Prof.Dr. Arif SARSILMAZ Sesli versiyon
Bugün yaşayan ve isim verilerek taksonomik sistematiğe dâhil edilen hayvan türü sayısı yaklaşık iki milyon, bulunması muhtemel tür sayısı da on milyon kabul edilirse, çok basit bir mantıkla, bu kadar türün tek hücreli bir canlıdan zaman içinde tesadüfî mutasyonlar ve tabiî seleksiyonla “türerken” milyonlarca geçiş formu bırakması gerektiği ortaya çıkar.
Meselâ, birbirine kısmen yakın sistematik gruplarda bulunduğu kabul edilen iki türü ele alalım; memelilerin böcekçiller takımından (insectivora) köstebek ile, yırtıcılar takımından (carnivora) kedi arasında bir geçişi veya ikisi için ortak bir atayı tahayyül edelim. Sadece iskelet ve kas sistemi açısından bile yüz kadar fark sayılabilir. Diş yapıları, sindirim boruları ve duyu organlarındaki hususiyetlere kadar bütün farklılıklar düşünüldüğünde, her türün kendine has karakter sayısının binleri bulduğu görülür. Bu rakam ilk anda mübalağalı görünebilir. Kabaca bakıldığında, her iki hayvanın da iki gözü, iki kulağı, dört bacağı, omurgaları, beyni, midesi, bağırsağı vs olduğundan, “iki türün birbirinden pek farkı yok.” diye de düşünülebilir. Halbuki bir hayvan sistematikçisinin gözüyle bakıldığında, yani teferruata inildiğinde, farklılıklar bir anda yüzlere, binlere çıkar. Köstebek ile kedinin ayakları veya dişleri karşılaştırıldığında, birinin toprağı kazmak için kürek, diğerinin av yakalamak için pençe şeklinde hususi yapılarının olduğu görülür. Buna bağlı olarak kemik ve kas yapıları ve bunların fonksiyonları farklılık arz eder. Keza ağızlarındaki diş serileri de çok farklı olup, yırtıcılara has olan “canin” dişler (köpek dişi) köstebekte yoktur. Sürekli karanlık ortamda yaşayan köstebeğin görme duyusu, kedininkiyle aynı ışık şartlarında aynı kapasite ve işleyişe sahip değildir. Her bir tür, bulunduğu ortama, beslenme tarzına ve bunların gerektirdiği davranışlara uygun organ ve sistemlerle techiz edilmiştir. Bütün farklılıklar aynı anda birlikte var ise, o türün fertleri en uygun yaşama imkânına sahip demektir ki, tabiata bakıldığında her bir türün halihazırdaki durumu bunu göstermektedir (kendisine “ara form” dedirtecek bir “yarı evrim” aşamasında ve rahat yaşayamayan hiçbir tür görülmemektedir). Neticede, her bir farklı organ yapısının ait olduğu organizmayla “olmazsa olmaz” cinsinden bir sistemik bütünlük arz ettiği, her bir türün de ekosistemiyle tam bir uyum gösterdiği göz önüne alındığında, bunun hususi bir tercih, dolayısıyla özel bir yaratılış mânâsına geldiği açıkça ortaya çıkar.
Evrim teorisinin kabulüne göre bunlar ortak bir atadan geldiyse, ayrıldıkları noktadan itibaren birbirlerinden “tedricen” farklılaştıklarını gösteren onlarca geçiş fosilinin mevcut olması, bunların da birçok karakter bakımından her iki türe ait özellikleri bir arada bulundurması gerekirdi. Zaman içinde bu ara fosillerin sahip olduğu özellikler giderek birbirinden farklılaşacak ve sonraki (daha genç) fosillerde tamamen farklı iki tür olan kedi ile köstebek birbirlerinden ayrı gruplar şeklinde ortaya çıkacaktı. Fakat bu senaryoya rağmen, tabiatta böyle bir duruma rastlanmıyor. Kedi ile köstebek türleri ile bunların hayalî ortak ataları arasında geçiş formları olarak nitelendirilebilecek fosiller bir buçuk asırdan beri devam edegelen hırslı ve şuurlu aramalara rağmen bulunamıyor.
Yukarıdaki örnek, yaşayan bütün türler için düşünüldüğünde, milyonlarca ara formun paleontoloji koleksiyonlarını doldurması beklenirdi. Bu koleksiyonlar yine dolu, ama yaşayan hayvanların (deniz yıldızı, balık vs.) veya nesli tükenmiş hayvanların (dinozorlar gibi) taşlaşmış kalıntılarından başka bir şey olmayan bu fosiller arasında, geçiş özelliği gösteren ara fosilleri göremiyoruz. Memelilerden uçan bir tür olan yarasa ile koşan bir tür olan geyiği, yüzen bir deniz memelisi olan yunusu, ağaca tırmanan bir tür olan “tembel hayvan”ı, toprağı kazan bir yer sincabını kağıt üzerindeki şemalarda, geriye doğru kesikli çizgilerle giderek aynı atada birleştirmek kolay olsa da, tabiatta bu çizimlerin birebir karşılığını ve ortak atalar arasında olması gereken yüzlerce geçiş formunu göstermek mümkün olamamaktadır.
Yukarıda, aynı sınıfa (memeliler) dâhil olan, dolayısıyla, solunum, dolaşım, boşaltım ve üreme gibi birçok sisteminin temel fonksiyonu benzerlik gösteren iki hayvanı örnek verdik. Balık ile kurbağa, kurbağa ile kertenkele veya kertenkele ile kuş gibi, her biri kendi ekosistemi içinde yukarıdaki hayatî fonksiyonlara en ideal şekilde sahip olan gruplar arasındaki, daha köklü geçişleri tahayyül ettiğimizde, bu konuda konuşurken âzamî dikkat gösterilmesi gerektiği anlaşılır.
Dünyadaki bilinen fosil türlerinin % 20’sinin örneklerini barındıran Chicago’daki Field Museum’un müdürü David Raup’a göre, bilgiler Darwin’in iddia ettiği gibi, bir türü diğerine bağlayan sayısız ara formun yer aldığı, yavaş yavaş, adım adım bir evrim olduğu düşüncesini hiçbir şekilde desteklemiyor: “Çoğu kişi fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zanneder.... Darwin’den bu yana 120 yıl geçti ve fosillerle ilgili bilgilerimiz fevkalâde genişledi... Ama gariptir ki, bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örnekler Darwin’in zamanından daha azdır.”1 Fosilli tabakalarda geçiş veya ata formların tamamen yokluğu birçok paleontoloji otoritesi tarafından bunların en çarpıcı özelliklerinden birisi olarak kabul edilmektedir. British Museum’un bir yayınında da, ele alınan fosillerden hiçbirinin bir diğerinin atası olmadığı belirtilmektedir.
Fosilli tabakaların genel karakteri, G.G. Simpson tarafından sunulan bir makalede etraflı şekilde özetlenmektedir: “Aralıkların en çarpıcı özelliklerinden biri yeni tiplerin büyük kısmının âni zuhurudur. Tortul kaya tabakalarında fosiller oldukça karmaşık formlarda ortaya çıkmışlardır. Denizanaları, yumuşakçalar, süngerler, eklembacaklı kabuklular ve diğer omurgasızların tamamı Paleozoik dönemde hep birlikte bulunmuşlardır; işte problem bu noktada başlamaktadır. Saha araştırması yapan uzmanlar hayatın bu kadarcık bir komplekslik seviyesine bile evrimle gelebilmesinin en azından bir milyar yıl alacağını tahmin etmektedirler. Dolayısıyla paleozoik öncesi kaya oluşumlarında da yaygın şekilde fosil ataların bulunması gerekir. Fakat durum böyle değildir.”2 Bu itiraflar da geçiş konumundaki ara fosillerin bulunmadığını açıkça göstermektedir.
Modern yaş tayin metotlarına göre, çökelmeleri yaklaşık 540 milyon yıl önce başlayıp 490 milyon yıl önce sona eren Kambriyen tabakalarının başlangıcı, ilk trilobit fosillerinin bulunduğu tabaka seviyesi kabul edilir. (Trilobitler yaklaşık 550 ilâ 440 milyon yıl öncesi arasında yaşadıkları zannedilen ve bugünkü tesbih böceklerine benzeyen ilk eklem bacaklı hayvanlardır).
Eğer Darwin haklı olmuş olsaydı, Kambriyenin en alt tabakalarındaki kompleks yapılı yaratıkların ortaya çıkması için, ondan önce basit haberci yaratıkların yer aldığı ve giderek karmaşık yapılı canlılara doğru dönüşüp çeşitlendiği uzun bir evrim periyodunun geçmesi gerekecekti. Darwin, teorisine yöneltilen bu en ciddi tenkidi asla delillerle yalanlayamamıştır. Bunun yerine, fosil kayıtların noksanlığı karşısında söylenip durmuş ve yeryüzünün her tarafında ilk trilobitli tabakaların hemen altında eksik bir tabakalar serisi olduğuna inanmıştır.
Bugün Prekambriyen/Kambriyen sınırının yaşı 543 milyon yıl, en eski trilobit fosillerininki ise 522 milyon yıl olarak hesaplanmaktadır. Dolayısıyla 543 milyon yıl ile 522 milyon yıl arasındaki 21 milyon yıllık dönem bütün dünya üzerinde boş ve fosilsiz görülmektedir. Gezegenimiz bugün kabul edilen (ve doğruluğu hâlâ tartışılan) yaşına göre ilk 3,5 milyar yılında hayvan hayatı henüz yaratılmamıştı. Yaklaşık ilk dört milyar yıla dâir ise, açık bir fosil kaydı bulunmamaktadır. Fakat, yaklaşık 550 milyon yıl önce, okyanuslarda oldukça hacimli ve çok çeşitli iri hayvanların yaratıldığı tahmin edilmektedir. Bu, âni denebilecek kadar süratli olan yaratılış mu’cizesi, hâlen çözülmesi en zor biyolojik hâdiselerden biri olarak Kambriyen patlaması olarak isimlendirilmektedir. Çok kısa bir zaman aralığında eklem bacaklılar, yumuşakçalar, deniz yıldızları ve bazı iskeletli hayvanların, fosil kayıtlarına ilk giren canlılar olduğu ve yeryüzünün çok sayıda omurgasız deniz hayvanına sahip bir gezegen konumuna getirildiği anlaşılmaktadır.
Darwin’in teorisi eğer doğruysa, ilk fosiller bir trilobitten daha basit olmalıydı. Fakat, dünyanın diğer birçok yerinde ilk fosiller, fosilsiz tabaka serisinin en üstünde bulunan trilobitlerdir. Bu durum, kompleks yapılı hayvanların yeryüzünde evrim öncüleri olmaksızın yaratıldıklarını göstermektedir. Büyük omurgasız şubelerinin büyük bölümünün basit (gibi) görünen temsilcileri, yaklaşık altı yüz milyon yıl önce, Kambriyen döneminin kısa bir aralığını temsil eden tabakalarda bulunuyorlardı. Kambriyenden önceki yüz milyonlarca yıl zarfında çökelen ve büyük şubeler arasındaki eksik halkaları ihtiva edebilecek olan tabakalar ise neredeyse hiçbir hayvan fosili bulundurmuyordu. Eğer bir zamanlar geçiş tipleri mevcut idiyse, bunların fosilleri Prekambriyen öncesine ait tabakalarda bulunmalıydı.
Darwin’in savunması ne kadar geçerlidir?
Darwin’in döneminde fosilli tabakaların sadece çok küçük bir kısmı incelenmişti ve meslekten paleontologların sayısı henüz çok azdı. Yeryüzünün birçok bölgesine gidilmemişti; Asya, Avustralya ve Afrika’nın uçsuz bucaksız bölgeleri bâkirdi. Darwin kendi döneminde fosilli tabakaların ancak çok küçük bir kısmının incelenmiş olduğu konusunda ısrar ediyor, geçiş halkalarının bulunmayışının evrim ile telif edilemeyeceğini ileri süren muhaliflerini göğüslemeye çalışıyor, birçok eksik halkanın yer altında gömülü olduğunu ve keşfedilmeyi beklediğini belirtiyordu. Gerçekten, yeryüzünün keşfedilmemiş kısımlarında canlı eksik halkalar bulma ihtimali mevcut idiyse de, esas ümit fosillere bağlanmış durumdaydı. Fosilli tabakalarda eksik halka arayışı daima devam etti. Paleontoloji faaliyeti öyle bir noktaya geldi ki, bu disiplindeki çalışmaların muhtemelen çok büyük kısmı 1860’tan bu yana gerçekleştirildi. Bugün sınıflandırılmış yüzbinlerce fosil türünün sadece çok küçük bir kısmı Darwin tarafından biliniyordu. Bugün ise bütün kıtalardaki hayvanların geçmişteki fosillerinin hemen hemen tamamına yakını bulunmuştur. Fakat o günden bu yana keşfedilen bütün fosiller geçiş veya ata türlere ait olmayıp, ya bugün yaşayanlara benzer, yahut o gün için yeni yaratılmış türlere veya hiçbir yakınlık münasebeti arz etmeyen, tamamen farklı sistematik kategorilerdeki türlere aittir.
Bitki ara fosilleri var mı?
Bu durum bitkiler için de geçerlidir. Bütün büyük grupların ilk temsilcileri, çok farklı hususiyetlere sahip bitkiler şeklinde yaratılmış olarak tortul tabakalarda âniden ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri, jeologların Kretase olarak adlandırdıkları (yaklaşık 130 milyon yıl ile 65 milyon öncesi arasındaki) döneme ait olan kapalı tohumlulardır (Angiospermler). Kambriyen kayaçlarında hayvan gruplarının âni ortaya çıkışı gibi, kapalı tohumluların birden görünmesi de Darwin’in zamanından beri bütün izah çabalarına direnen bir durumdur. Kapalı tohumlular, günümüze kadar değişme geçirmeksizin varlıklarını devam ettiren farklı sınıflar şeklinde yaratılmış, ilk ortaya çıkışlarını takiben kısa bir zaman aralığında yeryüzü bitki örtüsü yenilenmiştir. Bu âni ortaya çıkış Darwin’i endişelendiriyordu. Hooker’a yazdığı bir mektupta, “Bitkiler âleminin tarihinde hiçbir şey, yüksek yapılı bitkilerin âni şekilde gelişmesinden daha olağanüstü değildir.” diyordu.
Balıklarla amfibiler ortak atadan gelebilir mi?
Balıkların menşei ve atalarının hangi hayvan olduğu konusu, “Yaratılış”ı kabullenmek istemeyen evrimciler açısından esrarını hâlâ devam ettirmektedir. Mevcut fosillere göre yaklaşık dört yüz milyon yıl önce, bilinen balık gruplarının büyük bir kısmı kısa bir zaman zarfında ortaya çıkmış görünüyorlar. İlk zuhurlarında bunlar da önceki canlı gruplarından farklı ve izole durumdadırlar. Paleontolojinin tanıttığı hiçbir balık grubu, bir diğerinin atası olarak sınıflandırılamamaktadır; bunların hepsi aynı değerde olup, asla ata veya torun değildir. Âlemlerin Rabbi ilim, hikmet, irade ve kudretinin sınırsızlığını, sonsuz denebilecek sayı ve çeşitte mahlûkları (aynı zamanda birer san’at eseri hüviyetiyle) yaratarak göstermektedir.
Fosilli tabakalarda geçiş formlarının olmayışı, kendine ait hususiyetlere sahip olan (fakat farazî atasında bunlar bulunmayan) bir grubun durumunda da açıkça kendini göstermektedir. Meselâ evrime göre balıktan amfibilere (hem suda hem karada yaşayabilen kurbağalar gibi organizmalar) geçişi ele alalım. İkisi arasındaki yapı ve fonksiyon farklılıkları o kadar fazladır ki, yavaş bir değişmenin oluşması milyonlarca yıl alacak ve tabii bu arada, balıklarla amfibiler arasında bağ kuracak sayısız ara formun ortaya çıkması gerekecektir. Fakat, bunlar hiçbir yerde bulunamamaktadır.
Bugün yaşayan ve isim verilerek taksonomik sistematiğe dâhil edilen hayvan türü sayısı yaklaşık iki milyon, bulunması muhtemel tür sayısı da on milyon kabul edilirse, çok basit bir mantıkla, bu kadar türün tek hücreli bir canlıdan zaman içinde tesadüfî mutasyonlar ve tabiî seleksiyonla “türerken” milyonlarca geçiş formu bırakması gerektiği ortaya çıkar.
Meselâ, birbirine kısmen yakın sistematik gruplarda bulunduğu kabul edilen iki türü ele alalım; memelilerin böcekçiller takımından (insectivora) köstebek ile, yırtıcılar takımından (carnivora) kedi arasında bir geçişi veya ikisi için ortak bir atayı tahayyül edelim. Sadece iskelet ve kas sistemi açısından bile yüz kadar fark sayılabilir. Diş yapıları, sindirim boruları ve duyu organlarındaki hususiyetlere kadar bütün farklılıklar düşünüldüğünde, her türün kendine has karakter sayısının binleri bulduğu görülür. Bu rakam ilk anda mübalağalı görünebilir. Kabaca bakıldığında, her iki hayvanın da iki gözü, iki kulağı, dört bacağı, omurgaları, beyni, midesi, bağırsağı vs olduğundan, “iki türün birbirinden pek farkı yok.” diye de düşünülebilir. Halbuki bir hayvan sistematikçisinin gözüyle bakıldığında, yani teferruata inildiğinde, farklılıklar bir anda yüzlere, binlere çıkar. Köstebek ile kedinin ayakları veya dişleri karşılaştırıldığında, birinin toprağı kazmak için kürek, diğerinin av yakalamak için pençe şeklinde hususi yapılarının olduğu görülür. Buna bağlı olarak kemik ve kas yapıları ve bunların fonksiyonları farklılık arz eder. Keza ağızlarındaki diş serileri de çok farklı olup, yırtıcılara has olan “canin” dişler (köpek dişi) köstebekte yoktur. Sürekli karanlık ortamda yaşayan köstebeğin görme duyusu, kedininkiyle aynı ışık şartlarında aynı kapasite ve işleyişe sahip değildir. Her bir tür, bulunduğu ortama, beslenme tarzına ve bunların gerektirdiği davranışlara uygun organ ve sistemlerle techiz edilmiştir. Bütün farklılıklar aynı anda birlikte var ise, o türün fertleri en uygun yaşama imkânına sahip demektir ki, tabiata bakıldığında her bir türün halihazırdaki durumu bunu göstermektedir (kendisine “ara form” dedirtecek bir “yarı evrim” aşamasında ve rahat yaşayamayan hiçbir tür görülmemektedir). Neticede, her bir farklı organ yapısının ait olduğu organizmayla “olmazsa olmaz” cinsinden bir sistemik bütünlük arz ettiği, her bir türün de ekosistemiyle tam bir uyum gösterdiği göz önüne alındığında, bunun hususi bir tercih, dolayısıyla özel bir yaratılış mânâsına geldiği açıkça ortaya çıkar.
Evrim teorisinin kabulüne göre bunlar ortak bir atadan geldiyse, ayrıldıkları noktadan itibaren birbirlerinden “tedricen” farklılaştıklarını gösteren onlarca geçiş fosilinin mevcut olması, bunların da birçok karakter bakımından her iki türe ait özellikleri bir arada bulundurması gerekirdi. Zaman içinde bu ara fosillerin sahip olduğu özellikler giderek birbirinden farklılaşacak ve sonraki (daha genç) fosillerde tamamen farklı iki tür olan kedi ile köstebek birbirlerinden ayrı gruplar şeklinde ortaya çıkacaktı. Fakat bu senaryoya rağmen, tabiatta böyle bir duruma rastlanmıyor. Kedi ile köstebek türleri ile bunların hayalî ortak ataları arasında geçiş formları olarak nitelendirilebilecek fosiller bir buçuk asırdan beri devam edegelen hırslı ve şuurlu aramalara rağmen bulunamıyor.
Yukarıdaki örnek, yaşayan bütün türler için düşünüldüğünde, milyonlarca ara formun paleontoloji koleksiyonlarını doldurması beklenirdi. Bu koleksiyonlar yine dolu, ama yaşayan hayvanların (deniz yıldızı, balık vs.) veya nesli tükenmiş hayvanların (dinozorlar gibi) taşlaşmış kalıntılarından başka bir şey olmayan bu fosiller arasında, geçiş özelliği gösteren ara fosilleri göremiyoruz. Memelilerden uçan bir tür olan yarasa ile koşan bir tür olan geyiği, yüzen bir deniz memelisi olan yunusu, ağaca tırmanan bir tür olan “tembel hayvan”ı, toprağı kazan bir yer sincabını kağıt üzerindeki şemalarda, geriye doğru kesikli çizgilerle giderek aynı atada birleştirmek kolay olsa da, tabiatta bu çizimlerin birebir karşılığını ve ortak atalar arasında olması gereken yüzlerce geçiş formunu göstermek mümkün olamamaktadır.
Yukarıda, aynı sınıfa (memeliler) dâhil olan, dolayısıyla, solunum, dolaşım, boşaltım ve üreme gibi birçok sisteminin temel fonksiyonu benzerlik gösteren iki hayvanı örnek verdik. Balık ile kurbağa, kurbağa ile kertenkele veya kertenkele ile kuş gibi, her biri kendi ekosistemi içinde yukarıdaki hayatî fonksiyonlara en ideal şekilde sahip olan gruplar arasındaki, daha köklü geçişleri tahayyül ettiğimizde, bu konuda konuşurken âzamî dikkat gösterilmesi gerektiği anlaşılır.
Dünyadaki bilinen fosil türlerinin % 20’sinin örneklerini barındıran Chicago’daki Field Museum’un müdürü David Raup’a göre, bilgiler Darwin’in iddia ettiği gibi, bir türü diğerine bağlayan sayısız ara formun yer aldığı, yavaş yavaş, adım adım bir evrim olduğu düşüncesini hiçbir şekilde desteklemiyor: “Çoğu kişi fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zanneder.... Darwin’den bu yana 120 yıl geçti ve fosillerle ilgili bilgilerimiz fevkalâde genişledi... Ama gariptir ki, bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örnekler Darwin’in zamanından daha azdır.”1 Fosilli tabakalarda geçiş veya ata formların tamamen yokluğu birçok paleontoloji otoritesi tarafından bunların en çarpıcı özelliklerinden birisi olarak kabul edilmektedir. British Museum’un bir yayınında da, ele alınan fosillerden hiçbirinin bir diğerinin atası olmadığı belirtilmektedir.
Fosilli tabakaların genel karakteri, G.G. Simpson tarafından sunulan bir makalede etraflı şekilde özetlenmektedir: “Aralıkların en çarpıcı özelliklerinden biri yeni tiplerin büyük kısmının âni zuhurudur. Tortul kaya tabakalarında fosiller oldukça karmaşık formlarda ortaya çıkmışlardır. Denizanaları, yumuşakçalar, süngerler, eklembacaklı kabuklular ve diğer omurgasızların tamamı Paleozoik dönemde hep birlikte bulunmuşlardır; işte problem bu noktada başlamaktadır. Saha araştırması yapan uzmanlar hayatın bu kadarcık bir komplekslik seviyesine bile evrimle gelebilmesinin en azından bir milyar yıl alacağını tahmin etmektedirler. Dolayısıyla paleozoik öncesi kaya oluşumlarında da yaygın şekilde fosil ataların bulunması gerekir. Fakat durum böyle değildir.”2 Bu itiraflar da geçiş konumundaki ara fosillerin bulunmadığını açıkça göstermektedir.
Modern yaş tayin metotlarına göre, çökelmeleri yaklaşık 540 milyon yıl önce başlayıp 490 milyon yıl önce sona eren Kambriyen tabakalarının başlangıcı, ilk trilobit fosillerinin bulunduğu tabaka seviyesi kabul edilir. (Trilobitler yaklaşık 550 ilâ 440 milyon yıl öncesi arasında yaşadıkları zannedilen ve bugünkü tesbih böceklerine benzeyen ilk eklem bacaklı hayvanlardır).
Eğer Darwin haklı olmuş olsaydı, Kambriyenin en alt tabakalarındaki kompleks yapılı yaratıkların ortaya çıkması için, ondan önce basit haberci yaratıkların yer aldığı ve giderek karmaşık yapılı canlılara doğru dönüşüp çeşitlendiği uzun bir evrim periyodunun geçmesi gerekecekti. Darwin, teorisine yöneltilen bu en ciddi tenkidi asla delillerle yalanlayamamıştır. Bunun yerine, fosil kayıtların noksanlığı karşısında söylenip durmuş ve yeryüzünün her tarafında ilk trilobitli tabakaların hemen altında eksik bir tabakalar serisi olduğuna inanmıştır.
Bugün Prekambriyen/Kambriyen sınırının yaşı 543 milyon yıl, en eski trilobit fosillerininki ise 522 milyon yıl olarak hesaplanmaktadır. Dolayısıyla 543 milyon yıl ile 522 milyon yıl arasındaki 21 milyon yıllık dönem bütün dünya üzerinde boş ve fosilsiz görülmektedir. Gezegenimiz bugün kabul edilen (ve doğruluğu hâlâ tartışılan) yaşına göre ilk 3,5 milyar yılında hayvan hayatı henüz yaratılmamıştı. Yaklaşık ilk dört milyar yıla dâir ise, açık bir fosil kaydı bulunmamaktadır. Fakat, yaklaşık 550 milyon yıl önce, okyanuslarda oldukça hacimli ve çok çeşitli iri hayvanların yaratıldığı tahmin edilmektedir. Bu, âni denebilecek kadar süratli olan yaratılış mu’cizesi, hâlen çözülmesi en zor biyolojik hâdiselerden biri olarak Kambriyen patlaması olarak isimlendirilmektedir. Çok kısa bir zaman aralığında eklem bacaklılar, yumuşakçalar, deniz yıldızları ve bazı iskeletli hayvanların, fosil kayıtlarına ilk giren canlılar olduğu ve yeryüzünün çok sayıda omurgasız deniz hayvanına sahip bir gezegen konumuna getirildiği anlaşılmaktadır.
Darwin’in teorisi eğer doğruysa, ilk fosiller bir trilobitten daha basit olmalıydı. Fakat, dünyanın diğer birçok yerinde ilk fosiller, fosilsiz tabaka serisinin en üstünde bulunan trilobitlerdir. Bu durum, kompleks yapılı hayvanların yeryüzünde evrim öncüleri olmaksızın yaratıldıklarını göstermektedir. Büyük omurgasız şubelerinin büyük bölümünün basit (gibi) görünen temsilcileri, yaklaşık altı yüz milyon yıl önce, Kambriyen döneminin kısa bir aralığını temsil eden tabakalarda bulunuyorlardı. Kambriyenden önceki yüz milyonlarca yıl zarfında çökelen ve büyük şubeler arasındaki eksik halkaları ihtiva edebilecek olan tabakalar ise neredeyse hiçbir hayvan fosili bulundurmuyordu. Eğer bir zamanlar geçiş tipleri mevcut idiyse, bunların fosilleri Prekambriyen öncesine ait tabakalarda bulunmalıydı.
Darwin’in savunması ne kadar geçerlidir?
Darwin’in döneminde fosilli tabakaların sadece çok küçük bir kısmı incelenmişti ve meslekten paleontologların sayısı henüz çok azdı. Yeryüzünün birçok bölgesine gidilmemişti; Asya, Avustralya ve Afrika’nın uçsuz bucaksız bölgeleri bâkirdi. Darwin kendi döneminde fosilli tabakaların ancak çok küçük bir kısmının incelenmiş olduğu konusunda ısrar ediyor, geçiş halkalarının bulunmayışının evrim ile telif edilemeyeceğini ileri süren muhaliflerini göğüslemeye çalışıyor, birçok eksik halkanın yer altında gömülü olduğunu ve keşfedilmeyi beklediğini belirtiyordu. Gerçekten, yeryüzünün keşfedilmemiş kısımlarında canlı eksik halkalar bulma ihtimali mevcut idiyse de, esas ümit fosillere bağlanmış durumdaydı. Fosilli tabakalarda eksik halka arayışı daima devam etti. Paleontoloji faaliyeti öyle bir noktaya geldi ki, bu disiplindeki çalışmaların muhtemelen çok büyük kısmı 1860’tan bu yana gerçekleştirildi. Bugün sınıflandırılmış yüzbinlerce fosil türünün sadece çok küçük bir kısmı Darwin tarafından biliniyordu. Bugün ise bütün kıtalardaki hayvanların geçmişteki fosillerinin hemen hemen tamamına yakını bulunmuştur. Fakat o günden bu yana keşfedilen bütün fosiller geçiş veya ata türlere ait olmayıp, ya bugün yaşayanlara benzer, yahut o gün için yeni yaratılmış türlere veya hiçbir yakınlık münasebeti arz etmeyen, tamamen farklı sistematik kategorilerdeki türlere aittir.
Bitki ara fosilleri var mı?
Bu durum bitkiler için de geçerlidir. Bütün büyük grupların ilk temsilcileri, çok farklı hususiyetlere sahip bitkiler şeklinde yaratılmış olarak tortul tabakalarda âniden ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri, jeologların Kretase olarak adlandırdıkları (yaklaşık 130 milyon yıl ile 65 milyon öncesi arasındaki) döneme ait olan kapalı tohumlulardır (Angiospermler). Kambriyen kayaçlarında hayvan gruplarının âni ortaya çıkışı gibi, kapalı tohumluların birden görünmesi de Darwin’in zamanından beri bütün izah çabalarına direnen bir durumdur. Kapalı tohumlular, günümüze kadar değişme geçirmeksizin varlıklarını devam ettiren farklı sınıflar şeklinde yaratılmış, ilk ortaya çıkışlarını takiben kısa bir zaman aralığında yeryüzü bitki örtüsü yenilenmiştir. Bu âni ortaya çıkış Darwin’i endişelendiriyordu. Hooker’a yazdığı bir mektupta, “Bitkiler âleminin tarihinde hiçbir şey, yüksek yapılı bitkilerin âni şekilde gelişmesinden daha olağanüstü değildir.” diyordu.
Balıklarla amfibiler ortak atadan gelebilir mi?
Balıkların menşei ve atalarının hangi hayvan olduğu konusu, “Yaratılış”ı kabullenmek istemeyen evrimciler açısından esrarını hâlâ devam ettirmektedir. Mevcut fosillere göre yaklaşık dört yüz milyon yıl önce, bilinen balık gruplarının büyük bir kısmı kısa bir zaman zarfında ortaya çıkmış görünüyorlar. İlk zuhurlarında bunlar da önceki canlı gruplarından farklı ve izole durumdadırlar. Paleontolojinin tanıttığı hiçbir balık grubu, bir diğerinin atası olarak sınıflandırılamamaktadır; bunların hepsi aynı değerde olup, asla ata veya torun değildir. Âlemlerin Rabbi ilim, hikmet, irade ve kudretinin sınırsızlığını, sonsuz denebilecek sayı ve çeşitte mahlûkları (aynı zamanda birer san’at eseri hüviyetiyle) yaratarak göstermektedir.
Fosilli tabakalarda geçiş formlarının olmayışı, kendine ait hususiyetlere sahip olan (fakat farazî atasında bunlar bulunmayan) bir grubun durumunda da açıkça kendini göstermektedir. Meselâ evrime göre balıktan amfibilere (hem suda hem karada yaşayabilen kurbağalar gibi organizmalar) geçişi ele alalım. İkisi arasındaki yapı ve fonksiyon farklılıkları o kadar fazladır ki, yavaş bir değişmenin oluşması milyonlarca yıl alacak ve tabii bu arada, balıklarla amfibiler arasında bağ kuracak sayısız ara formun ortaya çıkması gerekecektir. Fakat, bunlar hiçbir yerde bulunamamaktadır.