Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

"Emanet Ve Ehliyet.." (1 Kullanıcı)

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
kuran1.jpg

bismillah.jpg
kucuk_kuran1.jpg






[FONT=Verdana, Arial, Helvetica, sans-serif]EMANET VE EHLİYET[/FONT]
MELEKLERE İMAN

176 Önce "Melek" kelimesi üzerinde duralım. Arapça bir kelime olup "elûk" veya "elûke" kökünden gelir. Haber götüren manasınadır.(123) İslâmi ıstılâhta: Allahû Teâla (cc)'nın emrine asla isyan etmeyen; erkeklik ve dişilik gibi özellikleri bulunmayan nurani ve latif varlıklara melek denir" tarifi genel kabul görmüştür.
Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insan ile taş'dır. (O ateşin) Üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır ki, onlar Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler. Neye de memur edilirlerse yaparlar"(124) buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de meleklerin kat'i itaat içinde bulundukları serahaten beyan edilmiştir.
177 Varlıkları kat'i nass'larla sabit olan meleklerin; muhtelif şekillere girme kabiliyetlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Melekler yaratılış bakımından günah işlemezler. Allahû Teâla (cc)'ya itaat ve ibadet etmek onlar için tabii ve fıtridir.(125)
178 Kur'an-ı Kerim'de meleklerin çeşitli görevlerinden bahis buyurulmuştur. "İlliyyûn, mukarrebûn" diye isimlendirilen melekler; Allahû Teâla (cc)'yı tesbih etmekle meşguldürler. Daima Allahû Teâla (cc)'nın muhabbetiyle istiğrak halindedirler. "Mudebbirat" adıyla anılan melekler; kâinatın nizamı hususunda, Allahû Teâla (cc)'nın emirlerinin icrasıyla vazifelidirler.
179 Bu iki grubun dışında; insanların ruhi halleri ve yeryüzündeki durumlarıyla vazifelendirilmiş melekler vardır. Bunların başında "CEBRAİL" gelir. Cebrail'in görevi; insanların dünyada ve ahirette saadetlerine vesile olacak ilahi emirleri peygamberlere ulaştırmaktır. Kur'an-ı Kerim'de "Ruhu'lemin" ve "Ruhû'l-Kuds" olarak da anılmıştır.

"MİKAİL" ismiyle bilinen meleğin vazifesi; rızıkları sahiblerine ulaştırmak, yağmur yağdırmak, rüzgar estirmek ve bunlar gibi tabiat olayı diye nitelendirilen hususları düzenlemektir. "AZRAİL"; ruhları kabzetmekle vazifelendirilmiştir. "İSRAFİL" ise; kıyameti ilan eden sûr'u üflemekle görevlendirilmiştir. Bunların daha başka ne gibi görevlerle meşgul olduklarını ancak Allahû Teâla (cc) bilir bize düşen kat'i nass'larla varlıkları haber verilen meleklere iman etmektir.


CİNN'LERİN MAHİYETİ
180 Allahû Teâla (cc)'nın yaratmış olduğu gözle görülmeyen bir kısım varlıklar daha vardır ki; bunların başında "Cinn"ler gelir. Önce "Cinn" kelimesi üzerinde duralım. "Cin" ismi "Cenne" kelimesindendir; bir şeyi histen gizlemek, örtmek manalarına gelir.(126) "Cünne", kalkan ve siper manasına, "Cenin" ana rahminde saklı olan çocuk manasına gelir ve bunların hepsi aynı köke dayanır. İslâmi ıstılâhta "Cin"; Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerine muhatab olan ve insanların gözle göremedikleri varlıklardır. Bunların da Allahû Teâla (cc)'ya iman edenleri bulunduğu gibi, inkâr edenleri de mevcuttur. Allahû Teâla (cc)'ya ilk isyan eden "İblis'in" de; cinler taifesinden olduğu bilinmektedir.(127)

181 Cinlerin hava ile karışık alevli bir ateşten yaratıldığı bilinmektedir.(128) Cinler de; tıpkı melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup, çeşitli sûretlere girmeye ve zor işleri yapmaya iktidarları vardır. Fakat cinler mahiyetleri itibariyle meleklerden farklıdırlar. Teklif-i İlahiyeye; hem iman, hem de ibadet noktasından muhatabtırlar. Cinler, tıpkı insanlar gibi hesaba çekileceklerdir.(129)

182 Kur'an-ı Kerim'de: (Ey Habibim) De ki: "Cinlerden bir zümrenin Kur'an okurken onu dinlediği bana vahyolundu. Onlar (Kur'an-ı) dinlemişler de (şöyle) demişler: "- Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Biz de ona iman ettik. Rabbimize (artık) hiçbir şeyi ortak koşmayacağız"(130) hükmü beyan buyurulmuştur. Abdullah İbn Mes'ud (ra)'dan rivayet edilen bir haberde; Cin'ler, Taif'te Resûl-i Ekrem (sav)'den Kur'an-ı Kerim'i öğrenmiş ve tebliğ etmek üzere bir gurub görevlendirilmiştir. İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir haberde Cinler, Resûl-i Ekrem (sav)'in Kur'an okuyuşunu "Nahle" mevkiinde dinlemişlerdir.(131) Allahû Teâla (cc)'ya iman ve kulluk eden "Mü'min cinler" bulunduğu gibi, Tağut'a itaat eden "kâfir cinler" de vardır.

183 Cins birliği sözkonusu olmadığı için; insan ile cin arasında evlenme teşekkül etmez. Ancak cinler de kendi aralarında evlenirler. Müşrikler; ilahi sırlara vakıf olduklarını zannettikleri ve bu sebeble ulûhiyet derecesine çıkardıkları cin'lere ibadet ederlerdi. Her biri adına çeşitli sihirler ve tılsımlar yapan; Sabii'ler, Süryani'ler cahiliyye dönemi Arapları ve Şamanist Türkler, cinler vasıtasıyla gaibi bildiklerini zannetmişlerdir. Halbuki cinler de gaibi bilmezler.

184 Kur'an-ı Kerim'de varlığı beyan buyurulan ve gözle görülemeyen varlıklardan birisi de şeytan'dır. Arapça mütehassıslarına göre "Şeytan" kelimesi; uzaklık manasına gelen "Şatana"dan veya yanmak manasına gelen "Şeyata"dan gelir.(132) "Şatana"dan geldiğini kabul edenler "Fi'lan" vezninde: "Haktan uzak olan" manasını vermişlerdir. Diğerleri ise; "fû'lan" vezninde; "yanmış ve batıl" manasını esas almışlardır. Ruhlar aleminde iken; Allahû Teâla (cc)'ya isyan ederek ve tekebbüre kapılarak, Hz. Adem (as)'e (ta'zim kasdıyla ve ilahi emirle) secde etmekten kaçınan iblis ilk şeytandır.
Kur'an-ı Kerim'de "Şeyâtın-ı ins" ve "Şeyatın-ı cin" tabirleri geçmektedir.(133) Şeytan; kıyamete kadar insanların kalblerine vesvese vermek ve onları Allahû Teâla (cc)'ya karşı kışkırtmakla izinlidir. Resûl-i Ekrem (sav)'den Hz. Abdullah b. Mes'ud (ra)'un rivayet ettiği bir hadis-i şerif'te; her insanın, cinler taifesinden bir şeytanının bulunduğu beyan buyurulmuştur. Ayrıca şeytanın insanın en büyük düşmanı olduğu da kat'i nass'larla sabittir.
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
KİTAPLARA İMAN
185 Allahû Teâla (cc)'nın insanlar arasından seçtiği peygamberlerine; yalnız kendi kavimlerine veya bütün insanlığa tebliğ etmek üzere vahyettiği kitaplarına; "İlâhi kitaplar" veya "İnzal olunan kitaplar" (Kütüb-i Münzele) denir. Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlar (iman üzere bulunan) tek bir ümmetti. (Sonra kimi iman etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle ihtilafa düştüler). Binaenaleyh Allah (rahmetinin) müjdeciler(i, azabının) habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi. Ve beraberlerinde insanların ihtilaf ettikleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak (ve gerçek) kitablar da indirdi"(134) hükmü beyan buyurulmuştur. Bütün peygamberlere gönderilen ilahi kitaplara ve suhuflara inanmak, her müslüman üzerine farzdır.


186 Hz. Musa (as)'ya "Tevrat", Hz. Davud (as)'a "Zebur", Hz. İsa (as)'ya "İncil" ve Hz. Muhammed (sav)'e "Kur'an-ı Kerim" inzal buyurulmuştur. Ayrıca yüz adet "Suhuf" indirilmiştir; bunların 10 adedi Hz. Adem (as)'e, 10 adedi Hz. İbrahim (as)', 50 adedi Hz. Şit (as)' ve 30 adedi de Hz. İdris (as)'e verilmiştir. 187 Bu ilahi kitaplar içerisinde; sadece ve sadece Kur'an-ı Kerim, indirildiği gibi bize ulaşmıştır. Zebur, Tevrat ve İncil; heva ve heveslerine kapılan zümrelerce tahrif olunmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Ehl-i Kitab'dan öyle bir güruh da vardır ki (bir şey okuyorlarmış gibi) dillerini kitab'a doğru eğib bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Halbuki o kitaptan değildir. Derler ki: "Bu Allah katındandır", halbuki o ise Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler"(135) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafii (rh) "Ehl-i Kitab'ın" durumunu izah ederken: "Bunlar kitaplarının hükümlerini değiştirmişler ve Allahû Teâla (cc)'ya küfreder duruma gelmişlerdi. Hem kendi yanlarından çıkardıkları (dilleriyle düzdükleri) yalanı uyguluyorlar, hem de Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri kendi yalanlarıyla karıştırıyorlardı"(136) buyurmaktadır.


188 Resûl-i Ekrem (sav): "Ehl-i kitab size bir haber verdiğinde onu tasdik de etmeyin, tekzib de etmeyin"(137) buyurmuştur. Buradaki incelik şudur: Belki de, verdikleri haber tahrif olunmamış herhangi bir yerden olabilir. Malûm olduğu üzere bir müslüman; Hz. İsa (as)'ın peygamberliğini ve İncil'i inkâr etse mürted olur.(138) Ancak bugün elde bulunan; dört adet incilden herhangi birisinde, zikredilen bir hükmü inkâr etse mürted olmaz. Zira tahrif olundukları malûmdur.(139) Esasen dört adet İncil'in bulunması bile tahrif edildiğinin en güzel belgesidir.

189 Allahû Teâla (cc)'nın Kur'an-ı Kerim'i kıyamet gününe kadar her türlü tahrif ve tebdilden muhafaza buyuracağı kat'i nassla sabittir. Esasen Kur'an-ı Kerim'in; zaman ve mekânla mukayyed olmayarak, bütün beşeriyeti kıyamete kadar irşad için gönderilmiş bulunduğu bilinmektedir. Allahû Teâla (cc): "Muhakkak ki Kur'an'ı biz indirdik. Onun koruyucuları da mutlak sûrette biziz"(140) hükmünü beyan buyurmuştur.


VAHYİN MANASI VE MAHİYETİ
190 Peygamberler tarafından tebliğ edilmeyen ve vahy'e dayanmayan hiçbir kitab; "İlahi kitab" vasfını taşımaz. Arapça mütehassıslarına göre "Vahiy" kelimesi; "ani, süratli ve gizli bir telkin, gizli bir söz, işaret ve ilham" gibi manalara gelir.(141) İslâmi ıstılâhta: "Allahû Teâla (cc)'nın; resûl ve nebilerine, dilediği bilgileri kelâm ve mana olarak, kesin ve yakin bir bilgi ifade edecek şekilde bildirmesidir.(142) Vahiy; resûl ve nebi'lerin hepsi için, Allahû Teâla (cc)'dan hüküm ve haberleri alma vasıtasıdır.

191 Kur'an-ı Kerim'de: "Ya bir vahy ile, ya bir perde arkasından, yahud bir elçi gönderib de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah'ın hiçbir beşere kelâm söylemesi (vaaki) olmamıştır. Şüphesiz ki o, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir"(143) hükmü beyan buyurulmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki vahiy üç kısma ayrılır: 1) Allahû Teâla (cc)'nın doğrudan doğruya vahyetmesi!.. Buna "Vahy-i gayr-i Metlüv" veya ilham da denilmiştir. 2) Bir perde arkasından duyulan sözler. Meselâ: Hz. Musa (as)'ın cebel-i tur'da ağaç arkasından işittiği ilâhi nida gibi... 3) Vahiy meleği olan Cebrail (as)'in vasıtasıyla kelimeler halinde peygamberlere ulaştırılan vahiy. Buna "Vahyi Metluv" adı verilir. Kur'an-ı Kerim, Resûl-i Ekrem (sav)'e bu şekilde inzal buyurulmuştur.


AHİRETE İMAN
192 Önce kelime üzerinde duralım. "Ahiret"; son, sonra olan manasınadır. Bu kelime lafız bakımından Arapça bir sıfattır. Arap dilinin kaidelerine göre bazen sıfat mevsufu yerine geçer. Mevsuf hazfedilerek sıfat, isim gibi kullanılır. Meselâ: "Dünya" kelimesinin manası Arapça'da "en yakın" demektir. Bunun mevsufu da hayattır veya "ed'dar"dır. Bu şekilde "Hayatü'd-dünya" (En yakın ev), içinde bulunduğumuz alemdir. Bu şekilde "El-Ahir" veya "Ahire" mefhumu da; "El Yevmi'l ahir" Ve'l Hayatü'l ahir", "Veddarü'l ahir"; yani sonraki gün, sonraki yaşayış, sonraki ev demektir. Hali hazır hayatından, yaşayışından sonra gelecek olan başka bir hayattır."(144) Bu kelime Kur'an-ı Kerim'de bu manalarda 113 yerde tekrarlanmıştır. Ölümden sonra başlayan "Ahiret" hayatı süreklidir.


193 Kur'an-ı Kerim'de: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek kâfir olursa o, muhakkak ki (Sırat-ı Müstakim'den) uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir"(145) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla ölümden sonraki hayatı, yani ahiret hayatını inkâr eden veya cennet, cehennem, haşr, neşr, sevab ve ikab'ın zahiri manalarının dışında ruhani lezzetler olduğuna itikad eden kimse kâfir olur.(146) Zira kat'i nass'la sabit olan hususların inkârı sözkonusudur.


KIYAMETİN MAHİYETİ VE ALÂMETLERİ
194 Kat'i nass'larla sabit olan hususlardan birisi de; ahiret alemi başlamadan önce, bütün insanların ve dünyanın başına "Kıyamet" vakıasının geleceğidir. Bu kıyametin kopması; büyük meleklerden İsrafil (as)'in, mahiyeti Allahû Teâla (cc) indinde malum olan sur'u üflemesiyle vücûda gelecektir. Bunun meydana geleceği zamanı Allahû Teâla (cc)'dan başka, hiçbir güç bilemez.
195 Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Efendimiz (sav) tarafından kıyamet'in küçük ve büyük alametleri haber verilmiştir. Burada kısaca bu alametlerin mahiyeti üzerinde duralım:
A) İslâmî ilimlerin unutulması; bilgisizliğin her tarafa yayılması ve şer'i ilimlerin mükellef olan kimselerden saklanılması.


B) Şarabın ve sarhoşluk veren diğer müskiratın hızla yayılması.
C) Erkek sayısının hızla azalıb, kadın nüfusun artması ve fuhuşun aleni yapılır hale gelmesi.
D) İnsanları, şer'i herhangi bir yetkiye dayanmadan birbirlerini öldürmeleri ve katliamın yaygın hale dönüşmesi.
Bunlar kıyamet'in yaklaştığının küçük alametleridir. Büyük alametler ise şunlardır:
A) "Deccal" adında bir şahsın türeyip "İlâh'lık" davasında bulunması, daha sonra kaybolup gitmesi.
B) Bir duhan'ın (Korkunç duman) ortaya çıkması. Bu duman mü'minleri nezleye tutulmuş hale getirecek, kâfirler de sarhoş olacak derecede akli melekelerini kaybedecekler.
C) Zülkaryneyn'in yaptırmış olduğu sedd'in arkasında bulunan "Ye'cüc ve Me'cüc"ün seddi yıkarak, yeryüzüne yayılması!.. İnsan eti dahil olmak üzere herşeyi yemesi ve yeryüzünde korkunç bir fesad çıkarması.
D) Hz. İsa (as)'ın gökten inip, bütün insanları İslâm'a davet etmesi.
E) "Dabbetü'l-ard" adında canlı bir mahlûkun yerden çıkıp, insanlara karşı onların anlayacağı şekilde hitap etmesi.
F) Yemen tarafından dehşetli bir ateşin çıkması ve etrafa yayılması.
G) Doğu'da, Batı'da ve Ceziretü'larab'ta, bazı kara parçalarının batması.
H) Güneşin muvakkaten batı tarafından doğması.
196 Ehl-i Sünnet ulemâsı: "Vukû bulması mümkün olan bir şey hakkında nass varid olunca onu kabul etmek ve ona inanmak gerekir" hükmünde ittifak etmiştir.(147) Kıyamet'in büyük ve küçük alametlerinin bir kısmı Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurulmuş, bir kısmı da Resûl-i Ekrem (sav)'den rivayet edilmiştir.


AHİRET HAYATINA AİT HADİSELER
197 Taat ve ibadet sahiplerinin kabirde, Allahû Teâla (cc)'nın bildiği ve dilediği şekilde ni'met içinde bulunmaları haktır.(148) Ayrıca kâfirler ve asi olan bazı mü'minler için kabir azabı da mevcuddur. Resûl-i Ekrem (sav): "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur"(149) buyurmuştur. Ayrıca Münker ve Nekir'in kabre girerek, insana sual sorması da haktır. Bütün bu hususlar sem'i ve nakli delillerle sabittir.

198 Kur'an-ı Kerim'de: "Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz"(150) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O (Allahû Teâla) her yaratmayı hakkı ile bilendir"(151) hükmü yer almaktadır. Kâfirlerin, Resûl-i Ekrem (sav)'e "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş" diye sual sormaları ve ölümden sonra tekrar dirilmeyi inkâr etmeleri üzerine inzal buyurulmuştur. Sonuç olarak Ba's (yani ölümden sonra dirilme) haktır. Kur'an-ı Kerim'de: "Ve çünkü o saat (Kıyamet) elbette gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Muhakkak Allah kabirde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır"(152) hükmü, ölümden sonra dirilişin kat'i olduğunu beyan buyurmaktadır.

199 "Mizan" haktır. Allahû Teâla (cc): "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazilerini (Mizanı) koyacağız. Artık hiç kimse, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) Bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getirir (Mizana) koyarız"(153) hükmünü beyan buyurmaktadır. "Vezn" kökünden gelen mizan; ölçü-tartı anlamına gelir. Bütün akaid kitaplarında "Mizan" konusuna yer verilmiştir. Ayrıca bunun bizim aklımızın kavradığı ölçü birimlerinden farklı olduğu kaydedilmiştir.(154) Sevab ve günahların üzerinde kayıtlı bulunduğu amel defteri de haktır. Bu defterler mü'minlere sağ, kafirlere sol ve arka taraflarından verilir.(155)

200 "Havz" haktır. Zira Allahû Teâla (cc): "Biz sana kevseri verdik"(156) buyurmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benim havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş kadehleri gökten yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha ebediyyen susamaz"(157) buyurduğu da bilinmektedir.

201 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sırat kıldan ince, kılıçtan keskincedir"(158) Hadis-i şerifini esas alan ulemâ, sırat köprüsünün hak olduğu hususunda ittifak etmiştir. Sırat; cehennemin üzerine uzatılmış olan köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler, cehennemlikler ise bunun üzerinden geçerken ayakları sürçer ve yuvarlanırlar. Allahû Teâla (cc) bu köprüden geçmeyi mü'minlere kolaylaştırır. Hatta bazıları bu köprüden yıldırım gibi, bazıları fırtına gibi, diğer bazıları da rehvan ata binmiş gibi geçerler.

202 Cennet ve cehennem şu anda mahlûk ve mevcuttur.(159) Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve İslâmi hududları muhafaza edenler cennette daimi olarak kalacaklardır. Heva ve heveslerine kapılarak Tağut'a iman eden ve Tağut'un ilkelerine göre hayatlarını düzenleyenler ebedi olarak cehennemde kalacaklardır.


KAZA VE KADERE İMAN
203 Allahû Teâla (cc)'nın ilmi, dilemesi ve yaratması sözkonusu olmadan kâinatta hiçbir olay meydana gelmez."Kader"; vücûda gelecek şeyleri ve o şeyleri ne zaman, nerede, ne gibi evsaf ve hususiyetlerle meydana geleceğini Allahû Teâla (cc)'nın tahdid ve takdir etmesidir.(160) Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icad etmesine de "Kaza" denir. Dolayısıyla "Kader"; Allahû Teâla (cc)'nın ilim ve irade sıfatına, "Kaza" da; tekvin sıfatına dayanır. Esasen Allahû Teâla (cc)'ya iman eden bir kimsenin; kaza ve kadere inanmaması düşünülemez.
204 Resûl-i Ekrem (sav) kaza ve kaderi yalanlayanlara lânet etmiştir.(161) Ayrıca "Kader" konusunda münazara yapılmasını da yasaklamıştır.

205 Kur'an-ı Kerim'de: "Bununla beraber işledikleri bütün işler defterlerde (kayıtlı) dır. Küçük ve büyük hepsi (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır."(162) hükmü beyan buyurulmuştur. Kâinatta meydana gelmiş ve gelecek olan herşey; Allahû Teâla (cc)'nın ilmi ve iradesiyle yakından alâkalıdır. Dolayısıyle hepsi levh-i mahfuzda kayıtlıdır. Sonuç olarak Allahû Teâla (cc)'nın dilediği ve hükmettiği olur; dilemediği kat'iyyen olmaz
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
İNSANLARIN FİİLLERİ VE İRADE

206 Kullardan ve diğer canlılardan zuhur eden fiilleri Allahû Teâla (cc) yaratmıştır.(163) Fiil; mümkünü, imkan halinden alıp gerçek varoluşa irca etmekten ibarettir. Bu noktada karşımıza "Halk" ve "Kesb" ıstılâhları çıkar. Herhangi bir fiili Allahû Teâla (cc)'nın yaratmasına "Halk" denir. Kulun yaratılmış olan o fiili kendi ihtiyariyle işlemesine "Kesb" denilir. Sadrüddin Teftazani: "İnsanların sevab ve mükâfat almaya, ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır"(164) hükmünü zikreder. Dolayısıyla "Kesb" insanın kudret mahallinde (yani bedeninde) bulunur. Sonuç olarak: Allahû Teâla (cc) hâlik (yaratıcı) dır. İnsan Kâsib(Kazanan)dir.

207 Şeriat'a uygun olan her fiil Allahû Teâla (cc)'nın rızasıyladır.
208 Çirkin olan insan fiili (yani dünyada yerilme ve ahirette azab görme durumu ile ilgili bulunan) Allahû Teâla (cc)'nın rızasıyla değildir. Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer küfrederseniz, şüphesiz ki Allah sizden müstağnîdir. Bununla beraber Allah, kullarının küfrüne razı olmaz"(165) hükmü beyan buyurulmuştur.

209 İnsanın fiillerinin oluşmasını ve meydana gelmesini sağlayan kudrete "İstita'at" denir. Ayrıca sebeb, alet ve organların sıhhatli ve salim olmalarına da isim olarak kullanılmıştır. Nitekim "Ona (Kabe-i Muazzama'ya) bir yol bulabilenlerin (İstita'at sahibi olanların beyt-i hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerine bir hakkıdır"(166) Ayet-i Kerimesinde "istita'at" bu manada kullanılmıştır. Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin sıhhati bu istita'ata dayanır. Zira insana gücünün yetmediği bir şey teklif olunmamıştır. Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamı, insanın istita'atı dahilindedir. Ehl-i Sünnet'e göre, Teklif-i ilâhinin gayesi imtihandır.

210 Helal olsun, haram olsun herkes kendi rızkını tam olarak alır. Bir kimsenin, başka birisinin rızkını yemesi asla tasavvur edilemez. Kur'an-ı Kerim'de: "Hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allahû Teâla (cc)'ya ait olmasın"(167) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rızkı tamamlanıncaya kadar hiç kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allahû Teâla (cc)'ya karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı araştırırken güzel (Şer'i şerife uygun) bir yol tutunuz"(168) buyurduğu da malûmdur. Sonuç olarak, herkes kendi rızkını yer.

211 Ecel birdir. Asla tegayyür etmez. Ölüm Allahû Teâla (cc) tarafından yaratılır. Ne yaratma, ne de kesb yönünden insanın buna herhangi bir tesiri yoktur. Maktûl eceliyle öldüğü gibi, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Zira "Ecel" vakit ve vade manasına gelir.


SİYASET, HİLAFET VE İMAMET MESELESİ
212 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer birşey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygambere döndürün. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir" (En Nisâ Sûresi: 59) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafii (rha) bu Ayet-i Kerime'yi zikrettikten sonra: "Araplar imamet diye bir müesseseden habersizdiler. O dönemlerde Araplar indinde, bazı kimselerin, diğer bazı kimselere itaat etmesi sevimli bulunan birşey değildi. Kat'iyyen beğenilmezdi. Allahû Teâla (cc) ulû'l-emr'e itaati de emretmektedir. Ancak bu mutlak manada itaat değil, istisnai bir itaattir. Yani hak ve vecibelerde itaat!..

"Eğer birşeyde ihtilafa düşerseniz, çekişirseniz" Ayet-i Kerimesi, eğer siz ve itaat etmekle emrolunduğunuz emir ile bir konuda anlaşamazsanız, o konuyu Allahû Teâla (cc)'ya ve Resûlüne bırakın demektir. Şunu biliyoruz ki bu farza riayet edilince, ihtilaf ortadan kalkar"(169) buyurmaktadır. İbn-i Kesir: "Allahû Teâla (cc)'ya itaatten murad, Kur'an-ı Kerim'in hükümlerine uymaktır. Peygambere itaattan murad, sünnet'e riayet etmektir. "Ulû'lemri minküm"den murad da, ümmet üzerinde velâyet hakkı bulunan alimlere itaat etmektir"(170) hükmünü zikreder. Konunun devamında da: "Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur" hadis-i şerifini zikrederek, emir sahiplerine ancak şer'i şerifle sınırlı bir itaatin sözkonusu olduğunu kaydetmektedir.


213 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim imama (Ulû'lemr'e) itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allahû Teâla (cc)'ya ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda bey'at olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölür"(171) buyurduğu bilinmektedir. Ümmetin velâyetine haiz bir halife var iken o'na bey'at etmemek büyük bir tehlikedir.
214 Sahabe-i Kiram, Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra en önemli iş olarak imam (Ulû'lemr) tayin etme işini görmüşlerdi. Hatta Ulû'lemr seçme işini, Resûl-i Ekrem (sav)'i defin etmekten daha önemli buldukları bilinmektedir. İbn-i Abidin: "Mucizeler sahibinden murad bittabi Peygamberimiz (sav)'dir. Pazartesi günü vefat etmiş, salı günü yahud çarşamba akşamı veya çarşamba günü defin edilmiştir. Bu arada Ashab-ı kiram herşeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir halife vefat etti mi, yerine başkası seçilmedikçe defin edilmez"(172) hükmünü zikreder.

215 İmam Ebû Muin En Nesefi: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dini hükümlerden bir kısmının caiz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cum'a namazı, bayram namazları ve yetimleri evlendirmek vb. gibi. İmamı inkâr eden kimse farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur"(173) buyurmaktadır.

216 Kitap, sünnet ve sahabe-i kiram'ın icmaı ile sabit olan; mü'minlerin, kendi içlerinden bir ulû'lemr seçmelerinin farz olduğudur. Zira kâfirlerin mü'minler üzerinde velâyet hakları yoktur.(174) Ayrıca Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerin dışında (ve o hükümlerin yerine kâim olmak üzere) hüküm icad eden ve yeryüzünü fesada veren güçlerle cihad etmek farzdır.

217 Sadrüddin Teftazani: "Şer'i vazife ve vecibelerin pek çoğunun yerine getirilmesi halifeye bağlı olduğu için, müellif Ömer Nesefî buna işaret ederek dedi ki: "Müslümanlar için bir imama mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Müslüman halkla ilgili dini hükümlerin infazı, cezaların tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların, yani vergilerin toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyaların zabt-u rabt altına alınarak kahredilmesi, Cum'a ve bayram namazlarının ifa (edâ) edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kaim olan şahidliklerin kabulü; velileri bulunmayan küçük yaştaki oğlan ve kızların evlendirilmeleri ve ganimet mallarının taksim edilmesi gibi önemli hususlar imam sayesinde icra edilir."(175)

218 Hilâfet veya İmamet ile birlikte ele alınması gereken konulardan birisi de siyasettir. Emir, nehiy ve terbiye gibi manalara gelen siyaset kelimesi, sase fiilinden masdardır. İbn-i Abidin "Siyaset"i şu şekilde tarif ediyor: "Siyaset, halkı dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır."(176)

219 Akil-baliğ olan mü'min her erkek ve kadının siyasi hakları mevcuttur. Resûl-i Ekrem (sav)'in erkek ve kadın herhangi bir ayırım yapmadan hepsinden bey'at aldığı mütevatir haberlerle sabittir. Siyaset ile istişareyi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "(O vakit) Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah'tan da) günahlarının affolunmasını iste. İş hususunda onlarla istişare et!.."(177) hükmü beyan buyurulmuştur.

Bu Ayet-i Kerime'de istişare emir sıgasıyla belirtilmiştir.Resûl-i Ekrem'in (sav) hakikati tesbit için; diğer insanlarla kıyaslandığı zaman, istişareye ihtiyacının olmadığı söyleyebilir. Ancak ashabına ve daha sonra gelecek olan mü'minlere istişare usûlünü ve edebini öğretmesi zarurudir. Hakkında nass bulunmayan meselelerde, ilim ve rey sahibi olan insanlarla istişare etmek vaciptir. İmam-ı Kurtubi; "istişareyi terkederek, zorbalığa sapan imam'ın azlinin gerektiğini" beyan etmektedir.(178) Kur'an-ı Kerim'de sûrelerden birisinin ismi de: "Şûrâ Sûresi'dir" Bu sûrede mü'minlerin vasıfları beyan buyurulurken: "Onlar (Mü'minler) meselelerini aralarında istişare yolu ile hallederler"(179) denilerek, bu vasıf övülmektedir. Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabesiyle önemli olan her konuda istişare ettiği bütün muteber hadis mecmualarında kayıtlıdır.

220 Günümüzde bazı müellifler İslâm dininin istişareye verdiği önemi dikkate alarak: "- Gerçek demokrasi İslâm dininde mevcuddur" tezini ileri sürmektedirler. Demokrasi; aralarında hiçbir ayırım gözetmeksizin bütün vatandaşların katıldığı bir yönetim biçimidir. Demokrasi Allahü Teâlâ'nın (cc) indirdiği hükümlere değil, insanların siyasi tercihlerine dayanan bir siyasi rejimdir. Çoğunluğa iktidar yetkisini kullanma, azınlığa da haklarının korunması şartı ile iktidara rıza gösterme prensibini tavsiye eder. Bu bir anlamda insanın kendi kendisini "Hüküm koyucu" ilan etmesini beraberinde getirir.

Mesela "Mekke Döneminde" demokratik manada bir seçim yapılsaydı, Ebû Cehil ve taifesinin iktidara gelmesi kaçınılmaz olurdu. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: istişare ile demokrasi arasında bir münasebet yoktur. İslâm fıkhında istişare; hakkında kat'i nass bulunmayan konularda , ilim ve rey sahiplerinin görüşlerinden istifade ederek en doğru kararı verme usûlüdür. Günümüzde demokrasi; hem bir siyasi rejim, hem "hakimiyeti kayıtsız ve şartsız insana tahsis eden" insanların savunduğu bir ideoloji haline gelmiştir.

Diğer ideolojiler gibi, kuvvet ve kudret sahiplerinin hevâlarına göre keyfiyet değiştirebilmektedir. Hakkı ve hukuku değil, toplumu yönlendirebilen çevrelerin tercihini ön plâna çıkaran ideolojik demokrasi ile İslâm'ın temel hedefleri arasında önemli farklar vardır. İslâm'ın temel hedefi; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini muhafaza etmek, hakkı ve hukuku korumaktır. İktidarın teşekkülünde, denetlenmesinde ve devredilmesinde insanların rızasını esas alan hilâfet rejimi de (bazı benzerlikler bulunsa bile) demokrasiden farklıdır.

221 Bilindiği gibi imamet; din ve dünya işleri hususunda Peygamber (sav)'e halife olarak umumi bir riyasettir. Dolayısıyle mü'minlerin imamının muktedir; yani hükümleri infaz ve ceza hukukunu icra edebilir olması şarttır. Gerek ilim, gerek takva noktasından zamanın en üstünü olması gerekmez. Ayrıca masum (günahlardan korunmuş) olması da şart değildir.

222 İmamın kâmil ve kesin bir velâyete sahip olması şarttır.(180) Bunun mahiyeti şudur: İmamette aranan vasıfların bir şahısta toplanması zaruridir. İmam-ı Merginânî: "Kâfirlerin, müslümanlar üzerinde velâyet hakları yoktur"(181) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. İbn-i Abidin imamda aranan şartları şu şekilde izah etmiştir: "Halifenin, müslüman ve hür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine veli olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun (kölenin) kendisine veli olmaya hakkı yoktur. Başkasına nasıl veli olabilir. Sabi ile deli de, köle gibidir. Kadından da halife olmaz. Çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar. Onların hali tesettüre mebnidir. Peygamber (sav) buna işaretle, hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felâh bulur?" buyurmuştur.

(182) 223 İmamın zâhir ve açıkta olması gerekir.(183) Zalimlerin galebe çalması ve düşman korkusu sebebiyle, halkın gözünden gizli olması mümkün değildir. İmamiyye Mezhebi; 12. imamın gizli oluğunu ve gelecekte zuhur ederek yeryüzünü adaletle dolduracağını iddia etmektedir.(184) Bir İslâm toprağı istilâya uğrarsa, orada bulunan müslümanların kendi aralarından birisini emir tayin etmeleri vaciptir..(185) Zira müslümanlar küfür ahkâmına razı olamıyacakları gibi, kâfirlerin velâyetini de kabul edemezler. Dünyanın en ücra köşesinde bile olsa, üç müslümanın kendi içlerinden bir emir seçmeden yaşamaları helâl olmaz.(186)


İNSANI KÜFRE DÜŞÜREN HALLER
224 Önce küfür kelimesi üzerinde duralım. Arapça bir kelime olup "Kefera" fiilinden masdardır. Lûgat manası: "Bir şeyi örtmek, gizlemek, varlığı istifhama yer bırakmıyacak derecede açık olan bir şeyi, sun'i olarak gizlemektir."(187) Delâlet-i ve subûti kat'i nass'ları tasdik etmeyen ve Allahû Teâla (cc)'yı inkâr edenlere kâfir denir. İmam-ı Gazali küfrü "Resûl-i Ekrem (sav)'in getirmiş olduğu haberlere inanmamak ve onları yalanlamak"(188) şeklinde tarif etmiştir. İbn-i Abidin: "Küfür lûgatta örtmek manasınadır. Şeriatte ise: Hz. Muhammed (sav)'in kesin olarak dininden olup, Cenab-ı Hakk (cc) tarafından getirmiş olduğu bilinen şeylerde Resûlullah (sav)'ı yalanlamaktır"(189) tarifini esas almış!.. Allahû Teâla (cc)'ya iman etmeyen, Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini kabul etmeyen ve "Zarurat-ı Diniyye" den olan hususları inkâr edenlere kâfir denir. Çoğulu "Küffâr" veya "Kefere"dir.(190)

225 Küfür ile birlikte ele alınması gereken diğer bir kavram da "şirk"tir. "Eş-Şerike" veya "Eş-Şirke" şeklinde kullanılan bu kelimenin lugat manası ortaklıktır.(191) İki ortağın sermaye ve emeklerini birbirlerine katmaları, mirasta, ganîmette, alım ve satımda birbirine şerik (ortak) olmalarına "Şirket" denilmiştir.(192) İslâmi ıstılâhta şirk; Allahû Teâla (cc)'ya inanmakla birlikte kudret ve kuvvette O'na (Allah'a) denk başka ilahları da tanımaktır. Açıktan açığa Allahû Teâla (cc)'ya ortak koşan, birkaç ilahın varlığını kabul edenlere "Zahiri Müşrik" denir. Allahü Teâlâ 'yı(cc) ikiye ayıran, hayrı yaratan "Yezdan", Şerri yaratan "Ehremen"dir diyen mecusiler, zahiri müşrik hükmündedir.(193) Allahû Teâla (cc)'ya lâyık olmadığı sıfatları nisbet edenler de müşriktirler. Hristiyanlar "Hz. İsa Allah'ın oğludur", Yahudiler de "Hz. Üzeyr Allah'ın oğludur" diyerek şirke düşmüşlerdir. Hristiyan ve Yahudiler, "Hakiki Müşrik" hükmündedirler.

(194) Küfür ile şirk kavramı arasında, lafzî ayrılık mevcuttur. Her müşrik, aynı zamanda kâfirdir. Buna mukabil her kâfir, müşrik vasfı ile anılmayabilir. Ancak itikadî açıdan mahiyet birliği sözkonusudur. Hanefî fukahası: "Küfür tek millettir" .(195)hükmünde ittifak etmiştir.
226 Konumuzla ilgili olarak diğer bir ıstılâh da "İrtidat"dır. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelen "İrtidat"; İslâmî ıstılahta; iman ettikten sonra, küfre rücû etmeye (dönmeye) verilen isimdir.(196)
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
MÜRTED İLE KAFİR ARASINDAKİ FARK

227 Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki: Mürted İslâm'ın Allahû Teâla (cc) indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla İslâmı terketmiştir. Bu duygular, irtidat eden kimseyi mü'minlere karşı mâharib (savaş ehli) durumuna getirir. Zira irtidatla birlikte bütün ismet-i şahsiyetini kayıp etmiştir.(197) Gayr-i müslim olan kâfir ise, davete muhtaçtır. Zira İslâm dini hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir. İbn-i abidin: "İrtidat eden ve muhârib durumuna geçen kimsenin öldürülmesi dinin muhafazası için zarurîdir. Zira dinin muhafazası maslahatların en üstünüdür"(198) hükmünü beyan etmiştir. Hanefi fukahası irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir.(199) Çünkü kadın muharib (Savaş ehli) durumunda değildir.

Bu noktada şu hususu da hemen kaydedelim ki; mürted olan erkek de derhal öldürülmez!.. Önce irtidat sebebi araştırılır, şüpheye düştüğü konular kendisine yeniden izah edilir ve mühlet verilerek tecdid-i iman'a dâvet edilir.(200) Bütün bunlardan sonra, yeniden İslâm'a dönmeyi kabul etmezse "mü'minlerin emirinin görevlendirdiği kimsenin (kadı'nın) huzurunda, gereken ceza uygulanır ve öldürülür. Zira Resûl-i Ekrem'in (sav): "Kim dinini değiştirirse onu öldürün"(201) buyurduğu sabittir.
228 Kur'an-ı Kerim'de: "Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölür ise, işte onların dünya ve ahirette amelleri geçersizdir. Kendileri de cehennem ehlidir. Onlar cehennemin ebedî sakinleridir"(202) hükmü beyan buyurulmuştur.

Dolayısıyle herhangi bir kimse İslâm dininden döner ve o halde iken ölürse; (Müslüman iken yapmış olduğu) bütün amelleri mahvolur.(203) İslâm ulemâsı; insanları küfre sürükleyen konular üzerinde hassasiyetle durmuştur. Çünkü bir müslümanın (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) küfre düşmesi; imtihanı kaybetmesi ve ebedî olarak cehennemde kalmasını gerektiren fecî bir hâdisedir.



İNSANI KÜFRE DÜŞÜREN FİİLLER (EF'AL-İ KÜFÜR)
229 VESEN'E VE SANEM'E TAPMAK: Önce "Vesen ve Sanem" kelimeleri üzerinde duralım. İbn-i Abidin: "Vesen; cüssesi olan, yani insan sûretinde ağaçtan, taştan veya gümüşten, cevherden oyulan heykellerdir. Cem'i "Evsan" gelir. Sanem ise cüssesiz sûrettir. Lugat ulemasından birçokları, aralarında böyle fark yapmışlardır. Bazıları aralarında fark olmadığını söylemiş; bir takımları da sûretten (resimden) başkasına "Vesen" denileceğini bildirmişlerdir. Binâye'de böyle denilmiştir"(204) buyurmaktadır. Dikkat edilirse Zâhir rivâye; insan heykellerine (neden yapılırsa yapılsın) "Vesen" resimlerine de "Sanem" denilmiştir. Bu iki kelime (Vesen ve Sanem) Türçe'de ortak bir lafız ile ifâde edilmiştir: Put!.. Ancak "Put" kelimesinin Farsça olduğu ve bu iki mahiyeti kuşatmadığı da açıktır. Şurası muhakkaktır ki; Allahû Teâla (cc)'dan başkasına ibadet etmek küfürdür. İslâm ulemâsı Vesen'e (heykele) Sanem'e (resime), güneş'e, ay'a, Yıldız'a ve Ateş'e secde etmenin küfür olduğu hususunda ittifak etmiştir.(205) Günümüzde Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp, kendi heva ve heveslerinden hükümler icad eden ve İslâm'a karşı savaşan Tağut'ların varlığı mâlumdur. Bu Tağut'lar, kendisinden önce ölen atalarının heykellerini yaptırmayı ihmâl etmezler.

Bunlara "Veseni" (Heykelperest) denir. İnsanlardan bir kısmı; Tağut'ların heykellerine, değişik isimler altında tapmaktadırlar.


230 KUR'ÂN-I KERÎM'E HAKARET ETMEK VE PİSLİĞE ATMAK: Kasden ve taammüden Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını veya bir kısmını pisliğe atmak, insanı küfre sürükleyen bir fiildir.(206) Zira bu fiildeki hakaret unsuru, inkârın bir neticesidir. Ayrıca alay etmek niyetiyle; def ve ney gibi müzik aletleri eşliğinde Kur'ân-ı Kerîm okumak da, insanı küfre sürükler.(207) "Feteva-ı Zahiriye" de: "Eğlence tarzında bir kimse Kur'an'dan bir ayet okursa kâfir olur"(208) denilmiştir. Sonuç olarak; Kur'an-ı Kerim'e hakaret etmek ve alaya almak insanı küfre sürükleyen fiillerdir.


231 KÜFÜR ALÂMETLERİ'Nİ TAKMAK VE GİYMEK: Küffar'a ta'zim ve küfrü te'yid niyetiyle: Haç takınmak, zünnar kuşanmak, mecusî şapkası giymek (Kalensüvetu'l mecus) ve omuza gıyâr koymak, insanı küfre sürükleyen fiillerdir.(209) Ancak dikkat edilecek husus; "Küfrün âlâmet-i farikası" olan giyim ve kuşamda benzemenin haramlığıdır. Meselâ: Haç takınmak, Hristiyanların bir alamet-i fârikasıdır. Küffar'a ta'zim ve küfrü teyid niyetiyle "Haç takınan" kimse kâfir olur. Zira Haç işareti, Hz. İsa (as)'ın çarmıha gerildiği akaidinin simgesidir. Halbuki Nass'la sabittir ki, Hz. İsa (as) çarmıha gerilmemiştir. Haç işaretini boynuna takan bir kimse, nass'ı yalanlama durumundadır.


İNSANI KÜFRE DÜŞÜREN SÖZLER (ELFÂZ-I KÜFR)
232 İrtidat'ın meydana gelmesi için yegâne rükûn; müslüman olan bir kimsenin; diliyle, küfür olan bir hususa itikad ettiğini ikrar etmesidir. Yani küfür sözünün ikrar edilmesidir.(210) Küfür olduğu sabit olan herhangi bir hususu ikrar eden kimsenin; bu ikrarı sırasında akıllı olması şarttır.(211) Delilik, bayılma, uyku halinde iken sayıklama, hastalık (cinnet vs.) ve sarhoş iken küfür kelimesini söyleyen kimsenin irtidadına hüküm verilemez. Ayrıca mükellefin; kendi irade ve ihtiyariyle, herhangi bir ikrah sözkonusu olmadan küfür kelimesini söylemesi esastır. Ölüm tehdidi veya herhangi bir uzvunun koparılması tehlikesi ile başbaşa kalan (İkrah-ı Mülci) mükellef; kalbi ile mutmain olduğu halde küfür kelimesini söylerse, mürted olmaz. Çünkü bu hale şer'an ruhsat verilmiştir.(212)


233 Kur'an-ı Kerim'de: "Kalbi iman üzere (sabit ve bununla) mutmain olduğu halde; (cebr-ü) İkrah'a uğratılanlar müstesna olmak üzere kim iman ettikten sonra Allahû Teâla (cc)'yı tanımaz, küfre sine (-i kabul) açarsa, işte Allah'ın gazâbı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azabtır"(213) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de "İkrah" halinin müstesna olduğu sabittir. Ancak "İkrah-ı Mülci'nin" bütün şartlarının bulunması şarttır. Eğer İkrah-ı Gayr-i Mülci (Eksik olan ikrah) sözkonusu olursa, küfür kelimesini söylemeye ruhsat yoktur.(214) Bağlanma, hapis veya herhangi bir uzvun telef olmasına yol açmayan dövme; eksik olan ikrah cümlesindendir. Bu durumlarda kelime-i küfrü söyleyen kimse; ihtiyar ortadan kalkmadığı için, küfre düşer.


234 Kalbi imanla dolu olduğu halde; herhangi bir zorlama olmadan kendi irâde ve ihtiyariyle küfrü gerektirecek herhangi bir söz söyleyen kimse kâfirdir.(215) Ayrıca şaka yapma huyuna sahip olan bir mükellef, şaka olsun diye veya hoş vakit geçirme kasdıyla küfür olan bir sözü söylerse, inancı söylediği söze zıt bile olsa âlimlerin hepsine göre tekfir edilir.(216) Zira kat'î olan nass'ları, şaka konusu haline dönüştürmüştür.


235 Bir mükellef; küfrü gerektirmeyecek bir sözü söylemeyi kasdederken, dil sürçmesi veya bir hata sebebiyle küfür kelimesini konuşsa kâfir olmaz.(217) Zira kasdı; küfür kelimesini söylemek değildir. Durumu derhal düzeltmesi gerekir.
236 Kur'an-ı Kerim'de "Münâfıkların" durumu beyan buyurulurken: "Şayed onlara (Niçin alay ettiklerini) sorsan, "andolsun ki "biz ancak (yol zahmetini hissettirmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" derler. De ki: Allah ile, O'nun ayetleriyle, O'nun Resûlü ile mi eğleniyordunuz? (beyhûde) Özür dilemeye kalkmayın. Siz iman (ettiğinizi ikrar)'dan sonra küfrettiniz"(218) hükmü zikredilmiştir. İslâm ulemâsı Allahû Teâla (cc)'nın zâtı, sıfatları, isimleri, emir ve nehiylerinin inkârının küfür olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi(219), bu hususlarda, şaka olsun diye veya alay etmek için küçümseyici sözler sarfetmenin de küfre mûcip olduğu hususunda müttefiktirler.


237 Allahû Teâla (cc)'nın varlığına ve birliğine inanmakla beraber; O'nun diri ve ezelî oluşunu kabul etmemek, kat'î nass'larla sabit olan sıfatlarını inkâr etmek veya insan zihnince tasarlanabilen bir varlık olduğuna inanmak ayrıca Allah'ın bazı varlıklara hulûl ettiğini kabul etmek küfürdür.(220)
238 Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini tebliğ için peygamber gönderdiğini kabul etmemek küfürdür.(221) Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur.

239 Allahû Teâla (cc)'nın peygamberler gönderdiğini kabul etmekle birlikte; bazı peygamberlerin nübüvvetini (Kur'an-ı Kerîm'de isimleri zikredilen) inkâr etmek küfürdür.(222) Çünkü bu konudaki kat'î nassları yalanlama sözkonusudur.
240 Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını, bir kısmını, sûrelerinden herhangi birini inkâr etmek küfürdür. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir Âyet-i Kerîme'yi inkâr da tıpkı tamamını inkâr gibidir.(223)

241 Zarûret-i Dîniyye'den olduğu sabit olan herhangi bir hususun inkârı; mükellefi küfre sürükler.(224) Beş vakit Namaz'ın, Zekât'ın, Hacc'ın, Oruç'un, Cihad'ın farziyeti, zinâ'nın, adam öldürmenin, içki içmenin haram oluşu gibi kat'î nass'larla sabit olan emir ve nehiylerin reddedilmesi küfürdür. Ayrıca Delâlet-i ve Subûti Kat'î nass'larla sabit olan "Farz'lar dan ve "Haram"lardan şüphe etmek de tıpkı inkâr etmek gibidir.

242 Sihir yapan ve sihrin mübah olduğuna itikad eden kimse kâfirdir.(225) Bu hususta hiçbir ihtilâf yoktur.

243 Gaybten verdiği haber konusunda Kâhin'i tasdik etmek küfürdür. Kâhin gelecek zamanda vukû bulacak hâdiseleri veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine ait bilgilere vâkıf olduğunu iddia eden kimsedir. Kâhin'in yaptığı işe kehanet denir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse Kâhin'i verdiği haber konusunda tasdik ederse, Allahû Teâla (cc)'nın Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiş olur"(226) buyurduğu da bilinmektedir. Mûteber bütün fıkıh kitaplarında: "Gaybı bildiğini iddia eden kimse de, Kâhin'e gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur" hükmü kayıtlıdır.

Burada şunu da belirtelim ki; mutlak olarak gaybı bilme iddiası ile bazı emâreleri esas alıp hüküm verme birbirinden farklıdır. Bir doktorun; hastanın nabzını kontrol edip, bazı hükümlere varması gaybten hüküm vermesi manâsına gelmez. Ayrıca Peygamberlerin, ileride zuhur edecek hadiseleri haber vermeleri de; kehanetle değil, vahiy yoluyladır.

244 Küfür ile imanın aynı şeyler olduğunu, mahiyet olarak birbirinden farklı olmadığını söylemek küfürdür.(227) Zira "İman" ile "Küfür'ün" ayrı ayrı şeyler olduğu kat'î nass'larla sabittir.
245 Bir insanın, kendi nefsinin küfrüne rızâ göstermesi küfürdür.(228) Zira herhangi bir baskı olmadan hür iradesiyle kâfir olmaya râzı olmuştur. Bu hususta icma tahakkuk etmiştir. Ancak küfrü sevmemekle beraber; Allahû Teâla (cc)'nın kâfirlerden intikam alması için, onların küfür üzere ölmelerini temenni etmek küfür değildir.(229)

246 İbn-i Abidin: "Bir müslümanın dinden çıkıp çıkmadığında şüphe edilirse mürted olduğuna hükmedilmez. Bir müslümanın söylemiş olduğu küfür kelimesi ile dinden çıktığı kesin olarak bilinirse, mürted olduğuna hükmolunur. Dinden çıktığı kesin olarak bilinmezse, mürted olduğuna hükmolunmaz. Çünkü sabit olan müslümanlık şüphe ile zâil olmaz. Küfür büyük bir şeydir"(230) hükmünü zikrediyor. Gerçekten; irtidat ettiği sabit olan bir kimse, eğer erkek ise öldürülür, kadın ise hapsedilir. Dolayısıyle zan ile tekfîr câiz değildir.


DİĞER KONULAR

247 SAHABE-İ KİRÂM'I ANCAK HAYIRLA ANARIZ: Resûl-i Ekrem (sav)'e bey'at ederek; bütün yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad eden Sahabe-i Kirâm'ı ancak hayırla anarız. Bilindiği gibi sahâbe: "Hz. Muhammed (sav)'e mü'min olarak mülâki olan, sohbetinde bulunan ve daha sonra mü'min olarak ölen şahıslara verilen isimdir."(231) İmam-ı Muhammed (rha) "Emirlerle birlikte cihad"ı izah ederken: "Sahâbe-i Kiram hakkında hayırlı sözlerden başkasının söylenmemesi hususunda Resûl-i Ekrem (sav)'den meşhur bir hadîs-i şerifin mevcud olduğunu kaydettikten sonra: "Ashabım hakkında Allahû Teâla (cc)'dan korkun!.. Onları hedef edinmeyin. Kim onları severse, muhakkak beni de sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse, Alettahkik bana da eziyet etmiştir"(232) hadîs-i şerifini zikrediyor. Hanefî fûkahasından Molla Hüsrev: "Selef-i salihin'e açıkça küfreden kimsenin de şahidliği kabul edilmez.

Selef-i Salihin; sahâbe-i kirâm ve müctehid ulemâdır. Allahû Teâla (cc) hepsinden razı olsun. Çünkü bu işler (Selef-i Sâlihine dil uzatmak) o kimsenin aklının ve haysiyetinin kusurunu gösterir. Bundan kaçınmayan kimse yalandan da kaçınmaz"(233) hükmünü beyan ediyor. Sonuç olarak; Ehl-i Sünnet olan mü'minler sahâbe-i kirâm'ı daima hayırla anarlar. Onlar arasındaki ihtilafları bahâne ederek kat'iyyen hukuklarına dil uzatmazlar. Ehl-i Bid'at ise; sahâbe-i kirâm'ın arasındaki ihtilafları bahane ederek, ileri geri sözler sarfetmekten kaçınmaz.


248 ESAS OLAN "BEYNE'L HAVF VE'R RECA" HALİDİR: Kur'an-ı Kerim'de: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira hakikat şudur ki; kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez"(234) hükmü buyurulmuştur. Mü'minler; Allahû Teâla (cc)'nın yaratmış olduğu nimetlerin bile sayılamayacağının şuurundadırlar. Dolayısıyle bunca lütûf ve ihsânı dikkate alarak; lâyıkı ile kulluk yapamadıklarını îtiraf ederler. Bu sebeble korku içerisindedirler. Ancak kat'iyyen Allahû Teâla (cc)'nın rahmetinden ümitlerini keserek, yeis içine düşmezler. İmtihânı kazandığı sabit olmayan hiç kimse de; Allahû Teâla (cc)'nın azabından emin olamaz. Bu sebeble hayatlarını "Beyne'l havf ve'r Reca" (Korku ile ümit arasında) esâsına göre tanzîme gayret ederler.
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
249 BİR VELİ, ASLÂ BİR NEBİ'NİN DERECESİNE ULAŞAMAZ:


Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiyleri altında sızlanmamak, sabretmek ve her an imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak; "ihsan" makamına ulaşmak her mü'minin görevidir. Resûl-i Ekrem (sav) ve Sahâbe-i Kirâm'ın zühd ve takva hususunda ne kadar titiz oldukları malûmdur. Esasen Zühd; insanı Allahû Teâla (cc)'ya kulluktan alıkoyan herşeyi terketmektir.



İbn-i Abidin "Şeriat, târikat ve hakîkat" ıstılâhlarını izah ettikten sonra: "Bu üç şeyden murâd, kuldan beklenen kulluk vazifesinin beklendiği şekilde yapılmasıdır"(235) hükmünü beyan ediyor. İmam Ebû Yusr Muhammed Pezdevi (rha): "Şeriat hakîkattir, hakîkat şeriattan başka değildir"(236) buyuruyor. Şer'i şerife ihlâsla sarılan ve insanları Allahû Teâla (cc)'nın dini uğruna cihad'a çağıran mürşid-i kâmil'ler devamlı mevcuddur. İslâmî ıstılahta: "Bütün kalbi ile Allahû Teâla (cc)'ya yönelen mü'min ve takva sahibi kimselere velî denilmiştir."(237)



Yeryüzünde Tağuti güçlerle cihad eden Allahû Teâla (cc)'nın veli kullarına ne kadar hürmet edilse azdır. Ancak bunların kat'i olarak imtihanı kazandıkları ve sû-i hatime endişesinden kurtuldukları iddia edilemez. Halbuki Nebî'ler için; böyle bir tehlike sözkonusu değildir. Zira Nebi'ler bazı sıfatlarla, insanlardan ayrılırlar. Sadrüddin Taftazani bu konuda şunu kaydediyor: "Kerramiye'den bazılarının "Velî'nin nebî'den üstün olması caizdir" demeleri küfürdür, sapıklıktır."(238) Sonuç olarak: Bir velî, asla bir nebi'nin derecesine ulaşamaz.




250 Ehliyet sahibi olduğu sürece bülûğ çağına ermiş bir insan; kendisinden emir ve nehiylerin sakıt olacağı bir mevkie ulaşamaz. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et..."(239) hükmü beyan buyurulmuştur. Ehl-i Sünnetin müctehid imamlarına göre; teklîf-i ilahîden maksad imtihandır. Dolayısıyla kuldan hiçbir suretle teklifler düşmez.(240) Alemlere rahmet olarak gönderildiği kat'i nass'la sabit olan Resûl-i Ekrem (sav)'in ibadetler hususundaki titizliği, tevatür derecesindeki haberlerle sabittir.



Ehl-i Bid'at'tan bir zümre (İbahi'ler) "Bir kul son derece Allah'a muhabbet makamına erişip, kalbi gafletten temizlenirse, zahiri ibadetlerin düşeceği" iddiasını ortaya atmışlardır. İbn-i Abidin: "İbn-i Kemâl'in risalesinde zikredilmiştir ki; tasavvuf davasında bulunanlardan bazısı, yüksek bir dereceye vasıl olduğunu, kendisinden ibadet ve taatın düştüğünü ve kendisine bütün günahları işlemenin helal olduğunu iddia eder. Böyle bir kimsenin öldürülmesinin vacip olmasında şüphe yoktur. Çünkü bunun dine zararı pek büyüktür. Böyle bir davada bulunmakla her şeyi mübah kılan kimse kapanmayan bir kapı açmış olur ve bu kimsenin zararı haramların mübah olduğuna inanan kimsenin (İbahi'lerin) zararından daha büyüktür.



Çünkü haramların mübah olduğuna inanan kimse küfrünün meydana çıkacağından korkarak bu sapık fikrini söylemekten çekinir. Bu kimse ise ibadet ve taatın, haram ve helâlın dinde kendi derecesine ulaşamayan kimselere mahsus olduğunu iddia edip bütün faasıkları "kendisi gibi yüksek mertebeye ulaştıklarını" iddiaya davet eder"(241) buyurarak, ehl-i bid'at tasavvufçular arasında da, bu sapık anlayışın bulunduğunu kaydetmektedir.





251 "EHL-İ KIBLE'NİN" TEKFİRİ CÂİZ DEĞİLDİR:

Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bizim kıldığımız namazı kılarsa, bizim kıblemize yönelirse, kestiğimizi yerse işte Allah ve Resûlünün zimmetinde bulunan müslüman budur. Allah'ın zimmetini bozmayın" hadis-i şerifini esas alan Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları: "Kıble ehlinin tekfîri câiz değildir" hükmünde ittifak etmiştir.(242)



Hanefî fûkahasından Molla Hüsrev: "Ehl-i ehva kelâm kitaplarında zikredildiğine göre inançları Ehl-i sünnet'in inançlarına uymayan ehl-i kıbledir. Bunların şahitlikleri kabul edilir."(243) hükmünü zikreder. Alauddin El Haskafî "Bid'at ehlinin imâmeti'ni" izah ederken: "Bid'at: Peygamber (sav)'den malûm ve meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu bir inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiçbiri bid'at sebebiyle tekfir edilemez" hükmünü kaydeder. İbn-i Abidin bu metni şerhederken: "Bizim kıblemize dönenlerden hiçbiri şüphe ile kurulan bid'atten dolayı tekfir edilemez. Ama zarurat-ı dîniyye hususunda muhâlefet edenin küfrüne hilâf yoktur"(244) diyerek, konuya açıklık getirir.



Sonuç olarak; inanılması zarurî olan hususları inkâr etmediği müddetçe, ehl-i kıble tekfir edilmez.
 

~Elçi~

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2007
Mesajlar
2,893
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
44
Esselamun aleyküm Allah c.c. razı olsun.Emeğinize sağlık.
 

nuresma

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
2,975
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Konum
ankara
selamun aleykum.
değerli paylaşım için Allah razı olsun.
dua ile...
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
Esselamun aleyküm Allah c.c. razı olsun.Emeğinize sağlık.






"Balık karnında hesap kendimle alışveriş,
Gözümde aralanan o hayalin peçesi,
Suskunlukta kayboluş, eriyiş ve tükeniş,
Uçsuz bucaksız sayfa ruhumun dilekçesi!"










Vealeyna aleykümselam kardeşim
Amin cümlemizden inşaallah
selam ve dua ile
 

Resul Aydın

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Eyl 2006
Mesajlar
4,770
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
61
Konum
DÜNYANIN BAŞKENTİNDEN
selamun aleykum.
değerli paylaşım için Allah razı olsun.
dua ile...




"Balık karnında hesap kendimle alışveriş,
Gözümde aralanan o hayalin peçesi,
Suskunlukta kayboluş, eriyiş ve tükeniş,
Uçsuz bucaksız sayfa ruhumun dilekçesi!"




Aleyküm Selam Kardeşim

Amin ecmain Cümlemizden inşaallah
Allah'a Emanet Olunuz
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt