Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Vahdete 7 adım (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İnsanlara Yaklaşım

İnsanlara Yaklaşım

Severek ve sevinerek teslim olduğumuz İslam, tüm insanlığa gönderilen ve dili, rengi, kavmi ne olursa olsun, her insana değer veren bir dindir. İslam'ın in­sana değer vermesi, hiç kuşkusuz ki insanların desteğini sağlamak ve insanların desteğiyle güç ve izzet kazanmak için değildir. Çünkü yüce İslam dini, herhangi bir müntesibi olsun veya olmasın, zaten aziz bir dindir: İzzet kazan­ması için insanların katılımına, güç kazanması için insanla­rın desteğine ihtiyacı yoktur. Bu yüce dinin sahibi, izzet ve gücün mutlak sahibi olan Allah, (c.c.)'dır.
Yerleri ve gökleri, bitkileri ve hayvanları boşu boşuna yaratmayan Rabbimiz, hiç Kuşkusuz ki insanları da boşu boşuna yaratma­mıştır. İnsanların yaratılış gayeleri, dünyevi olan bütün fani ve geçici hedeflerin ötesinde, ebedi bir hedef için kulluk yapmaları ve böyle bir kulluk ile İlahi rızaya hoşnutluğa kavuşma! andır. Ve her insan, böylesine gör smli bir hedefe, böylesine muhteşem bir fırsata sahip ola­rak dünyaya gelmektedir.
İşte insana önem, işte insana değer, işte insana anlam kazandıran özellik, her insanın böyle bir hedefe ve böyle bir fırsata namzed olarak dünya­ya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu fırsatın gereğini yaptıkları zaman İlahi nzaya ve ebedi cennet hayatına ka­vuşabilecek olan insanlar, yaratılış gayelerine sırt çevirdik­leri zaman ise hiçbir azabla kıyaslanamayacak olan ebedi cehennem azabiyla karşı karşıya gelmektedirler. Bu ne­denledir ki insanı önemseyen, insana değer veren yakla­şımların en yücesi, cennetle cehennem arasındaki tüm in­sanları, ebedi kurtuluşa, ebedi cennet hayatına davet eden yaklaşımlardır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de bütün bir İnsanlığı muhatap alarak ve onları ebedi kurtuluşa davet ederek insanları önemsemekte ve onlara insan olarak en anlamlı değeri vermektedir.
Tabi ki şanı yüce Rabbimizin insanlara verdiği değer ve insanlara tanıdığı haklar, günümüzdeki İnsan Haklan Kuruluşlarının insanlara verdiği bazı haklarla örtüşse de, bu haklar farklı içeriklere, farklı boyutlara sahiptir. Bu gibi beşeri kuruluşların insanlara daha ziyade teori düzleminde verdikleri haklan dikkate alarak “Bu haklar İslam'da da vardır, İslam dini de insanlara böyle yaklaşıyor” demek, aşağılık kompleksinden kaynaklanan tepkisel bir yanlıştır. Çünkü bu gibi beşeri kuruluşlann insanı tanımlayışı ve in­sana yaklaşımı ile Rahman olan Rabbimizin insanı tanım­layışı ve insana yaklaşımı, birbirinden farklı boyutlarda ele alınması gereken meselelerdir.
İnsan Haklan Kuruluşları, yeryüzünde hazır buldukları ve Allah'tan müstağni görerek adeta ilahlaştırdıkları insanlara, eşitlik ve özgürlük adına züğürt cömertliği ile haklar dağıtan kuruluşlardır. Bu gibi kuruluşların, asıl itibariyle insanlar üzerinde bir haklan, insanlar üzerinde bir hukuklan yoktur. Rahman olan Rab­bimiz ise bu insanlan yaratan, bu insanları yaşatan ve bu insanlar üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz haklan olan bir Rabdir. Tüm insanların sahibi olan ve insanlara “Kul” sıfatı veren Rabbimiz ile bu insanlar üzerinde hiçbir haklan olmayan ve insanlara “Özgür” sıfatı veren böylesi kuruluş­ların insanlara yaklaşımları ve insanlara tanıdıkları haklar, hiç kuşkusuz ki farklı içeriklere, farklı keyfiyetlere sahip haklar olacaktır.
Bu farklılıkların diğer önemli bir nedeni İse beşeri yaklaşımlar insanların dünyevi maslahatını önemserken, İlahi vahiy insanların öncelikle uhrevi maslahatını önemsemektedir. İnsanların çok kısa olan dünyevi maslahatı ile insanların ebedi olan uhrevi maslahatını önceleyen bu iki yaklaşım arasındaki fark ise, fani olan dünya yaşantısı ile ebedi ahiret yaşantısı arasındaki fark gibidir. Dolayısıyla in­sanı önemseyen ve insana değer veren yaklaşımların en yücesi, cennetle cehennem arasındaki tüm insanlann uhre­vi maslahatını gözeterek, insanlan ebedi kurtuluşa, ebedi cennet hayatına davet eden yaklaşımlardır.
İnsanı 60-70 yıl ömrü olan bir canlı gibi değil, ebedi hayata mazhar bir canlı olarak tanımlayan Rabbani yaklaşım, hiç kuşkusuz ki insanı ve insanlığı ger­çek düzlemde tanımlayan, insana ve insanlığa gerçek düz­lemde değer veren bir yaklaşımdır.
Kur'an-ı Kerim'in bizlere vazettiği bu Rabbani ve rah­metli yaklaşımına iman eden müslümanlar olarak, İslam'a ve müslümanhğa değer verdiğimiz gibi insana ve insanlığa da değer vermemiz gerekir. Çünkü cennet ve cehennem gibi iki ayrı akibetle karşı karşıya olan insanlan,insani de­ğerlerin yücelerek somutlaştığı müslüman bir kimliğe davet edebilmemiz, önce onlann doğal insani değerlerine sahip çıkmamızla ve bu insani değerleri bir kalkış düzlemi kabul etmemizle mümkündür.
Meseleye yeterince vakıf olamayan bazı kardeşleri­miz, bu yaklaşımı eleştirebilmek için “Toplumdaki müşriklerle ve kafirlerle nasıl sıhhatli ve olumlu ilişkiler kurabili­riz!” diyeceklerdir. Çünkü bu kardeşlerimiz, küfür veya şirk fillerine karşı göstermeleri gereken ve gösterdikleri tepkiyi, aynı şekilde bu fiillerin faillerine karşı da göstermektedir­ler.
İşte temel yanılgı buradadır!.
Oysa denizde boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için; nasıl ki önce dibe batırıp, sonra yukarıya çekmek gibi bir uygulamada bulunmuyorsak; küfri veya cahili bataklıkta debelenen insanları kurtarmaya çalışırken de, onları aşağı-Uyarak, onları tekfir ederek önce dibe batırmamıza hiç ge­rek yoktur.
İslam'a göre küfür ya da şirk olan fiilleri, elbetteki hoş görmemekle, elbetteki reddetmekle mü­kellefiz. Ancak bu fiilleri reddetmekle yükümlü olmamıza rağmen, fiillerle failleri birbirinden ayırmamız ve işledikleri fiillerde bilinçsiz olan faillere karşı biraz daha farklı, biraz daha esnek yaklaşarak, bu insanlarla tekfiri öncelemeyen tebliğ ilişkilerine girmemiz gerekir.
Çünkü İslam'ın öncelediği insan ilişkileri, asıl itibariyle insanı dışlamayı değil, insanı kurtarmayı ve insanı kazanmayı amaçlayan ilişkilerdir. Birçok çalışmamızda belirttiğimiz gibi bu ilişkilerde tasdik veya tekfir de­ğil, tahlil ve tebliğ ön plana çıkarılmıştır. Tahlilin ilk aşa­masında fiil ve fail birbirinden ayrılmakta, birçok fiilinde bi­linçsiz olan faile, bir insan olarak değer verilmektedir. Tahlilin ikinci aşamasında ise failin fiilleri birbirinden ayrılmakta, doğru ve güzel fiilleri tasdik edilirken, yanlış ve çir­kin fiilleri öncelik esası dikkate-alınarak peyderpey eleştiril­mekte ve konuyla ilgili doğru ve güzel fiiller tebliğ edilmektedir.
Bilinçli bir mübelliğ için bu tahlil ve tebliğ süreci, teb­liğe muhatap alınan insanların eşikte kabul edildiği bir süreçtir. İslami tebliğin apaçık bir hale gelinceye kadar de­vam ettirildiği bu eşik sürecindeki insanlara, müslim veya kafir sıfatlanni vermemiz gerekmez. Henüz iman ve küfür bilincinde olmayan bu insanları, bütün bir tebliğ sürecinde insan olarak sıfatlandı/mamız ve bunlara insan olarak de­ğer vermemiz gerekmektedir. Nitekim Mekki surelerin bir­çok yerinde, atalar geleneğine uyarak küfür ya da şirk fiil­lerine bulaşan kimselerin “Ey müşrikler!” veya “Ey kafirler!” hitaplarıyla değil, “Ey insanlar!.” hitabıyla muha­tap alınması, anlatmaya çalıştığımız bu gerçeği beyan et­mektedir. Bu Kur'ani yaklaşımın özünde, Allah'a inandıkla­rını söylemelerine rağmen bilmeyerek Allah'tan başka şeylere ibadet eden kimseler müslüman kabul edilmemekle beraber, onların yine de insan olarak muhatap alınması ve onlara bir insan olarak değer verilmesi sözkonusudur.
Bazı kardeşlerimiz ilk dönemlerde nazil olan Kafirun süresindeki bir emir olan “De ki: Ey kafirler” hitabını örnek göstererek, küfür fiilini işleyen her faile, fiilinde bilinçli olup-olmadığına bakılmaksızın “Kafir” denilmesi gerektiğini söyleyeceklerdir. Oysa bu sureden böyle bir hüküm çıkara bilmek için, hiç olmazsa surenin bütünlüğünü dikkate al­mamız gerekir. Bu surede yer alan “Ey kafirler” hitabı, sure nazil olduğu zaman kafirlerin zümresinde bulunan ve daha sonra İslam'la müşerref olan herkesi değil, surede de açıklandığı gibi İslam'a gelmeleri, İslam'a girmeleri söz ko­nusu olmayan kafirleri muhatab almaktadır. Efendimiz (s.a.v.) “Ey kafirler” diyerek bu İlahi vahyin gerektirdiği tavn ortaya koymasına ve Mekke'de gerçekten böylesi ka­firlerin bulunduğuna iman etmesine rağmen, bu hitaba kimlerin dahil olup-olmadığını bilmiyordu. Bunu bilen ye­gane merci, bu İlahi hitabın sahibi olan Rabbimizdi. Çün­kü Efendimiz (s.a.v.) İslam'a girmeleri söz konusu olmayan bu kafirlerin kim olduğunu bilseydi, cehennemlik olduğu kesinlik kazanan insanları cennete davet etmek için uğraş­mazdı. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, şanı yüce Rabbimizin Sünnetullah'inda peygamberlerine yönelik böyle bir sünnet, böyle bir bilgilendirme yoktur. Buna en açık örneklerden birisi, Rahman olan Rabbimizin Hz. Musa ve Harun (a.s.)'a yönelik şu emridir.
“İkiniz Firavuna gidin, çünkü o, azmış bulun­maktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi tür erkorkar.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İnsanlara Yaklaşım

İnsanlara Yaklaşım

Yüzbinlerce insana zulmeden, çoluk-çocuk binlerce insanı katleden böyle bir Firavun zamanımızda yaşasaydı (ki yaşamadığını söylemiyorum); müslümanların “Böyle bir Firavuna ne yapalım?” sorusu, “Elinize geçtiği yerde katle­din” şeklindeki binlerce cevapla karşılık bulabilirdi. Halbuki Rahman olan Rabbimizin emri, yukandaki ayetlerde be­yan edildiği gibidir. Burada konumuzla ilgili olarak dikkate almamız gereken husus, Rabbimizin “Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi titrer-korkar” buyruğudur.
Umulur ki öğüt alıp-düşünür!.
Firavunun kesinlikle ve kesinlikle öğüt almayacağını bilen ve umud etmekten münezzeh olan Rabbimiz, böyle bir umudu Hz. Musa'ya vermekte ve tüm peygamberlerin, tüm mübelliğlerin karşı tarafa böyle bir umud ve böyle bir üslup ile tebliğde bulunmalarını emretmektedir.
Evet, karşımızdaki Firavun dahi olsa, ona kurtulabilmesi mümkün bir insan olarak değer vermek ve onu bu umudla İslam'a davet etmek!.
Verdiğimiz bu örnek, “İslam insanlara değer veriyor mu, vermiyor mu?” tartışmalarını, bu tartışmalardan çok daha büyük bir nokta ile sona erdirebilecek bir örnektir. Dikkat ederseniz İs­lam'ın mustazaflara ve yoksullara, İslam'ın fakirlere ve güç­süzlere, İslam'ın gafillere ve çaresizlere olan yaklaşımları­nın ötesinde, İslam'ın Firavuna olan yaklaşımından örnek veriyoruz. Allah (c.c.)'ın yarattığı yüzbinlerce insana zulme­den, çoluk-çocuk binlerce insanı katleden Firavuna dahi böyle yaklaşılmasını emreden dinimiz, böylesine muhteşem bir rahmet dinidir. Ve rahmet dininin sahibi olan Rabbi­miz, rahmetle tanış olan herkesin “Vallahi Rahman'dır, Bil­lahi Rahmandır” şahadetinde bulunacağı bir Rabdir.
Rahman'ın kulları olan biz müslümanların da, İlahi davet için muhatap aldığımız bütün insanlara, öncelikle insan oldukları için değer vermemiz, onlara rah­metle yaklaşarak merhamet etmemiz ve onlan böyle bir merhametle kurtuluşa davet etmemiz gerekir. Nitekim Kur'an'ı Kerime göre Rahman'm kulları olan onurlu müslümanlar, iyiyi kötüden ayırd edemeyen, kendileriyle alay eden, kendilerine değer vermeyen cahillere dahi, insan ol­maları hasebiyle bir değer vermekte ve onlara “Selam” di­yerek, onlann selametini dilemektedirler.
“O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üze­rinde alçak gönüllü olarak yürürler ve cahiller kendi­lerine muhatap oldukları zaman da “Selam” derler.”
Cahili toplumlarda yaşayan ve İlahi davetle yükümlü olan bu rahmet temsilcileri, iyiliğe iyilikle karşılık verdikleri gibi kötülüğe dahi yine iyilikle, iyiliklerle karşılık vermekte­dirler.
“Ve onlar Raklerinin yüzünü (hoşnutluğunu) iste­yerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendile­rine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir.”
“İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyla ecirleri iki defa vejilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp ken­dilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Kötülüğü iyilikle uzaklaştırmak, hiç kuşkusuz ki kötülük yapan insanlara acımakla, onlara merhamet etmekle ilgüi bir hadisedir. Ölümcül bir hastanın tüm hakaretlerine tahammül eden insanlar, nasıl ki o hastaya acıdıklan için tahammül ediyorlarsa; müslümanlar da kötülerin adım adım yaklaştıkları cehennem azabını dikkate alarak onlara acımakta ve onlan bu feci akibetten, yöneldikleri cehennem azabından kurtarabilmek İçin onlara iyilik ve merhametle yaklaşmaktadırlar.
Çevresindeki insanlara iyilik ve merhametle yaklaşa­rak,onlara güzel muamelede bulunan bir müslümanın, cahiller veya şirke bulaşan insanlar tarafından seviimesi, bu müslümanın elbetteki kimlik ve kişiliğini gölgelemez. Bir müslümanın böylesi davranışlarda bulunarak müslüman olduğu için sevilmesi, çevresindeki insanlara fiili bir tebliğ olup, sözlü tebliğ için de rahmetli bir zemin oluşturacaktır. Çünkü tüm insanlar, insan olarak değer verdikleri, insan olarak sevdikleri kimselerin sözlerini dikkate alarak dinle­yebilirler. Kaba, hırçın veya bencil davranışlanmızla nefre­tini uyandırdığımız bir insana, İslami bir mesajı iletmemiz, iletebilmemiz tabi ki mümkün değildir.
Topluma mesaj götürmek isteyen bir müslümanın, İslam'ın sınırlan içindeki güzel davranışlarda buluna­rak ve insanlann İslam'a yakınlaşmasını umarak, bu İnsan­lar tarafından sevilmeyi istemesi, nefsi bir istek veya bir maraz da değildir. Çünkü müslümanlar bilirler ve iman ederler ki, bütün bir insanlık kendilerini sevse; bu sevgi, müslümanların Rabbimiz katındaki durumlarını değiştir­mez. Müslümanlar İçin önemli oian Rabbimizin bizleri sev­mesi ve bu sevgiye layık olmamızdır. Dolayısıyla bu bilinç­teki bir müslümanın, insanlar tarafından sevilmeyi istemesi, bu müslüman için nefsi bir istek veya riya değil­dir. Burada önemli olan husus, o insan tarafından sevilme­miz değil, o insanın bir müslümanı sevmesi, bir müslümam sevebilmesi ve bu sevgiyle müslümanlığa yakırılaşabilmesidir.
Mesela şahsım olarak insanların beni sevmesini ve severek dinlemelerini isterim. Onlara kendimi sevdirebilmek için onlar gibi ölçüsüz davranmaktan Rabbime sığın­makla beraber, Rabbimin belirlediği sınırlar dahilindeki güzel davranışlarla, her vicdanda bulunan insani duygulan uyandırabilmek için özen gösteririm. Çünkü bilirim ki,benim bir müslüman olarak sevilmem, beni seven in­sanları İslam'a yaklaştırabilecek bir sıcaklık, bir yumuşaklık olacaktır. Meselenin bu boyutuna dikkat ettiğim gibi, bu­nun aksi bir durumuna düşmekten de Rabbime sığınırım. İnsanlarla olan ilişkilerimde yaptığım bir hatadan dolayı, şahsımda İslam'ın ve müslürnanlığın yargılanmasından Al­lah'a sığınırım. Böylesi bir hatada bulunduğum zaman o insana “İslam'da ve müslümanlıkta böyle bir davranış yok­tur. Yaptığım bu hata İslam'dan değil, benden kaynakla­nan bir hatadır. Dolayısıyla bende gördüğün bu hatayı İs­lam'a nisbet ederek, İslam'ı bu şekilde değerlendirme..” derim. Çünkü güzel hal ve davranışlarla bir kişiyi İslam'a yakınlaştırmanın büyük bir hayır olduğunu bildiğim gibi, kötü ve çirkin davranışlarla bir kişiyi İslam'dan uzaklaştır­manın da başlı başına bir şer olduğunu bilir ve gücüm nisbetince bu serden sakınmaya çalışırım.
Günümüz müslümanlarının, bu hususları dikkate ala­rak insanlarla olan ilişkilerini yeniden gözden geçirmeleri gerekir. İnsanları dışlayıcı veya hor görücü tavırlarla insanlara yaklaşmak, müslümana ve müslümanın misyonuna yakışmayacak davranışlardır. Çünkü toplumla alışveriş için­de olabilmek, toplumdan bazı toplumsal gerçekleri alırkentopluma iletilmesi gereken mesajı verebilmek, toplumdaki insanlarla İslam'a göre olumlu olan böylesi ilişkilere girebil­memizle mümkündür.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, insanları sömürmek isteyen politikacılar, insanlara düşman oldukları halde dost gibi yaklaşırlarken, tüm insan­ları ve insanlığı kurtarmak isteyen müslümanlar, insanlara neden düşman gibi yaklaşsınlar ki!.
Oysa insanların dünyevi zulümlerden kurtulmaları ve ebedi hayatlarını kazanmaları için mücadele veren, onları hem dünyevi ve hem de uhrevi kurtuluşa davet eden müs­lümanlar, ezilmiş halkların ve mustazaf insanların gerçek dostlarıdırlar. Basın-yayın faaliyetleriyle kafaları iğdiş edi­len, dostlarını düşman, düşmanlarını dost olarak tanıyan insanlar bu gerçeği bilmeseler dahi, öncelikle müslümanların bu gerçeği bilmeleri ve insanlara bu gerçeğin verdiği güven ve sıcaklıkla yaklaşmaları gerekir. Nitekim meseleye bu şekilde yaklaşan ve insanların hayrına vesile olmak iste­yen bütün müslümanlar, insanlarla olan tüm ilişkilerinde, insanlarla yaptıkları alışverişlerde, iyilikten ve fedakarlıktan yana olan müslümanlardır.
Müslümanların yoksul ve fakirlere yardım ederlerken din ayınmı gözetmeyen bir yaklaşımda bulunmalan da, insana değer veren aynı gerçekliğin bir başka boyutunu gös­termektedir. Çevremizdeki insanlara meşru işlerinde yar­dım etmemiz, onlara merhametle yaklaşmamız, aç ve yoksulların ihtiyaçlarını Allah adına gidermeye çalışmamız, insanlann birçok gerçeği müşahhas olarak görmelerine ne­den olmaktadır.
İktidar heveslisi politikacılar “Bizleri oylarınızla iktidara getirin de, sizlere yardım edelim!” yalanlarını uydururlarken, müslümanlar yeryüzünde iktidar olmadan, iktidara gelmeden bu insani işlevi yerine getirmektedirler. Nitekim İlahi davete öncelikle yoksullann ve fakirlerin icabet etme­si, müslümanların yaklaşımlarıyla somutlaşan bu İlahi ger­çeği, öncelikle yoksulların ve fakirlerin görmelerindendir.
İslam'ın insana değer verdiğini ve insanın, İslam ile değer kazandığını bilmelerindendir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Geleneksel dindarlara yaklaşım

Geleneksel dindarlara yaklaşım

Hak ile batılın birbirine karıştırıldığı cahili bir toplum­ca yaşadığımız açık bir gerçektir. Bu toplumdaki büyük çoğunluk, kendilerini İslam'a ve Kur'an-i Kerim'e nisbet ede­rek müslüman olduklarını iddia eden insanlardır. “İslam bizim dinimiz, Kur’an bizim Kitab'ımız” diyen bu kitlenin, söz konusu iddialarını dinleyip, yaşantılarını gözlemlediği­miz zaman tabi ki şaşırıyoruz!. Çünkü biliyor ve iman edi­yoruz ki, İslam böyle bir din ve Kur'an-ı Kerim'in emrettiği yaşam, böyle bir yaşam değildir!.
Peki bu iddiada bulunan insanların durumu nedir? Bu sorunun cevabını bulabilmek, “İslam bizim dini­miz, Kur’an bizim Kitab'ımız” diyerek kendilerini semavi bir dine nisbet eden bu insanları İlahi vahye göre tanıyabil­mek ve ben değilim. Onları Ehl-i Kitab'a ben benzetmi­yorum. Onlar kendileri, bizzat kendileri Ehl-i Kitab'a benzemişler. Çünkü Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü yanlışlıkların, Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü yanılgıların, Ehl-i Kitab'ın içine düştüğü sapıklıkların, benzer versiyonlarla “Biz müslüma­nız” diyen bu kitlede de bulunduğuna şahit oluyorum.
Yahudiler ve hıristiyanlar, kendilerine verilen semavi kitabları sayfa ve satırlarda tahrif ederlerken; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de benzer tahrifat sayfa ve satır­larda değil, bu İlahi Kitab'a yaklaşım ve yaşama düzlemin­de yapılmıştır.
Yahudiler ve hıristiyanlar, peygamberlerini ilahlaştırıp, din adamlannı Rab telakki ederlerken; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de, Efendimiz (s.a.v.)'in sözleri (İlahi vahiy gibi telakki edilerek) ilahlaştırılıp, hocalar ve şeyhler Rab ittihaz edilmiştir.
Yahudiler ve hıristiy anlar, Allah'a verdikleri söz ve ahitlerden nasıl dönmüşlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de Allah'a verilen söz ve ahitlerden dönülmüştür.
Yahudiler ve hıristiyanlar, dinle ilgili kelime ve kav­ramları nasıl tahrif etmişlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de dinle ilgili birçok kavram tahrif edilmiştir.
Yahudilerin ve hıristiyanlann din adamları, az bir paha karşılığında Allah'ın ayetlerini nasıl gizlemişlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlenin birçok din adamları da, az bir paha karşılığında Allah'ın ayetlerini gizlemişlerdir.
Yahudiler ve hıristiyanlar, Allah'a ve Allah'ın dinine nasıl iftiralarda bulunmuşlarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de benzer iftiralarda bulunulmuştur.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki din adına küfür geleneğine, zan ve bidatlere uymuşiarsa; “Biz müslüma­nız” diyen bu kitlede de din adına birçok zan ve bidatle­re uyulmuştur.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki dinde haddi aş­mışlar, dinlerini bir alay ve oyun konuşu edinmişlerse; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de hadler aşılmış, din alay ve oyun konusu edinilmiştir.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki tağuta inanmışlar ve küfredenlerle dostluklar kurmuşlarsa; “Biz müslüma­nız” diyen bu kitlede de tağuta inşnılıp, küfredenlerle dostluklar kurulmuştur.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki günahta ve ha­ram yiyicilikte birbirleriyle yarışmışlarsa; “Biz müslüma­nız” diyen bu kitlede de günah ve haram yiyicilikte bir­birleriyle yarışılmıştır.
Yahudiler ve hıristiyanlar, nasıl ki fırkalaşarak bir­birlerine düşman olmuşlarsa; “Biz müslümanız” diyen bu kitlede de fırkalaşarak birbirlerine düşman olunulmuştur.
Şimdi sormak istiyorum.,
“Sen müslümanları nasıl Ehl-i Kitab'a benzetirsin?” diyenlere apaçık bir şekilde sormak istiyorum. Kur'an-ı Kerim'den yüzlerce ayetle, günümüz yaşantısından bin­lerce örnekle delillendirebileceğimiz bu tanımlamaya göre biz mi onları Ehl-i Kitab'a benzetiyoruz, yoksa on­lar mı Ehl-i Kitab'a benzemişlerdir?
Evet onlar, ne yazık ki “Biz de müslümanız” diyen bu şaşkın­lar Ehl-i Kitab'a benzemişlerdir. Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek Kiîab'ın tarihi yanılgıla­rını tekrarlayan bu insanlar, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle bi­rer Ehl-i Kitab durumuna düşmüştendir.
Peki bizlerin, biz müsiümanlann, Ehl-i Kitab'a benzeyen bu kitle­ye yaklaşımları nasıl olacaktır? Kur'an-ı Kerim bizleri bu konuda nasıl tavira, nasıl bir yaklaşıma davet etmek­tedir?
Kur'an-ı Kerimin Ehl-i Kitab'a yaklaşımdaki en önemli incelik, Ehl-i Kitab ifadesiyle geniş bir kitle kastediimesine rağmen bu kitlenin genel bir tanıma ve genef bir yargıya dahi! edilmemesi, “Onların arasında şöyle, şöyle kim­seler vardır” şeklindeki İlahi hitaplarla bu kitlenen deği­şik zümrelere ayrılması ve bu zümrelere farklı yaklaşıl­masının Altın: ç-zerek tekrarlamak istediğim bu incelik, yaşadığımız coğrafyadaki Ehl-i Kitab kitlesine doğru yaklaşımlarda bulunmak isteyen müslümanların mutla­ka ve mutlaka dikkate almaiarı gereken bir inceliktir. Ni­tekim Kur'an-ı Kerim'in Ehl-i Kitab'a yönelik bu Kur’an-ı Kerim'in azapla müjdelediği bu kimseler, bazı dini gerçeklere vakıf olan ve bu gerçekleri gizleyen kimselerdir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde bu kimseleri belirtmek için “Kendilerine Kitab verilenler” ifadesi yerine “Kendilerine Kitab'tan bir pay (bir nasip) verilenler” ifadesi kullanılmaktadır.
Kendilerine Kitab'tan bir pay verilenleri görme­din mi? Onlar, tağuta ve cibt'e inanıyorlar ve diğer küfredenler için: “Bunlar, iman edenlerden daha doğ­ru bir yoldadır” diyorlar.
İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiçbir yardımcı bula­mazsın.
Günümüz toplumunda da kendilerini Kur'an'a nis-bet etmelerine rağmen bu Kur’an'dan habersiz kitleler ol­duğu gibi; kendilerine bu Kur’an'dan bir pay, bir nasip verilen hocalar, üstadlar, akedemisyenler de bulunmak­tadır. İşte kendilerine Kur'an'dan bir pay, bir nasip veril­mesine rağmen üç-beş kuruş dünya menfaati ya da tağut korkusu gibi batıl nedenlerle bildikleri bu hakkı gizleyen, bu hakkı değiştirmeye çalışan kimseler, yuka­rıdaki ayet-i kerimelerle karşı karşıya gelen ve azapla müjdelenen kimselerdir.
Peki, kendilerini semavi bir dine, semavi bir Kitab'a nisbet eden kitlenin içindeki böylesi kimselere azap vaadeden Rabbimiz, aynı kitle içersinde bulunmasına rağmen salih yönelişlerde bulunan kimselere nasıl yaklaşmaktadır? Çünkü hepimizin bildiği gibi bu geniş kitlenin içer­sinde böylesi bel'amlar bulunduğu gibi Allah'a ve ahiret gününe iman eden, büyüklük taslamayan, emanete ve verdikleri söze sadakat gösteren, din adına ne biliyorsa onu yaşamaya çalışan, bildikleri kadarıyla iyiliği emredip-kötülükten sakındırmaya gayret eden, Allah ve ahi­ret korkusuyla hasenatta bulunan, samimî bir huşuyla namazlarını kılan kimseler de bulunmaktadır.
İşte bunlara, geleneksel bir din anlayışı içindeki bu dindarlara şanı yüce Rabbimizin yaklaşımı nedir ve bu geleneksel dindarlara bizlerin nasıl yaklaşması gerekmektedir?
Bu önemli sorunun bizle ilgili bölümünü cevaplan­dırmadan önce, Rahman olan Rabbimizin bu zümreyi nasıl tanımladığını ve bunlara nasıl yaklaştığını aşağı­daki ayet-i kerimeler ışığında anlamaya çalışmalıyız.
“Onların tümü bir değildin Kitab Ehli'nden ayak­ta (namaza) duran bir ümmet (grup) vardır ki gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okurlar.”,“Bunlar, Allah o ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar, İşte bunlar salih olanlardandır.”,“Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir.”
“Gerçek şu ki, iman edenler ile yahudiler, sabiiler ve hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanıp, salih amellerde bulunanlara korku yoktur, onlar mah­zun da olacak değildirler.”
Düşünülmesi gereken ayet-i kerimelerdir bunlar!.
Tevhid dininin sahibi olan, tevhidi önemseyen ve önceleyen Rabbimiz, birçok tevhidi gerçekten bihaber olmalarına rağmen Allah'a ve ahiret gününe iman ede­rek, salih amellerde bulunan kimselere rahmetle yaklaşmaktadır. Çünkü birçok tevhidi gerçek, tebliğe muhtaç gerçekler olmasına rağmen; Allah'a iman meselesi, tebli­ğe muhtaç bir mesele olmadığı gibi, dünya insanlarının genel olarak bildiği ahirete iman meselesi de, bu insan­lar için tebliğe muhtaç bir mesele değildir. Dolayısıyla tahrif edilmiş semavi bir dinde bulunmalarına rağmen bu dinin bozulmamış doğruları olan gerçeklere sarılan yani “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bu­lunan kimselere” rahmetle yaklaşılmaktadır.
Günümüzdeki bazı kardeşlerimiz bu yaklaşımın aksine tevhidi gerçeklerin bilinmesi ve iman edilmesi şartını da ileri sürmekte, Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyi tek başına bir değer olarak kabul etmemektedir­ler. Nitekim böyle bir yaklaşımdan hareket ederek bu geleneksel dindarları tekfir ettikleri gibi “Allah'a ve ahiret gününe iman etmeme rağmen tevhidi gerçeklerle karşı­laşmadan önce ben de müslüman değildim” diyerek, kendi geçmişlerini de tekfir etmektedirler. Oysa Kur'an-ı yaklaşım böyle değildir.
“Bu (Kur'an)dan önce, kendilerine Kitab verdikle­rimiz buna inanmaktadırlar.”,“Onlara okunmakta olduğu zaman: “Biz ona inandık, gerçekten o, Rabbimizden olan bir haktır, şüphesiz biz bundan önce de müslümanlar idik” der­ler.”,“İşte onlar; sabretmeleri dolayısıyle ecirleri iki defa verilir ve onlar kötülüğü iyilikle uzaklaştırıp ken­dilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Ayet-i kerimede yer alan “Biz bundan önce de müslümanlar idik” iddiası, dikkat edilirse Rabbimizin tekzip ettiği değil, “Ecirleri iki defa verilir” buyurarak tasdik ettiği bir iddiadır. Daha açık bir ifadeyle din adına bildiği doğrulara iman eden, bu doğruları yaşamaya çalı­şan kimseler, Rabbimiz nezdinde bu bildiklerinden so­rumlu olmakta ve bildikleri bu doğrulara yönelik iman ve teslimiyetlerine göre değerlendirilmektedir.
Peki, bütün bu gerçekleri dikkate alması gereken bizle­rin, bizlerin ne yapması gerekmektedir? Bu gerçeklerden hareketle “Ben Allah'a ve ahiret gününe inanıyorum” di­yen herkesi müslüman görmek, müslüman kabul et­mek durumunda mıyız?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Geleneksel dindarlara yaklaşım

Geleneksel dindarlara yaklaşım

Hayır, elbetteki hayır!.
Şimdiye kadar yazdıklarımıza tekfire eğilimli bazı kardeşlerimiz karşı çıkarlarken, bu “Hayır” cevabımıza da tasdiğe eğilimli kimseler karşı çıkacaklardır. Çünkü yukarıda zikrettiğim benzer ayet-i kerimelerden hareket ederek Allah'a ve ahiret gününe iman ettiklerini söyle­yen herkesin müslümanhğını tasdik eden bu kimseler, bana “Bu ayet-i kerimeleri görmüyor musun? Yoksa görmemezlikten mi geliyorsun?” diyeceklerdir.
Allah'a hamdolsun ki görüyorum!.
Gördüğüm ve gözardı etmeden gündeme getirdi­ğim bu ayet-i kerimelerde, şanı yüce Rabbimizin “Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanla­ra” rahmetle yaklaşacağı beyan edilmektedir. Elbetteki bu İlahi gerçeğe iman ediyor, elbetteki bu İlahi gerçeği tasdik ediyorum.
Ancak büyük bir önemle belirtmek isterim ki, ayet-i kerimelerde beyan edilen bu müjdeli duruma kimlerin girip-girmediği; kişilerin hem amelleriyle ve hem de bu kişilerin din adına neleri bildiği, hangi gerçeklerle karşılaştığı, hangilerini tasdik, hangilerini tekzip ettiği ile, yani bu kişilerin iç dünyalarıyla, kalbi durumlarıyla, kalbi yaklaşımlarıyla ilgili bir hadisedir.
Ve ben bir beşerim, beşer olmam hasebiyle, iç dünyaların ve kalbi du­rumların mutlaka dikkate alınması gereken hususlarda hüküm vermeyi, kalblere vakıf olan Allah'a bırakıyorum. Zaten ayet-i kerimelerde beyan edilen gerçekler de, bu insanların bizlerin değil, Rabbimiz katındaki durumlarını beyan eden gerçeklerdir. Bu gerçeklerin bizle ilgisi ve ilişkilerimize yansıma şekli ise Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlardan gördüğümüz böylesi geleneksel dindarların, ayet-i kerimelerde beyan edilen müjdenin kapsamına girebileceklerini dikkate ala­rak onları tekfir etmememiz ve onların salih amellerine değer vermemizdir.
Hüsnüzanna dayalı olan bu yaklaşımımızı daha ileri götürerek onların müslüman olduğuna hükmetme­miz ya da müslüman olduklarına şahadet etmemiz ise Kur'an-ı Kerim'deki müslüman tanımını dikkate almakla yükümlü olan bizler için mümkün değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in bizlere tarif ve tafsil ettiği bir müslü­man tanımı vardır. Kelime-i tevhidin esas alındığı bu ta­nım, Kur'an-ı Kerim'le mükellef olan bizlerin mutlaka ve mutlaka dikkate alması gereken bir tanımdır. Daha açık bir ifadeyle bizlerin herhangi bir insana “Sen müslümansın” diyebilme yetkimiz, Kur'an-ı Kerim'deki bu tevhidi ta­nımın içinde, bu tevhidi tanımın sınırları dahilinde veri­len bir yetkidir.
Bu nedenledir ki “Ben Allah'a ve ahiret gününe inanıyorum” diyen herkesi müslüman görebilmemiz, müslüman kabul edebilmemiz bir yana; kelime-i tevhidden bihaber olmasına rağmen “Ben Allah'a ve ahiret gü­nüne inanıyorum” deyip beş tane cami yaptıran, bin tane fakiri doyuran ve gözyaşıyla namaz kılan bir kim­seyi bile (ki bu kimse Rabbimiz katında bizlerden çok daha değerli de olabilir) “Müslüman” olarak sıfatlandırabilmemiz mümkün değildir. Çünkü yukarıda da belirtti­ğimiz gibi bizlerin böyle bir yetkisi yoktur.
Kur'an-ı Kerim'in bizlere vazettiği müslüman tanı­mının dışına çıkarak o insana “Müslüman” sıfatını ver­mekten Allah'a sığındığımız gibi, “O insan Rabbimizin nezdinde müslüman değildir” demekten de Allah'a sığı­nırız. Çünkü kişilerin hem amelleriyle ve hem de iç dünyalarıyla, kalbi durumlarıyla ilgili olan bu mesele, sa­dece ve sadece Rabbimizin hükme bağlayacağı bir me­seledir. Bizlerin bu kimseler hakkındaki temenni ve dua­ları, elbetteki hayr ve rahmet içerikli olacaktır. Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bulunanlardan gördüğümüz bu kimseler, inşallahu Teala Rabbimizin rahmetle yaklaşacağını beyan ettiği kimselerdendir.
Evet, bütün bunları dikkate alarak kendilerini semavi bir dine ve İlahi bir Kitab'a nisbet ederek “Biz müslümanız” diyen kimselerin bu iddialarını tasdik veya tekzip etme telaşına kapılmadan, insani düzlemde muhatab aldığı­mız bu kimseleri, söz konusu iddialarını tasdik edebile­ceğim aydınlık bir düzleme davet etmemiz gerekmektedir. Böyle bir davetin sağlıklı ve sürekli bir zemine otu­rabilmesi ise bu insanlara sabırla ve insafla yaklaşma­mıza bağlıdır. Birçok tevhidi gerçekle karşılaşmadıkları için önemli yanılgılara düşen insanları müşrik olarak tanımladıktan sonra “Müşriklerin kıldıkları namazın, tut­tukları orucun hiçbir faydası yoktur” diyerek o insanların uzun yıllara dayalı amellerini bir çırpıda silivermek, bu ilişkileri başlamadan bitirecektir.
Müşriklerin kıldığı namazın, tuttuğu orucun elbetteki faydası yoktur. Kur'an-ı Kerim'in beyan ettiği bu ger­çek, her müşrik için geçerli olan bir gerçektir. Bizler bir­çok kitab çalışmamızda bu gerçeği gündeme getirmemi­ze ve bu gerçekle insanları sakındırmak istememize rağmen bu gerçekten hareketle kendilerini İslam'a nisbet eden böyle bir kitleyi hiçbir zaman genel olarak tekfir et­medik. Hiç kuşkusuz ki bu kitlenin içinde müşrik ve kafir olan kimseler vardır. Fakat böylesi kimselerin yanısıra birçok tevhidi gerçekten bihaber olmalarına rağmen din adına bildikleri bazı doğrulara iman eden ve bu doğrular istikametinde salih amellerde bulunmaya çalışanlar da vardır. Zaten bu başlıkta anlatmaya çalıştığımız Kur'an-ı yaklaşım da, bu insanların farklı statülerde değerlendirilmesi yani Allah'a ve ahiret gününe iman ederek salih amellerde bulunan kimselerin tekfir edilmemesi gerektiği değil midir? Kur'an-ı Kerim'in tahlile dayalı bu yaklaşımı­nı gözardı ederek Ehl-i Kitab'ın genel itikadını dikkate aldığımız zaman, Ehl-i Kitab içindeki herkesi tekfir etme­miz ve bu kitle içersindeki hiç kimsenin salih amellerine değer vermememiz gerekir. Oysa biliyoruz ki Kur'an-ı Kerim, Ehl-i Kitab içindeki bazı insanların Allah'a ve ahi­ret gününe inanıp, salih amellerde bulunmalarını dikka­te almakta ve bu insanların söz konusu amellerine değer vermektedir. Dolayısıyla bizlerin de meseleye bu dikkatle yaklaşmamız ve Rabbimizin kabul edebHeceai salih amelleri daha itidalli, daha insaflı değerlendirmemiz gerekir.
Daha açık bir ifadeyle, muhatap aldığımız.insanların Allah'a ve ahiret gü­nüne iman etmelerini takdirle karşılayarak, bu imana tevhidi bir bakış, tevhidi bîr içerik kazandırmaya çalışma­lıyız.
Allah'a ve ahiret gününe iman eden insanların sa­lih amellerini, salih davranışlarını önemseyerek, bu amel ve davranışlara yine tevhidi bir berraklık, tevhidi bir anlam kazandırmalıyız. Çünkü İslam'ı ve İslam'ın ön­celikli kaynağı Kur'an-ı Kerim'i esas alarak sabır, sebat ve merhametle sürdürmemiz gereken vahdet ilişkileri, insanları kazanmayı esas alan böylesi rahmetli iliş­kilerdir.
Bu ilişkilerdeki öncelikli hedefimiz, tekfire yönele­rek cehennemliklerin değil, tebliğe yönelerek cennetlikle­rin sayısını fazlalaştırmaktır. Dolayısıyla insanların gü­zel ve hak olma iddiaları varsa, bizlere düşen görev bu iddiaların boş ve yalan iddialar olduğunu ortaya çıkar­mak değil, yumuşak bir üslupla insanları bu iddialarının gereğini yapmaya davet etmektir. Çünkü önemsenmesi ve öncelenmesi gereken husus, kötülüğün isbat edil­mesi değil, iyiliğe teşvik ite iyiliğin ortaya çıkarılmasıdır.
Rahmeti esas alan bu ilişkilerdeki davetimizin odak noktasını ise hiç kuşkusuz ki Kur'an-ı Kerim oluşturacak­tır. Çünkü din adına bildiklerini yaşamaya çalışan bu in­sanlara, bilmedikleri İlahi gerçekleri anlatmakla mükelle­fiz. Dolayısıyla en açık ve en öncelikli görevimiz.
Allah'a ve ahiret gününe iman edip, salih amellerde bu­lunan ve kendilerini Kur'an-ı Kerim'e nisbet ederek “Kur’an bizim Kitab'ımızdır” diyen bu gibi geleneksel din­darlara iyilik ve güzellikle yaklaşıp, onları bu güzel iddialarına, yani kendilerini nisbet ettikleri Kur'an-ı Kerim'e da­vet etmek olacaktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Müslümanlara yaklaşım

Müslümanlara yaklaşım

Müslümanlarının en acil ve en önemli meselelerin­den birisi, birbirleriyle ilişki ve iletişim meselesi olsa gerek. Çünkü zaman zaman büyük özlemlerde ve iddialarda bulunan günümüz müslümanları, henüz birbirleriyle sıhhatli ve olumlu ilişkilere girebilmiş, birbirlerini yeterin­ce tanıyıp, yeterince anlayıp, yeterince sevebilmiş değil­lerdir.
Yaşadığımız coğrafyadaki bütün müslümanları geniş bir yere toplayarak “Müslümanların birbirlerini sevmelerini, birbirleriyle kaynaşarak bir ve beraber olma­larını kimler istiyor?” diye bir soru sorsak, herhalde imamlık kaygısı taşıyan bazı grup liderleri istisna olmak üzere bütün müslümanlar ellerini kaldıracaklar ve dağları inletecek bir sesle “Ben istiyorum, biz istiyoruz!.” di­yeceklerdir.
Peki bu nasıl olacaktır?
Müslümanlar birbirlerini nasıl sevecek, birbirleriyle nasıl kaynaşacaklardır?
Ne kadar kolay ve ne kadar zor bir soru değil mi. İlahi vahye göre gayet kolay olan bu soru, günümüzdeki yaşanan realiteye ve bu batıl realite içinde boğulan müslümanlara göre ne yazık ki çok zor bir sorudur. Çünkü birbirlerini günümüz medyasının kasıtlı haber­leriyle ve birçok grup liderinin suçlayıcı anlatımlarıyla ta­nıyan müslüman kitleler, bu önyargılı tanımlamanın te­sirine girerek birbirlerinden ayrı ve birbirlerine düşman bir hale gelmişlerdir. Tağutu bırakıp birbirlerine buğzeden, birbirleriyle çekişen, birbirleriyle cedelleşen bu müslümanlann nasıl biraraya gelebilecekleri, birbirlerini nasıl sevip, birbirleriyle nasıl kaynaşabilecekleri gerçekten zor bir sorudur.
“Teorik karşılığı kolay olan bu soruyu pratikte zor hale getirenler kimlerdir?” diye bir soru sorsam, bazı sa­mimi kardeşlerim “Şeytan ve dostlarıdır” diyeceklerdir. Elbettaki şeytan ve dostlarını bu fitneden uzak görme­yecek ve kardeşlerimizin verdiği bu cevabı yadırgama­yacağız. Nitekim şeytanı ve şeytanın yaklaşımlarını Kur'an-ı Kerim'den tanımaya ve anlamaya çalışan bir müslüman olarak, bu lanetli yaratığın günümüze yan­sıyan şeytani fiillerini hiç şaşırmadan gayet tabi karşılı­yorum. Bu fiiller ne kadar kötü ve ne kadar vahim olulursa olsun, kendi kendime “Şeytandır, şeytanlığını yapacak” diyorum.
Beni şaşırtan husus, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen birçok şeytani fiilin, gü­nümüz toplumunda şeytanın bariz dostları tarafından değil, müslümanlık iddiasında bulunan bazı kimseler ve yine müslümanlık iddiasında bulunan bazı liderler tara­fından işlenmesidir!.
Mesela şeytanın en önemli, en vahim, en tehlikeli fiillerinden birisi, müslümanların arasını ayırmak, müslümanları birbirlerinden ayrı, birbirlerine düşman hale getirmektir.
“Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düş­manlık ve kin düşürmek, sizi, Allah'ı anmaktan ve na­mazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi?”
“Kullarıma, (birbirlerine) sözün en güzel olanını söylemelerini, söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp boz­maktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşma­nıdır.”
Şimdi bu ayet-i kelimelerdeki şeytani misyonu dik­kate alarak yaşadığımız coğrafyaya bakın ve bu kor­kunç fiillerin kimler tarafından işlendiğini görün!.
Müslümanların arasına fitne ve fesat sokarak, müslümanların arasını ayıran bu müslümanlara ne diyeceğinizi, bunları nasıl tanımlayacağınızı düşünün!. Açıkça ifade etmemiz gerekir ki, vaziyet ettikleri müslümanların diğer müslümanları sevmesine, diğer müslümanları kardeş bilmesine, diğer müslümartlarla kaynaşmasına engel olan kişiler, Rahmani bir cemaai lideri değil, şeytani bir misyonun sahibidirler. Çünkü müslümanlan birbirinden ayırmayı amaçlayan bu mis­yon, şeytanın misyonudur!.
Allah (c.c.) müslümanları sevin ve müslümanlara güvenin buyururken; “Kendinizden olmayan müslüman­lara güvenmeyin” diyen bu liderler, Yahudilerin “Kendi­nizden olmayana güvenmeyin” sözünü tekrarlayan ve bu batıl sözü kendi fırkasına telkin eden fitneci liderlerdir.
Oysa şanı yüce Rabbimîz, vahdetin zıddı olan ay­rılık ve çekişmelerle ilgili olarak tüm dünya müslümanlarına şöyle buyurmaktadır.
“Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbiri­nize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsiniz, gücünüz gi­der. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın mü'minlerin ve­lisi ve mü'minlerle beraber olduğu, Kur'an-ı Kerim'in bir­çok yerinde zikredilen açık bir gerçektir. Bu gerçeği dik­kate alarak ve dikkate almanızı isteyerek, yukarıdaki ayet-i kerimeyle ilgili olarak şunu sormak istiyorum.
Mü'minlerle beraber olan Rabbimiz, mü'minler birbirleriyle çekişip, birbirleriyle cedelleşip, birbirleriyle cepheleştikleri zaman, bu cedelleşmeye ve bu cepheleşmeye katılıyor mu?
Rahman sıfatıyla bir grubun, Rahim sıfatıyla diğer grubun yanında yer alıyor mu?
Hayır, elbetteki hayır!.
Çünkü ayet-i kerimede de çekişip birbirlerine dü­şen müslümanların, yılgınlaşacakları ve güçlerini kaybedecekleri bildirilmektedir. Yılgınlaşan ve güçlerini kay­beden müslümanların ise Allah ile beraber olmadıkları ve Allah'ın yardımından uzaklaştıkları açık bir gerçektir, Böylesi durumlarda Allah (c.c.)'ın kimlerle, hangi müslümanlarla beraber olduğu, aynı ayet-i kerimenin deva­mında açıklık kazanmaktadır.
“Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle bera­berdir.”
Bu ayet-i kerimede zikredilen ve övülen sabır, el­betteki haksız olduğumuzu bilerek susmamız, haksız olduğumuzu bilerek cedelleşmeye girmememiz değildir. Allah'ı ve Allah'ın yardımını bizlerle beraber kılacak olan bu sabır, haklı iken sabretmemiz, haklı iken ce­delleşmeye girmememizdir.
Hiç kuşkusuz ki hakkı tebliğ etmek başka, hak olan tebliğde cedelleşmek başkadır. Bizlere örnek ve önder olan Efendimiz (s.a.v.) hakkı tebliğ etmiş ancak hakta cedelleşmemiştir. Çünkü nefsi duygulann ön plana çıkacağı cedelleşme ile karşı tarafa kabul ettirebileceğimiz bir hak, karşı tarafı ikna edebileceğimiz bir gerçek yoktur.
Oysa hakka sahip olmak ve hakkı tebliğ etmek, hak­tan ayrı düşünemeyeceğimiz sabır mükellefiyetini de beraberinde getirir. Bizlerin bir ayetle ve bir örnekle iki günde anladığımız bir hakkı, bazı insanlar on ayetle ve yüz örnekle iki ayda veya iki yılda anlayabilirler. Dolayisiyle hak­ka önem verdiğimiz kadar sabıra da önem vermemiz ve gücümüz yettiğince sabırlı olmamız gerekmektedir. Çünkü hakkın meyve vermesi, bu hakkın sabırla sulanmasına, sa­bırla yeşertilmesine bağlıdır.
Konumuzun başında “Günümüz müslürnanları, henüz birbirleriyle sıhhatli ve olumlu ilişkilere girebilmiş, birbirleri­ni yeterince tanıyıp, yeterince anlıyabilmiş değillerdir” de­miştik.
Aslında yeterince tanınmayan, yeterince anlaşılma­yan esas unsur müslümanlıktır. Günümüz coğrafyasında müslümanlığın değeri ve müslümanın kıymeti bilinmemek­tedir. Falanca müslümana filanca müslümanı sorduğunuz zaman, duymaktan bıkıp usandığınız şu ifadelerle karşılaşı­yorsunuz.,
Müslümandır, müslümandır Ama .... !.
Beni rahatsız eden bu “Ama” kelimesi hiç kullanılma­sın, bu “Ama” kelimesi hiç söylenmesin demiyorum. Çünkü hepimiz için kullanılması gereken bir “Ama” ve bu amadan sonra söylenecek bazı doğru eleştiriler ve doğru nasihatler vardır. Burada önemli olan ve beni rahatsız eden husus; Ama'dan sonra söylenecek olan sözlerin, Ama'dan önce söylenen “Müslümandır” ifadesinden daha önemli kabul edilmesidir!.
Müslümandır ama falan gruptadır!.
Müslümandır ama şu eksikleri, bu yanılgıları vardır!.
Müslümandır ama bizim liderimizi sevmez!.
Bütün bu amalardan sonra gelen ifadeler, hiç kuşku­suz ki insanı dinden çıkaran anlamları içeren ifadeler de­ğildir. Çünkü böyle olsaydı, zaten amadan önce “Müslü­mandır” ifadesi kullanılmazdı. O halde amadan sonra gelen ifadeler, bir insanın dinden çıktığını belirten ifadeler değilse, bu ifadeler o insanın müslümanlığından daha önemli değildir. Böylesi durumlardan en fazla önemseme­miz gereken husus, amadan önce söylenen “Müslüman” ifadesidir. Dolayısıyla o insana karşı bir tavır, o insana karşı bir yaklaşım belirleyeceğimiz zaman, o insanın müslümanlığını esas almamız ve o insanın müslümanlığına de­ğer vererek bir tavır belirlememiz gerekmektedir.
Çünkü değerli olan müslümanlar, müslümanlığa ve müslümanlara değer veren müslümanlardır. Müslüman olarak değer kazanabilmemiz, müslümana ve müslümanlığa değer vermemizle mümkündür. Herhangi bir müslüman, başka bir müslümana değer ver­miyorsa, bu şaşkın kardeşimiz önce kendine, kendi müslü­manlığına değer vermiyor demektir. Oysa kendisini değerli kılan asıl vasfı müslümanlık ise, müslümanlık vasfına değer verdiği gibi, aynı temel vasıfa sahip olan diğer müslümanlara da değer vermesi gerekir. Dolayısıyla müslümanlarla olan ilişkilerimizde gözetmemiz gereken önemli bir esas, müslümanlara değer vermemiz ve bu değer istikametinde müslümanlara sevgiyle, müslümanlara merhametle yaklaşmamızdır.
Kur'an-ı Kerim'i esas alan müslümanlar olarak, Rabbimizin bizleri bağışlaması için bağışlayıcı olma­mız, affetmesi için affedici olmamız gerekmektedir. Çünkü Allah rızası için birbirlerini affeden ve birbirlerini bağışlayan müslümanlar, hiç şüphesiz ki Allah'ın affına ve bağış­lamasına mazhar olan müslümanlardır. Dolayısıyla herhan­gi bir müslümanın şahsımıza yönelik bir hatasını, şahsımıza yönelik bir ezasını affettiğimiz zaman; başkasını affetmiş olmanın büyüklüğünü değil, başlıbaşına bir nimet olan böyle bir vesile ile İlahi affa mazhar olmanın hazzını yaşamamız gerekir. Nitekim imarı ettikler!' Kur'an-ı Kerim'i esas alarak birbirlerine karşı bağışlayıcı ve affedici olarak yaklaşan müslümanlar, bu konuyla ilgili olarak Rablerine şöyle bir duada bulunmaktadırlar.
“Bir de onlardan sonra gelenler derler ki: “Rabbimiz, bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş olan kar­deşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olan­lara karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”
Bütün müslümanlar için af ve bağışlama dileyen bu müslümanlar, aynı zamanda kardeşlerine karşı kalplerinde hiçbir kin bulunmaması için de Rabierine dua etmektedirler.
Ya Rabbi! Müminlere karşı kalplerimizde kin bı­rakma..
Rablerine böylesine samimi bir duada bulunan müminler, hiç şüphesiz ki kardeşlerine karşı kin duymak­tan nefret ederek sakınan mü'minlerdir.
Peki sizler, sizler de böyle misiniz? Samimi bir kalp ve yürek ile 'Ya Rabbi! Müminlere karşı kalplerimizde kin bırak­ma diyenlerden misiniz?
Durun, hemen cevap vermeyin!.
Ben sizlerin her hayırlı duaya hiç duraksamadan “Amin” diyen müslümanlardan olduğunuzu biliyorum. Bunu biliyorum, bunu biliyorum ama öğrenmek istediğim husus, bu gibi hayırlı dualara “Amin” derken, ne kadar yürekten, ne kadar samimi olduğunuzu anlayabilmektir. İs­terseniz küçük, küçücük bir soruyla, İslam'a göre büyük bir haslet olan bu duruma açıklık getirebiliriz.
İki seçenekten birini tercih etmek zorunda kalsanız, kalplerinizde damar tıkanıklığı olsun mu İstersiniz, yoksa müslümanlara karşı kin mi?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İşte bu küçücük soru karşısında duraksayanlar, durdukları yerde kafalarını kaşıyanlar, damar tıkanık­lığının dünyevi tehlikesini dikkate almalarına rağmen müs­lümanlara karşı duyulacak kinin çok daha vahim olan dün­yevi ve uhrevi tehlikesinden gafil olan kimselerdir. Oysa ayet-i kerimede zikredilen “Ya Rabbi! Müminlere karşı kalplerimizde kin bırakma” duasının gerçek sahibi olan müslümanlar, herhangi bir müslümana kin duydukları za­man; duydukları bu kini, irinli veya tümörlü bir yara gibi gören ve bu yaradan bir an önce kurtulmak isteyen müslümanlardır. Ve aynı ayet-i kerimede “Ya Rabbi kardeşleri­mizi affet, kardeşlerimize merhamet et” diyen bu müslü­manlar, affedilmesini istedikleri kardeşlerini öncelikle kendileri affeden müslümanlardır. Dolayısıyla bizlerin de bu rahmani duada bulunabilmesi, böyle bir bilince sahip olmamıza ve Rabbimizin merhamet etmesini dilediğimiz tüm müslümanlara öncelikle bizlerin merhametle yaklaş­masına bağlıdır.
Müslümanlara sevgiyle ve merhametle yaklaşmamız demek, hiç kuşkusuz ki bu müslümanların vahim yanlışlarını doğru kabul etmemiz veya ciddi hatalarını görmemeziikten gelmemiz, hoşgörüyle karşılamamız anlamında değildir. Meseleyi bu şekilde tanımlayan bazı çevrelere göre müslümanları hak ve hakikate çağıran birçok kardeşimiz, ne ya­zık ki fitne çıkarmakla ve müslümanları bölmekle suçlanı­yorlar. Oysa Kur'an-ı Kerim'in esas alındığı vahdet ilişkilerinde gözetilmesi gereken birlik, şaşkınlıkta ve sapık­lıkta değil, hak ve hakikatte birlik demektir.
Kendilerini İslam'a nisbet eden bazı grupların “Biz hakkız” iddiası karşısında, elbetteki hak kaynağa yönelecek ve elbetteki bu iddiayı hakka göre değerlendireceğiz. Çün­kü İlahi ölçüyü dikkate almayan bu kimselerle beraber ol­mak adına, haddi aşari bir hoşgörü içine girebilmemiz ke­sinlikle mümkün değildir. Geleneksellikle modemizmin birbirine karıştığı gruplara, fırkalara, partilere mensup kim­selerin, İslam merkezli bazı güzel davranışlara, bazı güzel hasletlere sahip olduklarını tabi ki biliyoruz. Fakat bunları bilmemiz, böylesi grup veya partilerdeki çok ciddi eksiklik­leri, çok vahim yanlışlıkları görmemize engel değildir.
Tarikat müritlerindeki bazı güzel hasletlere, bazı gü­zel hallere bakarak, bu müritleri sömüren ve bu müritlere İlahtık taslayan şeyhleri mazur görebilmemiz mümkün mü­dür?
Müntesiplerini tağuttan ve tağuti görüşlerden, tağuti eylemlerden sakındırmayan, hatta ve hatta onları bazı İslami(!) kaygılarla tağuti kurumlara, tağuti eylemlere teşvik eden ve türk kavmiyetçiliğini evrensel ümmet anlayışının önüne geçiren bir zihniyeti, gerçek nurun kaynağı olan İslam adına nasıl hoşgörebiliriz ki!,
Kur'an-ı Kerim bizleri müstekbirlerden, müstekbirlerin gittiği şeytani yollardan, şeytani yöntemlerden ve bu müstekbirlerle uzlaşmaktan sakındırırken, bizleri demokrasi adına partilere ve tağuti sistemlerle entegre olmaya çağı­ran yeşilimsi demokratlara icabet etmemiz, icabet edebil­memiz mümkün müdür?
Tabi ki hayır!.
Ne böylesi zihniyetleri hoş görmemiz, ne bunlara ica­bet etmemiz ve ne de bu sapıklıklar karşısında diisiz şey­tan gibi susmamız mümkündür!. Çünkü inandığımız ve teslim olduğumuz İslam, böylesi sapıklıklardan münezzeh olduğu gibi, biz müslümanları da böylesi sapıklıklar karşı­sında susmaya değil, hakkı yaşayan ve hakikati konuşan şahitler olmaya davet etmektedir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'i veya Resulullah (s.a.v.)'in sünnetini dikkate alacak olursak, insanların veya müslümanların içine düştükleri yanılgılar; huzursuzluk çıkmasın, ayrılık olmasın, birlik bozulmasın denilerek gözardı edilmiyor, bu gibi yanılgılar veya sapma­lar genellikle isim zikredilmeden beyan ediliyordu.
Fiili malum, faili meçhul bu beyanlarla. bu uyanlarla karşılaşan müslümanlar ise söz konusu hatalan öncelikle kendi dışlarında değil, kendilerinde ara­yan ve bu gibi sapmalardan öncelikle kendilerini, kendi nefislerini arındırmak isteyen müslümanlardır. Zikredilen hata bir yakınında, bir kardeşinde varsa, onları da merha­metle ikaz etmekte ve düzelmeleri İçin sabırla gayret gös­termektedirler.
Ayrıca şu hususu da belirtmek isterim ki, masumluktan uzak birer canlı olan müslümanların iş­ledikleri bazı hatalar, şayet musibeti ve zaran genele yansı­ma .sn özel hatalar ise; bu gibi hatalann isim zikredilme­den dahi genele yansıtılmaması ve özel ilişkilerde giderilmeye çalışılması gerekmektedir. Herhangi bir müslüman hata yaptığı zaman, o müslümana merhametle yakla­şıp, nasihat etmek yerine, müslümanın bu hatasını değişik kulis konuşmalarında gündeme getirmek, müslümanların arasını ayırmak olup, söz konusu özel hatadan çok daha zararlı olan genel bir hatadır. Bu vahim hatayı yapanlar, bilerek veya bilmeyerek şeytanın dedikodu elçisi, şeytanın vesvese mübelliği durumuna düşmektedirler.
Bu gibi meseleler bazı kardeşlerimize klasik gelse de, gerçekten çok önemsememiz ve ilişkilerimizde öncelememiz gereken meselelerdir. Çünkü herhangi bir müslümanın yıllar önce yaptığı ve rücu ederek tevbe ettiği bir hata dahi, günümüzdeki bazı kulis konuşmalannda hala aynı sı­caklıkla gündeme getirilmekte ve müslümanlar böylesi de­dikodularla birbirlerine buğz etmektedirler. Oysa Resulul­lah (s.a.v.), bütün müminlerin birbirini seven, birbiriyle kaynaşan bir vücud gibi olduklannı beyan ediyor. Bu örne­ği düşünmemiz, bu örneği hissetmemiz gerekmez mi? Me­sela vücudumuzdaki herhangi bir uzvumuz, bazı hastalıklar nedeniyle işlevinde aksaklıklar yaptığı zaman, o uzvumuzu hemen kesip atıyor muyuz? Atmıyoruz, atamıyoruz!.
Hastalanan, sakatlanan, yaralanan uzvumuzu merha­metsiz bir şekilde kesip atmak yerine, o uzvumuza merha­metle yaklaşıp, tedavi cihetine gidiyoruz.
Elimizdeki bir yara için, ayaklarımız kilometrelerce yolu bıkmadan, usanma­dan yürüyebiliyor. “Elden ve eldeki yaradan bana ne? Ya­ralı eli kesip atın!” demiyor. Çünkü el ve ayak ile, göz ve kulak ile, dil ve dudak ile bir bütün olduklarını, bu bütün­lükle anlam ve hayatiyet kazandıklanm biliyorlar.
Peki müslümanların bütünlüğü de, böyle bir bütünlük değil mi?
Birbirlerine veli olmaları gereken ve birbirlerine veli olan müslümanlar da, birbirlerine lazım, birbirlerine elzem değil mi? 0 halde neden, neden birbirimize bu bilinçle, bu merhametle yaklaş­mayalım?
Geçtiğimiz yıllarda sabırsız bir müslüman, bana sık sık hataya düşen bir kardeşinden dert yanarak “Mehmed abi, o müsltimanın pisliğini temizlemekten bıktım” dedi. Kaç kere temizlediğini sorduğumda “Belki on, belki on-beş” dedi. Biraz durduktan sonra tuvalette kaç senedir ta­haretlendiğini sordum. Mevzuyu değiştirdiğimi sanmış ola­cak ki biraz şaşkınlıkla “Yirmi yıldan fazla” dedi. “Yirmi yıldır taharetlenmekten bıkmadın mı?” soruma hafifçe gülümsemekle cevap verdi. Ben de gülümseyerek “O karde­şine, devamlı taharetlediğin yerler kadar değer veriyorsan, temizlemeye devam et” dedim. Verdiğim bu örneğin çok kaba bir örnek olduğunu bilmeme rağmen, benzer hatala­ra düşen müslümanların yine de düşünmelerini ve bu kaba örnekteki ince gerçeği görmelerini istirham ediyorum. Çünkü “Müslümanlar bir vücud gibidir” buyuran Efen­dimiz (s.a.v.)'in bu Örneğindeki vücud da, hatalardan müs­tağni masum bir vücud değildir. Müslümanlar bilerek veya bilmeyerek elbetteki bazı hatalara düşeceklerdir. Önemli olan bu hatalann merhametle giderilmesi, bu hatalann sa­bırla temizlenebilmesidir. Bu temizlik yapılmadığı zaman söz konusu hata, söz konusu pislik, sadece bir uzuva değil, bütün bir vücuda nisbet edilecek, bütün bir vücudu rahatsız edecektir. Nitekim “Müslümanlar birbirini yıkayan iki el gibidir” benzetmesi de, bu ellerin zaman zaman kirie-nebileceğine ve karşılıklı yardım ile yıkanması gerektiğine işaret etmektedir.
Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere, birbirleriyle olan tüm ilişkilerinde hayn ve yardımlaş­mayı esas alan müslümanların, bir ve takvada yardımlaşmaları ise herhangi bir tartışma veya pazarlık konusu de­ğildir. Çünkü müslümanlar, müsiüman olmakla zaten bu mükellefiyeti kabul eden kimselerdir. Bütün müslümanlarla hayırlı işlerde yardımlaşmayı ibadet telakki ettikleri gibi; günah veya haddi aşmada yardımlaşmayı değil, birbirlerini güzel bir dille uyarıp, bu kötülüklerden engellemeyi pren­sip edinmişlerdir.
“İyilik ve takva konusunda yardımlasın, gü­nah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup-sakının. Gerçekten Allah, sonuçlandırması pek şiddetli olandır.”
“Küfredenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgun­culuk (fesad) olur.”
Yaşadığımız dünyada fitne ve bozgunculuk varsa, bunlann nereden kaynaklandığı yukandaki ayet-i kerimede beyan edilmektedir. Müslümanlar birbirlerine dost ve yar­dımcı oldukları zaman, alemlerin Rabbi Allah (c.c.) da bu müslümanların yardımcısı olmakta ve müslümanların karşı­sına çıkan dünya müstekbirleri çaresiz kalmaktadır.
Ancak, müslümanların karşısına yine müslümanlar çıktığı za­man, müslümanlar birbirlerine düşüp, birbirleriyle çekiştik­leri zaman, dünya emperyalistlerinin işi oldukça kolaylaş­maktadır. Çünkü böyle bir durumda, dünya müstekbirlerinin karşısında; birbirlerine veli, birbirlerine yardımcı olmayan ve dolayısıyle Allah'ın yardımından da uzaklaşan bilinçsiz et yığınları bulunmaktadır!.
Bazı kardeşlerimiz bu yazdıklarımızı dikkate almakla beraber yine de müslümanlardan haklı nedenlerle ayrıldıklannı düşünebilirler, Oysa müslümanlardan ayrılmanın hiç­bir haklı nedeni yoktur. Birçok konuyu diğer müslümanlar­dan daha iyi anlamış, daha iyi kavramış ve daha iyi yaşıyor olabiliriz. Bu kavradığımız ve yaşadığımız hususlar, gerçekten çok önemli hususlar da olabilir. Ancak karşı ta­rafı en genel çerçevede müslüman olarak görüyorsak, bu gerçekleri bilmemiz ve bu gerçekleri o müslümanlara he­nüz kabul ettirememiş olmamız, o müslümanlardan ayni-mamız, ayrı düşmemiz için bir sebeb değildir.
İslam'ın emrettiği vahdet için bir araya gelmeleri ge­reken müslümanlar, hiç kuşkusuz ki hatadan ve eksiklikten münezzeh masum müslümanlar değildir. Bizlerde de bu­lunduğu gibi her müslümanın bazı hatalan, bazı eksiklikleri bulunabilecektir. Bu hata ve eksikliklerden hareket ederek başkalarını devamlı tenkid eden, kendi nefislerinin avukatlı­ğını, başkalarının İse yargıçlığını yapan bazı müsiümanlar, kendilerinin değil, çevresindeki müslümanların adeta kusur­suz olmasını istemektedirler!. Çevresindekilerin kusur ve yaniışiannı aramaktan aynaya bakmaya fırsatları olmayan bu eleştirmenler, kendilerinin gelmediği bir hale, kendilerinin gelmediği bir kimliğe, öncelikle başkalarının gelmesini beklemektedirler!.
Kusursuz dost arayan bu kusurlu zihniyet, Uhud savaşının akabinde Medine'de bulunsaydı, Resulullah (s.a.v.)'in emrine rağmen mevziilerini terkeden ve Hz. Hamza gibi birçok müsiümanin şehit olmasına neden olan okçuları herhalde öldürmeye kalkarlardı! Okçu müslü­manların yaptıklan bu cürmü sohbetlerde ve kulis konuş­malarında büyük bir hareretle gündeme getirerek, onlara karşı tavır alırlar ve müslümanian da bu tavıra davet eder­lerdi. Bu tavıra iştirak etmeyenlere ise “Sizler de onlardan­sınız, sizler de yarınlarda mevziinizi terkedecek insanlarsı­nız” diyerek, böyle bir olayla ikiye, böylesi konuşmalarla üçe bölünebilirlerdi.
Halbuki bu olayı yaşayan müslümanlar, hiç de böyle yapmamışlardır. Olumsuz bir olay ile ikiye, dedikodular ile üçe bölünmemişlerdir!. Kur'an-ı Kerim'in ve Efendimiz (s.a.v.)'in rahmetli denetimi altında bulunan bu müslümanlar, karşılaştıkları olumsuz bir olayın, daha büyük olumsuz­luklara neden vermesinden sakinmışlardır. Çünkü bir veya birkaç müslümanın yaptığı yanlış bir eylem, eylem olarak yanlış ve olumsuz olmasına rağmen, bu olumsuzluktan ha­reket ederek aynlmak, tefrikaya düşmek çok daha büyük bir olumsuzluktur. Nitekim Kur'ant Kerim bütün müslümanları bu konuda önemle uyarmaktadır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. “Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerini­zin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umu­lur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.”
“Allah'a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbiri­nize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gi­der. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraber­dir.”
İlk ayet-i kerimedeki “Dağılıp ayrılmayın” hükmü, Allah'ın ipine sımsıkı sanlan müminler için başka bir şarta bağlanmamıştır. Yani haksız olduğunuz meselelerde ayrılmayın, haklı olduğunuz meselelerde ise müslümanlardan aynlabiîirsiniz şeklinde bir anlamı yoktur. Müslüman bir kimse yorum ve içtihada açık olan meselelerde, haklı veya haksız da olsa müslümanlardan aynlmaz, aynlamaz. Mese­la Hz. Ali (r.a.) bazı konularda müslümanlardan farklı dü­şünmesine rağmen, bu farklı görüşünü beyan etmiş fakat müslümanlardan ayrılmamış, aynlmamaya gayret göster­miştir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz bizlerden, biz müslü­manlardan da bunu istemektedir. Müslümanların birbirle­rinden ayrılmalarını veya birbirlerinin arasını bozmalarını değil, bazı nedenlerden dolayı bozulan aralan dahi bulmalarını, düzeltmelerini emretmektedir.
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşleri­nizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.”

Müslümanlar için rahmet dileyen Rahman'ın, binlerce rahmete vesile olacak İlahi emri budur. Bunun aksine müslümanların arasını bozmak İsteyen şeytan ve dostları ise karşılaştıkları her fırsatta müslümanlarla ilgili olarak ba­tıl isnatlarda ve iftiralarda bulunmuşlar ve elbetteki bulun­maya devam edeceklerdir. Kur'an-ı Kerim'in bu konudaki emirlerini dikkate almakla yükümlü olan müslümanlar, ma­hiyetini kesin olarak bilmedikleri böyle bir batıl isnatla veya iftirayla karşılaştıkları zaman, bu gibi iftiraları reddet­mek ve müsiüman kardeşleri hakkında hüsnüzan beslemek durumundadırlar.
“Onu (iftirayı) işittiğiniz zaman, erkek müminler ile kadın müminlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: “Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir söz­dür” demeleri gerekmez miydi?”
İlk hadisesiyle ilgili olarak nazil olan bu ayet-i kerime­deki “Kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulu­nup.” ifadesine dikkat edecek olursak, iftiraya maruz ka­lan bir mümine hakkında hayırlı bir zanda bulunup “Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür” demek, asıl İtiba­riyle kişinin kendi müslümanlığı, kendi müminliği, kendi nefsi hakkında hayırlı bir zanda bulunmasıdır. Çünkü mümin ve müslim kimliğine değer veriyorsak, “Müminler ve müslimler, şunlan şunları yapmaz” diyorsak, aslını bil­mediğimiz bir çirkin habere nasıl inanabilir ve kendimizin de bir mensubu olduğumuz müminler kimliğini, böyle bir haberle nasıl kirletebiliriz ki!.
Aslını bilmediğimiz çirkin bir habere inanarak müminler ve müslimler hakkında kötü bir zanda bulunma­mız, onlardan önce bizim mü'min kimliğimizi lekelemez, bizim müslim kimliğimizi kirletmez mi?
Fakat ne yazık ki günümüz müslümanlan bu önemli konuda yeterince bilinçli değillerdir. İslam düşmanlarının veya cahil kimselerin uydurdukları yalan haberlere ravileri dikkate alarak kendileri inanmasalar bile, bu yalan haberi başkalarına naklederek, yalan haberin sadık ravileri duru­muna düşmekteler ve bu yalan haberi, inanılır bir haber durumuna ektirmektedirler!. Oysa doğruluğunu bilmedikle­ri bir haberle karşılaştıklan zaman, bu haberi ya duydukla­rı yerde gömmeleri, ya da bu haberi tahkik etmeleri ge­rekmektedir.
Ama böyle olmuyor!.
Özellikle grup taassuplarının yaşandığı düzlemlerde, muhalif gruplardaki müslümanlarla ilgili kötü bir habere (sanki rahmetli bir vahiy inmiş gibi) sevinçli bir imanla yak­laşılmakta ve bu kötü haber sahte bir üzüntü, açık bir he­yecan ve gizli bir sevinçle dilden dile dolaştırılmaktadır, Ve sonrada, ve sonrada eller semaya kaldırılıp, suizanla kararmış kalplerle, dedikoduyla kirlenmiş dillerle “Ya Rabbi bizlere rahmet et, bizlere yardım et” duasında bulunuluyor!. Gö­nüllerden arşa değil, ağızlardan burna bile yükseimeyen böylesi dualar ile İlahi affa ve İlahi yardıma mazhar olaca­ğımız zannediliyor!.
Lütfen kendimizegelelim!.
Müslümanlar -elbetteki umumu ilgilendiren hatalan, umumu ilgilendiren yanlışları gündeme getirecekler ve diğer müslümanların bu gibi yanlışlardan sakınmalanna gay­ret göstereceklerdir. Fakat bunu yaparken insaflı ve itidalli olmamız, şeytani vesveselere, şeytani kışkırtmalara kapılmamamız gerekir. Çünkü müslümanların en büyük düşma­nının, yine müslümanlar olacağını gayet iyi bilen ve dolayısıyla müslümanların arasını ayırmak, müslümanlan birbirine düşman etmek isteyen şeytan aleyhiiiane, müslü­manlan insaf ve itidalden uzak bir vadiye davet etmekte­dir.
Nitekim bu şeytani davetin tesirinde' kalan müslüman­lar, birbirlerini devamlı olumsuz yönleriyle görmekte ve bu olumsuz yönleriyle anlatmaktadırlar. Tabi ki böylesi bir ba­kış ve böylesi yaklaşımlar, müslümanların düzelmesine ve birbirlerini sevmelerine değil, birbirlerine buğz etmelerine ve aynlmalanna neden olmaktır.
Bu gibi hatalara düşmememiz için, bütün müslümanların öncelikle birbirlerine olumiu yönlerini dikkate alarak bakmalan, olumlu yönleriyle de­ğerlendirmeleri ve olumlu yönleriyle tanımlamalan gerekir. Müslümanlar arasındaki sevgiyi, dayanışmayı ve yakınlaş­mayı arttıracak olan bu rahmetli yaklaşımı gerçekleştirebil­mek için, bu konuda dikkat etmemiz gereken iki önemli husus vardır..
Bunlardan birincisi bütün müslümanlara, bu müslümanların olumlu ve güzel yönlerini dikkate alarak bakmak, bu müslümanlan öncelikle bu güzel ve olumlu yönleriyle değerlendirmektir. İkincisi ise bir müslümana diğer bir müslümandan bahsederken, söz konusu müslümanın olumlu ve güzel yönlerini dikkate alarak bahsetmektir. Daha açık bir ifadeyle söz konusu müslümanm hayrını an­latan, haynnı nakleden, hayırlı bir ravi olmamızdır. Bunu gerçekleştirmenin en kolay yolu ise, herhangi bir müslümandan bahsedeceğimiz zaman, o müslümanım yanımızda, yanıbaşımızda olduğunu kabul et­mektir. O müslüman yanımızdayken ondan nasıl bahsede­cek, sözümüze ve ifade tarzımıza nasıl dikkat edeceksek; o müslümanm yokluğunda da aynı nezaketi, aynı rahmeti dikkate almak durumundayız. Çünkü o müslüman yanımız­da olmasa da, o müslüman bizi görmese de, o müslüman bizi duymasa da, o müslümanm sahibi, o müslümanm Rabbi olan Al­lah (c.c.) bizi görmekte ve bizi duymaktadır. Nitekim bizleri her yerde gören ve işiten şanı yüce Rabbimiz, biz müs­lümanları gıybetten menetmekte ve gıybet etmeyi, öiü eti yemeye benzetmektedir. Bu benzetmedeki ölü veya ceset, kendisi hakkında gıybette bulunduğumuz kardeşimizin ce­sedidir. Onun gıyabında konuşurken söylediklerimize mü­dahale edemeyecek, kendisini savunamayacak durumda olan bu kardeşimiz, ölü bir ceset gibidir. İşte bu durumda­ki kardeşimizin gıybetini yapmak, hoşlanmayacağı sözleri onun gıyabında konuşmak; o kardeşimizin ölü etini ısırmak ye onun savunmasız cesedini gibidir.
Peki bizler, biz müslümanlar, canlı aslandan diyar diyar kaçan, fakat ölü bir aslanla karşılaştıkları zaman onun cesedi­ne saldıran akbabalar veya leş kargaları gibi miyiz?
Tabi ki değiliz, tabi ki olmamalıyız!.
Allah'ı dikkate alan ve Allah'tan korkan bir müslü­man, müslüman kardeşinin hakkını, müslüman kardeşi­nin hukukunu, bu kardeşinin hem varlığında ve hem de yokluğunda gözeten kimsedir. Çünkü Allah'tan korkan bir müslüman, kardeşi hakkında ya hayır konuşmayı veya susmayı tercih eden bir kimliğe, bir kişiliğe, bir ka­raktere sahiptir. Dolayısıyla bazılarımıza basit gibi gö­zükecek olan bu rahmetli yaklaşımlara sahip olduğu­muz, kardeşlerimize hayırlı bir gözle bakıp, onlar hakkında hayır konuştuğumuz zaman; hiç şüpheniz ol­masın ki müslümanlar birbirlerini darja çok sevecekler, birbirlerine daha fazla yaklaşacaklardır.
Buraya kadar anlattıklarımızı samimi bir şekilde tasdik edecek olan bazı kardeşlerimiz “İyi, iyi de, bu gibi nasihatler değişik anlatımlarla birçok kez gündeme gel­di, fakat gözle görülebilir bir yararı olmadı!” diyebileceklerdir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Söylenen bu söz ve yapılan bu tesbit doğru olabi­lir!.
Ancak gündeme gelen bu nasihatlerin bir faydası olmamışsa, bu durumdaki yanlışlık yapılan nasihatlerde değil, bu nasihatlere yaklaşım biçimindedir. Çünkü gün­deme getirilen bu gibi nasihatler, ne yazık ki bazı istis­nalar dışında muhatapsız kalan nasihatler olmuştur. Bu nasihatlerle karşılaşan birçok müslüman, bu nasihatleri başkalarının yaşamasını beklemişlerdir!. Meseleye en iyim­ser ve en olumlu yaklaşanlar ise bu nasihatlerin hep birlik­te yaşanmasından yana olmuşlar ve “Gelin hep birlikte bu hükümleri, gelin hep beraber bu prensipleri yaşayalım” de­mişlerdir.
Tabi ki bu da olmamıştır!..
Çünkü bu önemli mcele, pratik yaşantımızda toptan halledilebilecek bir mesele değildir. “Ben” düzleminde halledilmeden, “Biz” düzleminde halledilmesi mümkün olma­yan bu soruna, öncelikle “Ben” düzleminde yaklaşmamız gerekmektedir. Herhangi bir hastalıktan muzdarip olduğu­muz zaman, bu hastalığa derman olan ilacı kullanmak için nasıl nasıl ki diğer hastaları beklemiyor, “Diğer hastalar kullanırsa, ben, de kullanırım” demiyorsak, bizler için şifa olan bu İlahi prensiplere de aynı şekilde yaklaşmalıyız. Bizler için şifa olan bu prensipleri yaşamamız, kimlik ve kişiliklerde bir devrim gerçekleştirecekse, bu devrimi önce­likle kendi nefislerimizde gerçekleştirmeliyiz.
Asr-ı saadet dönemindeki müslümanların birbirleri ile ilişkileri ve yaşadiklan kardeşlik, hiç şüphesiz ki örnek almamız gereken bir kardeşliktir. Bu seçkin müslümanların yaşadıkları bereketli ilişkileri ve rahmetli kardeşlikleri göre­rek, bunların erişilmez olduğunu düşünmek ve zamanımız­da böylesi kardeşliklerden umud kesmek yanlıştır. Çünkü cahiliyenin karanlığından, tevhidin aydınlığına kavuşan bu müslümanlar, sihirli bir değnek ile bir halden diğer bir hale geçmemişlerdir.
Bu müslümanlardaki değişiklik, İlahi hükümlere iman ve teslimiyet ile gerçeklşmiştir. Nitekim bu insanları değiştiren İlahi hükümler, bizlerin de erişebileceği bir yerdedir. Yeter ki bu hükümlere onlar gibi iman etmesini ve onlar gibi teslim olmasını bilelim. Hiç kuşku duymadan iman ettiğimiz Kur'an'ı Kerim müslü­manların birbirlerine böyle yaklaşmalarını emrediyorsa, bu İlahi emirlerle öncelikle kendimizi, kendi nefislerimizi mükellef tutalım.
Önce ben adam olayım, önce ben güzelleşeyim anlayışı, hiç kuşkusuz ki ben­cil bir anlayış değildir. Çünkü bütün müslümanlar İslami anlamda adam oima, kimlik ve kişiliklerini güzelleştirme gibi tüm hayırlarda, birbirlerine karşı “Önce siz buyurun!” demekle değil, bu hayırlarda birbirleriyle yanşmakla mükel­leftirler.
Daha önceki birçok çalışmamızda belirttiğimiz gibi, karşı tarafın bir sahabe gibi olmasını beklemeden, öncelikle bizim, bizlerin birer sahabe gibi olması gerekir. Çünkü hesap gününde, kendisine güzel davranışlarda bulunulanlar değil, güzel davranışlarda bulunanlar mükafatlarıdırılacaktır. Nitekim Ali'yi Hz. Ali, Ömer'i Hz. Ömer ya­pan gerçek, müslümanlardan gördükleri güzel davranışlar değil, kendilerinin müslümanlara gösterdikleri güzel davra­nışlardır. Bir insan yıllarca fedakar davranışlara muhatap olsa, kendisine yöneltilen bu davranışlarla fedakar olmaz. Fedakar olmak, fedakar davranışlara muhatap olarak de­ğil, fedakar davranışlarda bulunarak gerçekleşir. Nitekim çevresine fedakar davranan bir insan, çevresinden hiçbir fedakarlık görmese dahi, o insan yine fedakar, çok daha fedakar bir insandır. Dolayısıyla sahabe gibi olmak, sahabe gibi olabilmek, sahabe muamelesine muhatap olmamızla değil, sahabe muamelesini yapmamızla, sahabe gibi davranmam.
Evet, çok genel olarak ele aldığımız müsiümanlarla iliş­kiler meselemiz ve bu meselemizle ilgiii değindiğimiz sorunlar, bilgisizlikten ziyade bildiklerimizi yaşamamaktan kaynaklanan sorunlardır. Meselenin teorik düzleminde yüzlerce ayet-i kerimeyi delil getirerek gayet rahat ko­nuştuğumuz, pratik düzleminde ise binlerce musibetle karşılaştığımız bu ilişkiler meselemizde, açılması gere­ken tıkanıklıkları açmak, çözülmesi gereken düğümleri çözmek istiyorsak, Rahman olan Rabbimizin rızasını gözeterek meseleye şöyle yaklaşmalıyız.
Düğüm bendedir ve öncelikle benim çözmem ge­rekir!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Vahdet gündemi

Vahdet gündemi

Herhangi bir grubun, herhangi bir topluluğun ne mal olduğunu ve hangi akibete yöneldiklerini anlamak istiyorsanız, bunların ne konuştuklarına, hangi meselelerle meşgul olduklarına ve neleri tartıştıklarına dikkat etmeniz yeterli olacaktır. Çünkü insanların ve toplumların gelişimi, müsbet veya menfi istikamette değişimi, bu insanların gündemleriyle yakından ilgili bir hadisedir. İnsanların gündeme aldıkları meseleler çerçevesinde düşünüp, bu meselelerde be­yan edilen görüş ve yorumlarla beslenerek, kimlik ve ki­şiliklerini geliştirmektedirler. Dolayısıyla insanların ne ko­nuştukları, hangi meseleleri düşündükleri ve bu meselelerde hangi görüşlerden beslendikleri önemli bir hadisedir.
Gündem meselesine bu kısa girişi yaptıktan ve bu kısa girişin biraz uzunca düşünülmesini temenni ettik­ten sonra konumuzla ilgili ilk soruyu sorabiliriz.
Son yıllarda Türkiye'nin gündemi ve bu gündemin en ağırlıklı meselesi nedir?
Bu soruya genel bir ittifakla verilecek cevap “İslam” olacaktır. Gerçekten son yıllarda Türkiye gündemindeki ağırlıklı mesele İslam'dır. Müslümanlar da, müslümanım di­yenler de ve müslüman düşmanları da İslam'ı konuşmakta­dırlar. Bazılan için bir din, bazıları için bir etiket, bazıları için bir hobi, bazıları için bir fobi olan İslam, herkes tara­fından ilgi duyalan ve konuşulan bir meseledir.
Türkiye'de İslam'ın konuşulması, güzel ve müsbet bir durum mudur?
Tabi ki bu sorunun cevabı, İslam adına hangi mese­lelerin konuşulduğuna, hangi meselelerin tartışıldığına ve bu meselelerde hangi görüşlerin beyan edildiğine bağlı bir cevap olacaktır. Bunları dikkate almadan “İslam'ın gündemde olması başlı başına hayırdır” demek, başlı başına bir gaflet olacaktır. Çünkü biliyoruz ki şeytanın da günde­mi İslam'dır ve bu lanetli yaratık birçok müslümandan çok daha fazla İslam'la ve İslami meselelerle ilgilenmektedir. Fakat yine biliyoruz ki şeytanın İslam'a olan ilgisi, İslam'ı ihya etmek için değil imha etmek içindir. Dolayısıyla “İslam'ın konuşulması, güzel ve müsbet bir durum mudur?” sorusuna cevap vermeden önce, İslam adına kimlerin, ne maksatla, ne konuştuklarını dikkate almamız gerekecektir.
Peki, son yıllarda Türkiye'de İslam adına kimler, hangi maksatla, neleri konuşuyor?
Elbetteki zor bir soru değildir bu!. Kütüphanelerdeki kitablarını kapalı tutup, televizyonlarını açan herkes, bu kolay sorunun, çok daha kolay olan cevaplarını biliyorlar. Sizlerin de bildiği bu cevaplardan birkaç tanesini zikrede­rek, Türkiye'de İslam adına hangi meselelerin konuşuldu­ğuna bir göz atalım.
Ezan türkçe okunsun mu, okunmasın mı?
Namaz türkçe kılınsın mı, kılınmasın mı?
Kadınlar cenaze namazı kılsın mı, kılmasın mı?
Kadın imam olur mu, olmaz mı?
Sakız çiğnemek orucu bozar mı, bozmaz mı?
Sormak istiyorum, bizim meselelerimiz bunlar mı? Musalla taşına yatırı­lan İslam düşmanlarının bile cenaze namazının kılındığı bir ülkede, bu namazların kılınıp-kılınmayacağını değil de, bu namazlara kadınların katılıp-katılmayacağînı mı tartışaca­ğız? Erkeklerden dahi imam yetiştiremediğimiz ve erkek imamlara hasret olduğumuz bir ülkede, kadınların imamlı­ğını mı tartışacağız? Tağutlara kulluk etmenin, Allah'ın hü­kümlerini çiğnemenin Allah'a kulluğu bozup-bozmadığım konuşacağımıza, sakız çiğnemenin orucu bozup-bozmadığını mı konuşacağız?
Yoksa, yoksa genellikle ezanda kulağı, namazda gözü olma­yan ve “Biz milletiz, ümmetçilik olmayacak” diyerek kavmi yetçi bir din sevdasına düşen kimselerin gündeme getirdik­leri türkçe ezan ve türkçe namaz meselesini mi tartışacağız?
“Kabe arapların olsun, Çankaya bize yeter” diyen bu kimseler, elbetteki özgür iradeleri ile türkçe ezan okuyup, Kabe yerine Çankaya'ya yönelip, kadın erkek aynı safta durup, başlar açık, burunlar dik vaziyette türkçe namaz kı­labilirler. Nefislerini ilah, vesveselerini vahiy, entellerini peygamber yerine koydukları bu dine, istedikleri türkçe bir isim de verebilirler. Çünkü bunlar özgür insanlardır, iste­dikleri haltı, istedikleri tabaktan, istedikleri kaşıkla yiyebilir­ler.
Biz onlara niye karışacak, yediklerimizi ve dilimizi neden bulaştıracağız ki?
Yeter ki İslam'ı rahat bıraksınlar!.
Yeter ki bu saçmalıklara İslam ismini vermesinler!.
Çünkü alemlerin Rabbi Allah (c.c.)'ın razı olacağı yegane din olan İslam, tek Hanlı ve tek peygamberli bir dindir. Kendilerini ilah veya peygamber yerine koyan entellerin, hocaların veya politikacıların batıl safsatalarını değil, yegane İlah olan Allah (c.c.)'ın hak hükümlerini ve Resulullah (s.a.v.)'in pak sünnetini dikkate alır. Dolayısıyla İslam'daki gündem anlayışı, bu İlahi gerçeklikten kaynaklanan ve insanlar için/hayati öneme haiz mesele­leri içeren bir gündem anyışıdır. Nitekim Mekke döne­mindeki insanların gündemi, bu gerçekliği apaçık bir şe­kilde ortaya koyan İlahi vahyin belirlediği bir gündemdir. Mekke dönemindeki mü'minler de, müslümanlar da, müşrikler de, kmirler de kabul ettikleri veya karşı çıktık­ları aynı İlate gerçekleri konuşuyorlardı. İnsanların gündemini İlahi vahiy belirtiyor ve insanlar bu vahiy çerçevesindekonuşuyorlardı. Peki bizlerin de, biz müslümanların da İlahi vahyi gündeme getir­memiz ve İlahi vahyin öncelediği meseleleri konuşma­mız gerekmiyor mu? Kur'an-ı Kerim'deki bazı ayetleri battl gündemlere bir baston olarak değil, anlamamız ve yaşamamız gereken ayet-i kerimeleri hak gündemin orta direği olarak ileri sürmemiz gerekmez mi?
O halde neden, “İslam'da kelime-i tevhidin manası nedir ve bu mananın günümüz coğrafyasındaki müslümanlara yükle­diği mükellefiyetler nelerdir?” gerçeklerini dile getirmiyo­ruz.
O halde neden, “Kula kulluk ne demektir ve İslam'da kula kulluk var mıdır?” sorusunu tartışmıyoruz? O halde neden, “İslam'da Allah'ın hükmüne rağmen hüküm konu­labilir mi?” meselesini konuşmuyoruz?
Yoksa bu gibi önemsiz meseleleri bırakarak, mu­salla taşına yatıracağımız İslam'ın cenaze namazını kimlerle kılacağımızı mı tartışalım?
Yoksa gözlerimizi televizyon ekranlarında kendileri­ni ve müslümanlık anlayışını şişleyen Rufailere çevirip, kulaklarımızı da kadirilerin def seslerine yönelttikten sonra bizler de oynayalım, bizler de oynatalım mı?
Söyleyin, söyleyin Allah aşkına!. Ortada bir rezalet, ortada bir maskaralık, ortada batıl gündemler varsa, bizlerin, biz müslümanların ne yapması gerekir?
Şeytan ve dostlarının oluşturduğu bu gündemler ne kadar ilginç, ne kadar popüler olursa olsun, bu batıl gündemlerde ve bu gündemlere katılmakta hayır var mıdır?
Şeytanın üflediği kavalın hangi deliğini açık, hangi deliğini kapalı bırakırsak bırakalım, çıkacak bütün na­meler, şeytani nameler olmayacak mı?
Lütfen kendimize, kendimize gelelim!. Bu batıl gündemlerde ve bu gündemlere taraf ya da tarafsız olarak katılmakta hiçbir hayır olmadığını bilelim.
Ve yine bilelim ve yine iman edelim ki, bizleri vahdetin aydınlık ve bereketli vadisine götürecek olan gündemler, vahdet dini­nin en önemli meselesi olan tevhidin ve tevhidi gerçekle­rin öncelendiği gündemler olacaktır.
Tevhidi önceleyen ve tevhidi gerçekliğe göre nasıl müslüman olunacağını önplana çıkaran böylesi gündemle­ri, hiç kuşkusuz ki şeytan ve dostlan oluşturmayacaktır, Çünkü onlar tevhidin konuşulmasını, çünkü onlar tevhidi dünya görüşünün tartışılmasını, çünkü onlar binlerce ayet-i kerimeyle beyan edilen muhkem gerçeklerin değerlendiril­mesini istemezler. Onların istedikleri bazı ihtilaflı meselele­rin konuşulması, bu ihtilafların körüklenmesi ve insanların zihni kargaşa içine düşmeleridir. Dolayısıyla tevhidin konu­şulmasını ve tevhid içerikli gündemlerin oluşmasını istiyor­sak, bunları bizim, biz müslümanların yapması gerekir. Tabi ki bunun gerçekleşmesinde en önemli görev, müslümanlara hitap eden ve müslümanların günde­mini oluşturan basın-yayın faaliyetlerine düşmektedir. He­pimizin bildiği gibi müslümanlara hitap eden basın-yayın organlan, müslürnanların gündemini oluşturmakta önemli bir yere, önemli bir etkinliğe sahiptirler. Konuşulmasında ve tartışılmasında fayda ya da zarar gördüğümüz birçok mesele, müslümanların gündemine bu basın organlan vasıtasıyla girmektedir. Çünkü müslümanlar ilgi ve eğilimlerine göre bu basın organlarından bazılarını sahiplenmekte ve bunların gündeme getirdikleri meseleleri konuşarak, bu meselelerde beyan edilen görüşleri genel olarak benimsiyerek, bu görüşler istikametinde şekillenmektedirler. Nitekim falanca derginin' okurları ile filanca gazetenin okurları arasında meydana gelen farklılıklar, genel olarak bu basın organlarındaki farklı gündemlerden ve bu gündemlerdeki farklı görüşlerden kaynaklanmaktadır. Bu önemli konuda,
birçok meseleden habersiz olan okuyucuyu kesimini suçlamak, açık bir haksızlık olacaktır. Okuyucu kesimindeki müslümanları farklı meseleler ve değişik görüşlerle birbi­rinden ayıran ve bunun da ötesinde birbirine düşman hale getiren, ne yazık ki bazı basın organlarıdır. Allah'ın razı olacağı din adına konuşan birçok basın organları arasında, ne yazık ki İslami sorumluluktan kaynaklanan bir dialog, bir birliktelik yoktur. Hatta ve hatta müslümanların vahde­tinden bahseden birçok basın organı, ebebiyatını yaptıkları bu vahdeti kendi kadrolarında dahi gerçekleştirebilmiş de­ğillerdir. Aynı derginin veya aynı gazetenin bir tarafında İs­lam'dan taviz verilmeyeceği, verilemeyeceği belirtilirken, diğer tarafında laik ve demokratik yollarla İslami hedeflere varılabileceği safsatasından bahsedilmektedir.
Oysa Allah'ın dini adına gündem oluşturmak ve bu gündemlerde İslam adına konuşmak müslümanların korkuyla, endişeyle ve büyük bir dikkatle yaklaşmaları gere­ken bir meseledir. Çünkü İslam adına yazdığınız yazılar ve ileri sürdüğünüz görüşler, sadece sizi ve sizin hayatınızı değil, başka insanların da hayatını ve akıbetini etkilemekte­dir. Hayat kargaşası içinde zaten çok az olan vakitleri olan müslümanların, bu vakitlerini aldığınız ve bu vakitlerini meşgul ettiğiniz zaman, müslümanlara bu geçici vakitlerin­den daha güzel olan kalıcı doğrular vermeniz gerekir. Türkiye'de yaşayan müslümanların acil meseleleri, asırlardır tartışılan ihtilaflı meseleleri çözebilmek, bu meseleleri bir sonuca bağlayabilmek değildir. Asırlardır tar­tışılan bu gibi meseleler, tartışıldığı sürece dünya müslümanlarının vahdetine değil, ihtilaf ve ayrılmaları­na vesile olacak meselelerdir. Çünkü bu gibi meselelerdeki ihtilaflar, Kur'an-ı Kerim'den değil, farklı rivayetler­den ve farklı yorumlardan kaynaklanan ihtilaflardır. Kaldı ki Kur'an-ı Kerim'in apaçık hükümleri etrafında henüz vahdet oluşturamayan günümüz müslümanlarının, farklı rivayetler etrafında vahdet oluşturacağı nasıl bek­lenebilir ki!.
Konuşmamız gereken, hep birlikte önemsemengiz ve hep birlikte öncelememiz gereken meseleler, Kur'an-ı Kerim'in bizler için önemsediği ve öncelediği temel meselelerdir. Bu temel meselelerde Kur'an-ı Kerim'e yöneldiğimiz zaman, hiç, ama hiç şüpheniz olmasın ki, Kur'an-ı Kerim bizleri fark­lı vadilere, farklı kimliklere davet etmeyecektir.
Bir kısmımıza ailenize karşı böyle davranın der­ken, diğer bir kısmımıza şöyle davranın demiyecektir!.
Bir kısmımıza Ehl-i Kitab'ı cehennemle tekfir edin derken, diğer bir kısmımıza cennetle müjdeleyin demiyecektir!.
Müstekbirlere karşı, tağutlara karşı, şeytan ve dostlarına karşı tavrımızı bildirirken, zenginler ve politikacılar şöyle davransın, işçiler ve fa­kirler böyle davransın demiyecektir!.
En kısa ifadesiyle Kur'an-ı Kerim, bizleri çelişkilere ve bizleri ayrılıklara değil, hepimizi ortak bir yönelişe, ortak bir kimliğe davet edecektir. Çünkü temel mesele­lerimize, asli sorunlarımıza açıklık getiren bu ayet-i keri­meler, müteşabih değil muhkem ayet-i kerimelerdir. Farklı anlaşılması mümkün olmayan, apaçık beyan edilen bu muhkem ayet-i kerimeler, bizlere ortak bir gün­dem oluşturabilecek ve bizleri ortak bir kimlikte biraraya getirebilecek ayet-i kerimelerdir.
Yeter ki bu temel meselelerimize yönelip, yeter ki bu meselelerdeki muhkem ayetleri günde­me getirelim. Hiç kuşkunuz olmasın ki temel meselelerimizdeki bu muhkem ayet-i kerimeler bizleri biraraya geti­rebilecek ve ayaklarımızı sırat-ı müstakim üzere muhkemleştirecektir. (Nitekim “Temel konularda Kur'an öğre­tisi” isimli kitab çalışmamız, sözünü ettiğimiz temel meselelerimizdeki muhkem ayet-i kerimeleri ve birbiriyle hiçbir çelişkisi olmayan İlahi gerçekleri açıkça görebileceğimiz bir tasnif ça­lışması niteliğindedir.)
Evet, kendimizle, iç yapımızla, davranışlarımızla, kimlik ve kişiliğimizle ilgili iç gündem meselemizi muhkem ayetlerle çözümleyen Kur'an-ı Kerim, yaşadığımız top­lumdaki insanlara yönelik davet sorunumuzu yani dış gündem meselemizi de çözümleyecek bir Kitab'tır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
“İnsanları Allah adına nereye davet edelim?” soru­su, Kur'an-ı Kerim'in herkes tarafından görülebilecek kadar büyük harflerle cevap verdiği bir sorudur.
“Andolsun, biz her ümmete: “Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının” (diye tebliğ etmesi için) bir pey­gamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kimi de sapıklığı hak etti. Ar­tık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkla­rı sonucu görün.”
“Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın ayetlerinden alıkoymasınlar. Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma.”
“Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve “Ger­çekten ben müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir”
Sadece birkaç tanesini zikrettiğimiz bu ayet-i kerime­lerden de anlaşılacağı üzere, tüm insanlara ve tüm insanlı­ğa götürmemiz gereken davet, açık, apaçık bir davettir., İnsanları tağuta kulluktan sakındırmak ve bu insanları sadece Allah'a ve Allah'a kulluğa da­vet etmek.
Kur'an-ı Kerim'in apaçık bir şekilde verdiği bu cevabı tartışmak, bu cevabı eleştirmek, bu cevabın neshedildiğini ileri sürmek isteyenler var mı?
Önce soluna, sonra sağma, sonra tekrar soluna ba­karak karşıya geçmek, yani mevzuyu değiştirmek isteyen hocalara, üstadlara, profesörlere, doçentlere, akademis­yenlere soruyorum “İnsanları tağuta kulluktan sakındırmak ve sadece Allah'a kulluğa çağırmak, İslam'ın en önemli ve en öncelikli daveti değil mi?” Peki sizler, gazete sayfalarında, televizyon ekranlarında insanlara İslam adına hitap eden sizler, sizler neden insanlara tağutun ne olduğunu anlatıp, insanlan tağuta kulluktan sakın­dırmıyorsunuz?
İslam adına en küçük meselelerin en büyük derinlik­lerine dalarak ne kadar bilgili, ne kadar kültürlü insanlar olduğunuzu gösteriyorsunuz, gösteriyorsunuz da, insanları tağuta kulluktan sakındırarak bir müslüman olduğunuzu neden göstermiyorsunuz?
Yoksa müslüman değil misiniz?
Yoksa, onca ilminize rağmen tağutun ne olduğunu bilmiyor musunuz?
Yoksa tağuttan korkup, Allah'tan korkmayanlardan mısınız?
Söyleyin Allah aşkına nedir bu haliniz ve nesiniz siz? “La ilahe” demekten ve günümüz coğrafyasında bu­nun ne anlama geldiğini açıklamaktan korkuyorsanız, in­san olmanız hasebiyle bu korkunuzu anlayışla karşılayabili­riz. Böyle bir durumda sizleri hiç hor görmeden, sizleri hiç suçlamadan, sizler için dua edebiliriz.
Fakat, İslami tebliğin ilk kelimeleri olan “La ilahe” gerçeğini söyleyemiyor, bunun ne anlama geldiğini insanlara açıklayamıyorsanız, haddinizi bilerek susmanız, Allah'tan korka­rak, Allah'tan utanarak susmanız gerekmez mi? Hiçbir kuşkunuz olmasın ki yaşadığımız coğrafyada bu gerçekleri anlatan ve anlatmaya devam edecek olan müslümanlar vardır. Sizlerde olan ilimlere değil, sizlerde bulunmayan yüreğe ve imana sahip bu kardeşlerimiz, köy kahvelerinde, şehir sokaklarında, evlerde, dükkanlarda ve binbir meşak­katle çıkardıkları dergilerde bu gerçekleri anlatmaktalar, insanlara bu tebliği götürmektedirler. Zaten Türkiye'de İslam adına bir kıpramş, İslam adına bir uyanış varsa, söz konu­su hadise sizlerin akademik konuşmalarıyla değil, bu müslümanların basit ve sade tebliğleriyle gerçekleşmiştir.
Evet, vahdeti arzulayan müslümanlar olarak, insanlara yönelik davetlerimizde de bu ortak noktaya gelmemiz ve ortak bir sese kavuşmamız gerekmektedir. Çünkü Kur’an-ı Kerim'i dikkate alarak insanlara götürmemiz gereken davet, aynı İlahi gerçekliği ifade eden ortak bir davettir.
“İnsanları tağuta kulluktan sakındırmak ve bu insanları sadece Allah'a ve Allah'a kulluğa davet etmek.”
Bu İlahi davetin tüm müslümanların dilleriyle ortak bir sese dönüşmesi, hiç kuşkunuz olmasın ki Türki­ye'de ortak bir gündem meydana getirecektir. Nitekim şanı yüce Rabbimizin emri de, insanlara bu gerçeklerin götürülmesi ve insanlara bu gerçeklerin açıklanması değil midir?
Her insanın anlayabileceği, her insanın kavrayabileceği sadelikte olan bu ger­çekleri, insanlara yine anlayabilecekleri sadelikte ve anlayabilecekleri örneklerle götürmemiz gerekmektedir. İnsanlara apaçık bir şekilde tebliğ edilmesi gereken bu meselelerde detayın detayına inmek, çoğu zaman ilmi bir derinlik değil, nefsi bir aldanıştır. Nitekim şeytanın uşaklığını yapan münafık bilginler, detayların detayına inerek konudan yırtmayı, konudan sapmayı amaçlarlar. Yüzeyde sapsalar, sapkınlıkları açığa çıkacağı için detaylara inerek, detaylarda sapmayı tercih ederler. İslami mesajın İlahi aslını bırakıp, beşeri astarına inen bu mü­nafıklar, İlahi aslını saptıramadıkları gerçeği, beşeri as­tarından saptırmaya kalkanlardır.
Oysa samimi ve bilinçli müslümanlar, birçok konu­da detaya inmeye hiç gerek görmezler. Birçoklarına göre yüzeysel olan hak, bu müstümanlar için gayet açık ve gayet yeterli bir haktır. Çünkü bunların gayesi, hak olan gerçeği uzun uzadıya irdelemek değil, en kısa yoldan hakkı yaşamak ve insanları bu apaçık hakkı ya­şamaya davet etmektir. Bu nedenle gereksiz detaylara inerek veya inmeye çalışarak, İlahi daveti anlaşılmaz bir hale sokmazlar. Nitekim konumuzla ilgili olarak Buhari'de zikredilen bir haberde, Hz. Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir.
“İnsanlara anlayacakları şeyleri (anlayacakları şekilde) anlatın. Allah ve Resulünün tekzib edilmeleri­ni ister misiniz?” Evet, bütün bunları dikkate alarak, insanlara yönelik da­vetlerimizde bu ortak açıklığa gelmemiz ve ortak bir sese kavuşmamız gerekmektedir. İlahi davetin tüm müslümanların dilleriyle ortak bir sese, ortak bir anlatı­ma dönüşmesi, Türkiye'de ortak bir gündem meydana getirecektir. Yeter ki şeytani vesveseleri, şeytani gün­demleri bir kenara bırakarak İlahi vahye kulak verelim.
İlahi vahye kulak verelim ki, ortak gündemimizdeki rahmet, Rahman'ın en bü­yük rahmeti olsun!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Sonuç

Sonuç

Bu kitab çalışmamızın muhtelif yerlerinde de belirt­tiğimiz gibi, vahdetle İlahi yardım ve İlahi yardımla zafer, birbirinden ayrılmayan gerçeklerdir. Bunları birbirinden ayırabilmemiz, “Birisi olmasa da ötekisi olsun” diyebilmemiz mümkün değildir. Çünkü müslümanlardan ve vahdetten ayrılmamız demek İlahi yardımdan, İlahi yardımdan ayrılmamız demek fetih ve zaferden ayrılmamız demektir.
Bu İlahi gerçeği gözardı ederek, İslam'ın zaferi veya iktidarı(!) için müslûmanları bırakıp, güç ve iktidar sahipleri olarak gördükleri kafirleri dost edinenler, kafir­lerin iltifatlarına ve bazı beşeri yardımlarına kavuşmala­rına karşılık İlahi yardımdan uzaklaşan şaşkınlardır. Oysa bu konuda tüm müslûmanları uyaran ayet-i kerimeler, küçük çocuklarımızın bile anlayabileceği açıklık­taki ayet-i kerimelerdir.
“Mü'minler, müminleri, bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi asıl kendisiyle sakındı­rır. Varış ancak Allah'adır.”
“Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, son­ra yardım da göremezsiniz.”
Müslümanlar için hayati öneme haiz bu uyanlar­dan gafil olanlar, İlahi yardımın ne olduğunu, ne anlama geldiğini idrak edemeyen şaşkınlardır!. Hiç düşündü­nüz mü İlahi yardım nedir, nasıl bir şeydir? İlahi yar­dımdan mahrum koskoca bir ordunun ne yapabileceğini ve İlahi yardıma mazhar tek bir kişinin neleri başarabile­ceğini hiç düşündünüz mü?
Tabi ki kendime de sordum bu soruyu!.
Dalında kurumuş bir yaprağın dahi Allah'ın ilmi ve dilemesi ile düşeceğini beyan eden ayei-i kerimeleri te­fekkür ederek, daldaki kurumuş bîr yaprağa baktım. Rahman olan Rabbim dilemediği zaman bütün dünya bir araya gelse, bu kurumuş yaprağı dalından düşüremeyeceklerini, hem Vallahi hem Billahi kesinlikle ve ke­sinlikle düşüremeyeceklerini bilerek iman ettim. Sonra kendime döndüm. Kuvvet ve kudret sahibi Rabbimin yardımıyla oynattığım parmağıma bakmaya başladım. İlahi yardımsız yapabileceğim bir şey, küçücük bir şey bulmak istedim.
Yoktu, Vallahi yoktu!.
Rabbimin yardımıyla koskoca bir dağı delebilecek, bir ton ağırlığındaki ineği boğazlayacak olan ben; Rab­bim yardım etmese, küçücük bir sineğe karşı bile aciz, küçücük bir böceğe karşı bile çaresiz bir yaratıktım!.
Peki, Rabbimizin yardımı olmadığı zaman küçücük bir sineğe karşı bile aciz duruma düşecek olan bizler, İlahi
yardım olmadan dünya müstekbirleri karşısında nasıl ayakta durabilecek ve onlarla nasıl mücadele edebilece­ğiz ki?
Muhtacız, Rabbim şahittir ki muhtacız İlahi yardıma!. Ve muh­taç olduğumuz bu İlahi yardıma ve muhtaç olduğumuz bu rahmete kavuşmak istiyorsak, bunları istediğimiz ka­dar vahdeti de istememiz, vahdeti de arzulamamız gere­kir. Çünkü müslümanları nusrete götürecek olan İlahi yardım ile vahdet, birbirinden ayrılmaz gerçeklerdir.
Lütfen biraz daha itidalli, biraz daha insaflı olarak, biraz daha yakınlaşalim birbirimize. Biraz daha, daha daha yakınlaşalım birbiri­mize. Tevhide iman eden ve tevhide gönül veren müslümanlar olarak, vahdetten daha önemli İhtilaflarımızın olmadığını bilelim. Söz konuşu ihtilafların değil, bu ihti­laflarda ifrada ve tefride düşmüş olmanın zilletini yaşa­dığımızı görelim.
Ve itidalde olmaya, itidalde bulunmaya çalışalım!. İfrattakiler bizi tefritte, tefrittekiler bizi ifratta görse bile itidali savunmaya devam edelim. Çünkü dünya müslümanlarının vahdeti, ifratta veya tefritte değil, İlahi vahyin beyan ettiği itidalde gerçekleşebilecektir. Dolayısıyla müslümanları ifrada veya tefride götüren bazı ayet yorumlarını değil, bütün müslümanları itidale davet eden İlahi vahyin kendi bütünlüğünü dikkate ala­lım.
Evet, önemle ve öncelikle İlahi vahyi dikkate almamız gereken vahdet meselesiyle ilgili bu kitab çalışmasında,
İlahi vahye mutabık olmayan sözlerimle karşılaşmışsanız, bu sözlerimin üstünü karalayabilir, bu sözlerimi en yakın çöp kutusunun, en pis köşesine atabilirsiniz. An­cak İlahi vahyi içeren söz ve yaklaşımların altını çizme­niz, bu gerçeklerin gereğini yapmanız gerekmektedir. Çünkü umud edilen vahdede yönelmenin, İlahi vahyin öğretisinden başka bir yolu, İlahi vahyin öğretisinden başka bir çaresi yoktur.
Vahdete yaklaşmamız, vahdete yakınlaşabilmemiz de, İlahi vahyin bizlere sunduğu bu gerçekleri bilmemizle değil, sadece ve sa­dece yaşamamızla mümkündür. Çünkü tüm doğrulara hayat veren, tüm gerçekleri yeşerten unsur, bu doğrula­rın ve gerçeklerin yaşanmasıdır. Yaşanan küçük bir doğru, yaşanmayan nice büyük doğrulardan çok daha etkili, çok daha tesirlidir.
Bir müslüman ve her müslüman için imandan sonra en önemli şey, iman edilen gerçeği yaşamak, yaşayabilmektir. Bunu bildiğim içindir ki bana yazar denil­mesinden ciddi bir rahatsızlık duyuyor ve meşhur bir ya­zar değil, meçhul bir yaşar olmak istiyorum. Nitekim hergün karşımda olan bilgisayarımın üzerine yazdığım şu cümle, bu isteğimi ifade eden bir cümledir.
“Güzel yazmanın edebi, güzel yaşamanın ebedi değeri vardır.” Sizler de bu gerçeği dikkate alarak güzel yazan veya güzel konuşan kimselere değil, güzel yaşayan kimselere gıpta ediniz. Çünkü gıpta edilmesi gereken müslümanlar, güzel yazanlar veya güzel konuşanlar değil, güzel yaşayan müslümanlardır. Yazmak veya konuşmak, sadece ve sadece bunlar yaşandığı zaman ebedi bir anlam, ebedi bir değer kazanmaktadır. Önemli olan güzel gerçeği yaşamak, güzeli yaşatabilir.
Vahdet meselesinde de yapmamız gerek Vahdete doğru atılması elzem olan yedi adım büdurğunu bilmemiz ve bu adımlar konusunda uzun uzadıya konuşmamız değil, pratik yaşantımızda bu adımlan at­mamız, bu adımları atabilmemiz bizi vahdete yaklaştıracaktır. Hak olan gerçeğe, bu hakkı sadece bilerek değil bildiğimiz hakkı yaşayarak ulaşabiliriz.
Tabi ki bizleri vahdete yaklaştıracak olan bu hakkı yaşarken, bizleri vahdetten uzaklaştıracak ciddi bir hata, ciddi bir yanılgı olan “Biz hakkız” iddiasına da kapılmamamız gerekir. Çünkü kendimizi hakka değil, hakkı kendimize nisbet etmek, bizleri vahdetten uzaklaştıracak çok ciddi bir yanılgıdır. Mesela birbirleriyle açık bir rekabet içinde olan yahudiler ve hıristiyanlar, hak peygamber olarak ka­bul ettikleri Hz. İbrahim (a.s.)'i ısrarla kendilerine nisbet ediyorlardı. Bunu bir üstünlük ve olma vesilesi ka­bul ettikleri İçin her iki taraf da “İbrahim bizdendir, bizim dinimizdedir” diyorlardı. Kur'an-ı Kerim yahudi ve hıristiyanların bu cedelleşmesine değinerek, öncelikle bu tar­tışmanın ne kadar batıl olduğuna açıklık getirmektedir.
“Ey Kitab ehli, İbrahim konusunda ne diye çeki­şip tartışıyorsunuz? Tevrat da, incil de ancak ondan sonra indirilmiştir. Yine de akıl erdirmeyecek misi­niz?”
Peki, Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, yahudi ve hıristiyanların birbirleriyle cedelleştikleri bu konuda, Efendimiz (s.a.v.)'i ve tüm müslümanları nasıl bir yaklaşıma davet etmektedir? İşte bu önemli sorunun cevabı da, aşağı­daki ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir.
“Dediler ki: “Yahudi veya Hıristiyan olun ki hida­yete eresiniz.” De ki: “Hayır, (biz) Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dini (üzereyiz); o müşriklerden değil­di.” “İbrahim, ne yahudi idi ne de hıristiyandı: Ancak o, hanif (muvahhid) bir müslümandı, müşriklerden de değildi. Doğrusu, insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir. Allah, müminlerin velisidir.”
Bu ayet-i kerimelere dikkat edilirse, Efendimiz (s.a.v.) ve tüm müslümanlar Hz. İbra­him {a.s.)'ı kendilerine değil, kendilerini Hz. İbrahim (a.s.)'a nisbet etmektedirler. Nitekim doğru ve hak olan yaklaşım da budur.
Bazı kardeşlerimiz “Hakkı kendimize nisbet etme­miz ile kendimizi hakka nisbet etmemiz arasında çok önemli fark var mıdır?” diyebilirler. Elbetteki bu iki yak­laşım arasında önemli, çok önemli bir fark vardır. Çün­kü nisbet edilen birşey, kendisinin nisbet ettirildiği şeye göre tanımlanır. Mesela “Biz hakkız” diyerek, hakkı kendimize nisbet ettiğimiz zaman, hakkın tanımı bizde aranır. Halbuki “Biz haktanız”dediğimiz zaman, bizim tanımımız hakta aranır. Biraz düşündüğünüz zaman bu iki yaklaşımın birbirinden ne kadar farklı olduğunu anlayabilir ve bu farklılığın hangi musibetlere yol açabi­leceğini görebilirsiniz.
Evet, yahudi ve hıristiyanlarm Hz. İbrahim (a.s.) hakkın­daki bu cedelleşmesine benzer bir cedelleşme, günü­müz İslam aleminde de yaşanmaktadır. İslam aleminde­ki bazı mezhepler, bazı meşrepler ve bazı fırkalar, ısrarla ve inatla Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine nisbet et­mekte ve kendilerinin hak olduklarını ileri sürmektedirler. Medine'deki vahdet anlayışından ayrıldıktan sonra kimi Şam tarafına, kimi Yemen tarafına meyleden bu ekoller, birbirleriyle Medine tartışması yapmakta ve kendilerinin Medine'deki vahdet anlayışına daha yakın, daha Medeni olduklarını iddia etmektedirler. Tabi ki asırlardır sürege­len bu tartışmalar sonuçsuz kalacak tartışmalardır. Çün­kü bunlardan hiçbirisi Medine değildir. Oysa hangisinin Medine'ye daha yakın ve daha medeni olduğunu tartışacağımıza, gerçek Medine'ye ve Medine'deki vahdet anlayışı­na talip olsak ya!.
Resulullah (s.a.v.)'i kendimize, kendi mezhebimize, kendi meşrebimize, kendi grubumuza nisbet edeceğimi­ze, kendimizi Resulullah (s.a.v.)'e nisbet etsek ya!.
“Biz hakkız” diyerek, hakkı kendimize göre tanım­layacağımıza, “Biz haktanız” diyerek kendimizi hakka göre tanımlasak ve bu ortak tanımda biraraya gelsek ya, gelsek ya, gelsek ya Rabbi!.

Son
Mehmed Alagaş
.................
Mevlanın izni ile her ne kadar okunma rekorları kıramasakta bir kitabı daha bitirdik; okuyan kardeşlerimizin pek çok faydalar sağlayacağından şüphemiz yoktur Yüce mevladan fayda getirmesini diliyor ve ona hamd ediyoruz.Elhamdülillah...
''Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz''
ALLAH'u tealanın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun
_YUSUF_
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt