme sevabı kazanmış olur. Özellikle bu çağda dünyevî ilimler çok ilerlediğinden, mü'minlerin de bu sahada dünya çapında başarılar elde etmesi gerekir. Çünkü, îmânın emrinde olan dünyevî ilimle mânânın yön verdiği madde çok mühim bir güçtür.
Konumuzu şu hadisle bağlayalım:
"Allah'tan faydalı ilim isteyiniz. Faydasız ilimden de Allah'a sığınınız." (Câmiüssağîr:4702)
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
UYARI VE MÜJDE

Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Bir genç yaşlı bir insana yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi Allah ona musahhar kılar" (Tirmizi, Birr: 75) buyurmaktadır.

Birçok hadîsinde, anne-babaya ve yakın akrabaya itaat ve ikramı emreden Peygamberimiz (a.s.m.), burada tüm yaşlılara ikramda bulunmayı emretmektedir. Bir gencin böyle bir ikramı, sadece âhirette mükâfatlandırılmakla kalmayacak, dünyada da faydasını gösterecektir. Gerçekten de, büyüklerine hürmet eden bir gencin yaşlandığında hürmet gördüğü, darb-ı mesel hâline gelmiştir.
"İkramda bulunmak" sadece maddî anlamda değildir. Yaşlıların işlerine yardımcı olmak, onlara tatlı dil güler yüz göstermek, otobüslerde yer vermek de bir nevi ikramdır. Asr-ı Saâdette yaşanan şu hâdise, bu hususa güzel bir nümunedir:
Resûlüllah (a.s.m.) ile görüşmek isteyen yaşlı bir adam geldi ve cemaat ona yer açmayı geciktirdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Küçüğümüze şefkat, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir" dedi. (Tirmizi, Birr: 15)
Görüldüğü gibi, yaşlılara yer vermek de, itaat ve ikramın bir çeşididir. Hadiste geçen, "Bizden değildir" ifâdesi, her genci titretecek bir uyarıdır. Bütün mü'minler, Peygamber Efendimize (a.s.m.) lâyık bir ümmet olabilmek için can atar, bu gaye için çırpınır. Yüce Efendimizin, "kendisinden saymadığı" gruba girmeyi hiçbir genç istemez. O halde büyüklere hürmet ve küçüklere şefkat ederek, onun "biz" dediği ümmete dâhil olmalıyız.
Yaşlıların duâsını almak, hem dünyada, hem âhirette faydalı olacak bir hazinedir. Her fırsatta onlara yardımcı olmak, gönüllerini almak gerekir. Çünkü, gençlikteki güç ve kudret, Allah tarafından verilmiş bir nimettir. Yaşlılar da bir zamanlar gençti. Gençler de bir gün gelecek yaşlanacak. Bir gencin içinde bulunduğu nimetten gaflete düşüp geleceğini düşünmeden yaşlılara hürmet etmemesi, hattâ onları üzmesi büyük bir hatâdır.
Amr bin Humk (r.a.) başından geçen şöyle bir hadise anlatıyor:
"Ben Resul-i Ekreme (a.s.m.) bir bardak süt ikram etmiştim. Onu içti, sonra da bana: 'Allah'ım! Bunun gençlik nimetini devamlı kıl' diye duâ buyurdu."
Gerçekten de, Hazret-i Amr, 80 seneye yakın yaşadı. Bu süre zarfında gençliğini korudu. Vücudunda tek bir beyaz kıl bile görülmedi. (Ebû Nuaym; İbn-i Asâkir)
"Şayet Allah'tan korkan gençleriniz, ciğeri yaş hayvanlarınız, beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi yağacaktı" (Kenzü'l-Ummal, 9:167; Keşfü'l-Hafa) hadîsinde zikredilen "belâları def eden" üç gruptan birisi de, "ihtiyarlar"dır. Bu bakımdan onlar, gençliklerinde yaptıklarıyla bizim velînimetlerimiz oldukları gibi, ihtiyarladıklarında da şefkat-i İlâhiyeyi celbederek, bize gelebilecek belâları engellemektedirler.
Hem dünyada, hem âhirette musibetlerin def edilmesine ve mutlu olmamıza vesile olan yaşlılara, hürmet ve ikramda kusur etmemek gerekir.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
KIYAMET GÜNÜ GÖLGELENECEK GENÇLER

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

"Yedi kimseyi Allah-ü Teâlâ kendi gölgesinden başka gölgenin olmadığı (kıyâmet) gününde kendi gölgesinde gölgelendirecektir: Adâletli devlet reisi, Rabbine ibâdet yolunda serpilip büyüyen genç, gönlü mescidlere bağlı kimse, Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri, makam sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek (o günahı işlemeyen adam), sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar (gösterişsiz) gizli sadaka veren adam, tenhada Allah'ı zikredip de gözü dolup taşan kişidir." (Buhârî, Muhâbirîn: 4)
Bu hadiste her ne kadar bütün insanların alabileceği hisse ve dersler varsa da, özellikle gençleri ilgilendiren bölümlerin olduğu açıktır.
Öncelikle burada söz konusu edilen kıyâmet günü üzerinde kısaca durmak gerekir. Bu öyle bir gündür ki, o gün insanlar kendi nefislerinden başka kimseyi düşünemezler. O gün Peygamber Efendimiz (a.s.m.) dışında bütün insanlar, "Nefsim nefsim" diyecek, kişi belki yardım isterler diye annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacaktır. Güneşin bir mil aşağı ineceği o gün, en çok ihtiyaç duyulacak şey "gölge"dir. İşte hadiste, o dehşetli günde kimlerin gölgelendirileceği belirtilmektedir.
Gençler burada sayılan 7 sınıftan hepsine girebilirler. Gerçi "devlet başkanı" olmak herkesin elinde olmayan, ancak milyonlarca insandan birisine nasip olan fırsat ve sorumluluktur. Ancak "devlet başkanı" ifâdesinden, "yönetim, yetki ve sorumluluk" sahibi herkesi anlayabiliriz. Böyle olunca birinci gruba adâletli birçok genç girebilir.
İkinci grup, "Rabbine ibâdet yolunda büyüyüp serpilen gençtir" ki, bu gruba girmek her gencin elindedir. Nefsini günahlardan koruyan, bilhassa zamanın fitne ve fesâdından kaçınan, hevâ ve hevesine uymayıp, gençliğini Allah yolunda ve Ona ibâdette geçiren genç, bu büyük müjdeye nâil olacaktır.
Yine bir hadiste şöyle buyrulur: "Küçüklüğünden beri Allah'a çokca kulluk eden gencin, yaşı ilerledikten sonra çokca kulluk etmeye başlayan ihtiyara üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara üstünlüğü gibidir." (Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs)
Burada kâinattan daha büyük bir müjde, bütün dünya zevklerine bedel bir mutluluk, her günümüz çileyle geçse yine değecek bir başarı vardır. Bu hadîs, "Allah'a ibâdet yolunda büyüyüp serpilmenin" ne paha biçilmez bir servet, ne imrenilecek bir makam olduğunu göstermektedir.
Üçüncü grup, "gönlü mescitlere bağlı kimse"dir. Eğer gençlerimiz, gerek kendilerinden gerekse dışarıdan kaynaklanan her engeli aşarak, namazlarını kılar, bilhassa cemaatle namaza devam ederlerse, bu güzel müjdeye ulaşmanın bahtiyarlığını şimdiden hissedebilirler. Gönlü mescitlere bağlı olan genç, hem huzurlu ibâdet eder, hem cemaat şuurunu, birlik ve beraberlik gerçeğini anlamış olur. Elbette buradaki mescitlerden kasıt birinci derecede câmilerdir. Ancak bulunduğu yer ve imkân nispetinde, "Allah'a cemaatle ibâdet edilen her yer" bu kavram içine girebilir.
Dördüncü grup, "Allah yolunda birbirini sevip buluşan ve bu yolda ayrılan iki kimseden her biri"dir. Gençler bu gruba rahatlıkla dâhil olabilirler. Çünkü, gerçek arkadaşlık, diğerkamlık, samimiyet, fedâkârlık, feragat özellikle gençlik döneminde zirveye ulaşır. İşte hangi genç, "Allah yolunda", yani İslâmın ilerlemesi ve Kur'an'ın hâkim olması için bir veya birkaç arkadaşıyla buluşur, çalışır, hizmet ederse, bu müjdenin mutluluğuna erer. Özellikle, îman ve Kur'an hizmeti yolunda her hafta, belki her gün bir araya gelen gençler, bu müjdeyi hak eden bahtiyarlardır.
Beşinci grup, "makam sahibi güzel bir kadın onu istediğinde, 'Ben Allah'tan korkarım' diyerek o günahı işlemeyen adam"dır ki, bu dehşetli imtihana en çok muhatap olan kesim gençlerdir. Özellikle bu asırda, bu tür imtihanla karşılaşmak her zaman mümkündür. Rabbim böyle bir imtihanla karşılaşan her genci korusun ve nefsini yenip başarılı olmasını nasip etsin.
Altıncı grup, "sağ elinin verdiği sadakayı sol eli bilmeyecek kadar gösterişsiz gizli sadaka veren adam"dır. Gençlerimizin bu gruba girmeleri de mümkün ve kolaydır. Sadaka, bir mü'mine herhangi bir şekilde faydalı olmak, yardım etmektir. Bu, mal ile olabileceği gibi, fiil ile, davranış ile, ilim ile de olabilir. Bir tebessüm etmek, hâl hatır sormak, derdini paylaşmak da bir sadakadır. En mükemmel sadaka ise, sahip olduğumuz îman ve İslâm bilgisini muhtaç bir kardeşimize aktarmaktır.
Yedinci grup, "tenhada Allah'ı zikredip de gözü dolup taşan kişi"dir. Gençlerimiz bu gruba girmek için günahlara tövbe ve istiğfar edip, Allah'a el açmalı, gözyaşı dökmelidir.
Böylece hadiste sayılan 7 grubun tüm özelliklerini gösterip, âdetâ Allah'ın gölgesinde gölgelenmeye 7 derece nâil olmak imkânı elimizde vardır.
İşte o zaman gençliğimizi Allah yolunda ebedîleştirip, Cennete girerek şu hadislerde belirtilen sırra erişiriz:
"Bir dellâl, 'Gerçekten sizin için sıhhat vardır, artık ebediyen hasta olmayacaksınız, sizin için hayat vardır, ebediyen ölmeyeceksiniz. Sizin için gençlik vardır, ihtiyarlamayacaksınız. Sizin için nimetlenmek vardır, fakirleşmeyeceksiniz, diye nidâ edecektir." (Müslim, Cennet: 22)
"Cennete giren nimet görür fakirlik görmez, elbisesi eskimez, gençliği de tükenmez." (Müslim, Cennet: 8)
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
ALLAH'TAN KORKAN GENÇLER

Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadîs-i şeriflerinde, "Şayet Allah'tan korkan gençleriniz, ciğeri yaş hayvanlarınız, beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı belâlar üzerinize sel gibi yağacaktı" (Keşfü'l-Hafâ, 2: 163) buyuruyor.

Bu hadiste hem şiddetli bir îkaz, hem de sevindirici bir müjde vardır. Buna göre, hadiste anılan üç şey, belâların def'ine sebeptir. Allah'tan korkup günah işlemekten kaçınan gençler, her halleriyle Allah'ın irâdesine boyun eğmiş masum ve mütevekkil hayvanlar ve âdetâ bir çocuk gibi âcizleşmiş beli bükük ihtiyarlar, Allah'ın şefkat ve merhametini çekmektedirler. Böylece, başka insanların küfür ve isyanlarından, hatâ ve günahlarından dolayı sel gibi belâ ve musibet gelecekken, rahmet ve inâyet tecelli etmektedir.
Başka rivâyetlerden anladığımıza göre, sadaka vermek ve İslâma hizmet etmek de belâ ve musibetlerin gelmesini engellemektedir. İşte gençlerin Allah'tan korkup günahlardan çekinmesi, sevaplara yönelmesi, nefis ve duygularını gemleyip ibâdet etmesi, sadaka vermek gibi güzel ve etkili bir davranıştır.
Burada denilebilir ki: Zaten bir gencin günahtan kaçınması ve ibâdetlere yönelmesi gerekir. Bunların sadaka gibi etkili olmasının hikmeti nedir?
Bir kimsenin haramlardan kaçıp farzlara yönelmesi, belirli bir sevap kazandırır. Ama aynı fiilleri genç yaparsa, hem haramdan kaçıp farzları işleme sevabı kazanır, hem de sanki nafile bir iş yapmış gibi fazladan bir hayır elde eder. Daha doğrusu, gençlerin yaptıkları hayırlara kat kat sevap verilir. Çünkü onlar, nefis ve duygularının, hevâ ve heveslerinin kötülüğe teşvik etmesine rağmen Allah korkusundan dolayı günahtan kaçınmakta ve ibâdete yönelmektedir.
Bir gencin kötülükten kaçınmasının başka güzel neticeleri de vardır. Nitekim Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Allah kötülüğe iltifat etmeyen genci, emsallerine üstün tutar" (Feyzu-l Kadir, c.2, s. 263, no: 1799) buyurarak, gençlerimize mühim bir müjde vermiştir.
Bugün gençlerimiz, emsalleriyle yarış hâlindedirler. Kolejlerden tutun üniversite imtihanlarına kadar, hattâ aynı sınıfta veya okulda öğrenim gören arkadaşları arasında bile sürekli bir yarış hâlindedirler. Hayatın her safhasında bir okula veya işe girmek için imtihan olunmakta, tüm gençler başarılı olmak, emsallerini geçmek için çırpınmaktadır. Genç bir öğrenci okul birincisi olmak istemekte, genç bir iş adamı daha fazla kazanmayı arzulamakta, genç bir sporcu müsabakaya katılanları geride bırakmaya çalışmaktadır.
İşte hayatta karşılaştığımız tüm yarışlarda, emsallerimizden üstün olmayı istediğimiz her yerde, bizim imdâdımıza yetişecek olan Allah'ın inâyetidir. O inâyetin üzerimizde gerçekleşmesi ise, "kötülüğe iltifat etmemeye" bağlıdır. Hangi genç kötülüğe bulaşmıyor, günahlardan kaçıyor, ibâdetlerine sarılıyorsa, o genç emsallerini geride bırakır.
Yoksa Müslüman bir genç, sadece "Bende îman kuvveti var" demekle başarılı olamaz. Elbette sözde değil, özde ve güçlü bir îman, başarının ilk ve önemli bir şartıdır. Ancak bununla birlikte kötülükten kaçınmak, iyi işleri yapmak ve yarıştığımız alanda çok çalışmak gerekmektedir ki, başarılı olunsun.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
İMANSIZ GİTMENİN İKİ SEBEBİ

Abdullah bin Ebî Evfâ (r.a.) anlatıyor:


Resul-i Ekremin (a.s.m.) huzurunda bulunduğumuz bir sırada ona birisi gelerek:
"Yâ Resûlâllah, ölüm döşeğinde yatan bir genç var. Kendisine, 'Lâ ilâhe illâllah, de' dendiği halde (bir türlü) bunu söyleyemiyor" dedi.
Resul-i Ekrem (a.s.m.):
"Namaz kılar mıydı?" diye sordu.
Adam:
"Evet, (kılardı)" dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s.m.) kalktı. Biz de onunla kalktık. Resul-i Ekrem gencin yanına girdi ve ona:
"'Lâ ilâhe illâllah' de" buyurdu.
"Söyleyemiyorum."
Resul-i Ekrem (a.s.m.), "Niçin?" diye sorunca, gelen adam:
"Annesine âsi idi" dedi.
Resul-i Ekrem:
"Annesi sağ mı?" diye sordu. Oradakiler:
"Evet sağdır" dediler. Resul-i Ekrem:
"Çağırın gelsin" buyurdu. Onlar da kadını çağırdılar, kadın da geldi. Resul-i Ekrem kadına:
"Bu senin oğlun mudur?" diye sordu.
Kadın:
"Evet" dedi.
Resul-i Ekrem kadına:
"Bak şurada büyük bir ateş (olsa) ve 'Oğluna şefaat edersen onu bu ateşte yakmayız; fakat şefaat etmezsen bu ateşte yakarız' deseler ne yapardın? Şefaat eder miydin?" diye sordu.
Kadın:
"Onun şefaatçisi ben olurdum" dedi. Resul-i Ekrem:
"O halde ondan râzı olduğuna, Allah-u Teâlâyı ve beni şâhit göster" buyurdu. Kadın:
"Allah'ım! Seni ve Resul-i Ekremi şâhit tutuyorum. Oğlumdan râzı oldum (hakkımı ona helâl ettim)" dedi.
Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s.m.) hasta gence:
"'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resulüh' de" diye buyurdu. Hasta hemen şehâdet getirdi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem (a.s.m.):
"Allah'a hamdolsun ki, benim vasıtam ile bu (genci) Cehennem ateşinden kurtardı" dedi. (Hadisi Taberânî ve özet olarak Ahmed bin Hanbel rivâyet etmiştir.)
İşte bu müthiş hadîs, insanın en büyük dâvâsı olan "îmanla kabre girmek" hususunda çok mühim bir ikaz niteliğinde.
Birincisi, namaz kılmamak îmansız kabre girmeye sebep olabilir.
İkincisi, anne-babanın rızâsını almamak, büyük dâvâyı kaybettirebilir.
Bu gerçeğin bizleri tir tir titretmesi lâzımır. Elbette her namaz kılmayan ve ebeveynine isyan eden kişinin mutlaka îmansız gideceğini söyleyemeyiz. Ama burası korkunç bir risk sınırıdır. Tıpkı bu hadiste olduğu gibi, Allah bir vesile yaratıp, bizi kurtarırsa o başka...
Demek, bir ömür boyu mü'min olsanız, belki İslâm için çırpınıyor görünseniz, bu iki konuda hassasiyet olmazsa vay hâlimize...
Bu konunun önemine binâen önce namaz üzerinde duralım.
Beş vakit namazını eksiksiz kılan genç kardeşlerimizi tebrik eder, ibâdette dâim olmalarını temenni ederiz.
Biz namazını kılamayan genç kardeşlerimizi muhatap alarak, namazın ehemmiyetini anlatan birkaç noktaya temas etmek istiyoruz.
Maksadımız genç kardeşlerimizi suçlamak değil. Çünkü Allah'a giden yolda ne amansız düşmanların, ne aşılması zor engellerin ve engebelerin, ne yırtıcı çakılların ve dikenlerin olduğunu biliyorum.
Ezân-ı Muhammedî (a.s.m.) okunurken kalbinizin derinliklerinden gelen bir sesin, "Haydi abdestini al ve câmiye koş" dediğini, buna karşılık nefis ve şeytanın, kötü arkadaş ve çevrenin, bir kısım zararlı medya araçlarının, "Amaan, boş ver. Daha gençsin, yaşlanınca kılarsın" dediğine inanıyorum. Nefis ve hevânın en olmaz işleri ezan okunurken önünüze yığdığını, en akla gelmez düşünceleri namaz vaktinde üflediğini çok iyi biliyorum.
Bu yüzden namaz kılmayan genç kardeşlerimize anlayışla yaklaşıyorum. Ancak namazdan uzak olmayı, hoşgörüyle karşılayamıyor, uyarmadan edemiyorum.
Beş vakit namazını kılamayan kardeşlerimiz, hiç değilse Cuma veya Bayram namazlarını kılıyorlardır.
O halde öncelikle bizi namazdan alıkoyan nefsimize şunu sormalıyız:
"Biz niçin diğer namazlarımızı kılıyoruz?"
Yüce Rabbimiz emrettiği için değil mi?
Kur'an'da buyurduğu için değil mi?
Resûlüllah (a.s.m.) ümmetini Cuma'ya teşvik ettiği için değil mi?
Başka hangi gayeyle bu ibâdeti yapabiliriz?
Allah sevgisi ve korkusu, Peygamberimizin uyarıları ve şefaati, bizi Cuma namazına sevk etmiyor mu?
Cennet arzusu ve Cehennem korkusu bizi hiç değilse Cuma namazını kılmaya teşvik etmiyor mu?
İşte bizi diğer namazlara sevk eden hangi sebepler ise, aynı sebepler beş vakit namaz kılmaya da teşvik etmelidir. Çünkü, aynı gerekçeler beş vakit namazda da mevcuttur.
Sözgelişi sormalıyız kendimize:
"Biz niçin namaz kılmalıyız?"
Yüce Rabbimiz emrettiği için.
Kur'an'da buyurduğu için.
Resûlüllah (a.s.m.) ümmetine namaz kılmayı emir ve teşvik ettiği için.
Allah sevgisi ve korkusu, Peygamberimizin uyarıları ve şefaati, bizi namaza sevk etmeli değil mi?
Çünkü, namaz kılmayınca da mânevî bir elem ve azap, kılınca sonsuz bir saâdet ve sevinç hissediyoruz.
Cennet arzusu ve Cehennem korkusu bizi Cuma ve bayram namazlarına teşvik ettiği gibi, beş vakit namaza da teşvik etmeli.
Şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki, Rabbimizin namaz kadar ehemmiyet verdiği, ısrarla üzerinde durduğu, şiddetle emrettiği başka bir ibâdet yoktur.
O kadar ki, Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerimin tam 70 yerinde namaz kılmamız emredilmektedir. Kur'an'ın bu kadar çok emrettiği ikinci bir ibâdet yoktur.
Meselâ, Bakara Sûresinin 3. âyetinde, "namazı dosdoğru kılmak", takvâ sahibi mü'minlerin özellikleri arasında sayılmış, yine bu sûrenin 43. âyetinde "Namazı dosdoğru kılın", 45. ve 153. âyetlerinde "Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyin" buyrulmuştur.
Kimdir bu emirleri veren?
Her şeyi yaratan, her şeyin varlığını kudret elinde tutan, her şeyi idâre eden Allah'tır.
En basit bir âmirin emri karşısında hemen boyun eğen biz insanlar, Kâinâtın Yaratıcısının bunca emir ve ısrarı karşısında tir tir titrememiz gerekmez mi?
Okulda öğretmenimiz, iş yerinde müdürümüz, askerde komutanımız bir iş emrettiğinde derhal yapıp, onların sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmak isterken, nasıl olur da Rabbimizin bu emirlerine karşı ilgisiz kalabiliriz? Nasıl olur da, her şeyi elinde tutan Zât-ı Zülcelâle sanki kafa tutar gibi, sanki meydan okur gibi, sanki "Sen ne emredersen emret, benim daha önemli işlerim var" dercesine, namaz kılmadan durabiliriz?
Okunan her ezan, Allah'ın namaz emrini hatırlatan, bizi Onun huzuruna çağıran İlâhî bir dâvettir.
Düşünün bir kere:
Bizi çok sevdiğimiz bir arkadaşımız veya bir büyüğümüz veya bir devlet başkanı huzuruna çağırsa, gitmez miyiz? Devlet başkanının sarayında bir ziyâfet olsa hiç geri durur muyuz?
Bir insan düşünün ki, "Seni şevketlü sultanım sarayına çağırıyor. İkram ve ihsanda bulunacak, takdir edip hazinesinden çok değerli hediyeler verecek" şeklinde bir çağrı alsa ve buna karşılık, "Benim işim var, gelemem" dese, buna akıllı diyebilir miyiz?
Diyelim ki, bizi Peygamberimiz (a.s.m.) huzuruna çağırıyor. O tatlı hatıralarını okuduğumuz sahabeler gibi, biz de onu göreceğiz, sohbet edeceğiz. Koşarak gitmez miyiz? İnanın, ben sürüne sürüne de olsa gider, o Yüce Nebînin elini öperim. Bırakın canlısını, mübârek kabrini ziyaret için haccetmeye güle oynaya gitmiyor muyuz?
Oysa bize namazı emreden Yüce Rabbimiz, bizim en vefakâr dostumuz, en çok derdimizi dinleyen ve çaresini bulan sevgilimiz, her saniye bizi ikram ve hediyelere boğan sultânımızdır.
O öyle yüceler yücesidir ki, üzerimizdeki ikram ve ihsanını bir an kesse, bir saniye bile yaşayamayız.
Düşünün:
Acaba gözlerimiz görmese, sıhhate kavuşmak için eğer varsa trilyonlarımızı bağışlamaz mıyız? Acaba iki elimizi veya iki ayağımızı, bütün kâinâtı verseler değişir miyiz?
Ya aklımızı? Ya rûhumuzu? Ya her biri birbirinden güzel duygularımızı herhangi bir dünya malı karşılığında satar mıyız?
İşte bize namazı emreden Rabbimiz, tüm bunları, üstelik sayısız nimet ve rızıklarla birlikte bize bağışlamıştır. Zaten Kur'an'da, "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, gruplandıramazsınız bile" buyuruyor.
Bizler bu sayısız nimetlerin şükrünü bile edâ edemeyiz, beş vakit namaz kılmakla.
Ama o şefkati sonsuz Rabbimiz ne yapıyor? Bir de bize Cenneti veriyor, Cehennemden kurtarıyor.
Onu râzı etmek için, ebedî azaptan kurtulup, tüm dostlarımızla Cennette sonsuz bir hayat yaşamak için namaza dört elle sarılmak, ezan okununca câmiye koşarak gitmek gerekmez mi?
Zaten Onun rızâsı için bazı namazlarımızı kılıyoruz, Onu daha fazla memnun etmek için beş vakit namazı da kılmamız icap etmez mi?
Bu saydıklarımız, Rabbimizin namaz hakkındaki emirlerinin bir kısmı. Bir de Peygamberimizi dinleyelim. Bakalım o bu hususta ne diyor?
Yüce Efendimiz, namazı, "İslâmın binâ edildiği 5 temel"den birisi olarak sayıyor.
Bunların ilki kelime-i şehâdet, ikincisi namaz, üçüncüsü oruç. Elhamdülillâh bizler, Allah'a ve resûlüne yürekten inanıyoruz. Orucumuzu da—inşallah— tutuyoruz. Peki namazımızı da kılmamız gerekmez mi? Madem bunlar İslâmın şartı ve biz Müslüman olduğumuzu söylüyoruz. En temel şartlardan birini yerine getirmeyen nasıl Müslüman olur? Yanlış anlamayın, dinden çıkar demiyorum, Müslümanlık seviyemiz nasıl olur diyorum.
Bir Türk genci İslâmı kabul eden bir Almanla evlenmiş. Eşi bakmış ki, kocasında ne namaz var, ne niyaz. Bir gün, "Sen ne biçim Müslümansın? Hiç namaz kıldığını görmüyorum. Ne câmiye gidiyorsun, ne kiliseye. Dinsiz misin nesin?" diyerek fenâ halde azarlamış. İşte bu anlamda kendimizi sorgulamalı değil miyiz?
Peygamberimiz (a.s.m.) namaza o kadar önem vermiş ki, Bedir Savaşında var olma-yok olma mücâdelesi verilirken, namazı nöbetleşe, hem de cemaatle kılmışlardır. Efendimiz, hiçbir vakit namazını terk etmemiş, ondan önemli hiçbir ibâdet kabul etmemiştir.
Yine o buyurmuştur: "Kulun ilk hesaba çekileceği ameli namazdır." Yine demiş ki, "Kabir âhiret duraklarından bir duraktır. Kim orada hesabını kolay verirse, diğerleri de kolay olur."
Namaz kılmazsak, kabirde ilk başımıza gelecek azap ondan olacak. Orası zor olursa, mahşer de, Sırat da zor olacak. Güneşin tepemize bir mil uzaklığında olduğu, herkesin kendi derdine düşüp annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçtığı mahşer meydanında hâlimiz nice olur? Hele Cehennemin azabı bizi korkutmalı değil mi? Bir kibriti yaksak, sadece çöp sönünceye kadar elimizi ateşine tutmaya kalksak, acısına dayanamıyoruz. Yüz derecede kaynayan suya elimizi sokamıyoruz. 200 bin derecelik sıcaklığı olan Cehenneme girmeyi nasıl göze alabiliriz?
Nefsimiz ve çevremiz, "Daha gençsin, yaşlanınca kılarsın" diyebilir. Ama yaşlanıncaya kadar yaşayacağımıza dâir garantimiz var mı? Kim Azrail'le sözleşme yapmış ki? Diyelim bize özel olarak garanti verildi, 100 sene yaşayacağız. Peki ergenlik çağından itibâren yaptıklarımızın hesabı sorulmayacak mı bize? Allah, "Ey yaşlılar namaz kılın" mı diyor, yoksa "Ey iman edenler namaz kılın" mı diyor? İslâmı yaşamak yaşlıların mı işi? Peygamberimiz, her insanın Allah huzurunda gençliğini nerede geçirdiğinden hesaba çekileceğini buyuruyor. Bu gerçekleri bildiğimiz halde nasıl olur da ezan okunurken ilgisiz kalabiliriz?
Niçin deminki hadiste Peygamberimiz ilk olarak namazı soruyor? Çünkü yine o buyuruyor ki, "Kişi ile küfür ve şirk arasında namazın terki vardır." Yüce Nebînin bu sözü, bizi tir tir titretmelidir. Demek ki, namazın terki, küfür ve şirkten önceki aşağı derecedir. Bir basamak aşağısı, küfür ve şirktir. Yani namazı terk eden Allah'ı inkâr ve Ona ortak koşmaya yaklaşmış demektir. Demek ki, namaz küfür ve şirk arasında koskoca bir settir, engeldir.
Rabbimiz bize koskoca bir ömür bağışlamış. Günde 24 saatten birini namaza vermemizi istiyor. O kadar şefkatli ve merhametli ki, 24 saatimizi ibâdetle geçirsek, Onu hakkıyla takdir etmiş olamayacağımız belli olduğu halde, O bizden bir saat istiyor. Acaba kudretli bir zat size 24 altın bağışlasa, sonra onun birini isteyip, "Eğer bunu verirsen bir müddet sonra sana bir çuval altın vereceğim. Vermezsen hapse attıracağım" dese, bu teklifi reddeder miyiz? Asla! Peki namaza nasıl sırt çevirebiliriz?
Belki nefsimiz şöyle diyebilir:
"Bu namaz hiç bitmiyor. Sürekli kıldığımız için usanıyoruz."
Bu sözler nefsimizin bir oyunudur. Çünkü, her gün yemek yiyoruz, su içiyoruz, havayı teneffüs ediyoruz. Hiç bıkıyor muyuz? "Artık yemek yemekten bıktım" diyen bir adam gördünüz mü?" Mümkün değil. Çünkü, bunlardan lezzet alıyoruz.
Namazdan da lezzet almıyor muyuz? Her şeyin yaratıcısının huzuruna çıkmak, Ona derdini sunmak, Ondan yardım dilemek, Onun ihsan ettiği kalp rahatlığına, ruh sükûnetine kavuşmak en büyük lezzet değil midir?
Siz hiç namaz kılıp da, şikâyetçi olan kimse gördünüz mü? "Aman ne kadar yoruldum, içim sıkıldı, namaz kıldım kötü yollara düştüm" diyen bir tek insan gösterebilir miyiz? Tam aksine, kim namaz kılarsa rahat ve huzur içindedir. Çünkü namaz, akıl, kalp ve ruhumuzun gıdasıdır.
Belki bazı genç kardeşlerimiz şöyle diyeceklerdir:
"Bunları biliyoruz, ama kahrolası nefsimizi ve şeytanımızı bir türlü yenemiyoruz. Ne kadar arzu etsek, içimizde bir isteksizlik var. Hattâ bazen Ramazan'da falan başlıyoruz, bayramdan sonra bırakıyoruz. Yılın birkaç ayında kılıyoruz, sonra terk ediyoruz. Cuma ve bayram namazlarına gidiyoruz, ama vakit namazları olunca başarılı olamıyoruz. Sen bize öyle bir şey söyle ki, namaza bir başlayalım, bir daha hiç bırakmayalım."
Gerçekten beş vakit namaz kılamayan kardeşlerimizin bir kısmının durumu tıpkı söylediğiniz gibi. Hattâ adam dinî tahsil yapmış, Kur'an'ı baştan sona okumuş, yine de namaz kılmakta zorlanabiliyor.
Bunun da çaresi var. Her derdimize devâ olan Kur'an, bunun da yolunu bize göstermiş.
Yalnız şuna inanalım: Hiçbir derdin devâsı sihirli formüllerle bulunmaz. Hiçbir problem bir anda çözülmez.
Diyelim, bir hastalığa yakalandınız. Hemen bir iki tablet yutup kurtulabiliyor muyuz? Bazen yıllarca süren tedâvi, hattâ ameliyat gerekmiyor mu?
Âilemizin geçimini sağlamak için parayı nasıl kazanıyoruz? Hiç günde bir-iki saat çalışıp, bir aylık geçimimizi sağlayabiliyor muyuz? Bir öğrenciyi düşünün: Sınıfı geçmesi için bir-iki saat ders çalışması kâfi mi?
İşte bunlar gibi, nefis ve şeytanımızı mağlûp etmek için de, biraz uğraşmamız gerekecek. Önemli bir savaşı hiçbir şey yapmadan, yattığımız yerde kazanabilir miyiz?
Namazı isteyerek kılabilmemiz için, önce inancımızın çok güçlü olması gerekir. Çünkü inanç temeldir, namaz ve diğer ibâdetler onun üzerine binâ edilir. Taklidî ve zayıf bir îmanı, tahkîkî ve güçlü yapmanın yolu, Kur'an'ın inançla ilgili âyetlerini çok iyi anlamaktır. Bunların tefsirini okuyup îmanımızı güçlendirmek gerekir.
İşte bu hususta Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Risâle-i Nur Külliyâtını çok okumak gerekir. Çünkü bu eserlerde, güçlü bir îman ve tefekkür dersi vardır. Ayrıca namazın önemini anlatan, teşvik eden çok kıymetli bahisler bulunmaktadır
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
Bunun için onun yazdığı Sözler isimli kitapta bulunan 4'üncü, 9'uncu, 11'inci ve 21'inci Söz'leri anlayarak okumak büyük fayda sağlar. Ayrıca 6'ncı ve 15'inci Şua'lar önemlidir.
Bu arada nefsimizin namaza engel gösterdiği bahâneleri de boşa çıkarmak gerekir.
Meselâ nefsimiz der ki, "Ben namaz kılmayı tam bilmiyorum, duâların da bir kısmını ezberleyemedim. Böyle namaz kılamam ki.."
Oysa dünya hayatı için o kadar çok şey öğreniyoruz ki, neden ebedî hayatımız için birkaç saatimizi verip, bazı duâları öğrenmiyoruz? Hem dinimiz o kadar kolay ki, sadece Fâtiha, Kevser, İhlâs sûreleriyle Ettahiyyâtü'yü ezberleyen bir kimse, bütün farz namazlarını kılabilir. Zaten diğerlerini öğrenmek de zor değildir. Namazla ilgili konuları hangi mü'minden ricâ etsek bize anlatır. Zaten bu hususta birçok kitap, teyp ve vidyo kaseti vardır. Bilen birisine sormaktan hiç çekinmeyelim. Dünyaya âit her şeyi soruyoruz da, ebedî hayatımızla ilgili bir hususu neden sorup öğrenmeyelim?
Nefsin bir başka bahânesi, "İşlerim çok yoğun, vakit bulamıyorum. İş yerinde izin vermiyorlar. Okulda dersimiz var" gibi hususlardır.
Peki namaz en mühim iş değil mi? Acaba öğle paydosunda, teneffüslerde, dinlenme saatlerinde 5-10 dakika ayırıp namazı kılamaz mıyız? Hem namaz kılmak işlerimizin de rast gitmesine vesile olur. Üstelik namazını kılan kimsenin diğer yaptıkları da güzel bir niyetle ibâdet hükmünü alır. "Çalışmak da bir ibâdettir" sözü böylece gerçekleşir. Yoksa namaz kılmadan çalışan kimse ibâdet sevâbı almış olmaz. Namazını kılan bir kimse bütün ömrünü ibâdetle geçirmiş olur.
Namaz kılmak geçmiş günahlarımızın affına sebeptir ve bizleri günah işlemekten alıkoyar. Çünkü abdest alan ve namaz kılan kişi kendisini dâima Allah'ın huzurunda hisseder. Onun huzurunda olan kimse, günah işleyebilir mi?
Namaz ölüm korkusuna, günahın mânevî azabına karşı en güzel ilâçtır. Namaz kılan ve günahlardan kaçınan kişi ölümden korkmaz. "Nasıl olsa namazı kılıyorum, günahlardan kaçıyorum. Elbette hatalarım, eksiklerim çoktur. Yaptıklarım yetersizdir. Rabbimin azabından korkarım, ama Onun rahmetini ümit ederim" diye düşünür, rahatlar.
Namaz Allah'ın rahmet kapısını çalmak, Ona el açmaktır. O bize dâvette bulunmuş, hazinesini açmış, "Kulum huzuruma gel, ne istersen iste, vereyim" diyor. Bu çağrıya ilgisiz kalmak akıl kârı mıdır?
Kısacası, namazın hiçbir bahanesi yoktur. Ölüm dışında namazın bir mâzereti olamaz. Hastalıkta, yolculukta, sıkıntılı anlarda bile namaz kılınır. Sadece bazı hafifletici kolaylıklar vardır ki, onlar ilmihal kitaplarında yazılıdır.
Eğer namaz kılmıyorsanız, bugünden tezi yok, "Yâ Allah, yâ Bismillâh" deyip namaza başlayın. Kararlı bir şekilde sürdürmeye çalışın. Göreceksiniz, Allah yardım edecek ve başaracaksınız. Zaten beş vakit namazı kılıyorsanız, daha fazla ehemmiyet vermek, hiç kaçırmamak, huzur ve huşû içinde kılmak gerekir.
Çünkü, zikrettiğimiz hadiste, îmansız gitmek üzere olan genç hakkında Peygamberimiz (a.s.m.) ilk olarak "Namaz kılar mıydı?" diye sorduğuna göre, îmandan sonra namazdan daha mühim bir ibâdet olamaz. (Namazın önemi konusunda daha geniş bilgi için Sabah Namazına Nasıl Kalkılır isimli kitabımızı okuyabilirsiniz.)
Hadiste apaçık geçtiğine göre, delikanlının neredeyse îmansız kabre girmesine sebep olacak olan günahı, annesini râzı edememesi idi. Bu husus üzerinde de durmakta fayda var. Çünkü, insanların anne ve babalarına en fazla karşı geldiği, onların kalplerini en çok kırdıkları dönem yine "gençlik devresi"dir.
Burada anne ve babaya itaati emreden âyet ve hadislerden birkaçını alalım.
Rabbimiz, Kur'an-ı Kerimde meâlen şöyle buyurur:
"Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibâdet etmeyin; anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın 'Öf' bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur." (İsrâ: 23-24)
Yine şu iki âyet meâli de meselenin ne derece ehemmiyetli olduğunu göstermektedir:
"Biz insana anne ve babasına iyilik etmesini emrettik. Annesi onu zaaftan zaafa düşerek taşıdı. Sütten kesilmesi de iki yıl sürdü. Bana, anne ve babana şükret; dönüşün ancak Banadır, dedik." (Lokman: 14)
"İnsana Biz, anne ve babasına iyilik etmeyi emrettik. Annesi onu zahmetle taşıdı, zahmetle doğurdu." (Ahkâf: 15)
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), anne ve babaya isyan etmeyi, en büyük günahlardan biri olarak saymıştır.
Yüce Nebî (a.s.m.), "Anne ve babası, yanında ihtiyarladığı halde onları râzı ederek Cennete giremeyen kimsenin burnu yere sürtülsün" (Tirmizî, Daavât: 100) buyurmuştur.
Birisi, Peygamberimize (a.s.m.) gelerek, "kime iyilik edeceğini" sormuştu. O da, "Annene, sonra annene, sonra annene, sonra babana, daha sonra da sırasıyla yakınlarına" demiştir.
"Anne babaya itaat nafile ibâdetten daha hayırlıdır." (Müslim, Sıla: 2) "Babanın duâsı kabul makamına ulaşır." (İbn-i Mâce, Kitâbüdduâ: 1) meâlindeki hadisler de ibretlidir.
Dinimizde başta anne ve baba olmak üzere diğer akrabalara iyilik etmek, onlarla yardımlaşmak çok mühimdir. Nitekim "Sıla-i rahmetmeyen (yakınlarıyla ilişkiyi kesen) kimse Cennete giremez" (Ebû Dâvud-Müslim) meâlindeki hadîs, konunun dehşetini anlatmaktadır.
İnsanlarla iyi ilişkiler konusuna girmişken gençleri yakından ilgilendiren şu hadîsi de zikredelim:
"Cebrail bana komşuyu o derece tavsiyede bulundu ki, onu bana mirasçı yapacak sandım." (Müslim, Birr: 42)
"Îmansız gitmek üzere olan gencin" anlatıldığı hadîsin bir başka rivayetinde annenin oğlu için, "Eşini benden üstün tutardı" ve "Eve gelince önce eşinin odasına giderdi" dediği belirtiliyor.
İşte burada gözlerimizin dolmaması mümkün mü? Göz pınarımızın akmamasına imkân var mı?
Demek anne kalbi bu. Çocuğuna her şeyini fedâ eden anne, böyle bir muâmeleye dayanamıyor. Kendisine birinci sınıf muâmele istiyor, öncelik istiyor.
Her genç, herkes eşini sever. Ancak öncelik hakkını anneye vermek gerekiyor. Her şeye rağmen onları râzı etmek zorundayız. Haksız da olsa onu kırmaya hakkımız yok.
Çünkü onlar bize hayatını vermiş ve her an canını bağışlamaya hazır. Anne ve babanın her vesileyle gönlünü almak, kırmışsak kapılarında köle olup yalvarmak, ayağını öpmek gerekiyor. Eğer âhirete irtihal etmişse, Allah'tan af dileyip, onlar adına bol bol sadaka vermeli, dua etmeli ve iyilik yapmalıyız.
Ebedî îman dâvâsını kaybetmenin yanında, anne ve babamızı kırmaya vesile olan ufak tefek şeylerin hiçbir değeri olabilir mi?
Burada bizi sorumluluk duygusuyla yakıp kavuracak, bizi deli divâne edecek, beynimizi zonklatacak bir husus vardır:
Hadisteki genç, bir sahabedir. İnsanlığın yıldızları ve peygamberlerden sonra en üstünleri olan sahabeler hakkındaki tüm övgülere mazhardır. Beş vakit namazını kılmaktadır. Buna rağmen, "tehlike sınırı"ndadır. Annesini râzı edemediği için uçurumun kenarına kadar gelmiş, ancak âlemlere rahmet olan Peygamberimiz (a.s.m.) sayesinde kurtulmuştur.
Bu çetin imtihana herkes gibi sahabeler de muhataptır, bizler de muhatabız. Çok dikkatli, çok gayretli olmak zorundayız.
Rabbimiz tüm gençleri, namazını dosdoğru kılan ve anne babasının rızâsını kazananlardan eylesin.
 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
guzel-ahlakli-gencler.png
"Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyuran Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) "güzel ahlâk"la ilgili hadislerinden birinde şöyle buyurmuştur:

"Cömert güzel ahlâklı bir genç; cimri, ibâdet eden, kötü ahlâklı bir yaşlıdan Allah'a daha sevimlidir." (Deylemî ve Muhtarü-l Ehâdis: 88)
Bu hadiste gençler güzel ahlâka teşvik edilirken bir mukayese yapılmaktadır. Buna göre, Allah katında, güzel ahlâklı olmayan bir yaşlı, ibâdet etse bile güzel ahlâklı genç kadar sevimli değildir.
Şu hadis de gençlerimizi güzel ahlâka teşvik etmektedir:
"Bir genci, bıyıklarını kısaltması, paçalarını yerde sürünmemesi için yukarıda tutmasıyla Müslümana yakışır bir kılık kıyafette gördüğünüzde, işte o sizin en hayırlılarınızdandır. Bir ihtiyarı da bıyıkları uzun, elbisesini sürükler bir görüntüde gördüğünüzde, işte en şerlilerinizdendir. (Ramûzu-l Ehâdis, c.1, s.47)
Hazret-i Aişe (r.a.) Validemizin belirttiği gibi, "ahlâkı, Kur'an olan" Peygamber Efendimiz (a.s.m.), bütün davranışlarıyla bizlere rehber olmuşlardır. Nitekim Medine hayatı boyunca kendisinin yanında bulunan Enes bin Mâlik'in (r.a.) şu sözleri ibretlidir:
"Resûlüllaha (a.s.m.) on yıl hizmet ettim. Bana hiçbir zaman 'Üf' demedi ve yaptığım bir iş için 'Bunu neden yaptın?' veya yapmadığım bir iş için 'Bunu neden yapmadın?' buyurmadı." (Tirmizi, Birr: 68)
Gerçekten şu ifâdelere inanmak zordur. Daha doğrusu, inanılması güç olan bu durum, Peygamberimizin (a.s.m.) bir mûcizesidir. Çünkü, bırakın on yılı, on gün, belki on saat bile birlikte olunan bir kimseyle, on defa farklı düşünmek mümkündür. Anlayış, hoşgörü, şefkat, sabır, af ve yumuşak huyluluğun zirvesinde olan Nebiler Nebisi (a.s.m.), on yıl kendisine hizmet eden bir genci kırmıyor, üzmüyor, azarlamıyor. Oysa Enes bin Mâlik (r.a.), on yaşında iken Resulüllaha annesi tarafından hediye edilmişti. Onla yirmi yaş arası, bir gencin en tehlikeli ve fırtınalı dönemi olduğu halde, şefkat timsali Peygamberimiz, onu hiç kırmıyor.
Burada alınacak çok dersler var.
Yine Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) "Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise, hayırdan mahrum olur" (Müslim, Birr: 23) şeklindeki sözü, hem bir tehdit, hem de bir teşvik niteliğindedir. Demek ki yumuşak huylu olmamak, hayırdan mahrum olmayı netice verirken, halim selim olmak da, büyük hayırlara mazhar etmektedir.
Peygamberimiz, sertlikten, öfkeden, insanları kırıp incitmekten dâima sakındırmıştır.
"Pehlivan güreşte başkasını yenen değildir. Asıl pehlivan öfke ânında kendine hâkim olandır" (Muvatta, Hüsn-ü Hulk: 12) sözüyle, öfkeyi yutmanın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.
Bİr defasında bir adam Peygamberimize (a.s.m.) gelerek 3 defa "Hangi amel Allah'a daha sevimlidir" diye sorar. Her defasında "Güzel ahlâktır" cevabını alır. Bunun üzerine adam aynı soruyu dördüncü defa sorar. Peygamberimiz (a.s.m.) "Niçin anlamıyorsun? Güzel ahlâktır, o da gücün yeterse kızmamandır" demiştir. (Muhammed b. Mervezî, Kitâbüssalât)
Şu hadisin kendisi bile, Peygamberimizin kızmama konusundaki başarısını göstermektedir. Birçok insan aynı soruyu dört defa tekrarlayan birisine öfkelenerek hakaret edebilir. O ise, sabırla cevap vermeye devam etmektedir.
Başta zikrettiğimiz hadiste, "güzel ahlâklı bir gencin" övülmesinin bir başka hikmeti de şudur: Genç iken güzel ahlâklı olmak zordur. Bu çağda çabuk hislerine kapılan, hemen öfkelenen gençler, yok yere kalp kırabilir, insanlara zarar verebilir. Buna rağmen güzel ahlâklı olması, insanlara hoşgörülü ve yumuşak davranması, onu Allah katında sevimli kılmıştır.
Bu da genç kardeşlerimiz için büyük bir müjdedir. Allah'ın bizi sevmesi, takdir etmesi kadar mühim bir mazhariyet olamaz. Böyle bir makama ulaşmanın yolu, güzel ahlâkı kazanmaktan geçiyor.
Allah, tüm gençlerimizi güzel ahlâklı olmaya muvaffak etsin.




 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
genclik-arkadaslik.png
İnsanların hayatında, dostluğun ve arkadaşlığın çok büyük ehemmiyeti vardır. Öyle dostluklar vardır ki, kişinin bütün hayatını olumlu veya olumsuz yönde etkiler; hattâ âhiret hayatının iyi veya kötü geçmesine bile sebep olabilir.

İnsanlar yaratılış itibâriyle birbirinin yardımına ve dayanışmasına muhtaç oldukları için neredeyse arkadaşsız bir kimse yoktur. Sosyal bir hayat yaşayan herkesin mutlaka bir çevresi, samimî arkadaşları ve yakın dostları vardır.
Arkadaş ihtiyacı, bilhassa gençlik döneminde daha büyük önem taşır. Çünkü, ilerleyen yaşlarda eş ve çocuklar başta olmak üzere yeni akrabalıklar kuran insanlar, gençlik dönemi kadar arkadaşlığa önem veremeyebilirler.
Ama hayatının en fırtınalı dönemini yaşayan ve sürekli anlaşılmamaktan şikâyet eden gençler, dertlerini ve sevinçlerini paylaşabilecekleri bir arkadaş çevresine çok muhtaçtırlar.
Bunun için sokakta, okulda, işyerinde kendilerine yakın buldukları gençlerle arkadaşlıklar kurarlar. Onlara öylesine bağlanırlar ki, maddî ve mânevî birçok varlığını arkadaşıyla paylaşır, hattâ canını verecek kadar sevgi beslerler.
İşte burada en dikkat edilecek nokta, "nasıl bir arkadaş seçileceği" hususudur.
Her meselede olduğu gibi, gençleri bu konuda da uyaran Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Kişi dostunun dini üzeredir. O halde her biriniz dost edindiği kişiye dikkat etsin" (Tirmizi, Zühd: 45) buyurmuştur.
"Kişinin, dostunun dini üzere" olmasından kasıt, "dini yaşama durumu"dur. Gerçekten de iyi bir arkadaş iyiliğe, güzel işler yapmaya teşvik eder; kötü bir arkadaş ise, arkadaşını günah işlemeye yöneltir.
Nitekim bu hususta da Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), Ebû Musa (r.a.)'dan rivâyet edilen bir hadiste şöyle buyurur:
"İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük üfüren gibidir. Misk taşıyan ya sana verir yahut satın alırsın yahut ta o miskten güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren ise, ya senin elbiseni yakar yahut ondan pis bir koku duyarsın."
Kiminle arkadaş olacağımız hususunda da ölçüler getiren Sevgili Efendimiz (a.s.m.), Ebû Saide-l Hudrî'den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste, "Yalnız mü'minle arkadaş ol ve ekmeğini ancak takvalı kimse yesin" (Tirmizi, Zühd: 55) tavsiyesinde bulunur.
Buradaki "mü'min" ifâdesinden anlamamız gereken, "Allah'a hakkıyla îman eden kâmil bir mü'min"dir. Kâmil bir mü'min, Allah'ın emirlerini yerine getirir ve yasaklarından kaçınır. Nitekim hemen peşinden gelen "takvâlı kimse" ile mü'min kelimesi açıklanmış olmaktadır.
Niçin arkadaş konusu bu kadar mühimdir?
Çünkü, "Kişi sevdiğiyle beraberdir." (Tirmizi, Zühd: 50). Bir genç, birisiyle arkadaş olmuşsa, mutlaka onu çok sever. Sevmediği bir kimseyle zaten arkadaş olmaz. Dolayısıyla sevdiğiyle hem dünyada, hem âhirette beraberdir.
Dünyada iken Allah yolunda ibâdet ve itaatte, îman ve Kur'an'a hizmette arkadaşıyla beraber olan bir genç; âhirette de cennet nimetlerinden birlikte istifâde edecek, dostluklarını ebedîleştirecektir.
Eğer iki arkadaş, Allah'a isyanda, hevâ ve heveste, boş ve zararlı eğlencelerde beraber oluyorlarsa,—Allah korusun—Cehennemde de komşu olacaklar, aynı mekânı paylaşacaklardır.
Arkadaşlığın en güzel örneğini, Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) göstermiştir. Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.) olmak üzere bütün sahabeler onun arkadaşı olmuşlar, etrafında pervane gibi dönmüşler, uğruna canlarını ve mallarını fedâ etmişlerdir.
Zaten "sahabe" arkadaş demektir. Sahabeler, dostluk ve arkadaşlığın benzersiz numunelerini ortaya koymuşlar, sevgi ve saygının, fedâkârlık ve feragatin hârika örneklerini göstermişlerdir.
Aslında her mü'min, diğer mü'minin kardeşi olması dolayısıyla arkadaşıdır da. Bir başka ifâdeyle, dinimiz arkadaşın arkadaştan beklediği iyilik ve yardımı, her mü'minin diğer mü'min kardeşine göstermesini emretmiştir.
Abdullah bin Ömer'den (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), şöyle buyurur:
"Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona ne zulmeder, ne de onu yalnız bırakır. Kim kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da o kimsenin ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah-ü Teâlâ da onun kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, kıyâmet gününde Allah da onun ayıplarını örter." (Müslim)
Yukarıdaki hadiste, arkadaşlığın iki mühim gereği üzerinde durulmaktadır. Bunlardan birisi, ihtiyacını gidermek, diğeri ayıbını örtmektir. Zaten bunların aksini yapmak, yani bir ihtiyacı ânında imkânı olduğu halde yardım etmemek veya ayıplarını sayıp dökmek, arkadaşlığı öldüren, dostluğu mahveden en büyük hastalıktır.
Kardeşinin kötü durumundan memnun olmak da dostluğu bitirir. Bu hususta Vâsile bin Eska'dan (r.a.) rivâyet edilen şu hadis, ibret vericidir:
"Kardeşin için (kötülük günlerinde) sevinç gösterme, yoksa Allahü Teâlâ ona rahmet eder, seni de (ondaki belâya) uğratır." (Tirmizi)
Demek ki, kardeşliğin ve arkadaşlığın gereğiyle amel etmemenin, hattâ onun sıkıntısına sevinmenin acı neticesi dünyada da kendisini göstermektedir.
Muaz bin Cebel'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîs, aynı mânâyı tamamlamaktadır:
"Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o kusuru işlemeden o kimse ölmez." (Tirmizi)
Mü'min, kardeşini ve arkadaşını küçümsememeli, ona değer vermelidir. Müslüman kardeşini küçük görmenin, ne büyük bir günah olduğunu anlamak bakımından şu hadis, ders yüklüdür:
"Her Müslümanın diğer Müslümana malı, ırzı ve kanı haramdır. İnsana kötülük bakımından, Müslüman kardeşini küçük görmesi yeter." (Müslim, Birr: 43)
Müslüman kardeşini küçük görmek, kibir ve gurur alâmetidir; kendini beğenmişliğin neticesidir. Hâlbuki olgun bir Müslüman, kendi nefsini beğenmez, büyüklenmez, dâima kardeşini kendisinden üstün görür.
Dostluk ve arkadaşlığın gıdası, sevgidir, birliktir, yardımlaşmadır. Onu öldüren, birbirinin kusuruna bakmaktır, küsmektir, dostunu terk etmektir.
"Birbirinizi sevmemezlik etmeyin. Birbirinizi kıskanmayın. Ve birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun! Bir Müslümana kardeşini üç geceden fazla terk etmesi helâl olmaz" (Müslim, Birr: 7) buyuran Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) arkadaşlığı mahveden problemlere dikkat çekmiştir.
Arkadaşlığı öldüren hususlardan birisi de gıybettir. Dostunu ve arkadaşını o yokken çekiştirmek, onun hoşlanmayacağı şeyleri arkasından söylemektir. Bu konuda Ebu Hüreyre'den (r.a.) rivâyet edilen şu hadîs, çok dikkat çekicidir:
"Gıybet nedir bilir misiniz?"
"Allah ve Resulü bilir" dediler.
"Kardeşini hoşlanmadığın bir şeyle anmandır."
"Ya kardeşimde benim dediğim bulunursa ne buyurursun?"
"Söylediğin onda varsa onu gıybet ettin demektir. Eğer onda yoksa ona iftirâ etmiş olursun." (Müslim, Birr: 20)
Rabbimiz, tüm gençlerimize iyilerle arkadaş olmayı, arkadaşıyla dünyada Allah'ın dinine hizmet etmeyi, Cennette de komşu olmayı nasip etsin.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
genclikvekotualiskanliklar.png
Yaratılışı gereği yeniliklere ve değişime açık olan gençlerin karşılaştıkları en büyük tehlikelerden birisi, kötü alışkanlıklardır. Duygusal tabiatları ve farklılıklara olan istekleri sebebiyle kolayca kötü alışkanlıkların tuzağına düşebilirler.

Nitekim birçok zararlı alışkanlık gençlik döneminde edinilir.
Başta sigara, içki, uyuşturucu, kumar olmak üzere birçok kötü alışkanlıklar sayabiliriz. Yüce Peygamberimiz (a.s.m.) bizleri kötü alışkanlıklardan sakındırmış, zamanımızı güzel işlerle geçirmemizi istemiştir.
Sigara hakkında mekruh, hattâ haram diyen âlimler vardır. Çünkü bu husustaki hüküm, kişinin durumuna göre değişir. Eğer geçim sıkıntısı çekiyor veya sağlığı açısından hayatî bir zarar veriyorsa elbette büyük günahtır.
Sigara içmek, en azından mekruhtur, kötü görülmüştür. Çünkü hem hiçbir faydası yoktur, hem de sağlığa zararlıdır. Üstelik kokusuyla başkasına da zarar vermektedir.
İçki ve kumarı yasaklayan kesin âyetler vardır. Peygamberimiz (a.s.m.), "Sarhoş eden her içki haramdır" buyurarak, haram olan içkinin özelliğini belirtmiştir. Buna göre, insanları sarhoş etme özelliği olan her şey haramdır.
Yine "Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır" (Tirmizi, Eşribe: 2) diyerek, önemli bir soruyu cevaplamıştır. Günümüzde bazıları, "Birada çok az alkol var. Bu da mı haram?" diyebilmektedir. İşte bu hadîs, çoğu sarhoş eden bir şeyin az dahi olsa yasak olduğunu belirtmektedir.
İçki hakkındaki bir başka hadîs de şöyledir:
"Allah içkiye, onu içene, dağıtana, satana, satın alana, üzümünü sıkana [îmal edene], kendisi için sıktırana, taşıyana ve kendisine taşınana ve parasını yiyene lânet etsin." (Tirmizi, Büyû: 58)
Burada içkiyle ilgili on grup insan lânetlenmektedir ki, sadece içmekten değil, diğer 9 gruba girmekten de sakınmamız şarttır.
Gençlerin temiz ve pâk zihinlerini aldatmak, onları kendi pis menfaatlerine âlet etmek isteyen çevreler; sigara, içki, uyuşturucu ve kumarı çekici ambalajlarla, süslü reklâmlarla sunmaktadırlar. Gençlerimizi tuzaklarına düşürüp, kendi keselerini doldurmak isteyen kimseler, kötü alışkanlıklara özendirmek için her vesileyi kullanmaktadırlar.
Oysa, gazete ve televizyonlardaki en acı ve en üzücü haberler, hep kötü alışkanlıkların sonucudur. "İçki bütün kötülüklerin anasıdır" buyuran Peygamberimiz (a.s.m.), bizleri 14 asır önce uyarmıştır. Bu sese kulak verilmediği içindir ki, her gün bir sürü cinâyet, hırsızlık, gasp, trafik kazası içki yüzünden olmaktadır.
Kötü alışkanlıklardan korunmanın çaresi, iyi bir dinî bilgi alıp İslâmı yaşamaktır. Çünkü, bu tür alışkanlıklar, akıl, kalp ve ruhun aç bırakılmasından kaynaklanır. Hâlbuki mânevî duygularımızı îman ve ibâdetle doyurursak, her günümüzü dinimize hizmet etmek ve güzellikleri başkalarına aktarmak gayretiyle geçirirsek, kötü alışkanlıklara ne ihtiyaç duyarız, ne de zaman buluruz.
En iyisi, kötü alışkanlıklara hiç bulaşmamak, tuzağa düşmemektir. "Canım ne olacakmış bir kere içiver, tadına bak" veya "Düğünde herkes içer" gibi teşviklerde bulunanlar, bizim dostumuz değil, düşmanımızdır. Böyle diyerek verdikleri zararın farkında bile değillerdir. O sahte gülücük ve zevkler, hem dünyada, hem âhirette gözyaşına ve azaba dönüşecektir.
Bazı düğün, yaş günü, eğlence partisi ve mezuniyet baloları; kötü alışkanlıkların tuzakları durumundadır.
Bu tuzaklara bir kere yakalanırsak, devamı gelebilir. Çünkü nefis, his, şeytan dâima kötülüğe teşvik eder.
Bunun için kötü alışkanlıkların cirit attığı yerlerden uzak durmalıyız. Kahvehane, disko, bar gibi yerler, gençlerin dünyasını ve âhiretini karartan mekânlardır.
Bunlardan uzak durup nezih yerlerde, dinî sohbetlerde ve hizmetlerde buluşup görüşmeliyiz.

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
[h=2][/h]
genclikvemoda.png
Gençliğimizi birçok bakımdan sıkıntıya atan hususlardan birisi, "moda"dır.

Moda, dört mevsime göre değişebilmektedir. Giyimde, saç tipinde, ev eşyaları ve takılarda, dekorasyonda ve hayat tarzına etki eden her şeyde meydana gelen sık değişikliklere "moda" deniyor.
Gençlerin modayı tâkip etmesi, zevklerine ve gelir seviyelerine göre değişiyor. Senede bir değişiklik yapan olduğu gibi, bir toplantı veya düğünde giydiği elbiseyi bir daha giymeyenlere de rastlanıyor.
Güzellikler ve hikmet dini olan İslâmda bu mânâda bir "moda" anlayışı yoktur. Ama, değişim ve yenilik vardır.
İslâm, dünyevî ve nefsî isteklerden kaynaklanan modaya niçin olumsuz yaklaşmaktadır?
Çünkü, modanın temel esprisi olan sürekli ve sık değişim, israfa sebep olmaktadır. İsraf ise dinimizde yasaktır. Rabbimiz, "Yeyiniz içiniz, israf etmeyiniz. Muhakkak ki Allah, müsrifleri sevmez" buyurmaktadır. (A'raf: 31)
Moda, gerçek ve zarurî bir ihtiyaçtan değil, his ve hevâdan, zevk ve sefâdan kaynaklanmaktadır.
Modanın kaynağı dünyevîliği esas alan Batıdır. Bunların dinî bir kaygısı yoktur. Bu yüzden "moda" olarak ortaya çıkan bir şey, bizim temel dinî prensiplerimizle çatışabilmektedir.
Meselâ, tesettüre uygun olmayan elbiseleri hiçbir şekilde giymek câiz değildir. Çünkü, farklı ölçülerde de olsa belirli yerlerini örtmek erkek ve kadın için farzdır.
Modanın özünde başka milletlere benzemek esastır. Mü'minler ise, başka milletlere benzemekten men edilmişlerdir. Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Kim bir millete benzerse o onlardandır" (Ebû Dâvud, Libas: 5) buyurmuştur.
Hadislere dikkat edilirse, Peygamberimizin (a.s.m.) ibâdetlerin günü ve tarzı hususunda bile başka milletlere muhâlefet ettiği görülür.
Bunun için mü'min bir genç, başka bir milletin giyimini, saç tipini, eğlence şeklini, hayat tarzını taklit edemez.
Bu hususta Bediüzzaman Hazretlerinin sâdeleştirerek aldığımız şu ifâdeleri çok ibretlidir:
"Ey bu vatan gençleri! Avrupalıları taklide çalışmayınız! Acaba, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve düşmanlıktan sonra, hangi akıl ile onların eğlencelerine ve bâtıl fikirlerine ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Akılsızca taklit edenler, onlara uymak değil, belki şuursuz olarak onların safına katılıp kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Biliniz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz! Çünkü şu surette uymanız, milliyetinizi küçümsemektir ve milletle alay etmektir." (Lem'alar, s.116)
Moda hususunda şu hadislerde de alacağımız dersler vardır:
"Allah kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek elbisesi giyen kadına lânet etsin" (Ebû Dâvud, Libas: 28)
"Allah erkeklere benzemeye çalışan kadınlara ve kadınlara benzemeye çalışan erkeklere lânet etsin." (Buharî, Libas: 61)
"Altın ve ipek ümmetimin kadınlarına helâl, erkeklerine ise haramdır." (Taberânî'nin Kebir'inden)
"Allah, yüzleri kırmızıya boyayana ve yüzünü kırmızıya boyatana lânet etsin." (Müsned, 6: 250)
Görüldüğü gibi, dinimizin bir prensibi de, cinslerin kendine has özelliklerini korumalarıdır. Bunun için erkek ve kadının giyimi, saç tipi, hâl ve hareketinin birbirine benzememesi gerekir. Kadının kendine has hayası ve tesettürü olduğu gibi, erkek de ciddi ve vakarlı olmalıdır.
Modanın ise böyle bir kaygısı ve ayrımı yoktur.
Zaten moda dünyevî, hissî, nefsî olduğu için dinin prensiplerini hiç nazara almaz. İslâmın emir ve yasakları ise, İlâhîdir. İlâhî prensipler, dünyevî ve nefsî gerekçelerle iptal edilemez.
Bunun için mü'min bir genç, hiçbir şekilde modanın tâkipçisi olup, başka milletlere benzeyemez.
Biz başkalarına benzemek yerine, kendi değerlerimizi korumalıyız. Bir hayat tarzı taklit edildiği zaman, pislikleriyle birlikte gelir. Söz gelişi, Batı tipinde bir ev dekorasyonunda salonun köşesinde bir sürü resimleri, heykelcikleri, barı da kabul etmek gerekir. Oysa bizim dekorasyonumuzda, hat yazıları, kıble esasına uygun yerleşim, ibâdetimize imkân verecek bir düzen esastır.
Bununla beraber dinimizde yenilik ve değişim vardır. Ancak bu değişim, "israfa sebep olmamalı, başka bir millete benzememeli, dinimizin emir ve yasaklarıyla çelişmemeli"dir.

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt