Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ŞEYH NAZIM KIBRÎSİ (1 Kullanıcı)

HAKERi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Mar 2007
Mesajlar
59
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Konum
Dünya
Web Sitesi
www.imamhatipkardesligi.com
ŞEYH NAZIM KIBRÎSİ

kibrisilo3.jpg

Kıbrıs’ın Larnaka şehrinde 21 Nisan 1922 (26 Şaban 1340) Cuma günü doğdu. Soyu, baba tarafından, Kadiri tarikatı kurucusu Abdülkadir Geylani Hazretlerine, anne tarafından ise Mevlevi tarikatı kurucusu Mevlana Celaleddin Rumi Hazretlerine dayanır. Baba tarafından dedelerinin soyu Peygamber ailesine dayanır.

Çocukluğunda Kadiri tarikatı şeyhi olan dedesinden bu tarikatın disiplin ve maneviyatını öğrendi. Daha küçükken olağanüstü özellikleri vardı. Tavırları mükemmeldi: kimseyle kavga etmez ve tartışmazdı. Her zaman gülümser ve çok sabırlı idi.

Bir genç olarak, olağanüstü yüksek manevi mertebesi sayesinde büyük ilgi görüyordu. Larnaka’da herkes onu tanıyordu, çünkü genç yaşta insanlara fikir veriyor ve gelecek hakkında konuşabiliyordu. Beş yaşından itibaren annesinin onu bulamadığı zamanlar oluyordu. Uzun aramalardan sonra annesi onu ya camide ya da Hala Sultan Tekkesi’nde (Peygamberimizin süt halası) bulurdu. Türbenin üzerinde havada asılı duran büyük taş, oraya bir çok turist çekmektedir. Annesi onu eve götürmeye çalıştığında; “Beni burada bırak, o bizim ceddimizdendir.” derdi. Sık sık, 14 yüzyıl önce gömülen Hala Sultan ile konuştuğu görülürdü. Biri onu rahatsız ederse; “Bırakın, burada gömülü olan büyük annemle konuşuyorum.” derdi.

Gündüz dünya ilmini öğrenmek için normal okula gidiyor, geceleri ise vaktini din ilimlerini ve Mevlevi ve Kadiri tarikatını öğrenmekle geçiriyordu.

Şeriat, Hadis, Fıkıh ve Tefsir öğreniyor bütün İslami konularda fetva verebiliyor, bütün manevi mertebelerden konuşabiliyordu. Zor hakikatleri açık ve kolay şekilde anlatma kabiliyeti vardı.

Kıbrıs’ta liseyi bitirdikten sonra (1940- Hicri 1359) iki ağabeyi ve bir kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a gitti. Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği okudu. Aynı zamanda şeyhi Cemaleddin el-Alasuni (vefatı: 1955-Hicri 1375) ile hem şeriat ilminde ilerliyor, hem de Arapça lisanı öğreniyordu. Kimya Mühendisliğinde de çok iyi gidiyor ve arkadaşlarını hep geride bırakıyordu. Üniversite hocaları onu araştırma yapmaya teşvik ediyor ama o; “Modern ilim beni cezbetmiyor, kalbim hep manevi ilimlere çekiliyor” diyordu.

İstanbul’da bulunduğu ilk sene içerisinde ilk manevi şeyhi olan Nakşibendi tarikatı şeyhi Süleyman Erzurumi hazretlerini (vefatı: 1948) buldu. Üniversiteye devam ederken aynı zamanda şeyhinin sohbetlerine de devam edip Nakşibendi tarikatını öğreniyordu.

Sultanahmet camisinde, bütün geceyi tefekkürle geçirdiği sık sık görülürdü. Kendisi şöyle anlatıyor:

“Orada, kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide, şeyhlerim Şeyh Cemaleddin el-Alasuni ve Şeyh Süleyman Erzurumi ile beraber kılıyordum. Beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran bir çok rüya gördüm fakat henüz şeyhimden izin yoktu. Bir çok kez rüyalarımda Peygamber Efendimizi beni huzuruna çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimizin mübarek şehrine göç etmek için derin bir arzu vardı.

Bir gün, kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman, Şeyhim Süleyman Erzurumi Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu. Gelip beni omzumdan salladı ve bana: “İznin şimdi geldi. Senin sırların ve manevi eğitimin benimle değil. Ben seni sadece emanet olarak tuttum ta ki senin gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstani Hazretlerine (ki benim de şeyhimdir) hazır olana kadar. O senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve Peygamberimizden geliyor (Şeyh Süleyman Erzurumi, Nakşibendi tarikatının 313 büyük evliyasından biri idi).”

Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım. Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum, bana kollarını açıp: “Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi. Olan biten her şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana: “Bekleme, hemen Şam’a doğru yola çık.” dedi. Adres veya başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah Dağıstani demişti. İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgal eden Fransızlar İngilizlerin hücumuna hazırlanıyordu. Ben de Peygamberimizin sahabesi Halid bin Velid’in türbesinin bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyaret edip camiye girdim ve namaz kıldım. Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi: “Akşam rüyamda Peygamberimizi gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi. Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.”

“Dediğinden o kadar etkilendim ki davetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humus’lu iki büyük alimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu alimler tecvid, tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun ed-Sud ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki nakşibedi şeyhinden de manevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said es-Subai idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce Trablus’a oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye karar verdim.”

1944 yılında (Hicri 1364) Şeyh Nazım otobüsle Trablus’a gitti. Otobüs onu limanda bıraktı. Orada bir yabancı idi ve kimseyi tanımıyordu. Limanda dolaşırken yolun diğer tarafından kendine doğru gelen birini gördü. Bu kişi Trablus müftüsü Şeyh Münir el Melik idi. Aynı zamanda, şehirdeki bütün tarikatların şeyhiydi. Yaklaştı ve şöyle dedi: “Sen Şeyh Nazım mısın? Rüyamda Peygamberimizi gördüm, bana ‘Torunlarımdan biri Trablus’a geliyor’ dedi ve senin görünüşünü bana gösterdi. Bu bölgede seni aramamı ve seninle ilgilenmemi söyledi.”

Şeyh Nazım şöyle devam ediyor: “Şeyh Münir el Melik ile bir ay kaldım. Sonra Humus’a gitmemi ve oradan da Şam’a geçmemi sağladı. Şam’a 1945’te (Hicri 1365) bir Cuma günü Hicri yılbaşında vasıl oldum. Şeyh Abdullah’ın, Peygamber ailesinden bir çok kişinin ve Bilal Habeşi Hazretlerinin türbesinin bulunduğu Hayy el-Meydan bölgesinde yaşadığını biliyordum ve oraya gittim.

“Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhurat hasıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhurat bittiğinde sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı etraf bomboştu. Herkes korkuyor ve evinde saklanıyordu. Sokakta yalnızdım. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhurat daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhurat bittiğinde, o kapıyı bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh kapıyı açtı ve ‘Hoşgeldin, oğlum, Nazım Efendi’ dedi.

“Olağan dışı görünüşü beni hemen cezbetmişti. Daha önce hiç böyle bir şeyh görmemiştim. Yüzünden ve alnından nur akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden sıcaklık geliyordu. Beni yukarıya, odasına çıkardı ve ‘Seni bekliyorduk’ dedi.

“Kalbim onunla olmaktan çok mutluydu fakat Peygamber Efendimizin şehrini ziyaret etmeyi de çok istiyordum. Ona ‘Ne yapacağım?’ diye sordum. ‘Cevabını yarın vereceğim. Şimdilik dinlen’ dedi. Bana akşam yemeği ikram etti. Yatsı namazını onunla kıldım ve uyudum. Sabaha karşı beni teheccüd namazı için uyandırdı. Daha önce hiç bu namazdaki kadar güç hissetmemiştim. Kendimi ilahi huzurda hissettim. Kalbim giderek ona daha fazla bağlanıyordu.

“Sonra bir zuhurat hasıl oldu ve namaz kıldığımız yerden gökyüzünün Kabe’si olan Beyt-ül Ma’mur’a merdivenle tırmandığımı gördüm. Her adım bir makam idi ve her makamda kalbime daha önce hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beyt-ül Ma’mur’a varıncaya kadar kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya geliyor ve yükseldiğim her makamda kalbime veriliyordu. Orada, Peygamber Efendimizin imam olduğu, namaza durmuş 124 000 peygamberi gördüm. Onların arkasında safa durmuş Peygamberimizin 124 000 sahabesini gördüm. Onların da arkasında, Nakşibendi tarikatının 7007 evliyasını gördüm. Sonra diğer tarikatların
124 000 evliyasını saflar halinde namaza durmuş olarak gördüm.

“Hazreti Ebu Bekir’in hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük Şeyh Efendi, o boş yere gitti, beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık. Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz namazı kıldırırken kıratının güzelliği tarif edilemezdi. Hiç bir kelime tarif edemezdi çünkü bu ilahi bir şeydi. Namaz bitince zuhurat da sona erdi ve Şeyhim benden sabah namazı için ezan okumamı istedi.

“Sabah namazını kıldı, ben de arkasında kıldım. Dışarıda iki ordunun da bombardımanlarını duyuyordum. Beni Nakşibendi tarikatına süluk etti ve bana ‘Oğlum, bizde müridimizi bir saniyede kendi makamına ulaştıracak kuvvet vardır’ dedi. Bunu söyler söylemez gözleriyle kalbime baktı ve gözlerinin rengi sarıdan kırmızıya, sonra beyaza, sonra yeşile ve siyaha döndü. Her renge ait bilgi kalbime aktıkça gözlerinin rengi değişiyordu.

“İlk renk sarı idi ve kalp haliyle alakalı idi. İnsanların günlük hayatlarıyla ilgili gerekli bütün bilgileri kalbime döktü. Sonra Hazreti Ali’den gelen 40 tarikatın ilminden, Sır Makamından, kalbime verdi ve kendimi bu tarikatlarda üstad olarak buldum. Bu bilgileri aktarırken gözleri kırmızı idi. Sırrın Sırrı denilen üçüncü makam, sadece, Hazreti Ebu Bekir’den gelen Nakşibendi tarikatının şeyhlerine izin verilen makamdı. Bu makamdan kalbime verirken gözleri beyaz idi. Sonra beni gizli manevi bilgilerin olduğu Gizli Makama çıkardı. O anda gözleri yeşile dönmüştü. Daha sonra beni hiç bir şeyin görünmediği en gizli makam olan Tam Yok Olma makamına götürdü. Bu arada gözlerinin rengi siyaha dönmüştü. Burada beni Allah(c.c.)’ın huzuruna çıkardı sonra geri varlığa getirdi.

“Ona olan muhabbetim o anda o kadar yoğundu ki ondan ayrı kalmayı düşünemiyordum. Sonsuza kadar onunla beraber kalıp ona hizmet etmekten başka hiç bir şey istemiyordum. Sonra fırtına geldi ve sükuneti tehdit etti. İmtihan çok büyüktü. Bana, ‘Oğlum, halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı verdim. Bugün Kıbrıs’a git’ dediği an ümitsizliğe düşmüştüm. Ona ulaşmak için bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu. Bu benim için müthiş bir emir idi fakat, tarikatta, mürit şeyhinin arzusuna teslim olmalı idi.

“Ellerini ve ayaklarını öpüp izin aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek için bir yol bulmaya çalıştım. İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. Ulaşım yoktu. Sokakta bu düşüncelerle ilerlerken yanıma bir kişi geldi ve “Şeyh Efendi, vasıtaya ihtiyacınız var mı? diye sordu. ‘Evet! Nereye gidiyorsunuz?’ dedim. ‘Trablus’a’ dedi. Beni tırına bindirdi ve iki gün sonra Trablus’a vardık. Oraya gelince, ‘Beni limana götür’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Kıbrıs’a giden bir gemi bulmak için’ dedim. ‘Nasıl? Bu büyük savaşta kimse denizde seyahat etmiyor ki!’ dedi. ‘Boşver, sen beni oraya götür’ dedim. Beni limana götürüp bıraktı. Şeyh Münir el Malik’in bana doğru geldiğini görünce yine şaşırdım. Bana şunları söyledi “Büyük dedenin sana karşı nasıl bir sevgisi varmış!Peygamber Efendimiz yine rüyamda bana gelip ‘Oğlum Nazım geliyor, onunla ilgilen” dedi.”

“Onunla üç gün kaldım. Kıbrıs’a gitmem için bana yardım etmesini istedim. Denedi ama savaş ve yakıt eksikliği yüzünden mümkün olmuyordu. Kayıktan başka hiç bir şey bulamadı. Bana, ‘Gidebilirsin ama çok tehlikeli’ dedi. ‘Gitmeliyim, çünkü bu, şeyhimin emridir’ dedim. Şeyh Münir, kayık sahibine beni Kıbrıs’a götürmesi için çok yüklü para verdi. Yola koyulduk. Normalde dört saatte gidilen yolu yedi günde aldık.

“Kıbrıs’a adımımı atar atmaz kalbimde bir zuhurat hasıl oldu. Şeyhim Abdullah Dağıstani Hazretlerini gördüm, bana şöyle dedi: ‘Oğlum, hiçbir şey seni, emirlerimi yerine getirmekten alıkoymadı. Dinleyip kabul etmekte çok başarılı oldun. Bu andan itibaren sana her zaman görüneceğim. Ne zaman kalbini bana doğrultsan ben orada olacağım. Ne zaman bir soru sorsan İlahi Huzurdan doğrudan cevabını alacaksın.Ulaşmak istediğin herhangi manevi makam, tam teslimiyetin sayesinde sana verilecektir. Peygamber Efendimiz ve bütün evliyalar senden memnundur’. Bunu söyler söylemez onu yanımda hissettim ve o zamandan beri, beni hiç terk etmedi, her zaman yanımdadır.

Şeyh Nazım, Kıbrıs’ta İslami eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı. Bir çok insan gelip Nakşibendi tarikatını kabul etti. Maalesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı ve Şeyh Nazım Kıbrıs Türk toplumunda yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı.

Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve aleyhine dava açtılar. Mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı. Avukatlar, ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat o, “Yapamam, insanların ezanı duyması lazım.” diyordu.

Davaların okunma günü gelmişti. Eğer yargılanır ve suçlu bulunursa 100 yıl üzerinde hapisle cezalandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları geldi: Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti. Başkan olarak ilk işi bütün camileri açıp arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu, Büyük Şeyh Efendinin bir kerameti olmuş ve Şeyh Nazım bu sayede serbest bırakılmıştı.

Oradaki yılları esnasında, Şeyh Nazım, Kıbrıs’ın her yerini dolaştı ve Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tarikatı öğretti. 1952 yılında Şam’a yerleşip büyük Şeyh Efendinin müridlerinden Hacı Emine Hanım ile evlendi. Bundan sonra Şam’da yaşayıp her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyarete gidiyordu. Bu arada iki kızı ve iki oğlu olmuştu.







Seyahatleri

Şeyh Nazım her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak Hacca giderdi. Toplam 27 kez Hacca gitmiştir.

Bir keresinde, Büyük Şeyh Efendi, Şam’dan Halep’e yürüyerek gitmesini ve her köyde durup iman, Tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istedi. Şam Halep arası yaklaşık 400 km idi ve gidip gelmek bir yıldan fazlasını almıştı. Bir iki günlük yürüyüşten sonra bir köye varıyor, insanları eğitmek, Nakşibendi tarikatını yaymak ve zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek için tekrar yola koyuluyordu. Kısa zamanda, ismi Ürdün sınırından Türkiye sınırına kadar her ağızda söyleniyordu.

Aynı şekilde, Büyük Şeyh Efendi, Şeyh Nazım’ın Kıbrıs’ı da baştan başa yürüyerek dolaşmasını istemişti. Bir köyden diğerine gidiyor, insanları islama çağırıp, dinsizlik ve maddeciliği bırakmalarını istiyordu. Kıbrıs’ta o kadar tanınmış ve sevilmişti ki, renkleri koyu yeşil olan sarık ve türbanının rengi adada “Şeyh Nazım yeşilbaş” olarak bilinir olmuştu.

1978’den beri Türkiye’yi de benzer şekilde dolaşmıştır. Hemen hemen Türkiye’nin her yerini ziyaret eden Şeyh Nazım, dolaştığı bölgelerde, bir yerden diğer yere, bir camiden diğer camiye gidiyor, Allah(c.c.) kelamını, maneviyatı ve iman nurunu yayıyordu.

Gittiği her yerde halk tarafından olduğu kadar, resmi ve hükümet yetkilileri tarafından da hoş karşılanmıştır. Türkiye’de ‘Kıbrısi’ lakabıyla tanınmaktadır. Peygamberimizin tavsiye ettiği orta yolda yürüyüşü laik hükümet ve İslami gruplar arasında ince bir çizgi oluşturmasını sağlamaktadır. Bu ise umum halkın ve gizli servislerin akıl ve kalplerine huzur ve sükunet getirmektedir.

1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. Kıbrıs’tan Londra’ya uçak ile gidip dönüşünü kara yoluyla yapmıştır. Halen her ülkeden, değişik inanç ve kültürden her çeşit insanla görüşmeye devam ediyor, insanlar huzurunda şehadet getirip tarikata giriyor ve ondan manevi sırlar alıyor.

1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmiştir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur.

1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve 15 eyalet dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüştür ve bunun neticesinde Kuzey Amerika’da Nakşibendi tarikatına ait 15 merkez açılmıştır. İkinci ziyaretini 1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da 10 000 kişi müslüman olup tarikata girmiştir.







Halvetleri

İlk halvetini 1955’te Ürdün Süeyl’de Abdullah Dağıstani Hazretlerinin emriyle yapmıştır. Halvette altı ay geçirmiştir.

Henüz ilk iki çocuğu var iken, Abdullah Dağıstani Hazretleri onu çağırmış ve şöyle demiştir: “Bağdat’ta Abdül Kadir Geylani Camisinde halvet yapman için Peygamber Efendimizden emir aldım. Oraya git ve altı ay halvete gir”.

Bu olayı Şeyh Nazım şöyle anlatıyor: “Şeyhime hiçbir soru sormadım. Eve bile uğramadan şehir merkezine doğru yürümeye başladım. ‘Elbiseye, paraya veya erzağa ihtiyacım var’ diye hiç düşünmedim. Bana ‘Git’ deyince ben de gittim. Abdül Kadir Hazretlerinin huzurunda halvet yapmayı çok istiyordum. Şehir merkezine ulaşınca bana bakan bir adam gördüm. Beni tanıyıp ‘Şeyh Nazım, nereye gidiyorsun?’ dedi. ‘Bağdat’a’ dedim. Bu kişi Büyük Şeyh Efendinin müridi idi. Bana ‘Ben de Bağdat’a gidiyorum’ dedi. Bağdat’a bir tır dolusu eşya götürüyordu. Beni de beraberinde götürdü.

“Abdül Kadir Hazretlerinin Camisine ulaştığımda, Caminin kapısını kapatan kocaman bir adam vardı. Bana ‘Şeyh Nazım!’ dedi. ‘Evet’ dedim. ‘Sen buradayken sana hizmet edecek olan kişi benim, benimle gel’ dedi. Buna şaşırmıştım ama kalbimde sürpriz diye bir şey yoktu çünkü tarikatta her şeyin Allah(c.c.) tarafından tanzim edildiğini biliyordum. Onu takip ederek Gavs-ul Azam’ın kabrine yaklaştık ve ben büyük büyük dedem olan Abdül Kadir Geylani Hazretlerine selam verdim. Sonra beni bir odaya götürdü ve ‘Sana her gün bir tas mercimek çorbası ve bir parça ekmek getireceğim’ dedi. Odamdan sadece beş vakit namaz için çıkıyordum. Öyle bir duruma gelmiştim ki bütün Kur’an-ı Kerimi dokuz saatte okuyabiliyordum. Dahası, 124 000 kelime-i tevhid, 124 000 salavat ve bütün Delail-i Hayrat’ı okuyordum. Buna ek olarak, günde 313 000 ‘Allah(c.c.) Allah(c.c.)’ çekiyor ve bana vazife verilen diğer namazları kılıyordum. Her gün zuhurat üzerine zuhurat oluyordu. Bunlar, beni ta ki İlahi Huzurda yok olana kadar bir makamdan diğerine taşımışlardı.

“Bir gün Abdül Kadir Geylani Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat oldu. Beni kabrine çağırıyor ve bana ‘Oğlum, seni türbemde bekliyorum, gel’ diyordu. Hemen duş alıp iki rekat namaz kıldım ve odamın sadece birkaç metre yanında olan kabrine gittim. Oraya varınca, ‘Selamün aleyküm, dede’ dedim. Hemen mezarından kalkıp yanıma geldiğini gördüm. Arkasında nadir taşlarla süslü bir büyük taht vardı. Bana ‘Benimle gel ve tahta otur’ dedi.

“Dede torun gibi tahta oturduk. Bana gülümsüyor ve şöyle diyordu: ‘Senden memnunum. Senin Şeyhin Abdullah el Faiz ed-Dağıstani’nin Nakşibendi tarikatında yeri çok yüksektir. Ben senin büyük dedenim, Gavs-ul Azam olarak taşıdığım gücü doğrudan kendimden sana aktarıyorum ve seni Kadiri tarikatına süluk ediyorum.’

Şeyh Nazım halvetini bitirip ayrılacağı vakit vedalaşmak için Abdül Kadir Geylani Hazretlerinin türbesine uğradı. Hazret, etten ve kemikten görünüp şöyle dedi: ‘Oğlum, Nakşibendi tarikatında eriştiğin makamlardan çok mutluyum. Kadiri tarikatında bana olan biyatını yeniliyorum. Ziyaretin için sana bir hediye vereceğim.’ Şeyh Nazım’a sarıldı ve ona on madeni para verdi. Bu paralar, şimdiki zamanın değil, Geylani Hazretlerinin kendi zamanının paraları idi. Bugüne kadar Şeyh Nazım bu paraları muhafaza etmiştir.

Şeyh Nazım, 40 günden bir seneye kadar süren birçok halvete girmiştir. Kendisi şöyle anlatıyor:

“Kimseye kendi şeyhiyle halvete girme ayrıcalığı verilmemişti. Ben Medine-i Münevvere’de şeyhimle aynı odada halvet yapma ayrıcalığına sahip oldum. Peygamberimizin camisinin yanında eski bir oda idi. Bir kapısı ve bir penceresi vardı. Şeyhim odaya girer girmez pencerenin üzerini boydan boya örttü. Odadan, sadece beş vakit namazı camide kılmam için çıkmama izin veriliyordu. Şeyhim ise odayı hiç terk etmiyordu.

“Namazlara giderken, şeyhim tarafından ‘Nazar ber kadam’ (adımlara bakmak) uygulamasını tatbik etmekle emredilmiştim. Bakışları kontrol etmek, kişinin Allah(c.c.) dışında her şeyle ilişkisini kesmesi için bir yoldu.

“Bu halvette, şeyhimin bir yıl boyunca hiç uyuduğunu görmedim. Yemeğe de hiç dokunmuyordu. Bize hergün bir tas mercimek çorbası ve bir parça ekmek veriliyordu. Kendi payını hep bana verirdi. Sadece su içerdi. Gecenin bitip gündüz olduğunu namaz vakitleri geldikçe anlıyordum.

“Günler ve geceler boyunca şeyhim lamba ışığında Kur’an okuyor, zikir yapıyor ve ellerini saatlerce dua için kaldırıyordu. Bütün sene boyunca yaptığı hiçbir dua daha öncekine benzemiyordu. Bazen yaptığı duanın lisanını anlamıyordum, çünkü semavi lisanı kullanıyordu. Bu duaları sadece kalbime gelen ilham ve zuhuratlarla anlayabiliyordum.

“Birgün şeyhimin şöyle dediğini duydum: ‘Allah(c.c.)’ım, bana şefaat gücü ver, Habib’ine verdiğin şefaat gücünden, ahirette insanları senin ilahi huzuruna yükseltebilmek için...’ Bunları söylerken bende bir zuhurat hasıl oldu. Mahşer gününde Allah(c.c.) insanları hesaba çekiyordu. Peygamber Efendimiz İlahi Huzurun sağ tarafında, Büyük Şeyh Efendi, Peygamberimizin sağ tarafında, ben ise Büyük Şeyh Efendinin sağ tarafında idim.

“Allah(c.c.) insanların hesabını gördükten sonra Peygamber Efendimize şefaat izni verdi. Peygamber Efendimiz şefaat edip bitirince, Büyük Şeyh Efendi Hazretlerine, kendine verilen manevi kuvvetle insanları kutsamasını emretti. Bu zuhurat, Şeyhimin ‘Elhamdülillah, Elhamdülillah, Nazım Efendi, cevabı aldım’ sözlerini duyunca sona erdi.

“Bu zuhuratlar daha sonra da devam etti. Bir gün, sabah namazından döndüğümde bana, ‘Nazım Efendi, bak!’ dedi. Nereye bakmalıydım? Yukarı mı, aşağı mı, sağa mı, sola mı? İçime kalbine bakmak geldi. Kalbine bakar bakmaz bütün perdeler kalktı ve AbdülHalık el Gücdavani Hazretlerini fiziki bünyesine bürünmüş olarak gördüm. Bana, ‘Oğlum, senin şeyhin emsalsizdir. Daha önce onun gibi kimse gelmedi’ dedi. Sonra, Büyük Şeyh Efendi ve benim kendisiyle gitmemizi istedi.

“Anında, kendimizi AbdülHalık Hazretleri ile dünyanın başka bir yerinde bulduk. Bir kayaya yaklaşıp, ‘Allah(c.c.) bu kayaya gelip vurmamı emretti’ dedi. Kayaya vurduğunda, oradan daha önce hiç görmediğim inanılmaz güçlü bir su fışkırdı. AbdülHalık Hazretleri ‘Bu su bugün çıkıyor ve kıyamete kadar böyle akmaya devam edecek’ dedi.

“Sonra şöyle dedi: ‘Allah(c.c.) bana bu suyun her damlasından Kendini kıyamete kadar tesbih edecek nurdan bir melek yarattığını söyledi ve şöyle emretti : Ey Kulum AbdülHalık el Gücdavani, senin vazifen, her meleğe bir isim vermektir.Bir ismi iki kere koyamazsın. Her birine farklı isim vermeli ve tesbihlerini saymalısın. Tesbihlerinin ecirlerini Nakşibendi tarikatının müridleri arasında paylaştırmalısın. Bu mesuliyet sana aittir!’ Zuhurat bittiğinde AbdülHalık el Gücdavani Hazretlerine bağlanmış ve bu inanılmaz vazifesi karşısında hayrete düşmüştüm.

“Halvetimizin son günü, sabah namazından sonra, odamızın dışında ağlama sesleri duydum. Bunlar, çocuk ağlamasına benzeyen, bir büyük ve birçok küçük seslerdi. Sesler kesilmiyordu. Dışarı çıkıp kimin ağladığını göremiyordum, çünkü iznim yoktu. Ağlama sesleri artarak devam etti ve saatlerce sürdü.

“Sonra Büyük Şeyh Efendi bana baktı ve ‘Nazım Efendi, kimin ağladığını biliyor musun?’ diye sordu. İnsan ağlaması olmadığını bildiğim halde ‘Şeyhim, siz daha iyi bilirsiniz’ dedim. Bana ‘Bunlar İblis ve askerleridir’ dedi ve ‘Niye ağladıklarını biliyor musun?’ diye sordu. Ben de ‘Siz daha iyi bilirsiniz’ dedim. Bana, ‘Şeytan, askerlerine yeryüzünde iki kişinin kontrollerinden kaçtığını bildirdi’ dedi.

“Sonra bana, şeytanın ve askerlerinin, Şeyhime ve bana ulaşmalarını önleyen bir zincirle çevrildikleri zahir oldu. Bu zuhurat bitti ve Şeyh Efendi bana ‘Elhamdülillah, Peygamber Efendimiz senden memnun kalmıştır, ben de senden memnun kaldım’ dedi. Sonra elini kalbime koydu ve o anda Peygamber Efendimizi, 124 000 peygamberi, 124 000 sahabeyi, 7 007 Nakşibendi evliyasını, 313 Büyük evliyayı, 5 Kutbu ve Gavsı gördüm. Her biri beni tebrik ediyor ve manevi ilimlerinden kalbime akıtıyorlardı. Onlardan Nakşibendi tarikatının ve diğer kırk tarikatın sırlarını miras aldım.







Kerametleri

1971’de Şeyh Nazım, Recep, Şaban ve Ramazan aylarını geçirmek üzere Kıbrıs’ta bulunmaktaydı. Şaban ayında birgün Beyrut havalimanından bir telefon geldi. Şeyh Nazım arıyor ve kendisini gidip almamızı istiyordu. Onu beklemediğimiz için geldiğine çok şaşırmıştık. Hemen gidip onu aldık. Bize ‘Peygamberimiz tarafından bugün size gelmem emredildi. Çünkü babanız yakında ölecek. Benim de onu yıkamam, kefenlemem, gömmem ve sonra Kıbrıs’a geri dönmem gerekiyor’ dedi. Biz, ‘Şeyh Efendi, babamız sağlıklı, hiçbir sorunu yok’ dedik. ‘Bana böyle emredildi’ dedi. Şeyh Nazım çok emindi ve biz de, Şeyh Efendi ne derse kabul edilmesi gerektiğini bildiğimiz için, ona teslim olmuştuk.

Bize aileyi toplayıp babamı son kez görmelerini söyledi. Biz de bütün aileyi çağırdık. Herkes şaşırmış, bazıları da inanmamıştı. Kimileri gelmiş, kimileri de gelmemişti. Babamın olan bitenden haberi yoktu ve akrabaların kendini normal ziyarete geldiklerini düşünüyordu. Saat yediye çeyrek var idi. Şeyh Nazım, ‘Yukarıya babanızın dairesine çıkıp ruhunu teslim ederken ona Yasin-i Şerif okumam gerekiyor’ dedi. Yukarıya çıktı, kapıda babam tarafından karşılandı. Babam, ‘Oo Şeyh Efendi, Kur’an okuduğunuzu duymayalı çok oldu, bize okur musunuz?’ dedi. Sonra Şeyh Efendi Yasin-i Şerifi okumaya başladı. Tam bitirirken, saat yediyi vurdu. Tam o anda babam ‘Kalbim, kalbim!’ diye bağırdı. Hemen koşup onu yatırdık ve doktor olan erkek ve kız kardeşlerim kontrola geldiler. Kalbinin yavaşladığını tesbit ettiler. Bir iki dakika sonra babam son nefesini verdi.

Herkes Şeyh Efendiye korku ve hayretle bakıyordu. Herkes nasıl bildi diye merak ediyordu. Kıbrıs’tan sadece bu olay için nasıl gelmişti? Saatini bu kadar kesin nasıl biliyordu?

Bir keresinde de, Şeyh Nazım hac mevsiminde iki aylığına Lübnan’ı ziyaret ediyordu. Trablus valisi, Aşar ed-Daya, resmi hac kafilesinin başıydı. Şeyh Nazım’ı kendisiyle beraber hacca gitmeye davet etti. Şeyh Nazım, ‘Seninle hacca gelemem ama inşAllah(c.c.) seninle orada karşılaşırız’ dedi. Vali ısrar etti: ‘Eğer gidiyorsan, lütfen benimle git, başkasıyla gitme’. Şeyh Nazım, ‘Henüz gidip gitmeyeceğimi bilmiyorum’ diye cevap verdi. Hac mevsimi geçtikten ve vali de döndükten sonra hemen Şeyh Efendinin kaldığı eve koştu. Yüz kişinin önünde ‘Şeyh Efendi, niye benimle gelmeyip başkasıyla hacca gittin?’ diye sordu. Biz, ‘Şeyh Efendi hacca gitmedi ki! Burada kaldığı iki ay boyunca bizimle Lübnan’ı dolaştı’ dedik. ‘Hayır’ dedi, “Hacdaydı, şahitlerim var. Bir gün, Kabe’yi tavaf ederken Şeyh Nazım bana gelip, ‘Oo Aşar, burada mısın?’ dedi. Ben ‘Evet Şeyhim’ dedim. Sonra benimle tavaf etti. Geceyi Mekke’deki otelimizde beraber geçirdik. Arafat’ta günü bizim çadırımızda geçirdi. Üç gün Mina’da bizimle kaldı. Sonra bana ‘Medine’ye Peygamberimizi ziyarete gitmeliyim’ dedi”.

Vali bunları anlatırken, dikkatlice Şeyh Nazım’ı izliyorduk, çünkü Lübnan’ı hiç terk etmediğini çok iyi biliyorduk. Onun benzersiz, gizli gülümsemesini gördük. Adeta şöyle demek istiyordu: “Bu, Allah(c.c.)’ın evliyalarına bahşettiği kuvvettir. Onun yolunda olduklarında, onun ilahi aşkına ve ilahi huzuruna ulaştıklarında, Allah(c.c.) onlara her şeyi bahşeder”.
 

Abdullah-10

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Nis 2008
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Sizler kıprizinin sohbetlerine katıldınızmı.

katılmanızı tafsiye ederim ben 2 sefer Almanyanın Münih kentinde katıldım. 1994 ve 1995 yılında Erkekler ve kadın aynı odada zikir ettik. mübarekler kadın erkek herkesi ellerini öptürtü 2000 yılında kıyameti kopardı vesaire. Bir evliya!!!!!!!!!!!!!!!!!!
 

sari_timur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Şub 2008
Mesajlar
18
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Sizler kıprizinin sohbetlerine katıldınızmı.

katılmanızı tafsiye ederim ben 2 sefer Almanyanın Münih kentinde katıldım. 1994 ve 1995 yılında Erkekler ve kadın aynı odada zikir ettik. mübarekler kadın erkek herkesi ellerini öptürtü 2000 yılında kıyameti kopardı vesaire. Bir evliya!!!!!!!!!!!!!!!!!!

dolaş dolaş daha nelerini göreceğiz bakalım
azıcık aklın fikrin olsa Allah dostlarının hareketlerini bilirsin
öylede atmazsın
çok masumane ama fitneci bir yazın var
Hiçbir Allah dostu kadınlarla aynı odada zikir yapmaz
Ellerini öptürmez

Bir adam !!!!!!!!!!!!!!!!
 

Abdullah-10

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Nis 2008
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
56
Arkadaş ben kendi gözümle gördüğüme mi inanacam soksa senin görmeden innadığına m ınanacağım. Bu olay Münihte nizamı alem camisinde olmuştur. araştırmanı tavsiye ederim.
 

turkdonmez74

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Ağu 2008
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
verilen bilgiler için çok teşekkür ederim. başka bilgiler de üyelerden/yöneticilerden gelirse memnun olurum. ben istanbulda değilim. ama ulaşmaya çalışacağım.... allah emanet olunuz.
 

Seyh_Nazım

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Kas 2008
Mesajlar
9
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
arkadaşlar bir nakşi muridi olarak konuşuyorum şeyh nazım kıbrısi hazretleri hiçbir şekilde aynı oda da zikir yaptırmaz kendim hatmelere katıldığım için bilirim el öptürme olayına gelince peygamberimizinde ellerini öpen kadınlar vardı yapmayın büyük bir Allah dostuna böyle sözler söylemek yakışı kalmaz...

konuyu ekleyen kardeşimizden binlerce kez allah razı olsun mevlam büyüklerin himmetini üstümüzden eksiltmesin
 

callingkazeem

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
13 Şub 2009
Mesajlar
1
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Glory to the Almight ALAHA whose creating all things include the SEYH ALKIBAR ABDUL NAZIM AL-KIBRIS.i here the name of our glorious father with the resent day.I pray to the almight Alaha to end our seyh inslam abdu nazım with good end of live.
 

neyzen1

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
24
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Sultan-ül Evliya Şeyh Muhammed Nazım El-Hakkani El-Kıbrisi.Paylaşım için sağol.
 

ahde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Mar 2009
Mesajlar
590
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
s.a kardeşim ben bu zatın ismini ilk defa duydum
evliya ullahın kerametleri mutlaka olur olacaktır da
lakin genelde bu makam ve mertebeleri gizlerler diye biliyorum
kaynaklarınız sağlammı yalnış anlamayın
inanmadığım için değil lakin bu konu da aydınlatırsan okuyan
arkadaşlara da bilgi olur
 

eshra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Nis 2009
Mesajlar
5
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
şeyh nazımı savunma

şeyh nazımı savunma

Sizler kıprizinin sohbetlerine katıldınızmı.

katılmanızı tafsiye ederim ben 2 sefer Almanyanın Münih kentinde katıldım. 1994 ve 1995 yılında Erkekler ve kadın aynı odada zikir ettik. mübarekler kadın erkek herkesi ellerini öptürtü 2000 yılında kıyameti kopardı vesaire. Bir evliya!!!!!!!!!!!!!!!!!!

Arkadaş ufak at civcivler yesin tamam?Nerde kadın erkek zikir yapıyor? Utanmasan birlikte oturup sohbet ediyorlar falan diyeceksin herhalde ben 3 kere gittim hiç öyle bişey görmedim gidenlerin hiçbiri de görmedi kadınlar ayrı erkekler ayrıdır ya biz onu görenler körüz siz çok akıllısınız sen bir evliyadan daha iyi mi bileceksin ne iyi ne kötü bi dahaki mesajlarından biraz daha gerçekçi olabilecek şeyleri salla bari çok hayalperestsin ayrıca mesajının başında "Sizler kıprizinin sohbetlerine katıldınızmı" demişsin kıprızi değildir benim şeyhimin adı şeyh nazım KIBRISİdir ona göre konuşursan hani...
 

eshra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Nis 2009
Mesajlar
5
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
şeyh nazım kıbrısi'yi savunma

şeyh nazım kıbrısi'yi savunma

Arkadaş ben kendi gözümle gördüğüme mi inanacam soksa senin görmeden innadığına m ınanacağım. Bu olay Münihte nizamı alem camisinde olmuştur. araştırmanı tavsiye ederim.

hııı evet eminim öyledir şimdi sen görmeyen birine cevap vermişsin ben gördüm bana cevap ver abi tamam mı önce yazacağın yazıyı klavyeye bakarak yaz bu site evliyayı kötüle diye açılmadı düzgün konuşursan sevinirim.
 

eshra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Nis 2009
Mesajlar
5
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
yani ben böyle bişey ne gördüm ne duydum adam resmen kadın erkek zikir yapıyor diyor allaha şükürler olsun 14 yaşında şeyh nazım hz.ne bağlandım iki buçuk senedir de gidip geliyorum ama hiç kadın -erkek aynı odada zikir yaptığını görmedim..bu başlığı açandanda allah razı olsun..
 

mehmetdeniz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Tem 2009
Mesajlar
49
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Allah razi olsun

Allah razi olsun

Allah razi olsun
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Şeyh Nazım Kıbrısî Hazretleriyle Yaptığımız Sohbetin Tam Metni


41k.jpg



Takdim Furkan Dergisi'nden iki arkadaş El Hakkânî Hazretlerini ziyarete gittik. Ziyaretimizin sebebi, dergi vesilesiyle davet edilmiş olmamızdı. İstanbul’dan bir Ablamız (Kıbrıs’ta uzun yıllar kalan) Kıbrısî Hazretleri’nin iki adresine dergi yollamamızı isteyerek abone yaptı. Bir zamandır gönderdiğimiz dergiler hangi saikledir bilinmez Şeyh Efendi’nin eline geçmemiş. Bunu şuradan anlıyoruz ki, Şeyh Efendi eline geçen ilk sayı (40.) vesilesiyle bizleri Kıbrıs’a davet ediyor.
Kıbrısî Hazretleri’nin sohbeti vesilesiyle duyacaklarınız başka… Biz acziyetimizin ifadecisi olarak bir nebze kendisinden bahsetmek istiyoruz. Fakat bu cümlenin bile ne kadar havada kalacağını idrak edemeyenler, söylediklerimizin zan’dan ibaret olduğunu anlamamış olurlar.
Zira, onları anlatmak kelâmın veya kalemin harcı değil. Tatmayan bilmez demişler. Tatmayanlardan olduğumuzu idrak ederek okuyanlar, kelimenin üstündeki mânâyı anlama ve tatma çabasına girerler ki, mesele de bundan ibaret.
Kıbrısî Hazretleri müthiş esprili. Fakat. Esprilerdeki mânâyı keşfedemeyip malayaniye yönelenleri de müthiş bir Mürşid-i Kâmil Mekr’i (hile) bekliyor. Şuradan anlıyoruz ki, şaka yollu sözler sarf ederken birden celâlleniyor. Bu celâllenme esprinin dozunu ayarlamakta. Şayet bu celâllenme olmasa, birçok müridin espriler dâhilinde edeb dışı kalması kaçınılmaz. Kalmış olanlar var mıdır?
Sultana yakın olmak her zaman tehlikelidir. Bu yakınlığın nisbet noktalarını Has Oda Sırrı çerçevesinde değerlendiremeyenler elbette bu tehlikeye düçar kalırlar ve böyle bahtsızlar her kapıda bulunabilirler… Varlıkları tabiî olarak hiçbir şeyi değiştirmez. Nasibsizlikleriyle kalmanın dışında.
Evet…
Bugünlerde hep olmayacak zannettiğimiz işlere muhatabız… Yâni hiç hesabta olmayan işler. Kıbrısî Hazretleri’nin daveti de bu türden bir durum arz ediyor… Bu hâli neye ve nereye bağlayacağımızı bilecek erginlikte değiliz tabiî olarak. Bu sebeble işlerin bereketinden istifadenin yolunu gözlemek bize yetiyor: ki Büyüklerin himmetleri sayesinde, kabiliyetimiz nisbetinde istifade ediyoruz.
Kıbrıs tuhaf bir yer… Malûm, İngilizlerin denetimi, Rumların Yunanistan üzerinden atraksiyonları, akabinde 1974 Kıbrıs Harekâtı’yla Türkiye’nin devreye girmesi vs. vs… Bunlar bilinen şeyler. Ve de konuşulan… Ama bir şey var ki, asıl konuşulması gereken hiç dillendirilmiyor: Kıbrıslıların DİN problemi. Bu konuda öylesine eksikler ki, Ada kumar cenneti olarak isim yapmış. Kısıtlı süre içinde Kıbrıslılardan edindiğimiz intiba bu. Cuma namazına gitmeye ikna ettiği babasına, arkadaşları, “kafayı mı üşüttün?” diyorlarmış. Genç, bunu bize gerçekten ıstırab duyarak anlatıyor ve ekliyor: Burada insanın kendini koruması (günahlardan - melânetten) çok zor, gerçek söylüyorum çok zor!
İşte böyle bir yerde bir Mürşid-i Kâmil karargâh kurmuş. Kıbrıs doğumlu, dünyayı dolaşmış, dönmüş yuvasına. Bu muazzam tezadın içindeki mânâyı kavrayanlar beri gelsin! Bir yanda melânetin envai çeşidi, diğer yanda ateşin ortasında açan İbrahim Aleyhisselâm’ın gül bahçesi misali… Kıbrısî Hazretleri bu gül bahçesinden öyle bir mânâ ile sesleniyor ki dünyaya, tasarrufu dünyanın dört bir köşesinde hissediliyor.
Şimdi…
“Sen kimsin ki, Mürşid-i Kâmil’in tasarrufunun mânâsından, membaından bahsediyorsun?” diyenler olabilir. Başta söyledik, bunlar bizim zahir gözüyle gördüğümüz zanlarımızdır. Ama unutulmamalı ki, o zanlar bile Veli tasarrufunda Bâtın Nisbeti’ne ulaşır ve işe yarar hâle gelebilir. Yeter ki EDEB olsun. Edebimizi muhafazaya çalışıyoruz.
Ama…
Kitablardan biliriz ki, sultanlar huzurunda bazen edeb bile edebsizlik sayılabilir… İşte burada baltayı taşa vurmak mümkündür ve gafletimizden baltayı taşa vurduğumuzu bile anlamayabiliriz. Böylesine bir yol.
Kafa gözüyle bakan birileri için ise asla anlaşılmayan bir yol… Münkiri oldukları bu yolu anlamaları için, en azından zerre miskal bir şeyler fark edebilmeleri için Kuantum Fizik’inin akıl almaz ama isbat edilebilir deneylerine bakmalarında fayda var… Tabiî gördüğü hâlde inanmayan nasibsizlerin nasibsizliklerine de diyecek bir sözümüz yok.
Kuantum Fiziği… Teknolojinin füze gibi fırlamasına sebeb olan amil. Öylesine hızlı koştu ki, sonunda sahibini (Akıl) şaşkına çevirdi… Bu şaşkınlık tasavvufun cümle kapısında bekliyor şimdi… İçeri girecek mi, girmeyecek mi; girerse nasıl girecek, girmezse hangi maceralara yelken açacak şimdilik meçhul.
Bizim için meçhul olmayan bir şey var ki, KUTUPLAR’ın idaresindeki dünya (Allah’ın izniyle) çok ama çok farklı bir istikamete dümen kırmış durumda… İnsanlık, ister istemez bu istikameti kabullenecek, zira “ZAMANI GELMİŞ FİKRİ HİÇBİR GÜÇ ENGELLEYEMEZ.”
Biz Kıbrıs’tan bu ve anlatmaya gücümüz yetmeyecek duygularla döndük. Onlar zamanın sahibleri. Onlar bu saltanata sahibken, tenezzül ederek en aşağı olanlarla beraber olmaktan gocunmayanlar. Ve onlar, kendilerindeki ifâde edilemeyecek kıymetleri müthiş bir maharetle kamufle edenler… Bu kamufleyi göremeyenler onların Mekr’lerine kurban gidebilirler…

Onların yolu bilinmeli… Ki, o yol Kâinatın Efendisi’nin Bâtınına denk gelir… O Bâtın sırrı ki, kısa zamanda koca imparatorlukları yerle bir ederek, Lâ İlâhe İllallah M……. Resûlullah Kelime-i Tayyıbesini cihanın dört bir yanına nakşetti…
Şimdi…
O sultanlar kıyama durdular… Dünya değişecek; değişiyor… İnsanlık hizaya gelecek; geliyor… Direnenler akıbetleriyle baş başa kalacak… Bu mânânın terennümü cılız bir ses olarak bile kimde zuhur yeri buluyorsa canlanıyor… Gür seslilerin mânâ şahlanışlarına şahit olmaksa bambaşka bir zevk. Sultanlar, insanlığı kaybettikleri bu zevke geri döndürüyorlar… “Bir ânlık visâl başka, kesiksiz huzur başka” ifâdesi yerli yerine oturacak… İnsanlık koşacak, koştukça coşacak…
Sohbetteki klâsik sade anlatımlara bakarak hüküm vermeye kalkanlara bir uyarı: Kavanozu dışından yalamakla BAL tadılmaz… Herkes nasibince…
Şair diyor ki:
“Anlarım anlatamam, hissederim söyleyemem
Bir kalbim var ki benim, ondan ne kadar bîzarım.” Lâ Havle Vela Kuvvete İlla Billahil Aliyyil Azim… Hasbunellah Rabbunellah...




Şeyh Nazım Kıbrısî- Meclisimiz Allah Celle Celaluhu’nun rızasında olsun. Biz kendimiz konuşmayalım da imdâdi semâdinî bize yetişsin… (2 rekât İstiane (Yardım) namaz kılıyor.)
Euzubillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim.
Her hizmetin bir usulü vardır. Herkes araba süremez. Sürer mi? Bilmeyen adam araba süremez… Bugün maalesef insanlar dünyayı nasıl tasarruf edeceklerini bilmedikleri için darmadağın oldular. Eskiden evlerimizde “Edeb ya hu” levhaları vardı. Şimdi bu bir meclistir. Meclisler iki sınıftır. Bir rahmanî meclis bir şeytanî meclis. Sultanlar meclisi rahmanîdir. Sultanları devirip de yerine gelen kimselerin meclisleri şeytanın elindedir; şeytanın tasarrufundadır.
Serlevha dediğimiz gibi, en başta tezkir için, dinleyicilerimiz uyansın, bu söyleyeceğimizi bilsinler diye, bir tâlimdir. Tâlim olmayan meclisin kıymeti yok. Her meclis insanoğluna bir fayda getirecek. Faydasız meclis neye benzer; yemeksiz sofraya. Masaya baksan birinci sınıf, tabaklar birinci sınıf… Lâkin etrafında oturan kimseler bir şey bekliyorlar. Bakıyorlar ki başından sonuna önlerindeki tabakları boştur… Aç oturmuşlar aç kalkmışlar... Her meclis bir faydaya vücud vermesi lâzımdır; olmadıktan sonra nedir faydası o meclisin? Maalesef bu zamandaki meclislerimizin, yüzde doksadokuzu bırak, yüzde yüzü boştur! Hazır olanlar bir şey veremiyor. Veremediğinde mecliste birbirleriyle kavgaya düşerler, söverler, sayarlar neticede ne hâsıl oldu; sıfır, sıfır efendim, elde hiiç.. Bitti… Şimdi biz bu meclisimizi canlı bir meclis yapmak isteriz.
S. Ustaosmanoğlu- İnşaallah!
- Bu insanoğluna şeref veren bir meclis olsun.
- İnşaallah!
- Bir fayda olsun. Onun için biz kendi yolumuzda ilk olaraktan Cenâb-ı Hakkı tâzimen efendim, kıyam ederiz. Cenâb-ı Hakkı tekbir ederiz.
(Ayağa kalkıyor)
Allah-u ekber! Allah-u ekber! Allah-u ekber lâ ilâhe illalla hu valla hu ekber! Allah-u ekber velillahil hamd.
O’nu tekbir etmeyen meclis abdesthane gibi meclistir!
Rasûlü kibriyası, ki bize dünyayı ve ahireti öğretmiş, bildirmiş... O’na sâlat ve selâm da vazifemizdir...
Esselâtu vesselâmü aleyke ya seyyidel evveline vel âhirin Yâ habibi Yâ rabbel âlemin.
Sana sâlat ve selâm olsun. Yerler göklerce sana sâlat ve sâlam olsun. Seni tazim ederiz biz ahmak, biz cahil insanlar… Aman ya Rasûlallah, bize tebliğ edecek ümmetleri bize gönder. Yolumuzu sokaklarımızı bilelim, evimizi gözetelim, insan olduğumuzun şerefini muhafaza edelim... Esselatu vesselâm aleyke ya seyyidel evveline vel ahirin. Esselatu vesselâmü ala seyyidinal murselin... Biz mâneviyat arayan adamlarız!



 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Milletin Unuttuklarını Onlara

Tekrar Hatırlatmak İstiyoruz

- Elhamdülillah

- Mâneviyat olmadan insan, insan değildir. Şimdi usul üzerine, edeb üzerine, her işimizi o işin edebi neyse ona göre yapacağız. En birinci hedef “Bismillahirrahmanirrahim” demektir. Besmelesiz iş abdesthaneye dökülür, kıymeti yok. Mâneviyatsız her meclis çöpe dökülür. Kimse çöpe gidip de çöpten bir şey alamaz. Lâkin bunlar bize unutturulmuş. Biz bu milletin unuttuklarını onlara tekrar hatırlatmak isteriz inşaallah.
- İnşaallah
- Cenâb-ı Allah'ın Habibinin hürmetine, bu ümmet-i Muhammedin kulları hükmedecek öbür dünyaya. Onun madasında hepsi çöpe atılacak. Çöpe atılanlar bir kez daha dışarıya çıkmaz. Hoşgeldiniz!
- Hoşbulduk!
- Mâneviyattan içimiz dolmasa, ne biz söyleyebiliriz ne siz dinleyebilirsiniz. Şenlensin meclisimiz, mahkemede mi oturuyoruz. Yalnız edebi gözetiriz; gözetmeye uğraşırız. Edebsiz meclise girme! Pis meclislere girme! Temiz girersin pislenmiş olarak oradan çıkarsın, girme! Her şeyin bir usulü vardır. Biz mesul olduk söylemek için. Bizim mânevî yoldaki delilimiz, liderimiz kimse O’ndan izin alıp konuşuyoruz burada. Yoksa bizim bir şey bildiğimiz yok; bildiğimiz yok lâkin bize bildiren delilimiz olduğu vakitte onlar bizim ipimizi çeker!
Şimdi bu mecliste ne söyleyeceğimiz kaygımız yok. Bize olan tâlimat otur ve konuş. Söylenen sözler insanların mânevî ihtiyaçlarını tamamlamak için olacaktır. Bu Allah’ın kulları geldi buraya, bu kimselere, bu kadar zahmet edip bize, buraya yetiştiler; ne söyleyelim, ne takdir edelim. Usulen herkes iki rekât namaz kılsın diyoruz. Şimdi bu başka bir tâlimdir. Hiçbir kimse Allah’ı unutup da yüzü ak olmaz. Hiçbir kimse Allah için iş yapmasa meyvesini yiyemez. Odun çiğner amma odunun üstünde çiçeklenip de odun gibi duran ağıcın meyvesini yiyemez. Uğraşır dalı çiğnemeye, marifet dalı çiğnemek değil. Ulu gövdeli ağacı meyveli ağaca çeviresin ve meyvelerini yiyesin.


Benlik Allah’a Şirk Koşmaktır

Meclisimiz ruhanî bir meclistir. Bugün ruhanî bir meclis kalmamıştır. Bütün meclisler zibin olmuş. Bütün meclislerde hazır olan insanlar Allahlarını unutmuş insanlardır. Her marifetini kendilerinden sayıyorlar, her yapmak istediklerini kendilerinden biliyorlar. “Biz yaparız, biz ederiz, ben yaparım, ben ederim” diyorlar. Onlar için ne denir? Allah’ı unutup da “Ben yaparım, ben ederim” diyene ne denir?Paçalarını iyi bağla da akmasın! Senin, “Ben yaparım” dediğin paçalarından akacak biraz sonra! Millet senden kaçacak! “Ben” deme; benlik Allah’a şirk koşmaktır.

Bir, Rabbimin ismini zikrediyorum ve onun Habibinin hürmetine kalbimize evliyalarının ilhamlarını bekliyorum. İlk başında tavzif Cenâb-ı Hak’tan. Nefsin acele konuşmak ister; yok acele konuşmak; kıl bakalım iki rekât. İki rekât sana mânevî güç verecektir. Senin mânevî gücün yoksa sen de senin yaptıkların da plastik nevindendir. Plastik elma, plastik ayva, plastik portakal, plastik üzüm, plastik yemiş koyacaksın… Söyledikleri sözler çok alımlı ama biz avucumuza bakıyoruz, plastiktir... “Biz hakikisini arıyoruz” diyen yok şimdi. Meclisin Allah’ı unuttuğu takdirde ne faydan var? Meclise oturmadan evvel; beyler, baylar bayanlar, başınıza dökülsün kazanlar! Kazanın içinde gül suyu olsa iyi, abdesthaneden, kanalizasyondan birşey getirirse ve başına dökerse nasıl olur? Şimdi Allah’ı unuttuğu zaman meclis kokusundan melaike kaçar.
Zamanın birisinde mecliste kavga ediyorlarmış; “Yemin edeceğiz, yok yemin etmeyiz.” Yemin insanın şerefidir. “Yok biz Allah’ın kitabına el koyup ta yemin etmeyiz!” Ne için? “Yalancılık yapacağız da onun için!” Hırsızlık yapacaksın, çatlayacaksın diye korkarsın da onun için elini Kur’an’a basmazsın. Dışarı çıkar çıkmaz sana bir araba vurur, darmadağın eder seni. “Namus ve şerefim üzerine, insanların uydurdukları kanunlar gibi şeytandan ilham alan meşrebiz, bunun üzerine biz yemin ediyoruz” diyor.
Şeytan insanlara çok fena işler öğretti; yazıklar olsun akıllı geçinenlere, onun arkasından gidiyor. Yazıklar olsun! Cenâb-ı Hak buyurur azametlen, -ayağa kalkıyor- Subhanehu ve Teâlâ; Musa peygamberi Cenâb-ı Hak Celle ve Âla Firavun’a peygamber gönderdi; yollarınız yanlıştır, yolunuzu bilin diye. Ulü’l-Azm peygamber, O büyük peygamber Mısır’a geldi. Zaten Mısır’da doğdu ya ve türlü mücizatıyla Cenâb-ı Hak onu takviye etti. O isterse denize asasını ikiye vurduğunda ikiye bölen kuvvet sahibi, Firavun’un bulunduğu yere asasını vursa uçurum gibi ikiye ayırır ve hepsi içine düşerdi. O emir yoktu; emir, güzel mücadele yapınız anlatınız, onları anlatıncaya kadar yorulma. Koskoca Firavun’un Mısır halkında akıl yok; yahut akıl var da kullanamıyor. Şimdi, benim kapımda araba olsa, araba sürmeyi bilmiyorum. İyi bir kimse bulacağız arabayı o sürsün…
Cenâb-ı Hak Musa peygamberi gönderdi. Musa peygamberi öyle kuvvet ve azametle gönderdi ki, Firavun onu gördüğünde tahtı da kendi de zelzeleye tutulmuş gibi çalkalanıyordu; peygamber heybeti bu! Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Selem, Allah’ın sevgilisi, kâinatın efendisi, eğer heybetinden bir zerre göstermiş olsaydı yer gök ehli birbirine karışırdı, alt-üst olurdu; hiç kullanmadı! Şimdi nereye geldik, Musa peygamber yıllar yılı, seneler senesi nasihat etti. Ne söylese Firavun bir kulp buldu kabul etmedi. Neticede Firavun’un sarayında bir kimse varmış, o kimse görüyor, Musa peygamberin kendi kendine buraya gelmediğini anlamış, söylediği sözlerin de insan kelâmı olmadığına tam yakîni olmuş ve Cenâb-ı Hak hikmetini ona hak ve bâtılın arasını ayırt edip göstermiş; bu temiz yol, bu pis yol. En basitinden birisi temiz akan çeşme birisi abdeshaneden akan çeşme; aklı olan adam temiz çeşmeyi bırakır da gelir pis çeşmeden su içer mi? Akılsız olacak; akılsız olursa içer oradan! Hitaba izzet geliyor o kimsenin lisanından… Bu kadar mucizelerin içerisinde bu Mısırlıların, Firavun kavminin anlayışsızlıklarına o derecede canı sıkılmış ki nihayet, “Ey insanlar, içinizde hiç akıllı adam kalmadı mı ? Kalmadı mı acaba?” demiş. Aynı haldeyiz şimdi, Efendimiz’in peygamberliği, getirdiği nuranî ve ruhanî yollar, güzellikler bir tarafta dururken, sen lağımların içerisine giresin dolaşasın, öteberi çöplükten toplatıp getiresin ve millete taşıyasın; Cenâb-ı Hak tertemiz şeriat gönderdi, sen bunu bırakıp da çöplükten toplayasın ve meşhur edesin; ve millete derler ki, “Yersiniz bundan!”…



Cebâbire Dönemine Demokrasi Diyorlar


Herkes aklına geleni konuşuyor; ne kitaba bakar ne deftere… Mânâ mantık var mı söylediğinde; yahu bu zamandaki insanlar mânâ mantık aradıkları yoktur. Kim kimi aldatabilirse hüküm onun eline geçecek... Ne içindir bu iktidar, neye benziyor? Bu iktidar şuna benziyor ki, ulu bir ağacın tepesinde arılar yuva kurmuş bal hazırlamış, bütün millet o balın, damlalarla, böyle ağızlarını açıp damlasınlar diye uğraşıyorlar… Millete netice itibariyle demokrasi denilen pokrasinin nizamında ne deniyor, parti parti olacaksınız ve her birerleriniz bizi ileri iteceksiniz. Sonra biz sizin omuzlarınıza basaraktan o bal kovanına yetişeceğiz ve bu kovandan size müsavî olarak, eşit olarak eşek olarak neyse; eşik eşek veznindedir… Nereden çıkardılar bu eşitliği, hadi “işit” desen anladık “eşit” diyor, çıktığı kelimenin ne aslı var ne faslı… “Oraya çıkacağız ve biz iktidar olarakdan, mânâmız odur ki oraya yetişelim, o balı size alalım ve siz de o baldan istifade edesiniz. Siz böyle bir takım aşağıda duracaksınız, sizin omuzlarınızın üzerine ikinci taife oturacaktır. Üçüncü taifenin üzerine ikimizden bir kişi çıkacak oraya yetişecektir, o ona yetiştiği vakit işimiz iştir, işimiz bayramdır, yapacağımız seyrandır!” Oraya yetişen kimse balı bulduğu vakit habire balı yiyor… Aşağıdaki millet çağırıyor:

- “Yahu canımız çıkıyor, bize de bal”…
- “Hemen size de vereceğiz, siz sabredin, acele etmeyiniz, iktidardayız biz şimdi. Sizin sayenizde biz iktidardayız, bu balı size yetiştireceğiz. Bize en yakın kimler varsa onlar da doysun…”
- “Yahu bizim canımız çıkıyor. Bizim omzumuzdasınız, yükseldiniz yukarıya doğru bu peteği yiyorsunuz!”
- “Şimdi bize sabrediniz ki, işin sonuna geldik. Valla boş kovan kaldı, arılar bile kaçtı; biz kovanların hepsini de sıyırdık. Şimdi ikinci bir toplantımız ve oylamamız olacaktır. O oylamamızda size fırsat vereceğiz. Oraya yetişen kimse bal bitinceye kadar yiyecektir. Yemeyenlere seslenecektir; zehir yiyin, zıkkım yiyin bizim karnımız doydu mu ki... Beni bekleyeceksiniz, bu kolay mesele değil, biz iktidara geçtik elhamdülillah. Biz size yetişeceğiz…”
Ondan sonra hepsi biter, boş kovanı alın kafanıza; ne kafası kalır adamın ne kovanı hepsi kırılır kalır... İşte bunun temsili; “eleyse fihim racülün reşid”... Bu iş seneler senesi böyle devam eder, aynı tas aynı hamam. Aynı çalgı aynı türkü, aynı çalgı aynı oyun bu, değişmedi bu. Sultanları yıkıp da bu berbat demokrasi denilen sistemi kuranların hepsi bu. “Azgınlık yapanları aradan kaldırın” diyor. “Çok sesi çıkanları alın götürün, sesini kısın bir daha gelmesin buraya”… Bu Cebâbire devrinin tatbikatıdır. Cebâbire devrine onlar demokrasi dedi. Milletin omuzlarından yetişiyorlar. Kendileri yiyor, millete bir şey yok. Onun için Tunus ayağa kalktı, Mısır ayağa kalktı, Libya ayağa kalktı, Hicaz ayağa kalktı, Şam ayağa kalktı, İran ayağa kalktı, Bağdad ayağa kalktı... Ne kaldı arada, onu söylersem zülfüyâre dokunur! Onu söylemeyeceksin! İster beğensinler ister beğenmesinler. Bizim söylediğimiz Kur'an-ı Kerîm’in âyeti kerîmesi; “Eleyse fihim raculün reşid”… Demek içimizde akıllı adam kalmadı. Kaç milyonsunuz? Sen duymadın mı Onuncu Yıl marşı yaptılar: “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan, on yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan…” Küfrün ifadesi bu! “Ne yarattık?” On beş milyondu o zaman şimdi seksen beş milyondur; ne yapıyor? İçinizde akıllı adam kalmadı, akıl bize gerekmez bizim danışacağımız yerler var, öyleyse işiniz bu. Beğenmediniz sultanları, Abdülhamid cennet mekân, ondan önce Tanzimat fermanı diye Osmanlı’yı yıkmak için uğraştı dünyanın kâfirleri. O zaman on milyon kilometre kare imparatorluk arazisi vardı. Dünya titrerdi onlardan. Düşe düşe, uğraşa uğraşa netice, Sultan Hamid cennet mekân döneminde Osmanlı İmparatorluğu beş milyon kilometre kareye düştü. Hepsi elimizden gitti, kaldık beş yüz bine, şimdi içinden çıkamıyoruz. Çünkü sen hor bakıyorsun, insanları yükselten nizamı reddettin! Sen ömründe muradına eremezsin. Uğraş dur. Birbirinizi yiyiniz! Size ilâhî yardım olmaz. Siz şeytanlarla karışmışınız, karışık oldunuz. İçinizde akıllı adam kalmadı, başınıza geleni çekin! Allah bizi affeylesin…

Mehdi Aleyhisselâm Bunların Sonunu Getirecek


- Hiç böyle şey işittin mi Saadeddin Efendi?

- Allah razı olsun Efendim.
- Yok, yok akıllı adamımız kalmadı ki, söyleyeyim. Ben on yaşındaydım onuncu yıl marşını söylettiler…
- Peki Mehdi Aleyhisselâm ile ilgili ne buyurursunuz?
- Bunların sonunu getirecek O’dur!
- İnşaallah…
- Bunlar, bize hükümet verilmedi, biz de adaleti gözetirdik, diyorlardı. “Size de vereyim” dedi; işin içine ettiler. Çıkamıyor kimse işin içinden. Tanrılık davasıyla uydurma tanrılara taptırmakla, uydurma yasalar masalarla uğraşarak millet ayağa kalkmaz. Yok, yok benim söylediğime yalan diyen yalan kuyusunda gebersin, gün görmesin.
- Amin!
- Allah bizi affeylesin. Şimdi onun için mânevî güç istedik biz, iki rekât namaz kıldım ki, ben söyleyeceğimi bilmiyorum. Yol verdi, “konuş şimdi” dedi kuvvet kudret sahibi. Buna dikkat ediniz. Konuşturdu… Şimdi 2 rekât şükür namazı kılacağım… Buna dikkat ediniz. Meclisin başında 2 rekât kıl. Ne gelecekse bak. Tâlimat tamam oldu. Cenâb-ı Allah’a şükredeceğim, 2 rekât şükür namazı kılacağım. Oradan buradan toplama değildir, lâkin bu konuşmamız irticalendir. İrticalenin mânâsı, bir yere müracaat etmeksizin konuşan kimsenin kalbine gelen hakikatlerdir. Hazırlık istemez onlar. Hazırlıkları, mânevî âleme rabıta. Rabıta yap, korkma! Her insanımızda bir iş yapacağı vakitte 2 rekât kılsın. Cenâb-ı Hakka, “Ya Rabbi, senin yardımın olmaksızın ne para, ne pul, ne rütbe bize yaramaz. Senin yardımını bekliyoruz.” 2 rekâtla başla; muvaffak olursa 2 rekât da Şükür Namazı kılsın. Bu İslâm’ın tâlimatıdır. Kimse buna karşı gelemez. Tevfik Cenâb-ı Hak’tandır.

Furkan Dergisi Acayib Dergi


-Dua istiyoruz Efendim. Bizim bir sıkıntımız var. Bahsettiğiniz kişiler bize ceza verdiler.
- Ne kadar ceza verdiler?
- 15 ay.

- İlâhi adalet onların hakkından gelir, korkma! Siz her gün en azından 100 defa Rabbunallah, Hasbunallah söyleyin; ne görebilirler seni, ne tutabilirler. Hiçbir şey yapamazlar. Kendileri mahv olacak. Doğru söyle eğri anlarlar, eğri söyle doğru anlarlar. Millet bir acayip oldu. Ahirzaman alametidir. Bu mecmuayı, Furkan’ı siz mi çıkartıyorsunuz?

- Biz çıkartıyoruz.

- Acayib bir mecmua! Benim bildiğimin ötesinde acayib haberler işittim, tabirler işittim şaşırıp kaldım. Biz de konuşuyoruz ama bu yazılar, ilmî nokta-ı nazarından acayibtir. Bu yazıları yazanlar benim evlatlarım! Eski sayılarınızı da gönderiniz. Her ay gelsin… Sizi niçin mahkûm ettiler?


Onlar Aslandırlar

- 28 Şubat sürecinde yine Furkan Dergisi’ni çıkartıyordum. O süreçte, mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tutuklandı. Kendisi idam cezası aldı. Daha sonra yasa değişince cezası ağırlaştırılmış müebbette çevirdiler. Halen hapiste. O’nu tutukladılar. Beni de O’nun koruması olarak, 15 senedir görmediğim hâlde tutukladılar.

- Salih Mirzabeyoğlu nerelidir?
- Muşlu, Mutkî aşiretinden. Soyu Halid bin Velid Radıyallah Anh’a dayanıyor.
- Van kolu onlar.
- Evet.
- Onlar aslandırlar!
- Elhamdulillah. Şu an Bolu F Tipi Cezaevi’nde hapis. 24 saat uyutmama yoluyla zihin kontrolü işkencesi yapıyorlar. Telegram işkencesi. İşin içinde teknoloji var, büyü var, cinnî tarafı var. Çok kapsamlı bir işkence… Kendisi şu anda bu işkenceyi yaşıyor. Ben de kendisiyle 7 sene bir arada yaşadığım için bazı şeylere şahid oldum. Mesela cezaevinin müdür yardımcısı gardiyana “Git Salih Mirzabeyoğlu’na şunları söyle” diyor. Gardiyan hâdiseden habersiz müdür yardımcısının sözlerini Mirzabeyoğlu’na söylemeye giderken aynı sözleri Salih Mirzabeyoğlu’nun beynine de ilka ediyorlar: “Şimdi gardiyan gelecek sana şunları söyleyecek.” Gardiyan geliyor, mazgalı açıyor ve aynı şeyleri söylüyor. Mirzabeyoğlu, gardiyanı da hâdisenin içinde zannederek bağırmaya başlayınca gardiyan da “delirmiş” diyor… Böylece Mirzabeyoğlu’nu delirmiş göstermeye çalışıyorlar. Bunun gibi binlerce hâdise… Türkiye’de bunu ilk defa Salih Mirzabeyoğlu deşifre etti. “Telegram” adıyla kitabını da yazdı. Ayrıca Ölüm Odası B-Yedi adıyla da yeni bir kitab yazıyor. 24 saat işkence altında.
- Hâlâ!
- Hâlâ! Cezası idamdan ağırlaştırılmış müebbette çevrildiği için tek kişilik hücrede kalıyor. Diyor ki, “Bu beladan kurtulmanın ilacı mâneviyattır.” Bâtın yönü çok kuvvetli olduğundan yenemediler O’nu. Eser vermeye devam ediyor. Bizler de O’nun eserlerinden yola çıkarak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
- Mecmuada resmi var.
- O resim, işkence sonrası çekilmiş resim. Metris Cezaevi’nde yapılan operasyon sonrası ellerini bağladıktan sonra askerin önüne attılar… “Oradan nasıl sağ çıktım bilemiyorum” diyor. Şimdi bize o işkenceleri yapanların çoğu hapishanede. Kimisi de intihar etti.
- Hayr etmezler! Hayr etmezler! Hayr etmezler! Dünya değişiyor… Sıçan deliği bin akçe, derler…
- Yine ziyaretinize gelmek isteriz, kabul ederseniz
- Kabul etmemek nerde! Siz Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği insanlarsınız!



Furkan Dergisi, Ekim-Kasım 2011, s.41
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt