Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ŞAFAK MEKTUPLARI (Mehmed Alagaş) (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sevgili kardeşim büyük şehire geleli önümüzdeki ay tam üç yıl olacak. Yaz tatillerinde çalışmam nedeniyle, memlekete geleme­dim. Yaşlı anacığım buraya gelmeseydi, herhalde onunla da görüşemeyecektim.
Diyeceksin ki, neden?
Nedeni malum!. Büyük adam olmak için okuyorum. Büyük adam olmak için çalışıyorum.
Ne kahırlı bir iş, şu büyük adam olmak?
Bazen aynaya bakıyorum büyük adam namzetini görmek için. Ne yazık ki çoğu zaman aynada adam dahi göremiyorum!.
Herhalde diyorum, herhalde başlangıçta adamlıktan çıkacağız, sonra bü­yük adam olacağız!.
Yalnızım kardeşim, bu koca şehirde yapayalnız. Kala­balıklar arasında yapayalnız. Yabancıyım bu insanlara, bu şehire, bu yaşantıya. Ve bu yabancılık duygusunu kaybede­rek, onlardan birisi gibi olmaktan çok korkuyorum. Fakat olmayacağım. Büyük adam olmama pahasına da olsa, on­lar gibi olmayacağım.
Bana ters geliyor her şeyleri.
Öyle bir yer ki burası, herşeyin bir fiyatı, bir bedeli var. Sevmek ve sevilmek dahi, kağıt paraların gölgesinde. Ne kadar paran varsa, o kadar sevilirsin. Tartışmalarda sık sık duyulan beylik cümleler.,
Kaç paralık adamsın sen?
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
Karı koca ilişkileri, dost arkadaş ilişkileri, haklı haksız ilişkileri bunların hepsi, hepsi paraların gölgesinde.
Arkadaş satılıyor para karşılığı, kardeş satılıyor para karşılığı, namuslar satılıyor para karşılığı,
Velhasıl burada. burada İnsan ve insanlık satılıyor para karşılığı!.
Parayla alınıp, parayla satılıyor İnsanlığın bütün de­ğerleri.
Nedir bu para?
Nereden almaktadır bu gücü?
Ve kimler, hangi maksadla kullanmaktadır?.
Bu soruların cevabını bilmemek bir dert, bilmek ise bin dert!..
Aklına şu soru gelebilir., “Bu adamlar, bu insanlar Allah'ı bilmiyor mu? Allah'tan korkmuyor mu?” Allah'ı bildiklerini söylüyorlar. Ne derece doğru bilmiyorum. Ancak gördüğüm ve bildiğim şu ki, Allah'tan korkmuyorlar. Me­mur amirinden, işçi patronundan, esnaf zabıtadan korku­yor, korkuyor fakat, Allah'tan korkmuyorlar!.
Söz müslümanlığa geldi mi, hepsinden aynı ses, aynı seda, sanki ağız birliği yapmışlar.
Elhamdülillah müslümanız!.
Karısını satan müslüman, kızını satan müslüman, Allah'ın hükmü çıkarlarına dokunduğu için değiştirenler, giz­leyenler, reddedenler., evet onlar da, onlar da müslü­man!.
Yazıklar olsun.
Bir homoseksüele sorsan, o da hıristiyanım demeye­cek!.
Tekrar tekrar yazıklar olsun..
İşte büyük şehir kardeşim! Ve büyük şehrin, büyük(!) insanları!
Bu kardeşin de işte böyle bir şehire geldi büyük adam olmak için. Çünkü büyüklüğün ve adamlığın ne ol­duğunu bilmeyen anacığı, onun büyük adam olmasını isti­yordu. “Oğlum okusun, okusun da, büyük adam olsun!” diyordu. Halbuki büyük adam olmak için okumaya hiç gerek yok burada!.
Bizim köydeki Ahmed ağa, arazilerini satıp buraya gelse, işte sana büyük adam!
“Hoşgeldiniz Ahmed Bey.”
“Nasılsınız Ahmed Bey”
“Ne alırsınız Ahmed Bey”
“Ne buyurdunuz Ahmed Bey”.
İtibar kişiliğe, şahsiyete, insanlığa değil, kürke!
“Kürke” kelimemi yanlışlıkla “Kürde” anlama abi. Ne Türke, ne Kürde, kürke, kürke abi.. Hani şu hayvan postlarına. .
Bana yaz canım kardeşim. Şehrin bataklığında boğul­mama mücadelesi veren bu kardeşine yaz.
Sana “Canım kardeşim” derken düşünüyorum da, aramızda maddi bir ilişki yok. Ve biz paranın gölgesinde olmadan da birbirimize “Canım kardeşim” diyebiliyoruz.
Ne güzel bir şey bu, canım kardeşim, canım kardeşim benim...
 

edam005

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Ara 2008
Mesajlar
982
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
mehmet alagaş,iyiki var, iyiki okumuşum dedğim yazarlardan biri, Allah razı olsun kardeşim, emeğine sağlık..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kardeşim Yakup
Göndermiş olduğun mektubunu aldım. Büyük şehrin durumuna üzülmekle beraber, o yaşantıya ve değer ölçülerine karşı başkaldırısın beni sevindirdi. Köyden giden Tuncer'in, Sakıb'in, Ahmet amcanın oğlu Hüseyin'in o şehir ve o yaşantıda boğulduğunu biliyorsun. Sakıb'ın babası öl­düğünde, annesine başsağlığı telgrafı çekmiş ve bir miktar para göndermişti!. Görmeliydin Emine hanım teyzenin va­ziyetini. Gözyaşları içinde “Efendi bir kere öldü, ben bin kere öldüm” diyordu.
Bu olayın faili kim Yakup?
Bu olayın suçlusu kim?
Sakıb'ı yetiştiren anne, babası mı?
Büyük şehir mi?
Yoksa, Sakıb'ın camiye gittiği günlerde kendisine ya­lan, yanlış bilgiler verip, uydurma hikayeler anlatan Tayyar (Hoca) mı?
Ben en büyük suçlu olarak Tayyarı görüyorum. Bizi aldatan, bizi kandıran, tertemiz dimağlanmızı sabote eden Tayyar'ı.
Onunla aramız ilkin, bir cenazeden sonra devir ve mevlit pazarlığında açıldı. Pazarlığın tartışmaya döndüğü sırada ben;
“Hocaefendi, bu konuda Allah ne diyorsa o ol­sun” dedim. Durdu, düşündü;
“Bu konuda Allah birşey bil­dirmemiştir” dedi.
Şaşırdım!.
Dinimizin belkemiği olarak kabul ettiğimiz “Mevlid” hakkında Rabbimiz hiçbir şey bildirmemiş. Sonra araştırınca anladım ki; bu mevlid, Süleyman Çelebi ismindeki bir zatın, Resulullah fs.a.v.) için yazdığı bir methiyeymiş!.
Ne kendisi bunu para ile okumuş ve ne de böylesi merasimlerde okunması için kaleme almış..
Bu olaydan sonra okumaya başladım. Dağda, tarla­da, evde devamlı okuyordum. Önceleri karşılaştığım mese­leleri iyi niyetle kendisine gidip açıklamama rağmen Tay­yarda garip bir suskunlukla karşılaştım. O zamanlar kavrayamadığım bu suskunluğun nedenini şimdi çok iyi anlıyorum, korku!.
Ben “Korku” deyince, sen sakın Allah korkusunu an­lama. Çünkü Tayyarın gerçek manada korkup sakındığı Allah değil.
Neden koktuğunu merak ettin. Sana, senin tabirinle söyleyeyim, “Büyük adamdan!”
Herhalde şaşırdın!
Nasıl olur diyeceksin? Kendisine “Hoca” denilen bir adam, halkın önüne geçecek, beş vakit namazda ikiyüzkırk kere “Yegane büyük Allah'tır” diyecek ve O Allah'tan, O yaratıcıdan değil de, tuvaletten iki büklüm oturan bir in­sandan korkacak!..
İşte bize bu gibi insanlar vaaz ve nasihat etti, Din adamı kisvesiyle karşımıza çıkan böylesi adamlar, bizlere İslam'ın ne olduğunu değil, İslam adı altında İslam'ın ne ol­madığını anlattılar. Ve bu vaazlardan aldığı bilgi ile toplumun içine giren birçok kardeşimiz, gördüler ki dünya Tayar hocanın anlattığı gibi değil!.
Gördüler ki, dünyanın birçok bölgesinde sömürü ha­kim. Sermayenin ezdiği insanlar, teknolojinin ezdiği insan­lar, devletlerin ezdiği insanlar.. Büyük şehire giden karde­şimiz, büyük şehire giden kardeşlerimiz dünyanın bu gerçek yüzüne, bu iğrenç olaylara bakıyor ve her samimi insana yakışabilecek bir davranışla bu zulmün, bu sömürü­nün karşısında yiğitçe haykırıyordu.
Olmaz, bu zulüm durdurulmalı, bu insanlar kurtarıl­malı..
Bu duyarlı insanlara her hücremizle hak veriyor ve biz de onlarla birlikte hay kırıyoruz.,
Olmaz, bu insanlar kurtarılmalı.. Peki sonra, sonra ne oluyor?
Evde, yurtta konuşmalar.. Kapitalizmin adi ve çirkin yüzünün apaçık örneklerle gökyüzüne çıkarılması.. Hepbir ağızdan, hepbir gönülden kapitalizmin lanetlenmesi..
Ve alternatif sorunu?
Bu zulme, bu sömürüye neyle, ne adına, nasıl karşı çıkacağız?, soruları...
Tayyarın anlattığı din ile karşı çıkılamayacağı aşikar. Çünkü Tayyarın anlattığı din, bu zulme karşı çıkmak bir yana, bizzat bu zulmü desteklemekte, bu zulmü, din adına meşru görmekte..
İşte bu boşlukta sunulan alternatifler!.
Araştırılmadan, tetkik ve tahkik edilmeden, olur mu, olmaz mı gerçeğini dikkate almadan, doğru mu yanlış mı denilmeden kabul edilen çözümler ve ikinci bir haykırış.,
Yaşasın Laisizm
Yaşasın Sosyalizm.
Kulaklarımız utanıyor, gözlerimiz utanıyor bu olay karşısında ve ağlıyoruz..
Minberlere bakıp boğmak istiyoruz Tayyarları..
Ve seslenmek ve haykırmak istiyoruz o insanlara.,
“Sizden saklanan İslam var.
Sizden saklanan İslam var...” diye..
Ey samimi insanlar, bu sesi duyuyor musunuz?
Ne olur söyleyin, duyuyor musunuz?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Canım kardeşim.
Nasılsın, dilerim iyisindir. Beni allak bullak eden mek­tubunu aldım. Birkaç gün devamlı mektubun tesirindeydim. Son kısımda vurguladığın “Sizden saklanan İslam var” ifadesi bende uzun süre yankılandı.
Nasıl olurdu? Bizden kim, ne hakla ve hangi cüretle İslam'ı saklardı?
Okuyup araştırmam ve öncelikle İslam gerçeğini bil­mem gerekiyordu. Bu duygularla kitapçılara gittim. İslam başlığı altında değişik yazarların, değişik kitaplarıyla karşı­laşınca şaşırdım. Kitapçılara göre hepsinin İslam'ı anlayış­ları ve İslam'a yaklaşımları farklılık gösteriyormuş. Kararsız bir durumda eve dönerken yazarların isimleri gözümün önünden geçiyor ve “Hangisi gerçek İslam'ı yazdı, hangisi sakladı? Hangisi korktu, hangisi korkmadı?” şeklinde düşü­nüyordum. Korku kelimesi bende bazı çağrışımlar yaptı.
Neden korkmamıştı?
Tabi ki ölümden. Zihnimde şimşekler çaktı ve hemen kitapçılara dönerek;
“Yazdıklarından dolayı öldürülen var mı?” dedim.
İşte Seyyit Kutup ile bu sorunun akabinde tanıştım. Korkmadan yazmış ve yazdıklarından dolayı şehid edilmişti. Onun kitaplarıyla eve dönerken bir hayli heyacanlıydım. Çünkü bir şehitle konuşacak, bir şehidi dinleyecek­tim. Kitapların başında yer olan Prof. Seyyit Kutup ifade­sini yadırgadım. Profösör unvanı, batı kaynaklı bir unvandı. Bu unvana neden rağbet edilmiş veya neden yer verilmişti ki! İslam'ın verdiği bir unvan olmadığına göre, şehitlik unvanının yanında bu unvanın ne değeri olabilirdi?
Bütün bunlara “Herneyse” diyerek okumaya başla­dım. Okudukça Seyyit Kutub'u öldürdüklerini, susturdukla­rını sanan müstekbirlerin ne kadar yanıldıklarını, ne kadar aldandıklannı farkettim. Çünkü onların susturduklarını zan­nettikleri bir şehit, bana sesleniyor ve benim hayat bulma­ma vesile oluyordu.
Okudukça, yerin yedi kat dibindeki bir mahzende, güneşin doğmasını bekleyen zavallılardan birisi olduğumu anladım. Mahzen duvarlarına müstekbirler tarafından çizi­len, çizdirilen ve bel'amların övgülerine mazhar olan güneş resimlerinin basitliğini, sahteliğini, cansızlığını gördüm ve beni bu yaşıma kadar neden ısıtmadığını, neden aydınlatmadığını kavradım.
Mahzen duvarlarındaki sahte güneş resimleri, fıtraten güneşi arzulayan insanların aldatılması, kandırılması, sömürülmesi için satılmış sanatkarların kaleme ve fırçaya al­dıkları bir semboldü. Sahte bir sembol..
Gerçek güneş bizlere hakkı hak, batılı batıl göstere­cekken, bu sahte güneşler bizlere batılı hak gösteriyordu..
Gerçek güneş birçok mikroplan öldürecekken, bu sahte güneşler yeni yeni mikroplar üretiyordu..
Zillet dolu bu loş mahzenden çıkmam gerekliydi. Ruhumun arzuladığı Rabbani iklime, rahmet iklimine çıkabil­mem için, mahzendeki yılan, çıyan ve asalaklara aldırış et­meden gerçek manada “La ilahe illa Allah Muharnmedun Resulullah” demem gerekliydi. İnsanlara ilahlık taslayan bütün putları, bütün müstekbirleri, bütün batıl ideolojileri reddetmem ve yegane İlah olan Allah'a yönelmem gerek­liydi.
Beni tanırsın Salih ve böyle bir durumda ne yapaca­ğımı bilirsin. Önce ayaklarımın üzerinde doğruldum, sonra bir infilak.,
“La ilahe illa Allah, Muhammedun Resulullah”
Bu haykırış ile yeri göğü sarsmak, bu haykırışı herke­se duyurmak istiyordum.
Mustazaflar duysun, uyansın istiyordum. Allah'ın hukukuna tecavüz ederek insanlara ilahlık taslayan müstekbirler duysun, kahrolsun istiyordum. Ve Rahman ve Rahim olan, beni yaratan, beni yaşatan, lutfu ile doğru yolu göste­ren, günahlarımı bağışlayacak olan yüce Rabbim duysun ve beni müminler arasına dahil etsin istiyordum..
Bu istekle gözlerim doluyor, bu istekle hücrelerim kı­yama kalkıyor ve bu istekle haykırıyordum.,
“La ilahe illa Allah, Muhammedun Resulullah” Her haykırışla kendimi buluyor, her haykırışla İs­lam'ın verdiği şeref ve izzetin iliklerime kadar işlediğini his­sediyordum.
Uzun yıllardır “Var” dediğim, varlığına yakinen inan­dığım Allah (c.c.)'ın huzurunda sadece O'nun kulu olarak, bir “Abdullah” olarak varolmanın kutlu anlarını yaşıyordum.
Mü'minlerin putlara karşı haykırışından, “La ilahe” di­yerek putların İlahi vahye zıd olan görüş ve hükümlerini reddedişinden putlar değil, bu putların gölgesinde insanları sömüren putperestler rahatsız oluyordu.
Bunları bir nebze bilen ve camiye gelmelerine rağ­men müstekbirlerin tehdidini, Allah'ın tehdidinin önüne geçiren bazı şaşkınlar kulağıma eğilerek şöyle fısıldadılar.,
Suss.. Yoksa döverler!
Suss.. Yoksa öldürürler!.
Ne demekti bütün bunlar ve ne anlama geliyordu?..
“Sus, yoksa öldürürler” demek,
“Sus, yoksa şehid ederler”.
“Sus, yoksa cennete girersin” demek değil miydi?
Ben ki O'na kul olmuştum.
Ben ki Abdullah olmuştum. Abdullah, içinde bulun­duğu toplumun Lat ve Uzza gibi putlarından veya Ebu Ce­hil gibi putperestlerinden korkar mıydı?
O şaşkınlar Allah'a karşı gelerek, alemlerin yegane Rabbi olan Allah'tan korkmaz iken, onlardan korkulur muydu?
Ve susulur muydu?
Şehid olmamak,
Allah'a kavuşmamak,
cennete girmemek için susulur muydu?
Canım kardeşim, hakkını helal etmeni istiyor, sana ve bütün Abdullahlara selam ederek çağdaş putperestlerin kulaklarına eğilmek ve kulak zarlarını patlatırcasına haykır­mak istiyorum.
“La ilahe illa Allah, Muhammedun Resulullah”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Abdullah gibi bir kardeşi olduğu için gurur ve se­vinç duyan Salih'ten, Abdullah Yakub'a.
Muhterem kardeşim.
Göndermiş olduğun mektubunu aldım. Seni kutluyor ve sana teşekkür ediyorum. Salih kardeşine, bir beşerin yaşayabileceği en güzel duygulan yaşattın.
Batı felsefesini ayakta tutan, kulağa ve netse hoş ge­len bazı kavramlar vardır. Sözlerden ve kitaplardan yaşan­tıya aksetmeyen bu kavramlar, İslam'ın özünü kavramamış geleneksel veya modemist müslümanlar tarafından da be­nimsenmekte ve İslam'a maledilmeye çalışılmaktadır.
Bu kavramlardan birisi de özgürlüktür.
Özgürlüğün ne olduğu ve hangi manada kullanıldığı birçok insan tarafından bilinmektedir. Bu hayali kavram üzerine bir hayli eser yazılmıştır. Hayali kavram diyorum, çünkü bu kavramın içerdiği manada tek bir özgür insan yoktur.
Bir saatlik ömrü olan idam mahkumunun, hücrede volta atarak ve ellerini havaya kaldırarak "Ben Özgürüm" demesi ne kadar saçma ise, herhangi bir insanın veya dev­let başkanının yaşam karşısındaki acizliğini ve çaresizliğini unutarak “Ben Özgürüm” demesi de, o kadar saçmadır. Çünkü yaşama şartları ve yaşama süreleri ne kadar farklı olursa olsun, temelde aynı şeylere muhtaç ve neticede aynı akibete mahkumdurlar.
Bir yaratık, bir mahluk olan insan hangi konuda öz­gürdür?
Sıhhatli yaşamak ister, hastalığa mahkumdur. Mala sahip olmak ister, terketmeye mahkumdur. Doğru düşün­mek ister, yanlışa mahkumdur. Yaşamak ister, ölüme mahkumdur. Ve bunca mahkumluk arasında özgürlük is­ter, kulluğa mahkumdur.
Muhtaç olmak ile mahkum olmak arasındaki izdivacı ve mahkum olmak ile özgür olmak arasındaki katedilmez mesafeyi anlatacak değilim.
Hayal dünyasında “Ben özgürüm” diyen her insan, gerçek dünyada tercih ettiği bir kulluğu yaşamaktadır. Ki­misi şeytana kulluk yapmakta, kimisi Allah'a isyan eden fi­ravunlara kulluk yapmakta, kimisi nefsine kulluk yapmakta ve kimisi de sen canım kardeşimin yaptığı gibi zillet verici tüm kullukları reddederek sadece Allah'a kulluk yapmakta ve bu kulluk ile şeref kazanmaktadır.
“La ilahe illa Allah, Muhammedun Resulullah” haykı­rışını duydum. Allah için ölüme verdiğin değeri ve şehidlik arzunu saygıyla karşılıyorum. Ancak öyle bir yerde öl ki, senin öldüğün yerde birkaç insan dirilsin. Hz. Hüseyin efendimizin şehadeti bizlere örnek olmalıdır. Böylesi şehadetler Yezid ve Yezid gibilerinin, Firavun ve Firavun gibile­rinin tanınmasına en büyük vesile olmuştur.
Zamanımızdaki firavunların da tanınması ve tanıtıl­ması gerekmektedir.
Kimdir bunlar?
Nerelerde bulunmaktalar ve ne yapmaktadırlar?
İnsanların bunu anlamalan ve tesbit edebilmeleri ger­çekten zordur. Çünkü bu firavunlar, ezdikleri ve sömürdük­leri insanlar çağdaş köleliklerini birlik ve beraberlik içinde yaptıkları sürece bu zavallı kölelere dost gözükmektedirler. Bunların tanınması ve tanıtılabilmesi için bulunulan bölge­lerde ayağa kalkılması ve Hz. Musa tavrının gösterilmesi gerekmektedir.
Müminler Hz. Musa tavrını gösterdikleri zaman bil ki onlar kızacaklar, köpürecekler ve maskeleri düşerek adi ve çirkin olan firavunîaşmış yüzleri meydana çıkacaktır. Başla­yacaklardır Firavun gibi konuşmaya, taviz vermeye, tehdit etmeye..
Sen ise alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın seni gör­düğünü, seni işittiğini ve seninle beraber olduğunu idrak ederek elindeki mucizeyi,
Kur'an-ı Kerim'i göstereceksin.
“Kuvvet ve kudret sahibi Allah'dan korkun, O'na yö­nelin, O'na kulluk edin” diyeceksin.
“Ey insanlar! Firavunlara kulluk ederek Rabbinizi gazaplandırıyor, kendi kendinizi ateşe sürükiüyorsunuz. Kulluk ettiğiniz bu firavunlar sizleri Allah'ın azabından kurtara­bilirler mi?” diyeceksin.
Onları kurtuluşa, onları hidayete ve Allah'a kulluğa davet edeceksin. Çağdaş büyücülerin ve tüm büyülerin karşısında Kur'an-ı Kerim ile dimdik duracaksın.
“Atın” diyeceksin ”Atın ortaya elinizdekileri”. Ve Kitab'ındaki gerçeklerin,
Kitab'ındaki hakkın, ortaya atılan modern büyüleri, ileri sürülen batıl görüşleri yerle bir ettiğini göreceksin.
Bütün bunları yaparken, yapmaya hazırlanırken kız­mayacaksın, korkmayacaksın, hüzne kapılmayacaksın.
Firavunun ve firavunların gerçek yüzü meydana çık­tıktan sonra ise, hidayete tabi olanlarla birlikte ve Rabbinin gösterdiği yolda sabır ile, sebat ile, teslimiyyet ile yürü­yeceksin.
Belki Kızıldeniz'e, belki kıyamete fakat mutlaka Allah'a ve O'nun hoşnutluğuna doğru yürüyeceksin..
Salih
 

erzsalih

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Ocak 2009
Mesajlar
967
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
değerli kardesim büyük sehri gerçekten çok güzel tarif etmişsin. bende gittim o büyük sehire 2 ay kaldım orayı hiç sevmedim orada her sey dediğin gibi çıkar ilişkisi üzerine. adamlar aynı apartmanda oturuyor birbirlerini tanımıyorlar birbirlerine selam verimyorlar hal hatır sormuyorlar. ben öyle görmedim benim oturduğum yerde herkes birbirini tanır selamlaşır hal hatır sorar. malesef büyük sehir öyle değil. Rabbim Orada yaşanlara kolaylık versin
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Amin Haklısın kardeşim
Mevla bizleri gittiği yere adapte olup yanlışa düşen kullardan değil gittiği yere ilim irfan ahlak ayet hadis götürüp oralarda değişikliğe vesile olan kullarından eylesin
Selametle kalın

değerli kardesim büyük sehri gerçekten çok güzel tarif etmişsin. bende gittim o büyük sehire 2 ay kaldım orayı hiç sevmedim orada her sey dediğin gibi çıkar ilişkisi üzerine. adamlar aynı apartmanda oturuyor birbirlerini tanımıyorlar birbirlerine selam verimyorlar hal hatır sormuyorlar. ben öyle görmedim benim oturduğum yerde herkes birbirini tanır selamlaşır hal hatır sorar. malesef büyük sehir öyle değil. Rabbim Orada yaşanlara kolaylık versin
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Canım kardeşim
Mektubunu aldım, teşekkür ederim. Mektubunu her okuyuşumda sorumluluk bilincini ve ağırlığını daha fazla hissettim.
Firavunların tanınmasından, Hz. Musa (a.s.)'dan ve Hz. Musa tavrından bahsediyorsun. Çeşitli kaynaklardan bu meseleyi tekrar okudum. Yaşanan olayları gözümde canlandırınca ve kendimi Hz. Musa (a.s.)'ın yerine koyarak imtihana tabi tutunca, fendimi ve Hz. Musa (a.s.)'ı daha yakından tanıdım. Onun ne olduğunu ve benim ne olmadı­ğımı anladım.
Selam, sevgi ve rahmet, o seçkin ve seçilmiş insanlar üzerine olsun. Onları ta­nıdıkça daha çok seviyor ve onlara daha çok gıpta ediyorum.
Hz, Musa (a.s.) Rabbimizden, kardeşi Harun (a.s.)'ı yar­dımcı olarak istemişti. Çünkü tebliğin önemini kavrıyor ve en güzel tarzda yapılmasını istiyordu.
Bütün peygamberler zaten buna dikkat etmemiş miy­di? Bu seçkin peygamberlerin ve Resulullah (s.a.v.)'in pak sünnetini dikkate alarak tekrar kendime baktım, kendimi düşündüm...
Elim, ayağım gevşedi, boynum büküldü, dillerim dolandı..
Oturup ağlamak istedim. Kendi kendime “Sen kim­sin, firavunların karşısına çıkmak kim?” dedim. Çünkü sa­dece cesaretle değil, cesaretle birlikte ilim ve ferasetle ya­pılması gereken bir eylemdi bu.
Dünyanın her ülkesinde bu kutlu görevi hakkıyla ye­rine getirebilecek alimler olmalıdır diye düşündüm.
Hem böyle değilmiydi?
Bu görev, “Biz peygamber varisiyiz” diyen, ehil ol­mayanlara haddini bildiren ve onlara “Arapça, hadis, fıkıh, tefsir İlmini bilmeden, bu ilimlerde uzun yıllar derinleşme­den ağzınızı açmayın.” diyerek onları suskunluğa mahkum eden alimlerin görevi değil miydi?
Haddimi bildim Salih abi ve büyük şehrin, bazı büyük alimlerini dolaştım. Beni bu alimlerin yanına büyük methiyeler ile götüren müslümanların belirttiği gibi alim insanlar.
Herşeyden Önemlisi, birçoğu firavunları tanıyorlar ve bu çağdaş firavunların halkı köleleştirdiğini biliyorlardı. Ka­pılar kapandıktan ve makamlarında kendilerini rahat his­settikten sonra bana uzun uzun tağutu, müstekbirleri ve fi­ravunları anlattılar. Fakat birçoğu anlattıkları bu hak gerçeklerden sonra beni firavunların tesbit ettiği yolda ve onların müsaade ettiği sahada İslam adına mücadeleye da­vet etti!.
Dehşete düştüm, iğrendim..
Yanımdaki samimi müslümanlara baktım, onlara acı­dım ve onlar rencide olmasınlar diye dilimin ucuna gelen tükrüğü yutkundum.
Sonra, meçhul bir umud ile.
“Efendim!. Zikrettiğiniz firavunlar insanları ezmekte, insanları sömürmekte ve en önemlisi insanları Allah'a kul­luktan menetmektedirler. Hergün firavunu dost bilen bin­lerce insan, tevhidden bihaber, İslam'dan bihaber ölmekte­dir. Firavunlar bu insanlara çoğu kez dost ve gerektiği zaman müslüman gözükmektedirler. Firavunların bu mas­kelerinin düşürülmesi ve küfürle kaplanan kapkara yüzleri­nin insanlara gösterilmesi gerekmektedir. Bunun için kapalı kapılar ardında ve dışarıdan duyulmayacak bir sesle bana anlattığınız bu hak gerçekleri, müstekbirlerin karşısı­na dikilerek ve mustazaflann da duyacakları bir sesle açık­lamanız gerekmez mi?” dedim.
Herhalde haddimi aştım ki yanımdaki müslümanm çimciğine, diğerlerinin ise sert bakışlarına maruz kaldım.
Karşımda oturan efendiise hafif sendeledi. Sonra düşmeyi alışkanlık haline getiren insanların tabi bir şekilde doğruldukları gibi doğrularak ve kendisine değil, bana acı­yan bir yüz ifadesiyle bakarak.,
“Peki, sonra ne olacak?” dedi.
Artık haddimi aştığımı veya aşmam gerektiğini ben de biliyordum.
“Firavunlar size ve söylediğiniz hakka karşı göstere­cekleri tavır ile gerçek yüzlerini meydana çıkaracaklar ve insanlar kimin ne olduğunu ve kime kulluk yaptıklarını an­layacaklardır” dedim.
Ne dediğimi ve ne demek istediğimi gayet iyi anladı. Sehpayı ve iki metrelik urganı düşünmüş olacak ki gözleri korku ile büyüdü. Eliyle boğazını sivazlıyarak yutkundu. Sonra kendisine kör umudlarla bağlanan müslumanlara baktı. Yerinde sağa sola kıpırdanarak oturduğu kaba min­derin rahatlığını hissetti. Dünya sevgisinden oluşan gözkapaklarıyla hakkı gören gözlerini kapatarak ve yaşama sev­gisiyle derin bir nefes alarak.
“Bir kafirin tanınması için, bir alim feda edilir mi?” dedi.
Bu cevap yanımdaki müslümanlara cazip gelmiş ola­cak ki rahat bir nefes aldılar. Hocalarına sevgi ve muhabbetle baktılar. Ben ise tek yönlü yolda ateşle çarpışan ba­rut gibiydim. Artık sabredemiyor ve onlarla bir arada kalmak istemiyordum. Yanlarından ayrılırken.,
“Bir Yezid'in tanınması İçin bir Hüseyin, kendisini ve ailesini feda etti. Siz onlardan daha mı değerlisiniz?” dedim.
Sonradan duydum ki Hz. Hüseyin(r,a.)'dan örnek verdiğim için Şii olduğumu söylemişler. Hanefi olduğumu bilen müslümanlar da saygısızlık olmasın diye susmuşlar.
Ne yapayım Salih kardeşim?
Bu durumda hangi kapıyı çalayım?
Hangi peygamber varisini, peygamber görevine da­vet edeyim?
Müslümanların umud bağladığı ve kendilerince tesbit edilen vasıfları üzerinde taşıyan birçok alim, kapalı kapılar arkasında bulunmaktalar!.
“Öterim de keserler” endişesiyle, sabaha davet eden, sabahı müjdeleyen horoz olmak yerine, gün doğduktan sonra meydanı boş bularak cıvıldaşan serçe olmak istiyor­lar!.
Oysa insanların zulüm karanlığını görmeleri, aydınlık haberi almaları, sabahı özlemeleri ve sabaha doğru koşmaları gerekir.
Ve bunun için, bunun gerçekleşmesi için, kapalı kapılar ardında bin alim değil; sokaklarda, halkın arasında, mustazafların ya­nında, müstekbirlerin karşısında bir alim, sadece Allah'tan korkan gerçek bir alim lazım.
Ne yapayım Salih kardeşim?
Can korkusu ile firavunlara haddini bildirmeyen, ra­hat ve yumuşak minderlere oturarak yaşamadıkları ilim İle övünen ve bu faydasız ilim ile müslümanlara haddini bildi­ren alimlerin sözünü dinleyerek, haddimi bileyim mi?
Çağdaş firavunlar Allah'a karşı haddini bilmez iken, ben bu söz alimlerine karşı haddimi bileyim mi?
Söyle dostum, söyle canım kardeşim.,
Ne yapayım?..
Abdullah
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kardeşim Abdullah Yakup.
Mektubuma Allah'ın adıyla başlıyor, sana ve tüm dünya müslumanlarina Rabbimden mağfiret, hidayet ve selamet diliyorum.
Çok değerli mektubunu aldım. Samimi duygularla ka­leme aldığın mektup, kitaplar arasında boğulan Salih'in kendisine gelmesini sağladı. Sana teşekkür ediyorum.
Senden çok güzel bir şey öğrendim kardeşim!.
Rabbani bir gerçekle karşılaşıyor, bu gerçeği kavrıyor ve sonra bu gerçeği yaşamak ve yaşatmak için adeta seferberlik ilan ediyor ve öncelikle kendin seferber oluyor­sun. Ne güzel bir duygu ve İlahi hükümlere ne güzel bir yaklaşım bu..
Senin bu müslümanca tavrını gördüğüm zaman sana gıpta ettim ve “Gerçek müslüman böyle olmalıdır” dedim. Senden yansıyan bu güzel duygulan yaşarken kendimi dü­şündüm.
Hayret!..
Hiç de senin gibi değildim!.
Okuyor, öğreniyor, sonra tekrar okuyor ve tekrar öğreniyordum. Hayatım sorular ve cevaplar arasında geçi­yordu. Toplum içindeki Salih, ilişki ve mücadele sahasında hep aynı Salih idi.
Peki ama neden?
Neden, okudukları ve öğrendikleri Salih'i tevhidi bir çalışmaya, tevhidi bir mücadeleye götürmüyordu?
Bu durum karşısında irkildim. Nasıl olurdu? Hangi gaye ile ne okuyordum? Neden okuyordum?
Oysa okuduklarım Kur'an-ı Kerim.
Resulullah (s.a.v.)'in sünneti ve diğer eserlerdi.
İlahi mesajı okuyor, o kutlu mesaj ile muhatap oluyor ve bilgimi arttırıyordum! Hangi peygamber İlahi mesaja böyle muhatap olmuştu?
Tabi ki hiçbirisi..
O seçkin ve seçilmiş insanların hepsi İlahi mesaj ile hidayet bulmuşlar, İlahi mesaj ile harekete geçmişler ve İlahi mesaj ile insanları hidayete davet etmişlerdi.
Kur'an-ı Kerim'de; kendilerine kitap öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtlarına kitap yükletilmiş eşeklerin durumuyla ifade edilmişti. Kur'an-ı Kerim'in bu açık buyruğunu dikkate alarak yaşadığımız toplu­ma ve müslümanlara baktım.
Heyhat!..
Kitap yüklü merkepler, vadileri dolduran bir kervan oluşturmuştu.
Ve ben de ben Salih de, farkında olmadan bu kervana dahil olmuştum! .
Peşine takıldığım bu kervanın bir üyesi olarak, kerva­nı incelemeye başladım.
Kimdi bu kervanın sahibi, kervancıbaşı kimdi? Kim veya kimler yön veriyordu bu kervana?
Araştırınca anladım ki, bu kervan başıboş bir kervan değildi. Birçok yayınevinin sahibi, aynı zamanda bu kerva­nın da sahibiydi. Yayınladıkları her kitap, İslami motiflerle süslenmiş ambalaj kağıtlarıyla paketlenerek, bizlere kaliteli birer yük olarak sunuluyordu. Bizler de islami görüntüsü olan bu kitabı, geçim sıkıntımıza bir sıkıntı daha ekleyerek alıyor ve yükümüze bir yük daha katıyorduk.
Çünkü yüklü olmalıydık, daha yüklü olmalıydık, kitap yüklü merkepler kervanında ön saflara geçebil­mek, itibarlı merkep olabilmek için çok daha yüklü olmalıydık.
Merkepler para ile yük almazken, biz merkepleri de geride bırakarak para ile yük almalı, kendi paramız ile kendi yükümüze yük katmalıydık..
Senin mektubun, senin ömek davranışın ile kendime geldim kardeşim. Ne halde olduğumu açıkça gördüm. Kendime hiç bu ka­dar kızmamıştım. Kendimden ayrılarak kendime saldır­mak, kendimi yerden yere vurmak istedim.
Dağlara çıktım, içime doğru bağıra bağıra bir süre dolaştım!.
Kur'an-ı Kerim ifadesiyle kitap yüklü merkepler duru­muna düşmem, hazmedeceğim bir şey değildi. Kendime “Madem ki merkep durumuna düştün, neden iki ayağın üzerinde insan gibi dolaşıyorsun” dedim. İç dünyamda hiç­bir itiraza söz hakkı vermeden ellerimi yere koydum ve dört ayak üzerinde üç-beş adım attım. Bu şekilde İstanbul Cağaloğlu'na doğru yürümek ve bazı yayınevlerinin önün­de durarak “Merkebiniz geldi beyler, buyrun yükleyin!” diye anırmak düşüncesi geçti içimden!. Açması bir durumdaydım.
Kendimi ağzımla yerden ot koparmaya ve ısırarak kopardığım otu yemeye zorladım. Ağzımdaki otu çiğner­ken ne durumda olduğumu görüyor ve bu durumuma ağlı­yordum. Rahman ve Rahim olan Rabbimi hatırlayınca, bu durumumdan çok daha fazla utandım!. Ellerim yerde iken sadece başımı doğrultarak.,
“Ya Rabbi, eşrefi mahlukat olarak yarattığın Salih bu duruma düştü. Sana kul, Resulullah (s.a.v.)'e ümmet olmak isteyen Salih, bu duruma düştü. Onu affedecek, onu düzel­tebilecek ve ona doğru yolu, doğru eylemleri gösterebile­cek olan sensin, sensin, sensin....” dedim.
Bu dönemden sonra durumumu yeniden düşünmeye başladım. Beni pasifize eden, beni harekete geçirmeyen bir aksaklık, bir arıza vardı.
Ne okuyordum?
Niçin okuyordum?
Aradığım aksaklık, bu iki sorunun cevabında bulunu­yordu. Ben, içinde bulunduğum toplumda devamlı üreyen sorularla karşılaşıyor ve bu soruların cevabını bulmak için okuyordum. Karşılaştığım bütün sorular, benim şu an ki müslümanca yaşantımı İlgilendiren sorular olmadığı için, ben bu soruların cevabını bilmek için okuyor ve sadece bil­mekle yetinebiliyordum. Bu akıntıya kendimi öylesine kap­tırmışım ki, karşılaştığım ciddi sorulara da aynı tavrı gösteriyordum.
Soru ve ayağa kalkıyor, araştırıyor, bilmek için okuyor ve bildikten sonra oturuyordum!.
Bu cevabı yaşamadan, bu cevabı yaşatmadan oturu­yordum. Utanmadan oturuyordum!.
Ve artık ayaktayım Yakup, Rabbimin beni affettiğini umarak dimdik ayaktayım..
Öncelikle her soruyu ciddiye almak ve her sorunun peşinden koşmak istemiyorum.
Cevabını arayacağım sorular, benim sorularım, bizim sorularımız olmalı. Davamızı yaşarken, davamızı yaşatır­ken karşılaştığımız sorulara yönelmeli ve bu soruların ce­vabını, sadece bu soruların cevabını yaşama ve yaşatma gayesiyle aramalıyız, araştırmalıyız.
Şimdi yazmış olduğun son mektubuna değinmek isti­yorum. Bu mektubunda, büyük şehrin, bazı büyük alimle­rini gezdiğini, onları halkın yanına ve firavunların karşısına davet ettiğini, onların İse firavunların tesbit ve müsaade et­tiği sahalarda çalışmayı tercih ettiklerini yazıyorsun.
Evet, senin de belirttiğin gibi kardeşim. Yaşadığımız coğ­rafyada müslüman tabanında gördüğümüz birçok hastalık, bu müslümanlara abilerinden, hocalarından, efendilerinden bulaşmaktadır. Cahili yollarla İslami hedeflere varma çalış­ması da, kendilerine hoca veya üstad denilen bazı kimsele­rin tavsiyesi ve tasdiki ile ortaya konulmuştur!.
Yaşamayı seven ve yaşamaya düşkün olan bu zevat, tağut karşısında eğilip-bükülmekte ve şeytani kanunların boşluklarından faydalanarak cennete bir yol, meşakkatsiz ve sakıncasız bir yol aramaktadırlar.
Şu iyice bilinmelidir ki, şeytani kanunların boşluğundan faydalanarak cenne­te gitmek mümkün değildir. Firavunlar tarafından tesbit edilen yollar, onların müsaadesiyle açılan kapılar, cennete değil cehenneme yöneliktir.
Allah'ın rızasına ve cennete talip olan müslümanların, beşeri kitaplara göre değil İlahi Kitaba göre ne yapmaları gerektiğini tesbit etmeleri zorunludur.
Bu tesbitten sonra yönelecekleri tevhidi istikamette karşılaşabilecekleri şeytani kanunlara itibar etmemeleri, bu kanunlar mayın olsa basıp geçmeleri gerekir.
Müslüman, Allah için yaşamasını bildiği gibi, Allah için ölmesini de bilen insandır.
Ehil gözüken bazı kimselerin gerektiği gibi sahiplen­mediği bu yüce dava, elbetteki sahipsiz kalmayacaktır, Meselesini kavrayan müslümanların bu acil konuda gevşeklik göstermemesi ve tüm insanları hak ile, sabır ile, sebat ile Allah'a kulluğa davet etmeleri gerekmektedir.
Unutma ve unutmayalım ki.
Bugünün ferdlerini kurtarmak, yarının toplumunu kurtarmaktır.
Selam üzerine olsun kardeşim..
Salih
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Muhterem Salih abi.
Allah'ın selamı ve rahmeti üzerine olsun. Benim için çok değerli olan mektubunu aldım. Açıkyüreklilikle içinde bulunduğun durumu ve duygularını anlatıyorsun. Seni daha iyi tanıdım ve daha çok sevdim. Bana kardeş oldu­ğun ve beni kendinden ayrı düşünmediğin için sana teşek­kür ediyorum.
Mutlaka her insanın, açığa çıkmasından utandığı, sı­kıldığı yönleri vardır. Birçok insan bu gibi yönlerini kendi­sinden bile saklamakta ve yok kabul etmektedir. Oysa kişi oğlunun bu yönlerini bilmesi ve izale etmesi gerekir. Yok kabul edilen kirlerin temizlenebilmesi tabi ki mümkün de­ğildir.
Senin kendine olan yaklaşımın, kendini aldatmaman, kendini hoş görmemen ve bunların da fevkinde kendini yargılaman, bu meseleye örnek bir davranıştır.
Bu güzel tavrının devamlı olması için dua ediyorum. İnşallahu Teala ben de, kendi iç dünyamda senin bu güzel tavrını göstererek, kendi kendimin iyimser bir avukatı ol­mak yerine, Rabbani ölçülere sahip adil bir yargıcı olaca­ğım.
Mektubunda benim için çok önemli bir konuya değiniyor ve şöyle diyorsun,,
“Yaşadığımız coğrafyada müslüman tabanında gördü­ğümüz birçok hastalık, bu müslümanlara abilerinden, ho­calarından, efendilerinden bulaşmaktadır. Cahili yollarla İslami hedeflere varma çalışması da, kendilerine hoca veya üstad denilen bazı kimselerin tavsiyesi ve tasdiki ile ortaya konulmuştur. Yaşamayı seven ve yaşamaya düşkün olan bu zevat, tağut karşısında eğilip-bükülmekte ve şeytani kanunların boşluklarından faydalanarak cennete bir yol, meşakkatsiz ve sakıncasız bir yol aramaktadırlar. Şu iyice bilinmelidir ki, şeytani kanunların boşluğundan faydalanarak cennete gitmek mümkün değildir. Firavunlar tarafından tesbit edilen yollar, onların müsaadesiyle açılan kapılar, cennete değil cehenneme yöneliktir. Allah'ın rızasına ve cennete talip olan müslümanların, beşeri kitaplara göre değil, İlahi Kitab'a göre ne yapmaları gerektiğini tesbit et­meleri zorunludur. Bu tesbitten sonra yönelecekleri tevhidi istikamette karşılaşabilecekleri şeytani kanunlara itibar et­memeleri, bu kanunlar mayın olsa basıp geçmeleri gere­kir. Müslüman, Allah için yaşamasını bildiği gibi, Allah için ölmesini de bilen insandır.....”
Bu yazdıklarını uzun süre düşündüm!.
Müslümanların ve binlerce kardeşimin içinde bulun­duğu durumu gözönüne getirdim. Birçok kardeşimiz “Şeytani kanunlar” ifadesini gözardı ederek “Bu kanunlara göre Allah için, İslam için ne yapabiliriz?” sorusunu sormaktay­dı. Nitekim bu soru ile harekete geçen birçok mihraklar, şeytani ve beşeri yollarla Rabbani hedeflere ulaşabilme ze­habına kapılmışlardı.
Bu kardeşlerimin, senin ifadelerin ile açıklık kazanan gerçeği idrak etmelerini istedim ve bu niyetle belirmiş ol­duğun esaslan bazı müslümanlara anlattım.
Durdular, dinlediler. düşündüler. duraksadılar ve.
“İyi ama bu adam kim?”
“Kim söylüyor bunları?” dediler.
“Herhangi bir müslüman” dedim. Cevabım her halde yeterli olmadı ki.
“İyi, iyi de, tahsilini nerede yapmış, hangi cemaatin hocası?” dediler. Onların bu sorularla ne aradıklarını, ne bulmak ve ne görmek istediklerini anlamıştım.
Nuh kavmini hatırladım..
Bildiğin gibi Nuh kavmi, Nuh (a.s.)'ı ve yanındakileri aşağı sınıftan gördükleri için daveti kabul etmemişlerdi. Onlara göre iyinin, güzelin ve doğrunun ölçüsü, üst sınıfın tayin ve tesbitine bağlıydı. Cahili değer ölçüsüne göre te­şekkül eden bu üst sınıf, doğruyu tayin ve tesbit etme im­tiyazına sahip bulunuyordu. Bunların doğru dediği, tartış­masız doğru, bunların yanlış dediği, tartışmasız yanlıştı.
Herhangi bir gerçek topluma ulaştırılacaksa, herhangi bir doğru tasdik edilecekse, öncelikle onlar tarafından, mutlaka ve mutlaka onlar tarafından yapılmalıydı. Çünkü kendi koydukları cahili kurallara göre; onlar seçkin olanlardı, onlar önder olanlardı, onlar yetkili olan­lardı, onlar ehil olanlardı.
Ne var ki alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) onların seçtiklerini veya onların seçkinlerini değil, dilediğini seçmişti.
Tabi ki büyük tepkiler..
Olur muydu? Hiç olur muydu?
Falanca veya filanca varken, bu kimse mi seçilmişti? Kendilerinin görmediği gerçeği, kendilerinin tasdik etmediği doğruyu, kendilerinden önce şu ayaktakımı mı görmüş­tü?
Mümkün değildi!..
Netice olarak Nuh kavmi, kendilerine va'dedilen güne kavuştular. Suda boğulup, ateşle kucaklaştılar.
Ancak cahili psikoloji, cahili yaklaşımlar, cahili değer ölçüleri hala yaşamakta!. Mesela sen, sen Salih abi.. Müslümansın, bilmediklerini okuyor, bildiklerini yaşamaya çalışıyor­sun.
İnsanların içinde bulunduğu duruma üzülüyor, onları ateşten kurtarmak istiyor ve bu sorumluluk bilinciyle çırpınıyorsun.
Ne var ki bunlar yetmiyor abi.
Bu müslümanların, bu insanların seni dinlemeleri, söylediklerini dikkate almaları ve değerlendirmeleri için bunlar yetmiyor!.
Bu insanlara sirayet eden cahili yaklaşımlara göre senin şahsını değerlendirelim.
Profesör veya doktor unvanın yok. Herhangi bir fakülteden diploman yok. Malın yok. Mülkün yok. İyi veya kötü şöhretin yok. Makamın yok. Etiketin yok. Yetkin yok.
Etrafında kalabalık yok.
Kürkün yok. Postun yok. Sabıkan bile yok!.
İşte bu ölçü ile senin, benim ve bizim gibilerin, İslam adına konuşmaya da hakkı yok abi!.
Onlara göre haddimizi bilmeliyiz!.
Çünk 163. maddenin manevi yorumunda böyle buyuruluyor.,
“Dini, abi ve üstadların saltanatına düşman etmek, İslami gerçekleri abilik, üstadlık, hocalık makamlarını renci­de edercesine gündeme getirmek ve bu gibi yollara teves­sül ederek dinci ve dinlendirici otoritelerin nüfusunu ve nüfuzunu zayıflatmaya çalışmak yassahtır. Haddini bilme­yenlere, bildirile!.”
Haddi bilmek, haddi bilmemek, haddi aşmak, haddi aşmamak., gibi ifadeler, hiç şüphesiz ki İslam toplumunda da kullanılıyordu. Bu ifadeler günümüz müslümanları tara­fından da kullanılmasına rağmen İslam'a uzak anlamlar ta­şımaktadır.
İslam toplumunda herhangi bir münkere mani olma, engelleme, izale etme eylemleri, bütün müslümanlara yansıyan, bütün müslümanlardan yansıyan eylemlerdir. Yanlı­şa veya batıla müdahale eden müslümanlara “Bu yanlışa müdahale etmek, senin ne haddine!” denilmezken, günü­müzdeki anlayışlar değişmiştir. Allah (c.c.) sadece kendisi­ne kul olan müslümanlara münkere müdahale yetkisi ver­diği halde, bazı mihraklar bu yetkiyi yeterli görmemekte, kendilerinin müdahale etmedikleri münkerlere İslam adına müdahale eden müslümanları “Haddini bilmemekle” suçla­maktadırlar.
Mektubunun sonunda “Ehil gözüken bazı kimselerin gerektiği gibi sahiplenmediği bu yüce dava, elbetteki sahipsiz kalmayacaktır. Meselesini kavrayan müslümanlann bu acil konuda gevşeklik göstermemeleri ve tüm insanları hak ile, sabır ile, sebat ile Allah'a kulluğa davet etmeleri gerekmektedir..” diyorsun.
Tebliğcinin vasıflarına ilişkin bazı kitaplar bulunması­na rağmen; neyin, nasıl ve ne şekilde tebliğ edileceğine dair yeterli dokümanlara sahip değiliz. Birçok grup tebliğe önem vermekle birlikte, çok değişik tebliğlerde bulunmak­tadırlar!..
Böylesi farklı tebliğ çalışmaları ise, farklı kimliklerin oluşmasına neden olmaktadır.
Meseleyi, acil çözümlememiz gereken bir mesele ola­rak görüyor, bu konuya ait herhangi bir araştırman varsa bana yazmanı istirham ediyorum.
Müslüman abimi, müslüman kardeşimi, Allah'ın selamiyla selamlıyorum..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah’ın adıyla.
Yegane yaratıcı olan Rabbimin selam ve hidayeti üzerine olsun.
Muhterem kardeşim, mektubunu aldım, teşekkür edi­yorum. Mektubunda mal, makam, etiket, unvan gibi cahili değer ölçülerinden bahsediyor ve bunlara sahip olmadı­ğım, sahip olmadığımız için İslam adına konuşmaya yetkili görülmediğimizi belirtiyorsun.
Senin içinde bulunduğun durumu ve duygularını his­sedebiliyorum. Ancak bu gibi cahili yaklaşımlara karşı şaşırmamak veya kızmamak gerek. Çünkü bu gibi olaylar, cahili toplumlarda karşılaşılması gayet doğal olaylardır.
Kendisine olgun denilen bir insan, kendisinde olmayan bir vasıfla itham edildiği zaman kızıyor veya aşırı bir tepki gösteriyorsa, bu olay, o insanın yeterince olgunlaşmadığına işaret etmektedir.
İslami edebe sahip bir insan, kendisinde olmayan va­sıflarla itham edildiğinde tabi ki paniğe kapılıp, aşırı tepki­ler göstermez. Çünkü olgun bir insan demek, ne olduğunu ve ne olmadığını bilen insan demektir.
Mesela sen kardeşime “Yakup, biz neyiz?” şeklinde bir soru sorsam, “Elhamdülillah müslümanız” diyeceksin.
Evet, Allah'a sonsuz hamd ve sena olsun ki müslümanız.
Peki, müslüman ne demek?
Bunun tarifi de açık; Allah'a inanan, Allah'a teslim olan ve Allah'a itaat eden insan. Bu şartlan yerine getiren, yaşayan bütün insanlara şanı yüce Rabbimiz “Müslüman” sıfatını, “Müslüman” unvanını vermekte.
Yakup!. Bu sıfatın, bu unvanın insana nasıl bir izzet ve nasıl bir şeref kazandırdığının acaba farkında mıyız?
Yeterince farkında olunabildiği kanaatinde değilim. Müslüman profesör ile müslüman talebe, müslüman işve­ren ile müslüman işçi arasında kesin farklar görülüyor ve böylesi ayırımlar yapılıyor ise; “Müslüman” sıfatının, diğer beşeri sıfatları gölgede bırakıcı ihtişamından bihaberiz de­mektir. Müslüman doktorun, müslüman mühendisin, müslüman profesörün izzet ve şerefle övüneceği, gurur duya­cağı öncelikli sıfat, Rabbimizin kendilerine vermiş olduğu “Müslüman” sıfatıdır.
Müslümanların bu gibi insanlara yaklaşımları da aynı Rabbani ölçüye göre olmalıdır. İşçi kardeşi ile profesör kardeşi arasında kesin ayırımlar yapmaması gerekir. Bunu söylerken, işçi kardeşine karşı gösterdiği lakayt tavrı, pro­fesör kardeşine karşı da göstersin demek istemiyorum. Tam aksine müslüman profesöre karşı gösterdiği edebli ve saygılı tavrı, işçi kardeşine karşı da göstersin diyorum.
Bu tavrı gösteremeyen ve böylesi ayırımlar yapan kardeşlerimizde, cahili değer ölçülerinden birikimler var demektir. Bu kardeşlerimiz Rabbani ölçüye göre “Müslü­man” sıfatına değil, beşeri ölçülere göre belirlenmiş sıfatla­ra değer vermektedirler.
Bunun açık örnekleri ise hala yaşanmaktadır. Şarkıcı­lık, türkücülük gibi cahili değer ölçüleri ile şöhret olmuş insanlar, kelime-i şahadeti getirerek müslüman olduktan sonra ne gariptir ki aynı şöhreti müslümanların arasında da yaşamakta ve diğer müslümanlardan farklı bir düzlem­de değerlendirilmektedirler. Halbuki senin, benim, İşçi ve mustazaf kardeşim gibi birer müslüman olmuşlardır. Rab­bani ölçüye göre müslüman kardeşlerimizdir. Cahiliye top­lumunun kendisini alkışladığı gibi ne alkışlamamız ve ne de kendisine özel bir yer vermemiz gerekmektedir.
Yakup, bu meselede söylenecek bir hayli söz olsa gerek. Bu yazdıklarım ile sen kardeşime müslüman olmak­la Rabbani düzlemde nasıl bir izzete ve şerefe nail olduğu­muzu kısaca hatırlatmak ve bunun idrakine halimizle, ya­şantımızla, tavırlarımızla varalım demek istedim.
Bu olgunluğa yaklaşan kardeşlerimiz hiç şüphesiz ki kendilerine yöneltilen batıl ithamlar karşısında onların ne olduğunu bilerek şaşırmayacaklar ve kendilerinin de ne ol­duğunu bilerek kızmayacaklardır. Cahiller kendilerine sa­taştıkları zaman onlara “Selam” diyerek geçen müminler, İlahi vahyin böylesi terbiyesiyle olgunlaşan müminlerdir.
Mektubunda tebliğ ve mübelliğ meselesine değinerek “Tebliğcinin vasıflarına ilişkin bazı kitaplar bulunmasına rağmen; neyin, nasıl ve ne şekilde tebliğ edileceğine dair yeterli dokümanlara sahip değiliz. Birçok grup tebliğe Önem vermekle birlikte, çok değişik tebliğlerde bulunmak­tadırlar. Böylesi farklı tebliğ çalışmaları ise, farklı kimlikle­rin oluşmasına neden olmaktadır..” diyorsun.
Öncelikle bu yerinde tesbitin için seni kutlamak isti­yorum. Belirttiğin gibi farklı tebliğ çalışmaları, muhataplar­da farklı İslami kimliklerin oluşmasına neden olmakta ve bunun neticesi olarak farklı kimliklere sahip olan ve birbir­lerine yabancılaşan bu müslümaniar birbirlerini tenkid et­mekte, birbirlerine cephe almakta ve dolayısıyle İslami vahdetin Rabbani ve Rahmani ikliminden uzaklaşmaktadır­lar.
Bu çelişkileri yaşayan insanlarda hedef ve gaye bo­zuklukları bulunmaktadır. Bunların geleneksel din anlayışı­na sahip büyük bir kısmi; taguta ve aynı zamanda Allah'a itaat etmeye çalışarak, içtinap edip sakınmadıklan tağuti gölgelerde İslam'ı yaşadıkları, yaşayabildikleri zehabına ka­pılmakta ve diğer insanları da bu şekilde bir müslümanlığa davet etmektedirler.
Dünyevi endişelerle tağuta,
uhrevi endişelerle Allah'a kulluk yapmaya çalışan bu insanların öncelikle kelime-i tevhid gerçeğini anlamaları ve “La ilahe” derken yaşanılan coğrafyada nelerin reddedil­mesi gerektiğini bilmeleri gerekir.
Bunlardan akide ve inanç düzleminde çok farklı ve çok olumlu olan diğer bir kesimin kesin ve değişmeyen hedefleri ise tağutun ve tüm tağutların yıkılmasıdır. Bu kar­deşlerimiz, 'Resulullah (s.a.v.)'in takip ettiği Rabbani yolda, Efendimiz (s.a.v,)'in karşılaştığı bir neticeyi yegane ve ön­celikli bir hedef kabul ederek, bu hedefe ulaşabilme çalış­malarına girmişlerdir!.
Tabi ki kesin hedef tağutu yıkmak olunca beşeri akla ve tecrübeye söz hakkı verilmiş ve sonuçta “Kestirme ve kısa yollar” adı altında beşeri yol ve metodlarla Rabbani hedeflere ulaşabilme mücadelesine girilmiştir. Nitekim bir­çok kardeşimiz bu gibi çalışmalarda bulunmakta ve diğer insanları da bu çalışmalara davet etmektedirler.
Halbuki Resulullah (s.a.v.) ne tağut ile uzlaşarak tağu­ta taviz vermiş ve ne de tağutu yıkmayı insanlara kesin ve öncelikli bir hedef göstererek beşeri yollar ile böylesi mü­cadelelere girmiştir!.
Efendimiz (s.a.v.)'in kesin ve değişmeyen gayesi, sade­ce Allah'a kul olmak ve diğer insanları da sadece Allah'a kulluğa davet ederek, onların kurtuluşuna vesile olmaktı. Ebedi cehennem gibi dehşetli bir azaba, tağuti sistemlerin değil, bu sistemleri temsil eden, sürdüren, destekleyen in­sanların gireceğini biliyor ve bu nedenle öncelikle insanla­rın kurtulması, kurtarılması için çırpınıyordu.
Yüce merhamet duygulan ile insanlara yaklaşıyor ve böylesi rahmetli davetlerle insanların kurtuluşuna vesile olmak istiyordu. Şeytani otoritelerin yıkılması ise bu Rabba­ni ve Rahmani çalışmaların bir neticesi olarak tecelli et­miştir. Bu olay Efendimiz (s.a.v.)'in kesin ve öncelikli bir hedefi değil, Allah rızası için takip ettiği tevhidi yolda kar­şılaştığı Rabbani bir netice idi.
Yaşadığımız toplumdaki insanlara tebliğde bulunmak isteyen bazı kardeşlerimiz, muhatap aldıkları insanları İslami mükellefiyetlerle acil olarak karşı karşıya getirmekte ve çoğu kez olumsuz sonuçlarla karşılaşmaktadırlar. Bu kar­deşlerimiz dikkat ettikleri zaman, muhatap aldıkları insan­lara cahili toplumun ve tağutun birçok mükellefiyetler yük­lediğini görecekler ve bu mükellefiyetler üzerine İslami mükellefiyetlerle karşılaşan insanların neden ve ne için bo­caladıklarını anlayacaklardır.
Tebliğe muhatap olarak alınan insanın, öncelikle aki­de düzlemindeki cahili mükellefiyetlerden kurtarılması, bilahare İslami mükellefiyetlerle yüzyüze getirilmesi gerek­mektedir. Davet “La ilahe illa Allah” gerçeğiyle başlamaktadır. Bu ifade ile tağuti ve cahili mükellefiyetler reddedilmekte, “İlla Allah” denilerek sadece Allah'a yönelinmektedir.
Tağuta karşı akide ve tavırda kulluk yapan bir insanın, bu kulluğu yaşarken aynı zamanda Allah'a da kulluk yapmasını isteyemeyiz. Öncelikle tağuta karşı kulluğu aki­dede reddetmesi gerekir ki, o insanın akidede müslüman olduğuna hükmedebilelim.
Ve ancak böyle bir durumda, Rabbani ölçülere göre müslüman kabul edebileceği­miz bir insanı, diğer İslami mükellefiyetlerle peyderpey karşı karşıya getirebiliriz.
Hiç şüphesiz ki bu mükellefiyetlerin bir adabı ve ön­celik sırası bulunmaktadır. Muhatap aldıkları insanlara İslami mükellefiyetleri, o insanlara güçleri ve takatleri nisbetince yüklemek, mübelliğin dikkat etmesi gereken esaslardandır. Tağutu akidede ve tavırda reddeden kardeş­lerimiz, tağutu akidede reddetmesine rağmen bazı sosyal sebeblerle tavırda net olarak reddedemeyen ve yapmış ol­duğu işle küfre girmeyen kardeşlerimizi İslam'ın dışında görmemeli, o kardeşlerimize tevhidi gerçeklerin tavırda da gösterilmesi noktasında yardım etmelidirler.
Aziz kardeşim, tebliğin mahiyetine ilişkin çalışmalarımı sürdürmekte­yim. Bu arada, köydeki bazı insanlarla özel olarak ilgileni­yorum. Muhtarın büyük oğlu Kemal, anlattığım gerçeklere şimdilik teslim olmamasına rağmen samimi bir iigi göster­mekte ve sık sık yanıma gelmekte. Biliyorum “Dikkatli ol” diyeceksin. Dikkatliyim kardeşim. Dikkatli gözükmeyecek kadar dikkatliyim..
Sen canım kardeşimi Allah'a emanet ediyorum..
Kardeşin Salih
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah’ın adıyla
Muhterem Salih abi
Size bu mektubu oldukça zor şartlarla yazıyorum. Canım çok sıkılıyor abi, bu nedenle de yazmaya hiç müsa­it değilim.
Geçenlerde bir kardeşimiz tutuklandı. Bizlerin tanı­masıyla samimi ve ihlaslı bir müslümandı. Aynı okulda okuyorduk. Kısa bir süredir, bulunduğu mahalledeki yeni yapılan bir camide fahri imamlık yapıyormuş. Zaten tutuk­lanma nedeni de bu camide vermiş olduğu bir vaaz. Vaaz­dan üç dört gün sonra tutuklandığı söyleniyor.
Meseleyi anlamak için oturduğu mahalleye gittik. Bir, çok insan kardeşimizi tanıyor ve seviyordu. Neden tutuklandığını sorduğumuzda, bir çoğu; “Biz anlayamadık” dedi­ler. Sonra camiye gittik. Yeni tayin edilen cami imamı, kardeşimizin neden tutuklandığını bilmiş olacak ki bıyık al­tından gülerek ve kravatını düzelterek müftüye gitmemizi, tutuklanma sebebini onun bildiğini söyledi.
İmama; “Kardeşimiz hakikatten suçlu muydu?” diye sorduğumuzda ise
“Suçluydu, suçlu olmasa tutuklanır mıydı?” dedi.
Tabi ya!
Her fırsatta burasının adil bir ülke olduğu söyleniyor­du, suçlu olmasa hiç tutuklanır mıydı!.
Elbetteki suçu, dinle ilgili bir suçtu. Çünkü meclisin kürsüsüne değil, caminin kürsüsüne çıkmıştı. Çıkmış oldu­ğu kürsüde Allah'ın dinine karşı duyarlı ve dikkatli olması gerekirdi. Allah'ın emirlerini tevil ve tahrip etmeden, sakla­madan, gizlemeden beyan etmeliydi ki, Allah'ın dinine kar­şı suçlu bir duruma düşmesin.
Acaba kardeşimizin suçu neydi?
Hangi hükmü gizlemiş, hangi hükmü tevil veya tahrif etmişti?
Bu soru ile müftüye gittik. Hangi hükme göre suçlu olduğunu sorduğumuzda, bizlere kısaca “Yüzaltmışüçüncü hüküm” dedi.
Müftünün yanından ayrıldığımızda, durumu pek anla­yamamıştık. Acaba hangi surenin yüzaltmışüçüncü hükmüydü?
Dinimizle ilgili bu hükmün ne olduğunu anlamak, kendimizi ve kardeşimizi ikaz etmek için Kur'an-ı Kerim'i açtık. Yüzaltmışüçüncü hükümlere baktığımızda şu gerçek­lerle karşılaştık.
“Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O'ndan başka hiçbir İlah yoktur, O bağışlayandır, esirgeyendir.”
“O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim.”
Evet, hüküm açıktı. Allah'tan başka hiçbir İlah yoktu. Fakat kardeşimiz bu hükümleri çiğnemiş olamazdı. Tutuklandığı zaman bile “La ilahe illa Allah Muhammed’in Resulullah” diye haykırıyormuş.
Hemen müftüye gittik. Ona tesbit ettiğimiz yüzaltmış üçüncü hükümleri gösterdik. Kardeşimizin durumunu ve onun gibi bir müslümanm yüzaltmışüçüncü hükümleri ihlal etmeyeceğini izah ettik. Müftü denilen zat, dönen ve dön­dürülen koltuğunda yılışık yılışık gülerek ve Kur'an-ı Kerim'i göstererek “Bu Kitap'taki yüzaltmışüçüncü hükümler değil” dedi. Bizlere başka bir kitap çıkararak, o kitaptaki yüzaltmışüçüncü hükmü gösterdi.
Saflığımızdan veya şaşkınlığımızdan değil, mahalle sakinleri arasındaki saf ve şaşkınlarımızı uyarmak için böy­le bir olay yaşadık!.
Anladık ve anladılar ki, din adına konuşan bu karde­şimiz Kur'an-ı Kerime göre değil bu kitaba göre suçluydu! Demek ki nasıl müslüman olmamız ve müslümanhğı nasıl yaşamamız gerektiğini bu iki kitaba göre tesbit etmemiz is­teniyordu.
Kur'an-ı Kerime dikkat etmemiz gerekir ki, Allah'ın gazabından ve cehennem azabından kurtulabilelim. İkinci kitaba dikkat etmemiz isteniyor ki, hapis, sürgün, ölüm gibi cezalarla yüzyüze gelmeyelim.
“Başarabilene ne mutlu” demek isterdim ama,
Acaba başarabilen var mı?
Hem ne yapılacak ki?
Bu iki kitabın görüşü çatıştığı zaman hangi görüş ka­bul edilecek? Kimin cezasından sakınılacak ve hangi kita­bın sahibi hoşnut edilecek?
İnsanları sapık yollara davet eden müstekbirler, ken­dilerine tabi olan insanları kurtarabilecekler mi?
Oysa kırk, elli yıl müstekbirlere hizmet eden, onlara kulluk eden mustazafların, bir çuval et gibi mezar çukurla­rına atıldığını ve onların İlahi hesap karşısında yalnız birakıldığını görmekteyiz.
Salih abi, çok canım sıkılıyor. Posta ile gönderilen bazı mektupların açılıp-okunduğunu söylüyorlar. Bu sebeble kendime özel duygularımı ve isyanımı şimdilik içime gö­müyorum.
Anlayamıyorum abi.
Daha doğrusu, sapık fikirleri, görüşleri, hükümleri an­lamak istemiyorum,
Anlamak istediğim, teslim olmak istediğim, yaşamak istediğim tek bir şey var..
Kuran, Kur'an'ırmz, Kur'an-ı Kerim'imimiz..
Onu okuyarak teskin olabiliyor, onu okuyarak ayakla­rım üzerinde durabiliyorum.
Okumak, büyük adam olmak İçin geldiğim bu kenti gurbet olarak görüyor ve kendimi bir garip olarak kabul ediyordum. Şimdi ise gerçek gurbetin ve gerçek garipliğin ne olduğunu daha iyi, çok daha iyi anlıyorum. Benim gur­betim, bu kent, bu şehir değil, dünyadır abi. Ben bu şehir­de değil, dünyada garip olduğumu anladım. Biliyoruz ki Rabbimize döneceğiz. Bu dönüşle gurbet ve gariplik bite­cek.
Kavuşacağız abi. Vallahi kavuşacağız Rabbimize, bizleri yaratana, bizleri yaşatana kavuşacağız..
Bizlere Kur'an-ı Kerim ile doğru yolu gösterene kavu­şacağız.
Rahman ve Rahim olana kavuşacağız.. Belki üç ayaklı sehpada, belki dört ayaklı ranzada,
O'nun lutfuyla, O'nun yolunda, O'na kavuşacağız.. Umud ve hasretle beklediğim o muhteşem günün se­vincini hissederek;
“Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine, üzerimize olsun” diyorum.
Abdullah Yakup
 

TRHACKER

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
2,454
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
allah razı olsun kardeşim süper bir paylaşım
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah’ın adıyla başlar.
Allah (c.c.)'a hamd, Resulullah'a salat ve selam ederim..
Muhterem kardeşim Abdullah Yakub'a
Zor şartlarda, sıkıntıyla yazdığın mektubunu aidim, sana teşekkür ediyorum. 163'den tutuklanan kardeşimizin durumuna, bir müslüman olarak üzüldüğümü ifade etme­me gerek yok. Rabbim kardeşimize ve bizlere sabır ve se­lamet versin.
Bildiğin ve sık sık duyduğun gibi, böylesi olaylar deği­şik bölgelerde ve değişik ülkelerde meydana gelmektedir. Mektubunda bahsettiğim kardeşimin neyi, nasıl, ne zaman söylediğini bilmemekle beraber; samimiyetine yürekten inandığım birçok kardeşimin yazı ve konuşma düzleminde bazı hatalara düştüğünü müşahade etmekteyim.
Dava senin de zikrettiğin gibi, insanları insanlara kul­luktan kurtarma, Rahman ve Rahim olan Allah'a kul ttme davasıdır.
O halde bu nasıl olacaktır?
Bu kimlikteki müslüman, nasıl yetiştirecektir?
Söz konusu ettiğim yanılgı, bu safhada meydana gelinektedir. Samimi olarak İslam adı altında yazı yazan bazı kardeşlerim; tebliğe muhatab olarak aldıkları insanları kıtal ayetleriyim yüzyüze getirmekte ve onları kıyama davet et­mektedirler.
Belki şaşıracaksın, “İyi ama bu yanlış mı?” diyecek ve Kur'an-ı Kerim'den bu bağlamdaki açık hükümleri zikrede­ceksin .
Meseleye sadece bu boyuttan bakmak, herhangi bir ayet-i kerimeye nisbet edilen her tavrı olumlu karşılamak, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen her doğruyu, gündeme getir­meyi doğru kabul etmek, aynı yanılgıların sürmesine, sür­dürülmesine neden olacaktır.
Zaten birbirinden ayrı, birbirinden kopuk, birbirine karşı oİan her grubun, kendilerini hakta sanmaları bu yanılgıdan ileri gelmiyor mu?
Harhangi bir hükmü gündeme getirecek olan müslümanların, o hükmün; iniş sebebini, İslami hareketteki zamanını, mekamını, muhatabını ve mükellefini bilmesi ge­rekmez mi?
Cemaatın mükellef olduğu bir hüküm ferde, devletin mükellef olduğu bir hüküm, cemaate veya ferde yüklenir mi?
Yüklenmez, elbette yüklenmez, elbette yüklenmez ama, bu hatalara düşülmekte, bu hatalar ile cihad ayetleri gelişigüzel gündeme gelmektedir.
Bu hataların, davaya yansıyan iki büyük zararı ol­maktadır. Birincisi, bu şekilde gündeme getirilen davetlere kabul ve katılımların az olması,böylesine bir tebliğe muha­tap olan insanların'çekimser kalmasıdır. Tabi ki kabul ve katılımların fazla olması için söylenmesi gerekeni söyleme­me, hükümden taviz verme durumunda değiliz. Ancak Kuran ve Sünnet bütünlüğündeki nüzul esprisini kavrayan her müslüman, insanlara öncelikle neyin götürüleceğini, onlara hangi meselelerle hangi yükümlülüklerin veriliceğini idrak edeceklerdir.
Davaya yansıyan ikinci büyük zararı ise, İslami ede­be, İslami ahlaka yabancı olan militanik tiplerin oluşması­dır. Bu kardeşlerimizin en menfi tarafları yaşatmaya ve di­riltmeyi talip olmadan, öldürmeye talip olmalarıdır. Rahman sıfatını idrak etmeden, merhametle tanışmadan, merhameti yaşamadan, merhameti yansıtmadan öldürmeye talip olmalarıdır.
Oysa ki İslam bizlerden; ne süklüm-püklüm pısrık bir insan olmamızı ve ne de bastığı ve vurduğu yeri bilmeyen bir azgın olmamızı istemektedir. Hiçbir uyuşturucu telkinde bulunmadan edebli. merhametli ve uyanık bir arslan yetiş­tirmek ne anlama geliyorsa, Hizbullahi bir müslüman yetiş­tirmek de o anlama gelmektedir.
Rahman ve Rahim sıfatı incelenmeli, Rahman sıfatı­nın neden önce zikredildiği idrak edilmelidir. Fakat ne ya­zık ki Rahman sıfatı anlatılmadan, Rahim sıfatı anlatılmak­tadır. Rahman sıfatının ışığmdaki eylemler yapılmadan, Rahim sıfatının ışığındaki eylemlere talip olunmaktadır.
Bu gibi çalışmaların neticesi, sence de malumdur kar­deşim. Çıkmazları, bunalımlan, uzun adımlar atılmak istenirken, kısa ve emin adımlarla yürünmesinden geri kalındı­ğını sen de müşahade etmektesindir.
Tekrar söylüyorum, bu kardeşlerimiz samimidir. Ko­nuşanlar da, yazanlar da, dinleyenler de, okuyanlar da samimidir. Mevcut anza meselenin bütünsel anlaşılmamasından kaynaklanmakdadir.
Nitekim herhangi bir soru ile Kuran ve sünnete yö­nelen birçok kardeşimiz, bir cevap ile karşılaştığı zaman, bu cevap ile yetinmekte ve araştırmasını o noktada bitir­mektedir. Oysa ki Kuranı Kerim'de toplumsal mahiyetteki bir çok sorun değişik boyutlardan ele alınmış, muhatabın durum ve seviyesine göre hükümler vazedilmiştir. Bu hü­kümler birbirinden farklı gözükse de, her hükmü tevhidi yoldaki yerine oturttuğumuz zaman, hiçbir aykırılık, hiçbir çarpıklık olmadığını müşahade edeceğiz. Yaşanılan çarpık­lıklar doğru hükümlerin yanlış yerlere oturtulmasından meydana gelmektedir.
Meselemiz herhangi bir doğruyu veya herhangi bir Rabbani hükmü gelişigüzel gündeme getirme meselesi değildir.
Öncelikle davayı bütünsel olarak kavramamız ve tev­hidi çizginin hangi noktasında olduğumuzu tesbit etmemiz gerekir. Bu tesbitten sonra bulunduğumuz konumda yaşa­mamız ve yansıtmamız gereken Rabbani hükümlere yöne­lebiliriz. Bu hükümleri yaşarken ve yansıtırken dikkat et­memiz gereken en önemli husus, hikmet olmalıdır.
Mübelliğ gündeme getireceği hükmün hikmetini kavramalıdır. Hükmü gündeme getirirken, hikmeti gözetmeli­dir. Sormalıdır kendisine, dert ile, endişeyle sormalıdır; “Bu hükmü nasıl bir kişilikle, ne zaman, ne şekilde günde­me getireyim ki hikmetiyle karşılaşabileyim?”
İşte bu hikmet, hükme ilişkin şartlara bağlılık ve sa­dakat ile tecelli edecektir, tecelli etmektedir.
Mesela müctehit imamlarımızın, cuma namazına iliş­kin şartlarını da bu babda ele alabiliriz. Mezhep imamları Kur'an-ı Kerim'de açıkça zikredilen bir hükmü, neden bazı şartlara bağlamışlardır? Bu bir haddi aşmak veya cüretkar­lık mıdır?
Ebetteki hayır..
Rabbani her hükmün hikmeti olduğu gibi cuma hük­münün de hikmeti vardır. Mezhep imamlarımız bu hikmeti gözetmişler ve asr-ı saadetteki tatbikatı gözönüne alarak bu hükmü zikredilen şartlara bağlamışlardır. Bu şartlar, hü­kümdeki hikmetin tecellisine ilişkin şartlardır. Bu şartlara riayet edildiği zaman cuma namazının hikmetiyle karşılaşı­lacaktır. Fakat bu Rabbani şartlar gözardı edilerek, şeytani şartların gölgesinde kılınan cuma namazlarında hikmet değil, ne yazık ki zillet tecelli edecektir.
Evet Yakup, hüküm ve hikmet ilişkisinde okumanı, araştırmanı, tefekkür etmeni istiyorum.
Doğru bir kişiliğe, eğri söz yakışmadığı gibi; doğru söze de eğri kişilik yakışmaz.
Doğruyu anlatmamız için doğru, iyiyi anlatmamız için iyi, güzeli anlatmamız için güzel olmamız gerekmektedir.
Sahabe, Resulullah (s.a.v.)'den sadece duyduklarıyla değil, duydukları ve gördükleriyle sahabe oldular. Bu nedenle toplumun sadece kulağına değil, gözüne de hitap et­meliyiz. Onlara İlahi gerçekleri hem duyurmalı ve hem de yaşantı ve tavırlarımızda göstermeliyiz.
Dua ediyorum kardeşim, senin için, bütün müslümanlar için dua ediyorum.
Rabbimiz yar ve yardımcımız olsun.
Kardeşin Salih
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Rahman'ın adıyla başlarım.
Muhterem Salih abi
Göndermiş olduğun mektubu aldım. Allah senden razı olsun. Birçok ciddi meselemize özlü cümlelerle değini­yor ve bu meselelere ışık tutuyorsun.
Şaşkına döndüm Salih abi, mektubu okudukça şaş­kınlığım arttı. Üzüldüğümü, moralimin bozulduğunu da saklamayacağım. Ne bileyim, daha önceleri meseleyi yete­rince bildiğim kanaatindeydim.En büyük arzum, bu bildik­lerimi anlatmak ve insanlara duyurmaktı. Sonuç veya akibet beni pek düşündürmüyordu. Ben bildiklerimi söyleyeyim de, karşı taraf ne yaparsa yapsın düşüncesindeydim. Bir örnek vermek gerekirse, elimde üç-dört kutu ilaç vardı. Hasta gördüğüm her insana bu ilaçlan vermek istiyor ve veriyordum. İnanırmısm Salih abi, böyle yapınca rahatlıyor ve bu kalbi rahatlık ile “Benden günah gitti” diyordum.
Elimdeki ilaçlar hiç şüphesiz ki gerçekti, doğruydu, derde devadı. Devadı ama hangi derdin devası ve hangi hastalara ne zaman, ne kadar, nasıl verilecekti?
Bütün bunların fevkinde, karşılaştığım insanlann öncelikli hastalığı neydi ve bunlar hangi ilaçlara, hangi dozda muhtaçtı?.
Bütün bunlardan bihaberdim abi! Bana iyi gelen her ilaç, her insana iyi gelecek zannediyor, elimdeki üç-beş kutu ilaçla kendimi doktor olarak görebiliyordum. “Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder” derler ya abi, herhalde ben de bunlardandım.
Mektubunu tekrar tekrar okuyunca kendime geldim. Daha açık bir ifadeyle haddimi bilerek oturdum. Önceleri haddimi bilmediğim için kendime kızmıyorum. Bana “Had­dini bil” diyenler, haddin ne olduğunu bilmedikleri ve bana da bildirmedikleri için bu durumumu normal karşılıyorum. Haddi veya haddin ne olduğunu bilmeyen insan, nasıl olur da haddini bilebilirdi!.
Hemeyse Salih abi, meseleleri şimdi çok daha iyi an­lamaya başladığımı hissediyorum. Değerli mektubun için tekrar teşekkür ediyorum.
Mektubunda savaş ayetlerinin gelişigüzel gündeme gelmesinin olumsuzlukları üzerinde duruyor ve “İslam bizlerden, ne süklüm püklüm pısırık bir insan olmamızi ve ne de bastığı ve vurduğu yeri bilmeyen bir azgın olmamızı is­temektedir. Hiçbir uyuşturucu telkinde bulunmadan edebli, merhametli ve uyanık bir arslan yetiştirmek ne anlama ge­liyorsa, Hizbullahi bir müslüman yetiştirmek de o anlama gelmektedir” diyorsun.
Bana çok müthiş gelen bu ifadeler üzerinde hayli dü­şündüm. Arslan olmak; ezikliği, sömürüyü, esareti zilleti kabul etmeyen yiğit ve güçlü bir arslan.. Ancak bu vasıfla­ra sahip olmasına rağmen azgın ve vahşi olmayan, edebli ve merhametli bir arslan..
Ve bu arslanın yetiştirilmesinde hiçbir uyuşturucu tel­kinin kullanılmaması!..
Yani arslanda olması gereken edebin ve merhame­tin; gerçeklerle, uyarıcı ve uyandırıcı gerçeklerle verilmesi.. Hizbullahi müslümanlar için vermiş olduğun bu ör­nek, Hz. Ömer'de ve Hz. Ali'de belirgin bir şekilde sem­bolleşmekte, gözlerimizi ve gönüllerimizi kamaştırmakta­dır.
Yiğit bir yüreğe ve derin bir merhamete sahip ol­mak; ne yiğitlikten ve ne de merhametten uzaklaşmak, ne azgın bir zorba olmak ve ne de süklüm püklüm pısırık bir insan..
Anlıyorum abi, nasıl olmamız gerektiğini çok iyi anlı­yorum. Ve hissediyorum bu kişiliğin engin görkemini ve gerçekten özlem duyuyorum böyle bir kimliğe, böyle bir kişiliğe..
Yine mektubunda “Kuranı Kerim'de, toplumsal ma­hiyetteki bir çok sorun değişik boyutlardan ele alınmış, rnuhattabın durum ve seviyesine göre hükümler vazedil­miştir. Bu hükümler birbirinden farklı gözükse de, her hükmü tevhidi yoldaki yerine oturttuğumuz zaman, hiçbir aykırılık, hiçbir çarpıklık olmadığını müşahade edeceğiz. Yaşanılan çarpıklıklar doğru hükümlerin yanlış yerlere oturtulmasından meydana gelmektedir..” diyorsun.
Kendilerine alim denilen ve çevresindeki insanlara vaziyet eden birçok kimsenin bu ifadeyi tekrar tekrar okumaları gerekir. Bu inceliği anlamamışlar mı, yoksa anla­mak mı istemiyorlar Salih abi. Doğru hükmü, yanlış za­man ve mekanda gündeme getirdikleri için hem kendileri sapıyorlar ve hem de çevrelerindeki insanlan saptırıyorlar. “Meselemiz, herhangi bir doğruyu veya herhangi bir hükmü, gelişigüzel gündeme getirme meselesi değildir..” derken, bu konuda yaşanılan hatalara açıklık getiriyorsun.
İlahi vahiy gelişigüzel inmemiştir ki, toplumsal mahi­yetteki birçok hükmü gelişigüzel gündeme getirelim! Her Rabbani hükümde hikmet olduğu gibi, bu hükümlerin iniş sırasında da mutlaka İlahi bir murad ve hikmet vardır. Ne­den, toplumsal mahiyetteki bazı hükümler Mekke'de değil Medine'de nazil olmuştur? Mekke'de nazil olan bazı hü­kümler, Medine'de nazil olan bazı hükümlerle neden neshedilmiştir? Neshedilmesi mukadder olan bir hüküm neden nazil olmuş ve müslümanlara neden farz kılınmıştır?
Müslümanların anlaması gereken bir hikmet!.
Anlaşılması gerekli, fakat anlatılması gerekli olmayan bir hikmet..
Salih abi, göndermiş olduğun son mektup ile durgunlaştığımi, düşünceli bir şekilde kendime doğru yürüdüğümü bilmeni istiyorum. Zamansız ve eksik davranışlardan beni alıkoyduğun için sana teşekkür ediyorum.
Ancak sözkonusu durgunluğumun devamından da yana değilim, Yapılmaması gerekenlerden içtinap ettiğim gibi yapılması gerekenlere de bütün gücümle yönelmek is­terim. Bu hususta bildiklerin ile, nasihatlerin ile bana yardımcı olmanı istirham ediyorum.
Seni Allah için seviyorum Salih abi, şu an senin elini tutmak, seninle kucaklaşmak ve sana sımsıkı sarılarak “Ya Rabbi biz Senin rızan için kar­deş olduk, Senin lutfunla birbirimizi sevdik” diyerek haykır­mak istiyorum.
Ve seninle bu yolda, Rabbimizin hoşnut olacağı bu yolda ölmek istiyorum abi. Gerçi bu istek, sende, bende ve birçok Hizbullahi kardeşimizde yaşayan bir istek. Hepi­miz aynı duyguları paylaşıyor ve aynı muhteşem isteği tek­rarlıyoruz.
Allah yolunda ölmek..
Yani şehid olmak, gerçek manada, gerçek hayata di­rilmek..
Ancak bunun bir şartı var.,
Allah yolunda yaşamak.. Ölmek istediğimiz yolda ya­şamak.. Hangi yolda ölmek istiyorsak, o yolda mutlaka ve mutlaka yaşamak...
Çünkü,
Yaşanmayan bir yolda ölünmez kii.
Ölünmez ki, değil mi abi?
Kardeşin Abdullah Yakup
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla başlar Allah'a hamd, Resulullah'a salat ve selam ederim..
Muhterem kardeşim Abdullah Yakub'a
Samimiyetle kaleme aldığın mektubunu birkaç gün önce aldım. Cevabı bugüne ertelediğim için hakkını helal et. Allah için seyahat eden ve gittikleri her yerde müslümanlarla görüşen bazı misafirlerim vardı. Dün o kardeşlerimle birlikteydim. Ne bileyim, böylesi geziler ve böylesi ni­yetlerle geziye çıkan müslümanlar beni hayli etkiliyor. Bilirsin, bizim köye dışarıdan gelenler genellikle fasulye ve nohut için gelirler. Tozlu, topraklı ve uzun yollan, fasulye­yi biraz daha ucuza almak için katederler.
Bu gelen müslümanlara bakınca, köye gelen yabancı­lar olmaları hasebiyle aklıma ilkin fasulye ve nohut geldi. Gözümle ve gönlümle gülümsedim bu düşünceye..
Rabbimizin Bakara süresindeki “.Hayırlarda birbirinizle yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir..” buyruğunu hatırladım. Elbetteki bu İlahi vaad; dinine ucuz fasulye' kadar değer vermeyenleri değil, Allah rızası için evini, ailesini terkederek veya işine ara ve­rerek kardeşlerini ziyaret eden müminleri kuşatacaktır.
Bekir abiyi bilirsin, müslümanlığına toz kondurmaz.
Her sohbette falan kafire ne dediğini, filan kafire karşı na­sıl davrandığını anlatır. Birkaç gün önce bazı çalışmalara yardımcı olması için evine gittim. Benden fazla o konuşa­rak, ne kadar sıkıntılı olduğunu anlattı. Millette iş ahlakı kalmamış, borçlarını gününde ödemiyorlarmış.. gibi sıkıntı­lar.
Evinden ayrılırken, avluda duran iki traktöre baktım. Eski traktörü artık kullanmıyordu. Kullanmadığı bu eski traktörü göstererek;
“Bekir ağa, bu traktörü 50 NC kam­yon karşılığında verir misin?” diye sordum. Bilirsin hesabı kuvvetlidir, hemen
“Tabi veririm yeğenim. Kamyon nere­de?” dedi. Ben bunun üzerine
“Kamyon karşılığında verdi­ğin traktörü, Allah'ın rızası ve hoşnutluğu karşılığında müslümanlann bu çalışmalarına neden vermiyorsun?” dedim. Bu sorudan hiç hoşlanmadığı, yüzünün aldığı şekilsizlikten belli oluyordu. Onun yanından ayrılırken ona acıyor ve böylesi zararlı maldan Allah'a sığınıyordum.
Bu ve bunun gibi kimseler, dört duvar arasındaki sohbetlerde yeri gelsin gelmesin “Allah yolunda ölmekten”
bahseden kimselerdir. Mektubunda ne güzel belirtiyorsun.
“Hangi yolda ölmek istiyorsak, o yolda yaşamamız gerekli.. Yaşanmayan bir yolda ölünmez ki!.”
Doğru söylüyorsun Yakup, doğru söylüyorsun aziz kardeşim.
Rabbani yolda ölmek için, Rabbani yolda yaşamak gerekli. Hareketsiz kalıbıyla o yolda gözükmesine rağmen, o yolu yaşamayan, o yolu teneffüs etmeyen kimse zaten o yolda bir mevta gibidir. Herhangi bir mevtanın şehidlik ar­zusu ne kadar imkansız ise Allah yolunda yaşamayan kim­senin, Alİah yolunda ölebilmesi de o kadar imkansızdır. Allah yolunda ölmek isteyen mevtalara “Siz zaten ölüsü­nüz behey şaşkınlar!” denmez mi?
Önce o yolda yaşamak gerekli, o kutlu iklimi teneffüs ede ede, o yolda ilerlemeye çalışmak gerekli. Böyle yapılmalı ki, o yolda Hizbullahi bir kimlikle varolunsun ve Hizbullahi bir kimlikle varolunan, yaşanılan yolda şehadet umud edilebilsin..
Evet, önce o yolda varolunması gerekli, duygularımızla, düşüncelerimizle, tavırlarımızla, yaşan­tımızla o yolda varolmamız, daha kısa bir ifadeyle o yolun yoicusu olmamız gerekli..
Mektubunda, bir önceki mektubumdan sonra durgunlaştığını, hareketsiz kaldığını yazıyor ve bu durgunluğun devamından endişe duyduğunu belirtiyorsun. Tebliğin haki­katine ilişkin sormuş olduğun soru da, henüz aramızda netleşmiş değil. Bunun bir sebebi de sorunun hayli geniş kapsamlı olması..
İmarm-ı Azam (r.a.);
“Kur'an-ı Kerim'de kafirlere iman etmeleri, münafıklara ihlaslı olmaları, müslümanlara itaat etmeleri emredilmektedir” diyor. Genel hatları ile doğru ve isabetli bir görüş. Ancak bizim meselemizi çözümleyebile­cek bir açıklıkta değil. Çünkü yaşadığımız toplumda bu üç grup insan birbirleriyle kaynaşmış bir durumda.
Münafıklarla kafirlerin kaynaşmasına şaşılmasa da, böylesi bir üçgende müslümanlann da bulunması şaşırtıcı­dır. Karşılaştığımız bir insanın müslüman mı, kafir mi, mü­nafık mı olduğunu ancak belli bir süre tanıştıktan sonra anlayabiliyoruz. Dış görünüşe göre değerlendirmek ise çoğu zaman kişiyi yanıltıyor. Mesela yaptığı işe bakarak müslümanlığından şüphe ettiğim bir kimseyle yeterince tanışınca, onun akide ve inançta mü'min olduğunu görüyo­rum. Bu örneğin aksine ise çok daha fazla rastlamakta­yım. Yaptığı bazı ibadetlerle müslüman olduğunu sandığım kimselerle akidevi meseleleri görüştüğüm zaman, ne yazık ki bu kimselerin akide ve inançta henüz mümin olmadık­larına şahit oluyorum.
Bazı kimseler, bu gibi toplumları mozaik toplum ola­rak adlandırıyorlar. Ki mozaikte bile değişik unsurlar biraraya gelmesine rağmen, her unsur kendi asli yapısını mu­hafaza etmekte ve bunu görüntüde de yansıtmaktadır. Oysa yaşadığımız toplumda bu özellik de yoktur. Akidede müslüman olan bir memuru tanıyabilmek için onun ünifor­masız halinin düşünülmesi gerekiyorsa, akidede kafir olan bir din tüccannı tanıyabilmek için de onun cübbesiz ve sarıksız halinin düşünülmesi gerekmektedir. Mevcut görüntü­lere bakarak, net bir hüküm vermemiz mümkün değildir. Tabi ki arzu edilerek giyilen bazı kıyafetleri istisna ediyo­rum.
O halde, böylesine karışmış bir toplumu nasıl sıfat­landıracağız? Ve yaklaşımımız hangi sıfata göre olacak?
Şayet bu yaklaşımımız, topluma yönelik bir yaklaşım olacaksa, böyle bir durumda toplumun genel yapısı üzerin­de durulur. Topluma bu sıfat verilirken, toplumdaki istisnai ferdler değil, toplumun genel yapısı dikkate alınır.
Bu tesbiti yapabilmek için topluma yöneldiğimiz za­man, toplumun İslam'a karşı iki ayrı yüzeysel tavrıyla kar­şılaşıyoruz. Kabul edenler ve reddedenler.
Kabul edenlere müslüman, reddedenlere kafir diyebi­lecek olsak, mesele kısa yoldan çözümlenmiş olurdu.
Ne var ki bunu diyemiyoruz!.
Mesela İslam'ı reddeddiğini söyleyen bir faşist, bir ka­pitalist veya kominist ile konuşsan ve ona; "Sen İslam'ı reddediyormuşsun. Şu reddeddiğin İslam'ı hele bir anlat!." desen, nasıl anlamışsa, öyle anlatacaktır reddettiği İslam'ı Sen onu dinleyince göreceksin ki, onun anladığı ve anlattığı din, İslam değil.
Ve o, öyle gördüğü, öyle anladığı bir dini reddediyor!.
Diğer tarafta İslam'ı kabul ettiklerini söyleyenlere de “Şu kabul ettiğiniz İslam'ı bana anlatıverin” desen, onlardan birçoğunun da İslam olmayan bir anlayışı kabul ettik­lerini göreceksin. Bilmeden kabul ve bilmeden reddetme­nin İslam ıstılahındaki karşılığı cehalettir. Dolayısıyle böylesi insanların çoğunlukta olduğu topluma “Cahili toplum” denilmektedir.
Yakup, İnşa Allah buraya kadar anladın kardeşim.
Çünkü bu konuda bir hayli kavram kargaşası oldu. “Cahili toplum” ifadesini kabul etmelerine rağmen “Dar'ul cahiliye” kavramını kabul etmeyenlerle karşılaşıyoruz. “Dar” kelimesi, yaşanılan yer, toprak parçası demektir. Dolayı­sıyle “Dar'ul cahiliye”, cahili toplumun yaşadığı yer demek­tir. Cahili toplumun varlığını kabul edenler, bu topluma bir yer isnad etme durumundadırlar. Çünkü bu cahili toplum, boşlukta veya havada yaşamıyor ki!. Bu toplumun yaşadığı bir toprak, bir 'Dar' elbetteki vardır. İşte bu toplumun ya­şadığı “Dar”, dar'ul cahiliyedir. Böyle toplumlardaki kurum­larda yer alan insanları da, toplumdan ayrı olarak değer­lendirenleyiz. Çünkü bu kimseler de. o toplumun içinden çıkmakta ve toplumun yüzyüze geldiği eğitim ve kültür faa­liyetlerinden geçerek cahili anlayışlara göre şekillenmektedirler.
Sen yine de bu konuda araştır ve mevcut istifhamları­nı bana yaz kardeşim. Çünkü öncelikle bu konuda netleş­memiz ve mutabık olmamız gerekli.
Mektubunun sonunda “Seni seviyorum” diyorsun.
Tertemiz gönlünde bana yer verdiğin için teşekkür ediyo­rum. Ben de seni seviyorum kardeşim. Samimiyetini ve ihdasını hissediyor, seni yürekten seviyorum.
Hem böyle istiyor Rabbimiz..
Sevmek ve böylesi Rabbani sevgilerle bir araya gelebilmek...
Allah'ın selamı ve kalbi dualarımla..
Kardeşin Salih
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah'ın adıyla başlarım
Muhterem Salih abi
Benim için çok değerli olan mektubunu aldım. Mek­tubun İçin teşekkür ederim derken bu teşekkürün mektuba nisbetle çok küçük kaldığını hissediyorum. Çok, çok ifa­deleriyle teşekkürü büyütmek, çoğaltmak mümkün ise sana çok çok teşekkür ederim abi. Rabbim senden razı ol­sun ve razı olacağı amelleri sana kolaylaştıran.
Topluma yaklaşımın ve topluma yönelik değerlendir­melerin beni biraz düşündürdü. Ne bileyim, önemli olmasına rağmen benim için yeni meselelerdi. Bu konuda kalıp­laşmış bazı görüşlerim vardı. Yaşadığım toplumu, belirt­tiğin esasların ışığında yeniden gözlemlediğim zaman me­seleye daha kolay nüfuz edebildim. Toplumun genel yapı­sını oluşturan iki ayrı kısımdan söz ediyorsun. İslam'ı kabul edenler ve İslam'ı reddedenler.. Bu kabul ve reddin bilinçsizce yapıldığına dair tesbitlerine katılmamak mümkün de­ğil. Hem bunun birçok örneğini yaşadık ve hala yaşıyoruz.
Bulunduğumuz okulda, İslam'a gönül verdiğini söyle­mesine ve namaz kılmasına rağmen, kendilerine telkin edilen din anlayışı nedeniyle tağutu ve zulmü meşru gören birçok genç var. Bunlar Allah'ın azabından sakındıkları gibi tağutun azabından da sakınmaya çalışan kimseler. Dünya selameti için tağuta, ahiret selameti için Allah'a yöneliyorlar! .
Bu ikisini birarada nasıl gerçekleştirebilecekler bilmi­yorum? Ne Allah'ı gazaplandırmak istiyorlar, ne de tağutu! Allah'a dost olmak istedikleri gibi Allah'ın düşmanı tağuta da dost olmak ve dostça ilişkilere girmek .istiyorlar!. Gerçek niyetleri belki de bu değil!, Belki bu dostça ilişkilerin ilersinde farklı düşünceleri var!. Tağutu, din adına meşru görmeye davet ettikleri in­sanları, belki de yarınlarda farklı bir tavıra davet edecek­ler! Bilmiyorum bütün bunları, fakat bildiğim bir gerçek var ki İslam'da ve İslami davette böylesi çelişkilerin kesin­likle olmadığı..
İşte bunlarla, bunların sapık yönelişlerine dair mese­leleri konuşup, ikaz etmek istediğim zaman, bana verdikle­ri beylik cevap şu.
“Sen müslümanlarla niye uğraşıyorsun? Git inkar edenlerle uğraş..”
Bunlara “İnkar edenler, sizde gördüklerini inkar edi­yorlar” dediğim zaman, meseleyi anlamadıklarından veya anlamak istemediklerinden bir şeyler mırıldanarak yanım­dan ayrılıyorlar. Onlara göre ben, bu güzide(!) müslümanların arasına fitne, fesat sokan bir bozguncuyum. Bunlar­dan birçoğuna bir şeyler anlatabilmek, bana hayli zor ve bazen imkansız görünüyor. Salih abi, bunun nedenini şöy­le açıklayabilirim.,
Bu insanlardan birçoğu bir gruba dahil oldukları za­man, kişiliklerini ve asli kimliklerini kaybediyorlar. Karşılaştıkları bir konuyu değerlendirme, muhakeme etme yetkişini kendilerinde görmedikleri gibi böyle bir istekleri de yok. Dağ başındaki bir çoban (Yaptığı işe ve tertemiz dün­yasına gıpta ediyorum) karşılaştığı bir meseleyi gücü nisbetince muhakeme edip, bir kanaat belirtmektedir. Dağ ba­şındaki bir çobanın bu tavrı, birçok okumuş ve kültürlü insanda yoktur. Herhangi bir gruba bağlı bu insanlar; müs­takil düşünmeyi, değerlendirmeyi, muhakemeyi hocalanna veya üstadlarına karşı adeta bir şirk olarak görmektedirler. Hiçbir konuda bu insanlann düşünme, muhakeme etme, kanaatini belirtme yetkisi yoktur.
Grubun herhangi bir konudaki görüşünü, tenkid ve eleştiriden uzak bir makama oturtulan bazı kimseler tayin etmekte ve bu görüş “İşittik ve itaat ettik” yaklaşımıyla he­men kabul görmektedir. “İşittik ve itaat ettik” yaklaşımı, müslümanların sadece ve sadece İlahi vahye karşı göster­dikleri ve göstermeleri gereken bir yaklaşımdır. Her eksik­likten münezzeh İlah'ın buyruğuna karşı gösterilen bu yak­laşım, hataya ve sapıklığa düşebilecek olan bir beşerin buyruğuna karşı gösterilirse durumun vehameti ne olur?
İnsanlara ilahlık taslamak veya bir insanı iîahlaştırmaya çalışmak bu değil midir?
İslam'da mukallitlik mutlaka vardır ve mukallit olan bir kimse birçok konuda mazurdur. Fakat biliyoruz ki İslam'da muhakkiklik ve müctehitlik de vardır. Nitekim mu­kallitlerin taklit ettiği merci, inançta ve agelde salih müctehitlerdir. Kimi, neden, nerede ve nasıl taklit ettiğini bilmeyen üç-beş sapık veya şaşkın mukallid, tartışmasız taklit mercii kabul edilirse, karşılaşılacak tablo, işte bugün karşılaştığımız tablodur.
Böyle bir durumda ne yapabiliriz abi? Grupsal taassup içinde erimiş, kimliğini ve kişiliğini kaybetmiş bir İnsana neyi, nasıl anlatabiliriz? Sen onu karsına almana, muhatap kabul etmene rağmen, kimlik ve ki­şilik sahibi bir muhatap yok ki karşında!..
Diyalektikte “Kemiyetin keyfiye dönüşmesi” prensibi vardır. Yani kemiyetin, çoğunluğun getirdiği keyfiyet veya nicelikle oluşan nitelik. Gruplara yön veren birçok kimse­ler, İslami prensiplerden ve Sünnetullah'dan önce bu pren­sip üzerine eğilmiş olacaklar ki, vaziyet ettikleri gruplar, bu prensibe göre oluşmaktadır. Bu gruplardaki keyfiyet, kemiyetin getirdiği bir keyfiyettir. Bu gruplarda eriyen bir­çok insan, kemiyetin getirdiği keyfiyetle ayakta durmakta, bu keyfiyet ile varlığını hissetmektedir. Gruptan dışlanması demek, kemiyetin getirdiği keyfiyeti yitirmesi demektir. Kemiyete bağlı olmayan kişisel bir keyfiyeti olmadığı için, gruba körü körüne bağlı kalmakta ve kemiyetin getirdiği biricik keyfiyetini kaybetmek istememektedir.
Tabi ki sonuç olarak sadece kemiyete bağlı olan key­fiyetler, kemiyetin dağılması veya dağıtılması ile yok olma­ya mahkum olmaktadır.
Kemiyetin keyfiyete dönüşmesine açık bir örnek ola­rak birçok mitingleri ele alabiliriz. Kemiyetin getirdiği key­fiyete sahip olan yüzbinlerce müslüman. Sonra, sonra ne oldu o keyfiyet? Ne oldu o keyfiyete sahip olan müslümanlar? Neden kayboldu keyfiyet ve keyfiyete sahip olan müslümanlar?
Nedeni malum, keyfiyet kemiyete bağlı idi. Kemiyet de sisteme bağlı olduğu için, kemiyetin dağılması ile keyfi­yet de ortadan kalkmış oldu!.
Salih abi şimdi Resulullah (s.a.v.)'in “Müslüman bir delikten iki kere ısınlmaz” manasmdaki buyruğunu hatırladım. Isınldıklarını bir deliğin önünden hala ayrılmayan bazı samimi kardeşlerimin de aynı buyruğu hatırlamalarını ister­dim.
Diyaletikte geçen, kemiyetin keyfiyete dönüşmesi prensibi, birçok hareket lideri tarafından kabul ve tatbik edilmesine rağmen, müslümanların bu prensibe dikkatli ya­naşmaları gerekir.
Bildiğin gibi hiçbir peygamber önce kemiyeti hedef alıp, keyfiyeti kemiyetten beklememişlerdir. Davetin çekir­değini oluşturan müslümanlar, kemiyete sahip olmamaları­na rağmen cahili kemiyetlere karşı dayanabilecek keyfiyete sahip müslümanlardır. Rabbani kemiyet; kemiyet olmadan keyfiyete sahip olan bu müslümanlardan meydana gelmek­tedir.
Sonuç olarak Rabbani kemiyetin meydana getirdiği bir keyfiyet olmakla birlikte, Rabbani kemiyete dahil olan müslümanların keyfiyeti, sadece kemiyete bağlı bir keyfiyet değildir.
Salih abi, kemiyet ve keyfiyet diye diye herhalde ba­şını ağrıttım. Bu meseleleri bu düzlemde konuşacağım pek insan olmadığı için sana açılmak istedim.
Tebliğe ilişkin açıklamalarını yine bekliyorum. Tebliğ konusunda ben de bir araştırmaya girdim. Düzenli olarak hergün üç saat çalışıyorum. Rabbim ne niyetle okuduğu­mu ve ne niyetle araştırdığımı biliyor. Sonuca ulaşsam da, ulaşmasam da, bu çalışmalarımın karşılıksız kalmayacağını umud ediyorum.
Abi, saat 04.
Birbuçuk saat sonra sabah namazı kılınacak. Tabi ki güneş doğudan gelirse!.
Allah'ın selam ve rahmeti üzerine olsun..
Kardeşin Abdullah Yakup
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt