Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dr mehmet sürmeli (1 Kullanıcı)

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
BİR BÜYÜK İSLAM ALİMİ “DR MEHMET SÜRMELİ”
Bu gün günümüzde kendini İslam alimi olarak lanse eden nice cahilleri gördükten sonra bu başlığı atmanın abartılı olmayacağını düşünüyorum.Kendisi yaşamı boyunca İslami esasları bir Seyyid Kutup, Hasan El Benna tarzında ortaya koyan aynı zamanda bu esaslara uyguladığı yaşam tarzı itibarıyla da bizlere örnek olan bir şahsiyettir.Bazen o konuşurken yada yazılarını okurken seyyid kutup yaşasa herhalde bunları konuşurdu diye düşünüyorum.Kendisinin şuada Türkiyenin en populer alimleri arasında sayılmamasının en önemli iki nedeni vardır;
-Birinci neden: fikirlerini açıklarken İslami esaslardan asla taviz vermemesi ve cemaat, parti yada diğer güçleri esas alarak değil sadece ve sadece islamı esas alarak konuşması.(Bu tavır onun dünyavi olarak alacağı bir çok makamdan etmiştir.ancak tarih boyunca İslami esasları tavizsiz yaşayan tüm Müslüman alimlerinin kaderi de aynı olmuştur.)
-İkinci neden (her tavizsiz Müslüman gibi) yaşadığı sistemle ters düşen fikirleri olmuştur.Onun Allah vergisi yeteneği ile bilimsel birikiminin onda birine sahip olmayan nice insanların bakan, profesör olduğu düşünülerse bu görüşümün ne kadar haklı olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Yazdığı eserlerin bu gün en çok satan eserler arasında olması gerekirken hiçbir siyası görüş ve cemaat tarafından yada medya tarafından destek verilmediğinden satışları maalesef sınırlı kalmıştır. (çünkü bu eserler okunduğunda görülecektir ki gerçekten alanlarında yeni fikirler üreten tekrar olmayan orijinal düşüncelerden oluşmuş büyük emek ve birikim gerektiren eserlerdir.)
Yazdığı eserlerden olan sadece “Nebevi Zühd”ten bahsetmek istiyorum.Bu kitap gerçekten alanında yazılmış tek kitap.Çünkü günümüzde tasavvufla ilgili yazılan kitaplar ya tasavvufu aşırı yücelten bu sebeple bir kısım hurafeleri içeren tarzda oluyor yada tasavvufu küfürle suçlayan ön yargılı tarzda oluyor.Söz konusu kitab ikisini de yapmamış tasavvufu İslam esaslarına göre tarafsız ve tavizsiz bir şekilde irdelemiştir.Bu kitabı okuduktan sonra ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Esas ana düşüncem şu vefat etmiş büyük alimlere tabiî ki gereken değeri vereceğiz ancak yaşayan bu büyük İslam alimine de gereken önemi en azından kitaplarını okuyarak çevremize tanıtarak vereceğiz.Onun buna kişisel olarak ihtiyacı var mı Allahu alem yok çünkü inanıyorum ki o Müslümanların bilinçlenmesi için elinden gelen her şeyi yaptı ve daha da önemlisi yapmaya devam ediyor.
(Kendisinden özür diliyorum.Çünkü onun gibi bir şahsiyeti benim edebiyat seviyemle doğru olarak ve layıkıyla anlatmak mümkün değildir.Siz site sakinleri için en doğru yol onun eserlerini okuyarak onu anlamaya çalışmak olacaktır.)
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Nebevi Zühd kitabından keşfe (keramete) bakışı anlatan kısa bir alıntı;
"Bazı tasavvuf erbabı keşfi Kuran ve sünnet dışında bir bilgi kaynağı olarak görür ve bazı şeyhlerin sözlerini peygamber sözü gibi algılar.Halbuki keşf vahye uygun düşse bile sahibini bağlar…keşf olayı insana bazen istidrac yoluyla geçebilir.İstikametten saparak kendilerine verilen olağanüstülük denemesiyle kişiler keşif sahibi olabilirler.Bu açıdan doğru bir ölçü olarak keşfin varlığını değil, eylemlerin kuran ve sünnete uygunluğunu almak gerekir."
Nebevi Zühdden önemli bir alıntı daha
"Günümüzde ise ilmi konulardan yoksunluk, ekollerin kendilerini yenilemeyip eskinin mirasını bilinçsiz bir şekilde konmaları, müslümanlarının üretim ve tüketim hayatından kopup, hayat içinde örnek bir zühd hayatı oluşturamayışları, islami hareket anlayışından kopuklukla beraber, bazı ekollerin sağ sol politikalara ucuz oy deposu olmaları, eleştiri noktalarını oluşturmaktadır."
İşte budur Mehmet SÜRMELİ hoca çağımızın büyük alimlerinden derken bunu kasdediyorum.yukarıdaki metnin güzelliğine bakarmısınız Türkiyedeki tarikatların içler acısı durumunu harbi bir şekilde kıvırmadan islami ölçüler içerisinde bir kaç cümle ile ne kadar güzel özetlemiş.bence bu cümleler türkiyedeki bütün tarikatların kapısına astırılmalı ve anlatana ve onlar da anlıyana kadar kaldırılmamalı.
yukarıdaki metinde (nebevi zuhd kitabından alınan alıntıda) bir cümle ile mükemmel şekilde özetlenen konuyu site sakinlerinin dikkatine sunmakta fayda var;Mehmet SÜRMELİ hocam Türkiyedeki tarikatların içler acısı durumana aşağıdaki 3 hususla dikkat çekmiştir.
1-Günümüz tarikatları çağımıza göre kendilerini yenilememişler yeni fikirler üretmemişler eskiyi tekrar kolaylığı içine düşmüşler (hatta eskinin yanına bir kısım huraferleri de sokmuşlar)
2-Gerçek hayattan kopuk bir hayat sürmüşler kendilerine has bir tavır sergileyerek içinde bulundukları ekonomiye yön vermek yerine o ekonominin içinde boğulmuşlar.(sufilerin yaşadıkları ekonominin tüketim anlayışında değil islam esaslarının ortaya koyduğu tüketim anlayışını yaşayarak örnek teşkil etmeleri gerekirken)
3-Türkiyedeki islami harekete hiç bir katkı sunmamışlar.Tam tersine siyasetin onları yönlendirmesine izin vermişler ve ucuz bir oy deposu haline gelmişler.
düşünebiliyormusunuz belkide kendi tasavvufu içerisinde seyrusulukunu tamamlamış, bir çok kerametler göstermiş bir tarikat lideri türkiyedeki islami harekete katkıda bulunmuyor tam tersine bir sağ partiye (faiz sistemini savunan bir partiye) muridlerini yönlendirebiliyor.bu muritler onun olağanüstü kerametlerini gördükleri için hiç tereddütsüz sağ bir partiye oy verebiliyor islami hareketlere kötü bakabiliyorlar.öyleyse bu seyrusuluku tamamlamak tarikatta üst mevkilere gelmek çok anlam taşıyor mu ?
 

tükk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
3
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
31
S.A Sayın sürmeli sözleriniz bir nüslümana yakışıcak şekilde yazılmıştır.Sizinkonunuza üye oldum BEN FERHAT tanıştıgımıza men mun oldum
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
Dr Mehmet Sürmelinin Tevhid Risalesi isimli kitabından şirkin çeşitleri ile ilgili kısa bir alıntıyı dikkatlerinize sunmak istiyorum:
Şirki Takrib:Sahte ilahların kendilerini Allaha yaklaştıracağına inanma.Cahiliyet putperestleri özellikle bunu iddia ediyorlardı.Vasıta ilahın kendisine tapınma söz konusuydu.Bazı alim ve fazilet ehli insanlardan istifade etmeyi ifrat bir tavır ortaya koyarak buna benzetmemek lazım.Onlar sadece öğretmenden başka bir şey değillerdir.
Şefaat Umma Yoluyla Düşülen Şirk Kuranda şefaat konusu bir çok ayeti kerimede değişik ifadeler ile anlatılır.Bu konuda düşüncemizin sıhhatli olabilmesi için şöyle inanmalıyız:şefaat haktır.Rabbimiz Kelime-i Tevhide gönülden iman eden kişiler için dilediğine şefaat izni verebilir.Fakat mutlak anlamda yetki Allaha aittir.Onun izni olmadan kimse şefaat edemez.Şefaatin bir başka tarafı daha vardır.O da kişilerin putlara kendi inanışlarına göre büyük saydıkları adamlara meleklere Allah katında şefaatçi olsunlar diye tapınmalarıdır.Bu durumun olumsuzluğu Kuranda bir çok ayette görmekteyiz….
 

bilal habeş

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 May 2009
Mesajlar
13
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
53
SAHABENİN KUR’AN ANLAYIŞI
DR. MEHMET SÜRMELİ

Allah’ın peygamber göndermediği hiçbir toplum yoktur.
“Durum şu ki: Halkı habersizken, Rabbin hak¬sızlıkla ülkeleri helak edici değildir.” En’am 6/131.
“Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten son¬ra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya ka¬dar onları saptıracak değildir. Şüphesiz, Allah her şeyi çok iyi bilendir.” Tevbe 9/ 115.
“Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygam¬berleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez.” Yunus 10/47
“Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edecek değiliz.” İsra 15/15
“Andolsun ki, biz, "Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının" diye her millete, bir peygamber gön¬derdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı için de sapıklığa düşmek hak oldu. Yeryüzünde gezin de görün, yalanlayanların sonu nasıl olmuştur!” Nahl 14/ 36.
“Biz seni müjdeleyici ve uyarıcı olarak Hak ile gönderdik. Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı bu¬lunmuştur.” Fatır 35/ 24.
“Biz, ibret olsun diye hiçbir memleketi, u-yarıcıları olmadan, yok etmemişizdir. Biz zalim değiliz.” Şuara 26/ 208-209.
Bu peygamberlerin bazısına ilahi kitap verilmiştir. Kitapların hacmi ve içeriği toplumun ihtiyacına göre Allah Teala tarafından belirlenmiştir. İlahi kitaba mazhar olan peygamberlerden biri de son peygamber Hz.Muhammed’dir (sav.) O’na gönderilen kitabın adı da Kur’an- Kerim’dir. İnsanlar ve ilahi emirlere muhatap olan cinler için mutlak doğruyu gösteren bir emirler-yasaklar ve değerler manzumesidir.
“Bu bütün insanlığa bir açıklamadır; takva sa¬hipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür.” Ali İmran 3/ 138.
"Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun."
32. Allah'ın davetçisine uymayan kimse yeryü¬zünde Allah'ı âciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'dan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apa¬çık bir sapıklık içindedirler.” Ahkaf 46/ 31-32
Müminler içinse özellikle hidayet kaynağıdır. Allah’ın çeşitli zamanlarda hayata müdahalesi olan vahiy, hayata katılmadıkça ve yaşamın merkezine alınmadıkça insanın Allah katında bir değerinin olmadığını Kur’an şöyle haber vermektedir:
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ حَتَّىَ تُقِيمُواْ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ
“De ki: ‘Ey ehl-i Kitap siz, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni tam olarak uygulamadıkça hiçbir şey değilsiniz.”Maide 5/68
İnsanın bir kimlik kazanmasına vesile olmak iddiasındaki bu ilahi kitabın okuma biçimi dahil tüm özelliklerini işlevsel anlamda yine Kur’an’ın kendi içerisinde buluyoruz. Hz.Peygamber, Kur’an’ı yaşadığı çağın insanlarına; ilk muhataplarına tebliğ etmiştir. Bu bağlamda şunu hemen vurgulamak gerekir ki, Kur’an, Allah’ın hem kelamı hem de hitabıdır. Birincil muhatap olarak başından sonuna kadar Hz.Muhammed’e sav. hitap eder yahut da ondan söz eder; fakat hiçbir zaman ona şahsi düşüncesini söyletmez. Birçok özelliğiyle beraber Kur’an’ın ilahi olma vasfının en önemli belirtisi, insanlık tarihi içerisinde öncekilerle sonrakiler arasındaki bağı dile getirmesidir.
Önceki toplumların durumunu bildiren, yaşanan olaylara çözümler üreten Kur’an’ı okuma ve açıklama görevi şu ayette olduğu gibi Hz.Muhammed’e sav. verilmiştir. :
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü’minlere büyük bir lütufla bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”Al-i İmran 3/164 Ayetten anlaşıldığına göre peygamberin, ayetleri okumak, insanları ayetlerle zihnen ve ruhen arındırmak, kitabın bilgisini ve hayata katılmasını öğretmek temel görevidir. Hz.Peygamber (sav) bu görevini belirli bir coğrafyanın kültürel ortamında ve insanlarla birlikte gerçekleştirmiştir. Onunla aynı inanç etrafında bir araya gelerek, daimi bir beraberlik oluşturan bu coğrafyanın ve kültürün insanlarına sahabi denilmektedir. Onlar, Hz.Muhammed’in (sav) Kur’an2ı anlama ve hayata taşıma eylemine şahit olan arkadaşlarıdır.
Peygamberle sürekli bir beraberlik kuran bu ilk halka, Kur’an’ı, hayatı yorumlamada en önemli ve birincil kaynak olarak kabul etmiştir. Yemen’e vali olarak görevlendirilen Muaz b. Cebel’e, orada kendisine herhangi bir olay arz edildiğinde, meselenin çözümünü neye göre yapacağı Hz.Peygamber tarafından sorulunca, cevaben: “Önce Allah’ın kitabına göre” demiştir. Hatta sahabenin, vahyin bağlayıcılığına olan inançlarından dolayı zaman zaman peygambere, içtihadi konularda görüş belirtirlerken; “Eper konuyla ilgili vahiy varsa başımız gözümüz üzerine” demeleri de onların Kur’an’a bakışlarıyla ilgili önemli bir ipucudur.
Sahabenin Kur’an anlayışının temel özellileriyle ilgili şu tespitleri yapmak mümkündür:
1. Kur’an ayetlerinin inişini (nüzul ortamını ve esbab-ı nüzulü) müşahade etmişlerdir.
2. Müslüman bir toplumun oluşumuna ve gücüne tanıklık etmişlerdir.
3. Kur’an’ın dilini çok iyi bilmeleri sebebiyle dil konusunda sorunları olmamıştır.
4. Fikirlerini serbestçe ifade etme imkanına ve bilmediklerini bizzat Hz.Peygamber’e (sav) sorarak öğrenme imkanlarına sahip olmuşlardır.
5. Sahabiler Kur’an’ı çok özlü olarak anlamışlar ve insanı yoracak ayrıntılara girmemişlerdir.
6. Öğrenmiş olduklarını anında hayatlarına katmışlardır.
7.Ayetlerin ve genelde Kur’an’ın ruhuna aykırı ifadelerden kaçınmışlardır.

Kur’an’ı bu ölçüler içerisinde anlayan sahabenin örnek imanı, Allah ve Rasulüne olan mutlak itaatleri, emir ve yasaklara olan saygıları Kur’an’ı daha kolay, daha sade bir yapıda anlamalarını sağlamıştır. Kur’an’ı aracısız olarak işiten, Hz.Peygamber’in (sav) uygulamalarını gören bu insanlar Kur’an’ı uygulamaya yönelik bir şekilde anlamışlardır. Daha sonraki nesiller ise anlama konusunda ortaya koydukları kendi ilkelerinin mahkumları olmuşlardır.

Allah yaratmış olduğu tüm varlıklarla iletişim halindedir. Kurulan bu iletişim sayesinde evrende bir düzen vardır. Allah’la insan arasındaki iletişim de yine vahiyle gerçekleşmiş ve Yüce Allah seçtiği insanlarla konuşmuştur. Bu süreç Hz.Adem’le başlamış ve son peygamber Hz.Muhammed’e kadar kesintisiz devam etmiştir. Kur’an’a göre bugünde vahyi okumak, düşünmek, anlamak ve hayata katmak şeklinde Allah-insan irtibatı sürekliliğini korumaktadır.
Hz.Peygamber’in (sav) sahabileri de vahyi Allah’la haberleşmek olarak algılıyorlardı. Onun vefatı üzerine çok üzülen ve gözyaşlarını günlerce tutamayan Ümmü Eymen adlı hanım, “Seni peygambere bu kadar ağlatan nedir?” diye sorduklarında o şu cevabı vermiştir: “Ben de biliyorum ki, Resulullah ölecektir. Ben, onun irtihaline değil vahyin artık bizden kesilmesine ağlıyorum.” Hz.Peygamber’in (sav) tüm sahabileri biliyorlardı ki, vahiyle birlikte yaşamak bizzat Allah’la yaşamaktır. Çünkü vahyin tecellisi olan Kur’an, Allah’ın indirilmiş kitabıdır. İnsanın nefsine, kalbine, fikrine ve ruhuna yöneltişmiş kelamıdır.
Allah’ın kullarıyla vahiy şeklinde irtibat/iletişim kurmasından amaç; insanın yaratıcısıyla ve evrenle olan çok yönlü ilişkilerin yüksek şuurunu onda uyandırıp, vicdanını biçimlendirip, kendi nefsine karşı uyanık kılmaktır. Bu izahtan sonra şu tespiti yapabiliriz; Kur’an’ın ilgi merkezi insan ve insanın ıslahıdır. Bu bakımdan Kur’an’ı, felsefi bir materyal, edebiyat, bilim, kıssa ve tarih bilgisi kitabı olarak ele almamak gerekir. Kur’an Yüce Allah’ın bütün varlıklara yaratılış düzenine uygun hareket etme tarzlarını bildirmek için gelmiş bir kitaptır.

Kitaptan bir bölüm...
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
DİN ÖĞRETİMİNİN KUR'AN'DAKİ İLKELERİ
Dr. Mehmet SÜRMELİ

Sözlük anlamı olarak din; borç vermek, borç almak, borçlu kılmak anlamlarına geldiği gibi, itaat, ceza, boyun eğme manaları da vardır. Kulluk, hesap, kaza, siyaset, âdet, hal, kahır, hizmet, bir kişiye müsahhar olmak, kanun, tarz, yol, millet ve örf kelimeleri de dinin sözlüklerdeki karşılıklarıdır. Bütün bu kelimelerin yakın karşılıkları olarak, din terimi Kur’an-ı Kerim’de; hesap günü, ceza hukuku,bir ülkedeki geçerli yasalar, kıyamet saati9 itaat edilen kurallar, yaşanılan hayat tarzı, batıl inançlar ve Mutlak Din İslam anlamında kullanılır. Kur’an-ı Kerim’deki din kavramının bireysel ve toplumsal fonksiyonlarını gözönünde bulundurarak yeni bir tanımlamaya gidersek din; hayatı, Allah’ın istekleri doğrultusunda anlamlandırmaktır. O’nun istekleri bize Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in modelliğinde yansımıştır. Dolayısıyla, Kur’ansız ve Hz. Muhammed’siz (s.a.v) doğru bir dinin olması bizler için mümkün değildir. Kur’an dışı bir din bulunsa bile, kabul edilmeyeceğini Allah (c.c) haber vermiştir.

Kaynağı Allah (c.c) olan ve orjinal halini devam ettiren bir din; hayatın her yönünü kuşatıcıdır. İnsanı, ergenlik sürecinden ölümüne kadar denetimine aldığı gibi, gönülden bir bağlılıkla hayatının hiçbir alanını da dışta bırakmaz. Kur’an, en büyük mücadeleyi hayatın bir kısmının anlamlandırılmasını “Allahsız” yapan; müşriklere karşı vermiştir. Çünkü onlar, özellikle hayatın genişlik alanında faal bir ilah kabul etmiyorlardı.
Hayatı düzenlemek için Allah’ın (c.c) Hz. Adem’den beri göndermiş olduğu bütün din(ler)in ortak adı İslamdır. Değişmeyen tevhidi yasalarda kurallar aynen korunduğu gibi, evrensel ahlaki kurallardaki müşterek ilkeler de korunmuştur.Allah ’ın (c.c) göndermiş olduğu gerçek dinin mesajlarındaki ortaklıkla ilgili şu ayet oldukça manidardır. "Ve bir zaman, (ey) İsrailoğulları, (sizden) şu (konularda) kesin taahhüt almıştık: ’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz; akraba ve ebeveyninize, yetimlere ve fakirlere iyilik yapacaksınız; bütün insanlarla güzellikle konuşacaksınız ve karşılıksız yardımda bulunacaksınız..." İnsanlara Allah (c.c) tarafından gönderilen hakiki bir dinin bazı temel özellikleri vardır. Bunlar; hedefte, kaynak ve metotta rabbanilik, insanilik (insana gelmiş olmak), kapsamlılık, aşırılıklardan uzaklık (vasatlık), gerçekçilik, açıklık, itikadî esaslarda sabitlikle içtihadî konulardaki esnekliği birleştirmektir. Tüm bu özellikleri içerisinde barındıran ilahi bir dinin ana konusu da; yeryüzünde Allah’a (c.c) itaati gerçekleştirmektir.
Allah Teala’ya itaat ve ibadetin mükemmel bir bilinçle; O’nu görüyormuşçasına insanda gerçekleşmesine, kişinin örnek bir şahsiyet olabilmesi için Allah merkezli bir eğitim ve öğretimden geçmesine din öğretimi diyoruz. Allah’a (c.c) kulluğu gerçekleştirmek için tüm Peygamberler böyle bir öğretim ve eğitim faaliyetini ümmetlerine uygulamışlardır. Çünkü din öğretimi ve eğitimi şu ayeti kerimeye göre Peygamber(ler)in esas görevlerindendir: "Allah, mesajlarını onlara iletmek onları arındırmak ve onlara ilahi kelamı ve hikmeti öğretmek için içlerinden bir elçi çıkararak mü’minlere lütufta bulunmuştur; halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı." Ayette hem dini talimi/öğretimi hem de hikmet/ dinin pratiği, uygulaması kısacası; din eğitimi peygamberin asli görevlerinden birisi olarak verilmiştir.

İslam’daki din öğretimi ve eğitiminin keyfiyetini Hz. Peygamberin modelliğinde Ayet ve Sünnet kaynaklı ele almak zorundayız. Bu da şu anlama gelir: İslam’da din öğretim ve eğitimi alanında dinin içtihadi alandaki esnekliğinden de hareket ederek bir proje ortaya koyacak olursak; geçmiş peygamberlerin uygulamalarından, Kur’an’ın nüzul döneminden ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) öğretim ve eğitim faaliyetlerinden ana ilkeler noktasında ayrılamayız. Sonraki dönem Müslümanlarının çalışmaları ve "hikmet mü’minin malıdır" hükmünce vahiyden referans alan, başka toplumların İslâm’a aykırı olmayan çabalarını da din öğretiminde değerlendirmek zorundayız. Bütün bunların sonunda mutlaka ciddi ve hayati önem arzeden ürünler ortaya çıkacaktır. Böyle bir çalışmanın hacminin büyüklüğü bu kısa yazının harcı değildir. Gelecekte var olmamız ve varlığımızı müslümanca devam ettirebilmemiz de buna bağlıdır. Çünkü bu çalışmanın amacı; ’Allahın istediği insan tipinin oluşturulması ve hayatta çoğalmasıdır. Müslüman neslin varlığını sürdürmesidir. Bir özeleştiri olarak ifade edersek, Müslümanlar henüz bu alanın önemini gereğince kavrayamadıkları için din öğretimine gerekli ciddi yatırımı yapmamaktadırlar. Bunun sonucu olarak da müslümanların dini kurumları bile hayatın tüm alanlarında Hz. Peygambere benzeyen model insanı, hakiki insanı üretmiyor.

Tekrar başa dönersek Hz. Muhammed (s.a.v)’in öğretim ve eğitim çalışmasının örnek alındığı yeni bir modeli, başta alan uzmanlarının gayretleriyle ortaya koymak gerekir. Bu çalışmayı yapacak olanların göz önünde bulundurması gereken bazı temel prensipler vardır ki, bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

1- Hz. Peygamber (s.a.v), Allah (c.c)’ın dinini insanlara öğretirken, tam bir takım çalışması yapmaktaydı. Kendisi en büyük sorumlu olarak, deyim yerindeyse takımın başında duruyor ve ihtiyaç alanlarını belirliyor ve kadrolar oluşturuyordu. Seçtiği kadroda birtakım nitelikler arıyor ve özellikle onların geçmişlerinde ve yaşadıkları zaman içinde iticilikten uzak olmalarına özen gösteriyordu. O, ağır yük hastalığı dediğimiz bir öğretim modeli seçerek, bazı insanları eğitim faaliyetlerinde ezmiyordu. Kabiliyetlere göre tam bir görev paylaşımı vardı.

2- İslami öğretimde Peygamberimiz hedeflerini belirlemişti. Kur’an’a göre günahkar, itici, üretmeyen ve insânî fonksiyonlarını yerinde kullanmayan insan hatalı bir üründür. Hiç umulmadık bir zamanda helak olabilir. Peygamber (s.a.v)’in amaçladığı insan; vahiyle donanan ve sorumluluklarının bilincini kuşanarak Allah (c.c) bilincini zihninde tutan ve bu bilinci eylem olarak hayata yansıtabilen insandır. Bu tip insanların çoğalabilmesi için Peygamberimizin iki hedef kitlesi vardı. Birisi, Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey insanlar...” diye hitabedilen herkes. Başta da İslam’ı din olarak kabul etmeyenler. İkincisi ise; İslam’ı kabul eden kişilerde nitelik artırma yönünde yapılan çalışmalar. O her iki kitleyle de kendini öldürürcesine yoğun bir şekilde uğraşıyordu.
3- Eğitim ve öğretimde önceliklerin iyi belirlenmesi gerekir. Tüm Peygamberlerin davetinde konuyla ilgili tümel kurallar olduğu gibi, Kur’an’daki değerler sistemi de öğretim faaliyetlerinde önceliklerin tesbiti açısından çok önemlidir. Eğer biz Kur’an-ı Kerim’deki Lokman (a.s) kıssasından yola çıkarak din öğretimindeki öncelikleri belirlersek karşımıza şöyle bir tablo çıkar:
a) Din öğretimini ehliyetli kişiler yapmalıdır.
Bu öğretim belli bir usül dahilinde yapılmalıdır.
c) Din öğretiminde öncelikli konu Allah (c.c)’tır. Tevhidî konular ilk başta ele alınmalıdır.
d) Tevhidî konulardan sonra ahlakî konulara ağırlık verilmelidir. Anne-baba hakkı dahil tüm insanların hukuku gözetilmelidir.
e) İnsanlara kamil anlamda bir murakabe/ ihsan bilinci kazandırmalı ve tüm olaylara bakışta Allah (c.c) hesaba katılmalıdır.
f) Allah’la (c.c) en büyük iletişim olan namaza devam sağlanmalıdır.
g) Kötülüklere karşı tavır bilinci ve iyilikleri egemen kılma anlayışı acilen kazandırılmalıdır.
h)İnsanlara hizmet etmenin en büyük erdem olduğu kavratılmalıdır.

4-Eğitim ve öğretimde kuşatıcılık esastır. Toplumun tüm kesimleri; kadın, erkek, çalışan, çalışmayan, şehirli, köylü, yakın ve uzak herkes çalışma planının içine alınmalı. Özellikle de çocuklar ihmal edilmemelidir. Çünkü Peygamber Efendimiz, aile çevresindeki çocuklar konuşmaya başlar başlamaz Furkan Sûresinin ikinci ayetini onlara öğretmek suretiyle İslamî eğitimin kapsamı içerisine almıştır. Dinî öğretimi kitlelere ulaştırmada çağdaş teknolojiden faydalanma ihmal edilmemelidir.

5- Öğretim zamanları; öğreticiler ve öğrenenler tarafından kısa ve uzun vadeli olarak iyi tesbit edilmelidir. Zaman en güzel şekilde hep ileriye doğru gelişmeci olarak kullanılmalı. Özellikle döngüsel zaman kullanımından kaçınılmalıdır. Amaçlar gerçekleşmediğinde kişilere daha fazla efor sarfetmenin farz-ı ayn olduğu öğretilmelidir.

6- Zamana uygun, gerekli teknolojik donanımdan istifade edilecek, sağlık ve öğrenme açısından mükemmel öğrenim yerleri tesis edilmelidir.

7- Eğitim ve öğretim projesi kişilere hem bir aidiyet duygusu kazandırmalı hem de kişiye güven / izzet temin etmelidir. Ezilmiş, korkak ve kompleksli insan tipi yerine; onurlu, kendinden emin ve olaylar karşısında kendisini ifade edebilen bir tip eğitimin esası olmalıdır.

8- Hayali bir din öğretimi ve eğitimi yerine gerçekçi bir eğitim projesinin hazırlanması gerekir. Geçmiş hesaba katılmalı, akıl iyi kullanılmalı ve günümüzün, ülkemizin meseleleri iyi bilinmelidir. Eğer ülkemiz insanının sorunlarına çözüm aramaz ve onların sorunlarına çözümler üretme konusunda ciddî davranmadığımız zaman hayali bir inancın peşinde koşmuş oluruz. Sorun çözmez, sorun olursak kimse inancımızı ciddiye almaz. Hz. Muhammed (s.a.v)’in ciddiye alınmasının ve kitleleri yanına almasının hikmeti; insanların sorunlarını çözmede yatıyordu.

Sorunları çözebilen bir din anlayışı ve ekiple, bir din öğretimi projesi hazırlandığında İslâm yeniden bütün insanlığın umudu olacaktır. Kur’ân’ın belirttiği gibi, hakimiyet konumuna gelecek28 ve mahkûmiyetten kurtulacaktır. Çünkü İslâm’ın hem Mekke dönemi hem Medine döneminin doğasında problemleri zamana uygun biçimde çözme ve evrensel mesajlar; ilkeler koyma esası vardır. Bunu yeniden kavradığımız gün yapacağımız yeni projelerle ülkemize yabancı olmaktan da kurtulmuş olacağız.



--------------------

"İnsanlık, dünya sisteminin kuşatması altındadır. Dünya sistemine karşı alternatif bir hayat tarzını gerek dinî metinlerinde gerekse kültüründe barındırmayan Yahudi ve Hıristiyan milletinin sistemle itikadi ve ameli bir sorunu yoktur. Hatta sistem, kendi ürünleridir. Bu sistem, baskın dünya siyasetinin etkisi ile müslümanlara dayatılmaktadır. Birçok uluslar arası toplantılarda kendi amentülerini deklare eden dünya sistemi, bu amentüye uymayan İslam milletini hizaya getirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bu çerçevede; daha seküler ve daha liberal bir hayat tarzına zorlanan müslümanlar; insanı aşan tüm aşkın değerlere karşı da pozitivist bir yaklaşıma zorlanmaktadırlar. Neticede, hayatın gerek genişlik gerekse uzunluk alanlarında batılı gibi düşünmeye ve yaşamaya başlayan müslümanlar (!) iman alanlarını yüzdelemektedirler. Allah’ın (c.c) varlığını kabul etseler bile birlik alanında O’nu hayatlarına karıştırmamaktalar ve siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi ve eğitim alanlarında Allah’a rağmen bir hayatı tercih etmektedirler. Kur’an-ı Kerim’i ilahi kitap, Hz. Peygamberi elçi olarak kabil etseler bile Kitab’ın ve Peygamber’in yol göstericiliğini pratikte kabul etmemektedirler. Buna göre; hayatın genişlik alanına hitabeden ilahi hükümleri zamanın ve mekânın dışına atmak dinde aşırılık değil midir? Dinde aşırılık dinin özüne yapılan ya ekleme veya çıkarmadır."(DR MEHMET SÜRMEL
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
KUR'AN'DA RESULÜLLAH (S.A.V.)
DR.MEHMET SÜRMELİ

Bir Müslüman olarak, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayeti kerimeyi her okuyuşta Peygamberimizi gereği gibi tanıyamayışımdan dolayı hep utanmışımdır. Sizlerin de aynı duyguyu yaşayabilmeniz için önce ayetin muhtevasına bakalım:
“Bizim kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu çocuklarını tanır gibi tanırlar. Kendilerini hüsrana uğratanlar, işte onlar inanmayanlardır.” (En’am, 6/20)
“Kendilerine Kitabı verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla birlikte içlerinden bir grup bilip durdukları halde yine de mutlaka hakkı gizlerler.”(Bakara.2/146)
Ayet bir yönüyle Peygamberimizin geçmiş ümmetler tarafından tanındığını haber verse de, bir yönüyle O’nun Yahudi ve Hristiyanlar tarafından öz çocukları gibi ayrıntılı olarak bilindiğini de haber vermektedir. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir; “En iyi tanıdığımız insan kadar Peygamberimizi tanıyor muyuz?” Kendisi hayatın her alanında ve anında üsve “Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü ümit eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için, Rasulullah’ta güzel bir örnek vardır.”(Ahzab.33/21), model olan bir insanı, kendi öz benliğimizden daha iyi tanımalıyız ki; pratiğimizi O’na benzeterek kendimizi ateşten koruyalım. Ehli kitaptan birisinin tanınmasında başka sebepler mutlaka vardır, ama bizim de rehber olarak O’nu tanımaya ve hayatını güncelleştirmeye her an ihtiyacımız vardır.
Peygamberlerin ve Peygamberimizin gönderilmesi, onların hayatı yönlendirmede öncü olup İslam toplumlarının örgütlemeleri ve bu yapılanmayla tarihin seyrini değiştirecek önemli olayların gerçekleştirmelerinin adı; “Eyyâm’ul-lah’tır.” Peygamberimizin doğumu da, risaleti de, mücadelesi ve başarıları da “Eyyâm’ul-lah’tır.” Yani; Rabbani lütufların bol olduğu, insanlığın nimetlere gark olduğu; Allah’ın günleri. Doğumunu ve risaletini eyyâm’ul-lah’tan saydığımız Peygamberimizle ilgili anma programlarına baktığımız zaman, O’nun hayatının canlılığını yansıtmadığı gibi bu hayat, yaşanabilir bir model olarak da güncel olarak sunulmamaktadır. Daha açık bir ifade ile söylersek; Hz. Peygamber’in hayatını, hayatımızın genişlik boyutunda mektepleştirerek ve kurumlaştırarak yaşamıyoruz. Bu konuda ülkemiz dahil İslam dünyasına da Hz. Peygamber’in hayatını tüm sosyal ilimlere uyarlayan, sünnetten istifade etmeyi prensip edinen özgün, ciddi çalışmalar da henüz çok az. İdeolojik ve seküler düşünceler toplumumuzu muhafaza ve İslami olmayan piyasada küfür virüsü taşıyan neslimizi koruyabilmek için başta Kur’an-ı Kerim sonra da hadis-sünnet külliyatı olmak üzere Peygamber Efendimiz’i insanlığın hayatına acilen taşımak zorundayız. O’nun dünyaya bakış tarzı dünya görüşü olarak tercih edilmedikçe ve O’nun pratiğine bağlı bir proje uygulanabilir olarak ortaya konulmadıkça insanlık, özelde de Müslümanlar hep hüsranda olacaktır.
Peygamberimizi gereği gibi tanıyamamaktan dolayı utanma duygusundan bahsetmiştik. Bu eksikliği tedavi etmek için siyer kitapları yerine önce O’nu Kur’an’dan tanıyalım. Kur’an’da Peygamberimizi değişik yönleriyle tanıtan yüzlerce ayeti kerime var. Biz önce bu ayetler grubundan Peygamberimizi fonksiyonel olarak tanıtan ayetler grubuyla O’nu öğrenmeye başlayalım:
1- Bir Öğretmen ve Eğitimci Olarak Resulüllah: Kur’an-ı Kerim’in dört yerinde Resulüllah’ın eğitimcilik ve öğreticilik vasfı ile ilgili olarak ayrıntılar verilmiştir.
“Rabbimiz! Onların (müslüman olan zürriyetimin) arasında kendilerinden onlara ayetlerini okuyan, onlara Kitabı ve hikmeti (sünnet, dini bilmek, dinde fakih (derin bilgi ve kavrayış sahibi) olmak ve ona uymak) öğreten, onları (şirk ve isyandan) arındıran bir peygamber gönder. Çünkü Sen Azizsin, Hakimsin.”(Bakara.2/129)
“Nitekim aranızda içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi (şirkten ve günahlardan) arındıran, size Kitabı ve hikmeti (helal ve haramı) öğreten, bilmediğiniz şeyleri (Şeriatı ve ahkamını) size bildiren sizden bir Peygamber gönderdik.”(Bakara.2/151)
“Andolsun ki Allah mü’minlere, içlerinde kendilerinden ayetlerini okuyan, onları tertemiz eden, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar gerçekten apaçık bir sapıklık içinde idiler.”(Al-i İmran.3/164)
“O, ümmiler arasında kendilerinden, onlara karşı O’nun ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitabı ve Hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki daha önceden apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cuma.62/2)
Allah Teâlâ, Peygamberini sadece halka Kur’an’ı okumak üzere göndermemiş, O’nun risaletiyle şu üç şeyi daha hedeflemiştir: Resulüllah, insanlara Kur’an’la ilgili her şeyi öğretsin, Kitab’ın kavramlarını ve O’nun pratiğini kavratsın, insanlığı gerek bireysel gerekse toplumsal olarak eğitsin. Yani, talim ve terbiyeyle onların bireysel ve toplumsal kötülüklerini gidersin. Onlara güzel ahlak ve fazileti yerleştirerek hepsini güzel hasletlerle donatsın. Böylece en güzel toplumsal düzeni geliştirsin. (Mevdûdî, Sünnetin Anayasal Niteliği, sf.56)
2- Kitabullah’ın Açıklayıcısı Olarak Resulüllah:
“(Onları) apaçık delillerle ve kitaplarla (gönderdik). Sonra da Zikr’i (Kur’an’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye.” (Nahl.16/44)
Kitab’ın hükümlerini, bu hükümlerin pratiğini ve bazı devirlerde çeşitli azaplarla helak olanları7 bizlere ancak Peygamber (a.s) açıklayabilir. (Alusi, Ruhul-Meâni, VII, 389) Peygamberin risaletini kabul edip açıklama görevini kabul etmemek mümkün değildir. Böyle bir durumda risalet fonksiyonel olarak inkâr edilmiş olur.
3- Bir Lider ve Örnek Alınacak Kişi Olarak Resulüllah:
“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resulü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab.33/21)
Hem bizzat kendisi hem de kendisinde bulunan özellikler vasıtasıyla uyulacak bir önderdir.(Zemahşerî, Keşşaf, III, 515) Ayeti kerime de Teâlâ, O’nu insanlığa model olarak ilan etmiştir.
4- Kanun Açıklayıcısı ve Uygulayıcısı Olarak Resulüllah:
“O Peygamber ki, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor...”(Araf.7/157)
O, insanlara daima en güzeli emretmiş ve başta da düşünce kirliliği olmak üzere tüm kötülükleri yasaklamıştır. Çünkü her türlü murdar/pislik Sünnetullah’a göre Allah’ın azabını çeker. Allah’ın rahmetini elde etmek için bu doğal yasalara kulak vermek zorundayız. (Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV, 63)
5- Kadı-Yargıç Olarak Resulüllah:
Yüce Allah Kur’an’da birkaç defa Hz. Peygamber’i bir kadı-hâkim olarak görevlendirdiğini ifade buyurmuştur. Nitekim şu ayet de buna delalet etmektedir:
“Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab’ı indirdik.” (Nisa.4/105)
Kur’an açısından; Allah’ın ve Resulü’nün hükmünden yüz çevirip hevâ kaynaklı fikirlere, ideolojilere göre hüküm istemek münafık eylemidir. Böyle bir nifak eylemini şu ayet haber vermektedir.
“Allah’ın indirdiğine ve Rasüle gelin denilirse münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini görürsün.”(Nisa.4/65)
6- Bir Yönetici-Devlet Başkanı Olarak Resulüllah:
Kur’an’ın bir çok yerinde gayet açık olarak Hz. Peygamber’in Allah tarafından tayin edilen bir yönetici olduğu ve bir peygamber olarak Hz. Allah’ın bu görevi kendisine verdiği bildirilmiştir.(Mevdûdî, a.g.e, 56-60) Diğer Peygamberler gibi Peygamberimiz de kendisine itaat olunması için gönderilmiştir. Şu ayet bu durumu izah ediyor:
“Biz gönderdiğimiz Peygamberi Allah’ın izni (onayı) ile itaat olunsun diye gönderdik.” (Nisa.4/64)
Öyle bir itaat ki; Müslümanlığı kabul ettikten sonra seçme hakkın olmadığı itaat:
“Allah ve Resulü bir şeye hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkekle mümin bir kadın için kendi işlerinde muhayyerlik hakları yoktur. Allah ve Resulü’ne karşı gelen muhakkak açık bir sapıklık etmiş olur.”(Ahzab.33/36)
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
KUR'AN'I NASIL OKUYALIM, NASIL ANLAYALIM , NASIL YAŞAYALIM Yazar: Mehmet SÜRMELİ
Klasik tefsir usûlü kitaplarımız Kur’an-ı Kerim’i şu şekilde tanımlamışlardır: Hz. Peygamber’e (s.a.v) indirilmiş olan, mushaflarda yazılan, tevatüren nakledilen ve içerisinde beşer sözünün olmadığı mucize olan ilahi kelamdır.1 Bazı tariflerde ise; “Tilavetiyle (okunmak suretiyle) ibadet olunan” ifadesi vardır.2 Farklı bir tarif ise şöyle yapılmıştır: “Allah Teala’nın Cebrail vasıtasıyla Rasûlü Muhammed b. Abdullah’ın kalbine indirdiği, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile biten iki cilt arasında bir araya getirilmiş ilahi bir kitaptır. Lafız ve manası ile Allah (c.c) tarafından gönderilmiştir.3 Yukardaki tariflere baktığımızda yoğunluk; O’nun indiriliş biçiminde, kime ve nasıl geldiğinde, sonraki dönemlere naklediliş şeklinde ve lafzıyla ibadet edilişinde odaklanmaktadır.

Almış olduğumuz tariflerin hiç birisinde, Kur’an’la ilgili tüm ayetler göz önünde bulundurularak fonksiyonel bir tanım yapılmadığı gibi, Kur’an’ın müslüman olduğunu söyleyen bir insanın hayatındaki mutlak bağlayıcılığı da vurgulanmamıştır. Kendi kendisini en iyi tanıtan Kur’an’ın sayfaları içerisine açıldığımızda, O’nun yapılan tariflerden çok daha farklı özelliklerinin olduğunu görüyoruz. Tüm bunlara göre O; kendisinin yaşanılmasıyla kimlik kazanılan4, hayata uygulanmak üzere gönderilen5, insanın bütün varlık alanına hitabeden6, önüne geçilmemesi gereken7, mü’min olduğunu kişi itiraf ettikten sonra onun karşısında seçme hakkının olmadığını vurgulayan8, herkese ulaştırılması istenen9, tüm insanlara en doğruyu gösteren10, üzerinde düşünülerek değerler üretilmesi ve üretilen değerlerin paylaşılması şart olan11, insanlığı aydınlığa çıkarmak için gönderilen12 en büyük zikirdir. Fiziki olarak evimizde bulunan Kur’an; hayatımıza katılmak suretiyle mesaj evrenselleştirilmiyorsa, bu durum Kur’an-ı Kerim’i hayattan kovmaktır. Bu duruma düşenleri Hz. Peygamber’in Allah Teala’ya şikayet edeceğini şu ayetten öğreniyoruz: “Ve (o gün) Rasül: “Ey Rabbim” diyecek. Kavmimden (bazıları) bu Kur’an’ı terkedilmiş bir (kitap) olarak bıraktılar.”13 Kur’an-ı Kerim’in insan hayatına müdahale eden, mutlak doğruyu gösteren ve hitabının bağlayıcılığını belirten onlarca ayet göstermek mümkündür. Tanımlarda bu durum gösterilmediği için birçok müslüman(!), Allah’a (c.c) inandığını söylemesine rağmen Kur’an’ın rehberliğini fiilen kabul etmektedir. Bu yanlış anlayışta az da olsa yapılan eksik tanımların etkisi vardır.

İslamî teşrî’in birinci kaynağı14 olan bu Kitab’ın tanımında verilen; “tilavetiyle ibadet olunan” kısmı da İslam toplumlarında yeterince anlaşılmamıştır. Kur’an açısından çok özel bir manası olan “tilavet”, kıraat kelimesiyle karıştırılmıştır. Bir kimsenin peşine düşmek, izinin üzerine basarak takip etmek olan tilavet15; anlam üzerinde yoğunlaşarak bazan kıraatta, bazan da hükümde uymak/tabi olmaktır. Allah tarafından indirilen Kitab’a tabi olmaya (içeriğini yaşamaya) verilen özel bir addır. Tilavetin özel anlamıyla ilgili tarihi bir olayı hatırlatmakta fayda var: Hz. Peygamber döneminde bazı kimseler Kur’an’ı konuşma diliyle yani, kelime sonlarının seslendirilmesine riayet etmeden okuyorlardı. Peygamber (s.a.v) bu tarz okumayı menetmiştir. Diğer bazı kimseler de mekanik bir iş yaparmış gibi pek çabuk okuyorlardı ki; bu gibi kimseler tamamen tefekkür ederek ve murakabeye vararak az fakat layıkıyla okuma hususunda uyarılmışlardır.17 Üzerinde yoğunlaşarak, sonuçlar çıkarıp üretilen değerleri paylaşarak tilavet18 Kur’an’da bizlere tanıtıldığı gibi, böyle bir okuma biçiminin “tertil” olduğunu da yine Kur’an’dan öğreniyoruz.19 Acele etmeden20, yavaş yavaş, anlamını düşüne düşüne, huzur ile, mahreçlere riayet ederek ve okuduğunu açıklayarak tilavet etmektir tertil.21

Kur’ân-ı Kerim’i okuma konusunda insanımızın okuma biçimlerini iki bölümde ele almak mümkündür:



1- Ölü okuma

(Kırâatün Meyyitetün):

Bu okuma; nasların arkasına, maksatların nüfuz edemeyen bir okumadır. Amacı; söylenende durmak, ileriye gitmektir. Bu okuma, taklit mantığı ile nasların okunmasına gayret eden şerhlerde ve özel bir şekilde de şerhin şerhlerinde somutlaşmaktadır. Bu okuma, fikrin donuklaşma ve taşlaşmasını veya toplumun duraklama ve düşüşünü tesis eder. Bu okuma literal/lafzî bir okumadır.



2- Canlı okuma

(Kırâatün Hayyetün):

Hareket noktası; keşf ve sonuna dek araştırma, gayesi; yaratma ve yeniliktir. İşte bu okuma, zahire takılıp kalmaz. Nasların arkasındaki hedefleri ve maksatları ortaya çıkarmaya önem verir.22

Tilâvet dediğimiz okuma türü, canlı okumanın karşılığıdır. Çünkü; Kur’an-ı Kerim’in tarifindeki “lafzıyla ibadet olunan” ifadesinin hayatımızda anlam kazanması; lafızda yatan mananın uygulanmasıyla mümkün olur. İnsan, tüm namaz ayetlerini okusa namaz kılmış olmaz, tüm zekat ayetlerini okusa zekat vermiş olmaz, tüm cihad ayetlerini okusa cihad etmiş de olmaz. Bu durumda, “tilâvetiyle ibadet olunan ibaresinden” iki şey anlamak mümkündür. Birincisi; kişinin okuduğu şeyi niyetli olarak ve Allah Teala’nın rızasını kazanmak için Resûlüllah’ın örnekliğinde hayata geçirmesidir. Tilâveti böyle anlarsak vahiy bir değer kazanmış olur. İkincisi de; tilâvetin ibadet olmasının nedeni, Allah’ın (c.c) korumuş olduğu İslam vahyini devam ettirmek içindir. Çünkü, eski dönemlere ait vahiyler, insanların ihmali ve vahye müdahaleleri sonucu veya daha başka nedenlerden bozulmuştur. Biz, Kur’an’ı tilâvetle emrolunduk. Ancak, tilâvet ile manayı birbirinden ayırmak doğru değildir.23 Kur’an’ı Kerim; nazm ve manânın ortak adıdır.24

Nazm ve mananın ortak adı Kur’an olduğuna göre bu manâyı açmak ve Allah’ın (c.c) maksadını anlamak zorundayız. Manayı kavramanın iki yolu vardır. Birisi kendisiyle indiği dili mükemmel bilmek. Diğeri de Risalet döneminin bilinmesidir ki; Kur’anın anlaşılması için gereklidir.25 Bu dönemde Rasûlullah’ın uygulamaları ve sahabenin yaklaşımı Kur’an’ın anlaşılmasına ışık tuttuğu için çok önemlidir.

Kur’an’ın anlaşılmasına etki eden temel iki faktörden dil üzerinde kısaca durmakta fayda var. Çünkü, manâların tam anlaşılması dildeki incelikleri bilmeye bağlı olduğu için, bunlar öğrenilmeden de Kur’an’ın muhteviyatının tam hakkı verilemez. Bu yüzden ne kadar çok Arap olmayan müslüman düşünürler ve eğitim görmüş kişiler, mümkün olduğu kadar kendilerini Kur’an’ın dili ile donatırlarsa o kadar iyi olur.26 Böyle bir tavsiyenin sebebi; Arapların, konuşmalarında ve şiirlerinde hakikat, mecaz, tasrih ve kinaye, îcaz, itnab gibi edebi sanatlar kullanmalarıdır. Bundan dolayı Kur’an, Arab’ın kullandığı edebi sanatları daha yüksek ve edebî bir şekilde kullanmıştı. Arap dili ve üslûbu ile nazil olan Kur’anı, ilk muhatapları, kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları kısımları bu hususta en yetkili zat olan Hz. Peygamber’e (s.a.v) sormuşlardı.27 Sahabenin bile Kur’an’ı anlama seviyesinde dil bilgilerinin önemli bir yeri vardı. Dil bilmekten kasıt; genel anlamda “Arap dili” değil, “Kur’an’ın nazil olduğu dönemde konuşulan Arap dili”dir.28

Arap dilini bilmekten kasdın Rasûlullah (s.a.v) zamanı Arapçası olduğunu vurgulayan Mısır’lı bilgin Emin el-Hûlî (v. m.1966), eldeki mevcut Kur’an sözlüklerinin bile Kur’an’ı anlamada yetersiz kaldıklarını şöyle ifade etmektedir: “Bu sahada sahip olduğumuz en büyük lügatlardan, İbni Manzur el-Mısrî’nin “Lisanu’l-Arab”ı bile, çağdaş lügatçıların dediği gibi, zaman itibariyle birbirine uygunluk arzetmeyen bilgilerin bir araya getirilmesi ile yazılmış olan bir eserdir. Bu sebeple, eserde birbirlerinden bir kaç asır farklı devirlerde yaşamış olan kimselerin metinleri yan yana zikredilmiştir. Mesela, dördüncü hicrî asrın başlarında yaşamış olan İbnü Düreyd (v. h. 321) ile, hicrî yedinci asrın başlarında yaşamış olan İbnü’l-Esir (v. h. 606) yan yana zikredilerek, birincinin dil ile ilgili sözleri ile, ikincinin dînî sözleri mezcedilmeye çalıştırılmıştır. Yine meselâ, “el-Kamusu’l-Muhît” bildiğimiz gibi, birbiriyle uyumu olmayan, ayrı ayrı ve birbirine zıt kültürlere ait bilgilerin özetidir...”29 Bu kanaatleri buraya almamızın sebebi, konuyu zorlaştırmak değil, bilakis, anlama faaliyetinin ciddîliğini araştırmacılara kavratmak ve dil olgusunun önemini onlara izah etmek içindir. Resûlullah dönemi Arapçasından ve Kur’an usulünden yoksun yapılan çalışmaların “tahrif” türü sonuçları, müslümanların iman ve amel alanlarında derin yaralar açmıştır. Böyle kötü sonuçların doğmaması için dil çok önemlidir.

Kur’an-ı Kerim’i anlamada dil kadar önemli bir faktör de tarihtir. Tarih’ten kasıt, nüzul sürecinde Resûlullah’ın açıklamaları, uygulamaları ve ilk muhatapların yaklaşım biçimleridir. Kur’an’ı bizzat tilâvetle görevlendirilen30 Hz. Peygamber (s.a.v), onun öğretiminden, hayata aktarımından da sorumluydu. Bizzat Kur’an-ı Kerim, Kur’an’ı yaşamayanları Peygamber Efendimizin Allah’a (c.c) şikayet edeceğini31 haber vermektedir. Kitabı yaşamamanın adı; Kur’an’ı “mehcur etmek”tir. Hadis-i Şerif’de bu durum şöyle dile getirilmiştir: “Her kim Kur’an’ı öğrenir de, mushafını açar, ilgilenmez ve bakmazsa kıyamet günü Kur’an gelir, yakasına sarılır: Ey Rabbim, bu kulun mehcur tuttu. Aramızda hükmünü ver” der.32 İbn Kayyim (v. h. 751) ise “mehcur” etmeyi; Kur’an’ın hükümlerine başvurmamak olarak yorumlar. Pratikle beraber okumanın her iki türünün; kıraat ve tilâvetin Hadislerde teşvik edildiğini görüyoruz. Kıraat; tilâvetin ilk basamağı ve öncüsüdür. Doğru okumanın kurallarını öğrendikten sonra kişi kendini geliştirmeli ve Kur’an’ın anlam dünyasına açılmalıdır. Kıraat konusunun başlagıç olduğunu belirlememizin amacı; zaman zaman, sadece yüzüne Kur’an-ı Kerim okuyan insanımızın elinden mana bilinmiyorsa Kur’an’ının alınmak istenmesidir. Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.v); “Kur’an-ı Kerim okumak kendisine güç geldiği için kekeleyerek de olsa okuyanlara iki sevap” olduğunu müjdelemiştir.33 Aynı bağlamda; “Allah’ın Kitabından kim ki, bir harf okursa onun için on sevap vardır. Ben, “elif, lâm, mîm” bir harftir diyorum.”34 Ayrıca, Hz. Muhammed (s.a.v): “Sizden biriniz çarşıdan veya bir işini bitirip döndükten sonra yatağına yaslanınca hiçbir şey onu Kur’an’dan üç ayet okumaktan engellemesin”35 buyurmak suretiyle mü’minleri Kur’an kıraatine teşvik etmiştir. Bir gecede her kim yüz ayet okursa onun gafillerden olarak kaydedilmeyeceğini36 bildirmesi de Resûlullah’ın Kur’an kıraatine verdiği önemle ilgilidir.

Kur’an’ı Kerim öğretimine ve ona göre hayatın anlam kazanmasına önem veren Hz. Peygamber’in (s.a.v), Kur’an’la ilgili faaliyetlerini şöyle sıralayabiliriz: Ezberlemek, anlatma ve tebliğ, açıklamak ve yorumlamak, tatbik ve icrâ etmektir.37 Tüm bu sayılanları gerçekleştirmek için Hz. Peygamber çalışmasının kapsamına toplumun bütün fertlerini almıştır. Onlar için öğrenim kurumları oluşturmuş ve bu meyanda; H. II. yılda Mehremütü’nü Nevfel’in evinde tesis edilen ve Daru’l-Kurrâ adını taşıyan bir mektep kurmuştur. Kuba Mescidi ve Mescid-i Nebevî’den ayrı dokuz mescidi daha Kur’an öğrenimine tahsis etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in emri üzerine her sahabe komşusunun evini mektep olarak kullanıyordu.38 Evlerimizin belki de zor durumlarda fonksiyonel kullanımıyla ilgili mesaj veren Rasûlullah (s.a.v), mescidinin bir bölümünü de Kur’an öğrenimine ayırmıştı. Buraya “suffe” denmektedir.39 Hatta Medine’li cömert sahabe Sad b. Ubade (r.a), bu mektepten seksen kadar öğrencinin iaşesini karşılardı. Kur’an öğretiminden kadınları da mahrum etmeyen Hz. Peygamber (s.a.v), haftanın bir gününü kadınlara ayırmıştı. Hanımlardan Hz. Aişe (r.a) ve Hz. Hafsa (r.a) eğitimin bizzat içindeydiler. Verilen bu Kur’an eğitiminin sonunda yaklaşık yirmi kadar hukukçu hanım yetişmişti.40

Kur’an öğretimiyle yakînen ilgilenen Hz. Peygamber aldığı vahyin anlaşılmasını ve kitlelere ulaşmasını istiyordu. Eğer vahiy hayata müdahele ederek sorunları çözmezse, inandırıcı da olamazdı. İnandırıcı bir dinin önderi olan Hz. Peygamber (s.a.v) şartlara göre hem Mekke’de hem de Medine’de insanların meselelerini Kur’an’a göre çözüme kavuşturuyordu. Kur’an’daki tümel hükümlerden yola çıkarak insanlığın problemlerine çözüm bulmak isteyenlerin birincil sorunu, Kur’an’ı anlamaktır. Lafzîliteral okuma üzerinde de duran Peygamber (s.a.v) ağırlığı anlamaya vermiştir. Anlama konusunda meclisler tertip edip kurumlar oluşturmayı şu Hadislerinde teşvik etmiştir: “Bir topluluk Allah’ın (c.c) mescidlerinden birinde toplanır; Kur’an tilâvet eder, birbirlerine onu öğretirlerse üzerlerine sekînet iner, Allah’ın rahmeti onları kaplar ve melekler onları kuşatır. Allah (c.c), kendine yakın kıldıklarının yanında onları anar.”41 Kur’an okumalarından istifade edip, rahmeti elde edebilmek için; “kalplerin ona istekli olduğu zamanda okumak gerekir.”42 Çok hızlı okumak suretiyle anlamdan uzak kalan bir okuyuşu Abdullah b. Mesud (v. h. 34), şiir türü bir okuma olarak nitelendirirken,43 Peygamber Efendimiz de üç günden kısa süreli hatimlerden bir şey anlaşılmayacağı için arkadaşlarını uyarmıştır.44
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
İnsanların hak yoldan sapmamaları için “kendisinden sonra sarılmamız gereken iki kaynaktan birincisi olan Kur’an”45 üzerinde yoğunlaşılarak değerler üretilmesi gereken bir kitaptır. Her türlü olayın ayrıntısını Kur’an’da arayıp, bulamayınca da Peygamberin gidişatını referans kabul etmeyenleri Resûlullah kınamıştır.46 Bu demektir ki, Kur’an’daki tümel hükümlerden evrensel mesajları sürekli üretmek zorundayız. Ayetlere işlerlik kazandırmak için değil de; subjektif bir yaklaşımla insanlar birbirini yenmek için ayetleri toslaştırınca, bu durum kınanması gereken bir haldir. Böyle kötü bir hadisenin, yani; ayetleri çarpıştırmanın sebebi, her türlü ön kabulü Kur’ana söyletmek hastalığından kaynaklanmaktadır. Bugün bile Kur’an-ı Kerim’e subjektif yaklaşım, onun anlaşılmasına engel olan en büyük hastalıklardan birisidir. Peygamber (s.a.v)’de bu konuda şu evrensel mesajını vermiştir: “Resûlullah, Kur’an ayetleri üzerinde münakaşa eden birilerini işittiğinde onlara şöyle buyurdu: Sizden önceki insanlar, Allah’ın kitabının bir kısmıyla bir kısmını toslaştırdıkları için helak oldular. Allah’ın kitabının bir kısmı bir kısmını tasdik edici olarak inmiştir. Birbirini yalanlamak için değil. Ondan birşey biliyorsanız söyleyin. Bilmiyorsanız, bilen insanlara, alimlere havale ediniz.”47

Ümmetini Kur’an-ı Kerimle eğiten Hz. Peygamber (s.a.v) sonuçta Kur’an’la düşünen, yaşayan ve değerler üreten bir toplum oluşturmak istiyordu. Böyle bir toplum oluşturabilmek için de Kur’an’ı anlamak ve hayata katabilmek cazibeli hale getirilmeliydi. İşte bu anlayışın bir sonucu olarak Rasûlullah (s.a.v.), toplumsal önderlikleri en iyi Kur’an bilenlere, yaşayıp yorumlayabilenlere veriyordu. Mekke’ye vali olan Abdullah b. Haris hac mevsiminde yerine bir köleyi vekil bırakıp Hz. Ömer (r.a.) de ‘niçin böyle yaptın; diye sorunca şu cevabı vermişti: “O kişi köle de olsa; Kitab’ı en iyi okuyan, farzları en iyi bilendir.”48 bu cevabıyla Abdullah b. Haris (r.a.) ve onun atamasını kabul eden Hz. Ömer (r.a.) Allah Rasûlü’nün yolunda olduklarını kanıtlamışlardı. Değil hayatta insanlar öldüklerinde bile Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşında en iyi Kur’an bilenleri mezara önce koymuştu.49 Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in örnek davranışlarını ihya eder; bu anlayışı kendi hayatımıza katabilirsek yeniden yeryüzü önderliğinden bahsedebili
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
KELİME-İ TEVHİDİN ŞARTLARI


Kur’an-ı Kerim tağut kelimesini Allah’a karşı gelen, onun kullarının hakimi ve maliki olduğunu iddia eden ve kendilerine kul olmaya zorlayanlar için kullanır. Hakka, hakikate ve imana karşı gelen Allah’ın kulları içi çizdiği şer’i sınırları reddeden her şey tağuttur.1 Tağutluk üç derecede tecelli eder:

1-Eğer bir kimse kendisinin Allah’ın kulu olduğunu kabul eder fakat pratikte onun emirlerinin aksini yaparsa buna fasık denir.

2-Bir kimse Allah ile irtibatını koparır ve başka birine bağlanırsa o zaman kafir olur.



3-Eğer bir kimse Allah’a isyan eder ve onun kullarını kendisine boyun eğmeye zorlarsa tağutlaşır.2

Tağutu inkar edip Allah’a iman etmek insanın her türlü sorumluluk ve hayattaki uygulamasında Hakk noktasından hareket etmesi anlamına gelir. Bu iman, derin anlamıyla Allah dışındaki her şeyi reddetmeyi; Allah’ın belirlediğinin dışında planlamaları ve programlamaları kabullenmemeyi ifade eder. İman eden bir insanın kalbinde Allah(c.) sevgisi ile tağut sevgisi asla bir arada bulunamaz.3 Tağutu inkar etmek imanın rüknü olduğundan dolayı iman ancak onu inkar etmekle sahih olur.

3-Endadı reddeder:Nid; cevherde ortaklık ve denkliktir.4 Çoğulu “endad”dır. Yüce Allah kendisine herhangi bir varlığın denk koşulmasını yasaklamış ve şu ayetiyle böyle bir davranışın haramlığını bildirmiştir. “İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp da ona ortak(endad) koşanlar vardır. Onları Allah’ı severcesine severler. Müminlerin ise Allah sevgisi daha güçlü bir sevgidir…”5 Müşrikler, önderlerini ve liderlerine kayıtsız şartsız itaat edip onların emirlerine ve yasaklarına göre hareket ederler. Allah’a itaat eder gibi itaat gösterip boyun eğerler.6 Bu davranış şirk sayılmış ve Allah Teala tarafından yasaklanmıştır. İmanın gereği olarak hiçbir varlığın Allah’a denk kabul edilmemesi istenmiştir. Mümin olmak ancak bu talebe uymakla gerçekleşir. Sadece inanç alanında değil hayatın hiç bir alanında hiçbir varlık veya kurum Allah yerine, hayatın merkezine konulmamalıdır.

4-Erbabı reddeder:İslam dinine göre mutlak anlamda rab yalnızca Allah Teala’dır. Rabb isminin anlam alanına bakıldığında bu önermenin doğruluğu daha açık görülür. Kuran- ı Kerim Allah’tan başka varlıkların hem rablik iddialarını apaçık bir inkar olarak değerlendirir hem de rububiyyet iddiasındaki sapkın insanlara bağlanmanın yanlışlığı üzerinde durur. Çünkü rabb; varlıkların her türlü maslahatlarını üstlenen7, benzeri olmayan efendi, verdiği nimetler ile mahlukatın durumlarını ıslah eden, yaratma ve emretmenin sahibi8, terbiye eden, idare eden, kemale erdiren, in’am eden, kayyım, bir şeyin üzerinde hak sahibi olandır.9 Tüm bu sayılanlar mutlak anlamda Allah’a özgüdür. Bu sebeple yüce Allah, hakkında yanlış kanaat sahibi olan müşriklere kendisini Mekki ayetlerde er-Rabb ismiyle tanıtmıştır. Bu ismin anlamını iyi anlayan bir kimse ne hemcinsi olan başka bir insanı rabb olarak kabul eder10, ne bir monarkı; firavunu11, ne din büyüklerini12, ne de melekleri13.

Kuran-ı Kerim, kendisini insan hayatının yegane maliki olarak gören otoriteye tam teslimiyetin bir nevi kulluk olduğunu vurgulayarak müminleri böyle bir konuda dikkatli olmaya çağırmıştır. Bu nedenle de siyasi otoriteyi böyle bir çerçevede temsil eden firavun ile İsrailoğulları arasındaki ilişkiye çokça yer vermiştir. Firavun ve siyasi ekibine mutlak itaat gösteren kimselerin bu davranışlarının bir nevi tapınma olduğunu ifade eden Kuran müminlerden yaşadıkları dönemin yetke sahibi kişilerine karşı takınmaları gereken durumlarına dikkat çekmiştir. Sadece siyasilerin değil alimlerin de rab edinilmesini şiddetle reddeden İslam, onlara karşı da itaatle bağlılığın sınırlarını çizmiştir. Hz. Peygamber(s.), Mescid-i Nebi’de Tevbe suresinin 31. ayetini okurken Adiyy b. Hatem boynunda altın bir haçla çıkagelmişti. Resulullah’ın okuduğu ayetin anlamı şöyledir: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp hahamlarını;(Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa, bunlar ancak bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. Ondan başka ilah yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.”14Adiyy b. Hatem bu ayeti işitince Hz. Peygamber’e, “Biz, din adamlarımıza tapmıyoruz.”demiştir. Bunun üzerine Resulullah; “Din adamlarınız bazı haramları helalleştiriyor. Bazı helalleri de haramlaştırıyor. Siz de onlara tam bir teslimiyetle itaat ediyorsunuz ki işte bu, onları rab edinmek; onlara tapmaktır.”buyurmuştur.15 Din adamlarına ve alimlere kulluk onlara haddinden fazla bir kıymet vermek, hak olmayan fikirlerini, sözlerini, Hakk’ın emrinden çıkarılmayan şahsi görüşlerini, heva ve heveslerine uymanın mahsulü olan keyfi fetvalarının ve iradelerini revaçlandırmaktır ki bu durum, aynı zamanda şirktir. Onların Allah’ın emirlerine muhalif olduğu açık olan hatalarına bile itaati uygun görmek, kısacası Allah ne diyor diye düşünmeden Yüce Allah’ın emrine uymayı hesaba katmadan tabi olmak Allah’ı (c.) bırakıp başkalarına tapmaktır.16 Kelime-i Tevhidi bilerek tasdik ve ikrar eden bir Müslüman böyle bir yanlışa düşmez. Allah’a karşı oluşturulan her türlü rablik iddialarını reddeder.

Kelime-i Tevhidi kabul eden bir mümin önce gönlünü tezkiye eder. “Lâ” diyerek her türlü şirkten kalbini arındırır. Sonra da tahliye olan; itikadi ve ameli şirkten temizlenen kalbin Yüce Allah’a iman, itaat ve teslimiyetle süslenmesi gerekir. Bu durum Kelime-İ Tevhidi söyleyen bir müminin reddettiklerinin tam karşıtıdır. Yani, kelime-i tevhidi söyleyen bir müslümanın kalbinde ispat ettikleridir. Kelime-i tevhidin ispat ettiği şeyler şunlardır:

1-Sadece Allah’a Yönelmek:İman ve gereklerini yaşamada sadece Allah Teala’ya yönelip onun rızasını gözetmek esastır. Gönülden tevhide iman eden kimse hiçbir davranışında ikiyüzlülük, riyakarlık ve Allah’tan başkasının hoşnutluğunu aramaz. Bu durum aynı zamanda İslam’ın derinlik boyutudur. Dinin temeli; hayatın uzunluk ve genişlik boyutuyla beraber derinlik boyutunda da Allah Teala’ya tam bir teslimiyetle gerçekleşir. Bu durumu Yüce Allah şöyle açıklamıştır: “Halbuki onlara, ancak dini Allah’a özgü kılarak, Hakka yönelen kimseler olarak ona kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekatı vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru din budur.”17Dini Allah’a has kılmama gerek inançlarındaki samimiyetsizlik, gerekse amellerindeki riyakarlık nedeniyle münafıklara ait bir zelliktir. Onların bu riyakar davranışları Bakara Suresi, Âl-İ İmran Suresi, Nisa Suresi, Enfal Suresi ve özellikle de Tevbe Suresi ve Münafikun Suresinde gözler önüne serilmiştir. Müslümanın imanda ve amelde yalnızca Allah’ın rızasını gözetmesi istenmiştir. Hatta bu konuda ümmetini uyarmak için Hz. Peygamber Medine’deki Cuma namazlarının genelinde Münafikun Suresini okumuştur.

2-Allah’ı Sevmede İleri Gitmek:Allah Teala’yı sevmekle onun isteklerine göre hayata anlam vermek arasında doğru bir orantı vardır. Bu orantının somut göstergelerle kendini ifade etmesi gerekir. Aksi halde sevgi iddiası boş bir sözden ibarettir.

Bir çok insan, Allah’ı(c.)sevdiğini; O’na aşık olduğunu iddia eder. Aşk kelimesi islami literatürde pek geçmez. Fakat “aşk”ın sarmaşık anlamına gelen “ışk”tan türediğini düşünürsek sarmaşık herhangi bir şeyi sardığında onu nasıl istila ederse, Allah aşkı da insanı kuşattığı zaman hayatın her alanına Allah’la anlam vermeyi gerektirir. Hayatın genişlik alanında Allah’ın emirleri tecelli etmez ve bir ömür,Allah Resulünün sünnetiyle ihya olmazsa Allah sevgisinde n bahsetmek beyhudedir. Bu hakikati şu ayet çok net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Ey Resulüm! De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayan ve merhamet edendir.”18 Kavlen ve fiilen Resulullah’a muhalefet içermeyen bir hayat tarzı, Kuran’ın yaşanmış bir tefsiri olan sünnete ittiba Allah sevgisinin en samimi göstergesidir. Sünneti tevhidi, ibadi, ahlaki ve ictimai yönden davranış haline getirmeyen; çağ içerisinde öne çıkarılması gereken öncelikli sünneti belirleyip hayat tarzına dönüştürmeyen bir kimsenin Allah aşkı(!) samimi değildir.

Allah (c.) sevgisi hayatı “Allah merkezli” anlamlandırmakla mümkün olur. Bu durum hadis-i şerifte şöyle açıklanmıştır: “Üç şey kimde olursa imanın tadını kalbinde bulur: kişiye Allah ve Resulünün tüm varlıklardan daha sevgili olması;sevdiğini yalnızca Allah için sevmesi; küfre dönmekten ateşe atılırcasına nefret etmesi”19Allah’ı seven bir kimse farzları, vacipleri ve nafileleri gereği gibi yaparsa kendisi de Allah’ın sevgisini elde eder. Onun velisi olur; koruması altına girip ilahi dostluğu kazanır. Kutsi hadiste bu durum şöyle izah edilmiştir: “Kulum bana farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle yakınlaştığı gibi hiçbir şeyle sevgili olamaz. Ta ki nafilelerle bu yakınlığını daha da ilerletir ve ben onu severim. Onu sevdiğim zaman işiten kulağı olurum hakkı benimle işitir. Gören gözü olurum hakkı benimle görür…”20Yüce Allah bu kutsi hadiste farzları yerine getirmeden nafilelere yoğunlaşmadan Allah sevgisinden bahsetmenin doğru olmadığını vurgulamıştır.

3-Korku İle Ümit Arası Olmak:Allah’ın rahmetinden ümit kesmek veya azabından emin olmak müslümanca bir davranış değildir. 21 Allah’a ümitsiz olarak sırf korkuyla ibadet edenin şaşkınlığını artar, korku ve ümit olmaksızın muhabbeti öne çıkaranın amelleri iptal olabilir; korku, muhabbet ve ümitle ibadet edenin dindeki istikameti doğru olur.22 İnsan kulluk borcunu hakkıyla yerine getirse bile Allah’ın lütfu olmadan kurtuluşa eremez. Bu durum Peygamber ve ailesi için de böyledir. Nitekim Resulullah “Şükreden bir kul olmak için ayakları şişene kadar namaz kılmış”23

Dr. Mehmet SÜRMELİ
1 Kutub, Seyyid,Fi Zilal’i-l Kur’an, Beyrut, 1990,c.I,s.292

2 Mevdudi,Tefhim, c.I, s.331

3 Fadlullah, Hüseyin, min vahy’i-l Kuran, c.V, s.33

4 İsfahani, a.g.e, s.796

5 Bakara 2/165

6 Zemahşeri, Keşşaf, c.I, s.209

7 Isfahani, a.g.e, s.336

8 Taberi, Camiu-l Beyan,c. I, s.91-92

9 Yıldırım, Suat, Kuran’da Uluhiyyet Kavramı, Kayıhan Yay., İst, 1987,s.90

10 Bak:Al-i İmran3/64

11 Bak:Şuara 26/29

12 Bak:Tevbe9/31

13 Bak:Al-i İmran 3/80

14 Tevbe 9/31

15 İbn-i Kesir, Tefsiru’l Kuran-i’l Azim,Kahire, 1993, c.II, s.333

16 Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, İst, 1979, c.IV, s.216

17 Beyyine 98/5

18 Al-i İmran 2/31

19 Buhari,II, İman 9, c.I, s.9-10; Nesai,İman, c.8,s.96

20 Buhari, 81,Rikak 38, c.VII, s.190

21 Bak:Yusuf 12/87; Hicr 15/56; Ankebut 29/23; Fussilet 41/49

22 Sülemi, Hakaiku’t-tenzil, c.II, s.128

23 Musannef, Abdürrezzak, c.III, s.50; Müslim, 50, Sıfatü’l Münafikun, 18,Had. No:2820, c.III, s.2172


--------------------

"İnsanlık, dünya sisteminin kuşatması altındadır. Dünya sistemine karşı alternatif bir hayat tarzını gerek dinî metinlerinde gerekse kültüründe barındırmayan Yahudi ve Hıristiyan milletinin sistemle itikadi ve ameli bir sorunu yoktur. Hatta sistem, kendi ürünleridir. Bu sistem, baskın dünya siyasetinin etkisi ile müslümanlara dayatılmaktadır. Birçok uluslar arası toplantılarda kendi amentülerini deklare eden dünya sistemi, bu amentüye uymayan İslam milletini hizaya getirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bu çerçevede; daha seküler ve daha liberal bir hayat tarzına zorlanan müslümanlar; insanı aşan tüm aşkın değerlere karşı da pozitivist bir yaklaşıma zorlanmaktadırlar. Neticede, hayatın gerek genişlik gerekse uzunluk alanlarında batılı gibi düşünmeye ve yaşamaya başlayan müslümanlar (!) iman alanlarını yüzdelemektedirler. Allah’ın (c.c) varlığını kabul etseler bile birlik alanında O’nu hayatlarına karıştırmamaktalar ve siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi ve eğitim alanlarında Allah’a rağmen bir hayatı tercih etmektedirler. Kur’an-ı Kerim’i ilahi kitap, Hz. Peygamberi elçi olarak kabil etseler bile Kitab’ın ve Peygamber’in yol göstericiliğini pratikte kabul etmemektedirler. Buna göre; hayatın genişlik alanına hitabeden ilahi hükümleri zamanın ve mekânın dışına atmak dinde aşırılık değil midir? Dinde aşırılık dinin özüne yapılan ya ekleme veya çıkarmadır."(DR MEHMET SÜRMELİ)
 

gülhayranı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2009
Mesajlar
11
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
A- MUHAMMED SURESİ’NİN 19. AYETİNİN İÇERDİĞİ SÖZCÜK VE KAVRAMLAR
1-KELİME-İ TEVHİD
İnsanlar daha ruhlar âlemindeyken Allahuteala’nın hayatı yaratıp yönlendirmedeki eşsizliğini kabul etmişlerdi. İnsanların bu kabulleniş durumlarını ve Allah’la aralarındaki sözleşmelerinin ne şekilde olduğunu bizlere şu ayet-i kerime çok açık olarak haber vermektedir: “Rabbin, Ademoğullarından bellerinden zürriyetlerini almış ve : “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye onları kendilerine şahit tutmuştu. Onlar, “Evet buna şahidiz.” dediler…”1 Yaratılmışlardan hiçbirisi dışta kalmamak üzere Allah’ın (c.) “Rububiyyet”ini kabullendiklerini, bu ayette görüldüğü gibi ikrar etmişlerdir.2

Ruhlar âleminde kabul edilen Allah’ın birliği ilkesi, zaman içerisinde çeşitli olumsuzluklar nedeniyle unutulduğunda, Yüce Allah onlara bu ilkeyi hatırlatmak için peygamberler göndermiştir. Hz. Muhammed (s.) de, insanlar tevhid ilkesini unuttuklarında, onlara gerekli uyarıyı kendisine öğretilen üslup dahilinde öğretmiştir. Hz. Allah (c.), peygamberine bu hususta şu emri vermiştir: “Kesin olarak Allah’tan başka ilah olmadığını bil ve kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı için (Allah’tan) mağfiret dile! Allah dönüp dolaşacağınız yeri de varıp duracağınız yeri de bilir.”3 Ayet-i kerimedeki “bil ki”nin anlamı; Hz. Peygamber için tevhidi anlayış ve yaşayışa devamı4 ifade etse de, ümmetine mesaj olarak; her müminin imanını ilme’l-yakin basamağından Allah’ı görüyormuşçasına bir imanı kazanma seviyesine yükseltmesini içermektedir.5 Çünkü Allah’ı görüyormuşçasına bir imanda, hem kesinlik hem de imana şirk karıştırmama durumu vardır. Zira, bilgi temelinden yoksun insanların inanç sistemlerine şu ayette ifade edildiği gibi şirk bulaşmıştır: “Onların çoğu, Allah’a ortak koşmadan inanmazlar.”6 Kişi, Allah’ın yerleri ve gökleri yaratmada varlığını kabul etmekle beraber putlara tapınmak suretiyle yine de müşrik kalabilir. İbni Abbas’ın da belirttiği gibi, tevhidi iyi kavramayan kişi, Allah’la (c.) yarattıklarını birbirine karıştırır.7

Zihinsel açıdan bir kargaşa yaşamamak ve her gün defalarca tekrar ettiğimiz kelime-i tevhidi, “sağır” bir eda ile okumamak için içermiş olduğu kelimeleri, kavramları biraz açalım. Bilindiği gibi kelime-i tevhid iki bölümden oluşur. Birincisi; nefy (olumsuzlama) kısmı, ikincisi de isbat (kabul/ikrar) kısmı. Nefy bölümünde; Allah’tan başka tüm ilahları reddetmeye hazırlık teşkil etmek üzere, gönlü temizlemek için “la ilahe/ilah yoktur” sözcükleri vardır. Tevhidi daha iyi anlamak için “ilah” kavramını açmakta fayda vardır.

İlah: Tapınılan varlık anlamına gelen bu isim; “elehe”, “ye’lehu” veya “tefaul” biçimi olan “teellehe” den gelir. Mana bakımından ism-i mef’uldür.8 Kur’an-ı Kerim’de doksan altı yerde mücerred, on yedi yerde ise çeşitli muttasıl zamirlere muzaaf olarak gelir. İki defa ikili, otuz üç defa da çoğul durumundadır. İbadet etme işi, özellikle “abede” fiiliyle ifade edilmiş, ibadetin özel durumları ise yerine göre başka fiillerle açıklanmıştır. Marife olarak el-ilah hiç varid olmamıştır. Mücerred olarak kullanıldığında genellikle, Arapçadaki tekid ve hasr üslublarından olan nefy-isbat cümlesi içinde yer alarak tanrının ancak Allah olduğunu gösterir.

İlah kelimesi gerçek bir tanrıya isim olmakla beraber, Arapça’da; genel anlamda tanrı için kullanılan cins ismi durumunda bulunduğundan dolayı batıl tanrılar hakkında da kullanılır. Gerçek ilah olmasa bile, çeşitli kimseler tarafından tapınmaya konu edilmiş olan her varlık bu kelime ile gösterilebilir. Buna rağmen, Kur’an-ı Kerim’de, çoğunlukla gerçek ilah hakkında kullanılmış, batıl tanrılar için oldukça az kullanılmıştır. Allah bu kelimeyi batıl tanrılar hakkında, ya müşriklerden nakil ya da onlara izafe ettiği sözlerde getirmiştir.9

Kur’an-ı Kerim, mutlak ilah olarak Allahuteala’yı bizlere isim ve sıfatlarıyla tanıtırken korunup herhangi bir şekilde onların etki alanlarına girmememiz, Allah’ın (c.) otoritesini herhangi bir kişi veya kurumla paylaştırma yanlışlığına düşmememiz için, bizlere batıl tanrıları da tanıtmıştır. Kur’an-ı Kerim’e göre bunlar; şeytan10, insanın tutkuları11, cinselliği ön plana çıkarmak suretiyle tapınılan kadın12, sevgi ve saygıda kendilerine karşı insan üstü davranışlar sergileyen din adamları13, kendilerine mutlak itaat edilen oligarşik bir zümre14, kendisini tanrı olarak ilan eden monark15, çeşitli maddelerden şekil verilerek yapılıp sonra da karşısında prestij edilen sembolik eserler16, yaratılış sınırlarını aşan ve insanları kendine ibadete zorlayan tağutlar17 ve cinlerdir.18

Kur’an-ı Kerim, yaratılmış ve varlığını devam ettirmek için başkasına muhtaç olan bu varlıkları tanıtırken kelime-i tevhidin isbat kısmını oluşturan; “ancak Allah (c.) vardır” önermesinde de Allahuteala’yı tanıtmıştır. Bu tanıtım; Allah’ın (c.) isim ve sıfatlarıyla olmuştur ki buna, tevhid-i ilmî denir. Zaman zaman da, yalnızca ona ibadet edip ondan başkasına ibadeti terk etmeye çağırır buna tevhid-i iradî denir. Kısacası, Kur’an-ı Kerim’in tümü, tevhid, tevhid ehlinin hakları, onlara övgü ve şirk ehlinin kötülüğü, onlara verilecek cezalar hakkındaki19 ilahî bildirilerden ibarettir.

Kur’an-ı Kerim’de, isim ve sıfatlarıyla tanıtılan “Allah” lafzayıcelal’i; özel bir isimdir ve “Hak” olan ilaha delalet eder. “Esmayıhüsna” dediğimiz, Allahuteala’nın en güzel isimlerinin hepsinin anlamını kapsamı içerisinde bulundurur.20 Lisan bakımından, Lafzayıcelal’in bir takım özellikleri vardır. Bu ismin ikili ve çoğul hâli yoktur. “Allah” lafzı, bütün Kur’an-ı Kerim’de 2697 defa geçmektedir. İslami geleneğin sıralamasına göre, ilk kırk surede “Uluhiyet”, “Allah” isminden daha çok muzaaf durumuyla “Rabb” ismi getirilerek ifade olunmuştur. Kur’an-ı Kerim’in tümünde ifade olunan “Allah” isminin, Mekkî ve Medenî surelere dağılış nisbeti, yaklaşık şöyledir: Mekkî surelerde %35-40, Medenî surelerde %60-65 oranındadır.21 Mekkî surelerde “Allah” isminin daha az kullanılmasındaki sebep; müşriklerin de Allah’ı (c.) var kabul etmelerine22 rağmen Onu fonksiyonel olarak kabullenmemişlerdir. Müşrikler, Allahuteala’yı, “âlemi yarattıktan sonra “istirahate çekilen bir varlık, bir ilk muharrik” olarak kabul etmişlerdir. Bu düşüncelerinde daha çok Aristo felsefesi etkindi. Bu açıdan Kur’an-ı Kerim, Mekkelilere Allah’ı (c.), fonksiyonel olarak tanıtan “Rab” ismiyle anlatmıştır.

Rab: Kelime olarak fail için müstear olan bir mastardır. Kur’an-ı Kerim’in geldiği sırada, bu kelime Arapçada; “İtaat olunan efendi23, herhangi bir durumu düzelten kimse, bir şeyin maliki” anlamlarını ifade ediyordu. İslam’da ise “benzeri olmayan efendi, verdiği nimetleri ile mahlukatın durumlarını düzelten, yaratma ve emretmenin sahibi24” demektir. Ayrıca; malik25, terbiye eden, idare eden, kemale erdiren, in’am eden, kayyim, bir şeyin üzerinde hak sahibi olan manalarına da gelir.26 Dil bilimciler, “terbiye” etmekten geldiği söylenen Rab kelimesini, “bir şeyi kemaline ulaştırıncaya dek yavaş yavaş geliştirmek” şeklinde de tanımlamışlardır. Bu meyanda şunu ifade etmek gerekir ki mutlak anlamda Rab, varlıkların her türlü maslahatını üstlenen Allahuteala’dır.27 Terbiye etmek vasfıyla diğer işlevsel özelliklerini bir araya getirerek bir tarif ortaya korsak; Rab: İstila, inayet, tedbir, zabt, tasarruf, telkin, irşad, teklif, emir, yasaklama, rağbetlendirme, korkutma, iltifat etme, azarlama gibi terbiyenin bütün gereklerine sahip, kuvvetli ve en mükemmel bir terbiyeci demektir.28

Rab kelimesi marife olarak “er-Rab” şeklinde, yalnız Allah hakkında kullanılır. Bazı İslam bilginleri, “er-Rab” isminin Allah’tan başkasına itlakında lügavi değil, dinî engel görürler. Kelimenin Kur’an-ı Kerim’de kullanılış biçimi ise şöyledir: Rab ismi, “Allah” lafzayıcelalinden sonra uluhiyyeti belirtmek için Kur’an-ı Kerim’de en çok kullanılan bir isimdir. (970 defa). Fiil olarak yalnız iki defa varid olmuşken mastar olarak hiç örnek yoktur. Rab isminin çoğulu “erbab”, dört yerde Allah’tan başka tanrı gibi ibadet olunan, tanrılaştıran varlıklar için kullanılmıştır. Kullanılan ayetlerin biri Mekkî, diğerleri Medenî olup ehlikitap hakkındadır.29 Kur’an-ı Kerim, Rab kelimesini, ilk vahiyden itibaren, insanlara ait zamirlere muzaaf olarak kullanmıştır.30

Mekkî surelerde “Rab” isminin daha çok kullanılmasında Allah’ı fonksiyonel açıdan daha iyi tanıtma gayesi yatmaktadır. Çünkü müşrikler, yakın komşularının –Bizans- etkisinde kalarak Aristocu bir ilah anlayışına sahip olmuşlardır. Mekkeli müşrikler de evreni yaratıp sonra da mahlukatı kendi hâline terk etmiş “emekli ilah” düşüncesi egemendi. Kur’an-ı Kerim, Rab isminin derinliğinde var olan anlamları zihinlere yerleştirmek suretiyle düşüncede tevhidî bir devrim yapmak istemiştir. Buna binaen Mekkî surelerde bu ismin çok kullanılması oldukça anlamlıdır. Fonksiyonel tanıtım zihinlerde karar bulunca, “Rab” ismi yerine lafzayıcelalin daha çok kullanılmaya başladığını görüyoruz. Burada bir ilgi kuracak olursak modern insan da Allah’ı antik cahiliyyeden farklı anlamamaktadır. Yaratmada onu kabul edip hayatın düzenlenmesinde vahye kısmi bir şekilde yer vermek veya hiç vermemek suretiyle politeist (çok tanrılı) bir hayatı tercih etmektedir. Hayatı yönlendirmede icat edilen tanrı-insan(lar) mutlak otoritenin sahibi yapılarak kişiler rububiyyet makamına çıkarılmaktadır.

Yaratmada Allah’ı kabul etmek kişinin Müslüman olması için yeterli değildir. Yaratma ve emretmenin31 arası açılır, birincisi Allah’a verilirken emretme bir başkasına yetki olarak tanınırsa bu davranış şirktir. Kur’an-ı Kerim, bize koyu müşriklerin bile Allah’ı yaratıcı olarak kabul ettiklerini haber vermektedir: “De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Onlar; ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: ‘Peki, siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?”32 Müşrikler de, ilk yaratılışın Allah tarafından başlatıldığını ve ilahların bunda dahlinin olmadığına inanıyorlardı. Onlar, ölümden sonra tekrar dirilmeyi ve Allah’ın rububiyetini kabullenmiyorlardı.33 Bilgi kaynaklarında vahyin olmayıp olaylara rasyonel veya sansualist bakışları onları hem inkâra hem de bağnazlığa sürüklemiştir.

Allah’ın rububiyetteki tekliğini tevhidin vazgeçilmez şartı olarak öne süren İslam, insana daha önceden vermiş olduğu bir sözünü hatırlatmaktadır: “Hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine şahitler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk demişlerdi. (Bu), kıyamet günü: ‘Biz bundan habersizdik’ dememeniz içindir.”34 Allah’ın yapmış olduğu bu teklifi kabullenmek fıtrattır.35 Teklifin kabulünde veya reddinde ruhun tanıma konusundaki fonksiyonunu unutmamak gerekir. Allah’ı (c.) gereği gibi tanıyan ve kabullenen ruh sahibi insan, iradesini ona teslim ederse Müslüman olur. Müslüman olmak; mutlak Rab olarak Allah’ı kabullenmek demektir. Daha sonra insan; tutkularının, şeytanın, kötü ailenin, şirk eğitiminin, fesatçı çevrenin ve uluslar arası emperyalist odakların etki alanına gir(diril)mek suretiyle fıtratını bozabilir. Emretme konusunda yalnızca Allah’ı kabul edeceğine dair Allah’a vermiş olduğu sözden caymak suretiyle hem Rabbini değiştirir, hem de birçok rab türetir. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın rububiyetine karşı rablık iddiasındaki varlık ve kurumları şu şekilde tanıtır.

Devam edecek...

1 Araf 7/172.

2 Taberi, Muhammed b. Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili âyi’l-Kur’an, Beyrut, 1992, VI, 115.

3 Muhammed 47/19.

4 Alusi, Şihabuddin Mahmud, Ruhu’l-Meani fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim ve’s-Seb‘i’l-Mesâni, Beyrut, 1994, XIII, 211.

5 Mâverdi, Ebul Hasan Ali b. Muhammed, en-Nuketu ve’l-Uyun, Beyrut, 1992, V, 300.

6 Yusuf 12/106.

7 Zemahşerî, Muhammed b. Ömer, Keşşaf, Beyrut, 1995, II, 488.

8 el-Isfahâni, Ebul Kasım Hüseyin b. Muhammed, Müfredatü Elfâzi’l-Kur’an, Beyrut 1992, s.82

9 Yıldırım, Suat, Kur’an’da Uluhiyet Kavramı, İstanbul 1987, s.82

10 Yasin 36/60.

11 Casiye 45/23.

12 Nisa 4/117.

13 Tevbe 9/31.

14 Müminun 23/47.

15 Şuarâ 26/29.

16 Saffat 37/95.

17 Nisa 4/60.

18 Sebe 34/41.

19 el-Kâri, Ali, Fıkhu’l-Ekber Şerhi, Beyrut, 1995, s.23

20 Cürcâni, Şerif Ali b. Muhammed, Kitabu’t-Târifat, Beyrut, 1995, s.34

21 Yıldırım, Suat, Kur’an’da Uluhiyet Kavramı, İstanbul, 1987, s.101

22 Müminun 23/84-89; Ankebut 29/61, 63.

23 Sabuni, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, I, 25.

24 Taberi, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, I, 91-92.

25 Zemahşeri, Keşşaf, I, 20.

26 Yıldırım, Suat, Kur’an’da Uluhiyet, s. 90.

27 Isfahani, Ragıp, Müfredat, s. 336.

28 Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, I, 79.

29 Bkz. Yusuf 12/39; Âl-i İmran 3/64, 80; Tevbe 9/31.

30 Yıldırım, Suat, a.g.e, s. 90-91.

31 Araf 7/54.

32 Yunus 10/31.

33 Mevdudi, Tefhim, II,309.

34 Araf 7/172.

35 Havva, Said, el-Esas, V, 380.
 

armour

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
301
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Maşallah ne uğraşla anlatmışsınız emeğinize sağlık yalan söylemiim hapsini okumadım ama okumadanda sırf msj olsun die yazmadım kısaca bi göz attım:)diyelim. Neyse sırf onca uğraşın için eyv.. Bunlar önemli faydalanabilmek duasıyla en emin olana emanet...muhabbetle
 

armour

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
301
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
şirki takrib bölümünü okudumda şu dr mehmet sürmeliyi merak ettim doğrusu bu aralar tv çokça peygamber şefaat edemez diyen varda asabım bozuluyor o gül kokuluyu bir defa görmeye can verecek olanların hoşuna gitmiyor haliyle neyse uğraşın için eyv... Dua ile
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt