Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hz.MEVLANA (Muhammed Celaleddin Rumi) (2 Kullanıcı)

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Dön Semazen Allah Diye Diye Dön Mevlaya Olan Aşkinla Dön

Dön Semazen Allah Diye Diye Dön Mevlaya Olan Aşkinla Dön

 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Dön Semazen Allah Diye Diye Dön Mevlaya Olan Aşkinla Dön

Dön Semazen Allah Diye Diye Dön Mevlaya Olan Aşkinla Dön




 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Mevlana Hikayeleri

Mevlana Hikayeleri

ALLAH'A TEVEKKÜL EDİN

Moğolların Anadolu umûmî vâlisi Baycu Noyan, Konya'yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet sıkıntılı ve ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi Konya'yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde yaşıyoruz. Şâyet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan, hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir tedbir istirhâm ediyoruz." dediler.


Mevlânâ;
"Siz, Allahü teâlâya tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle ederek duâ edin. İnşâallah sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı. Askerler hemen komutanlarına koşup;
"Şehirden yaşlı bir kimse çıktı. Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse... Meydanda namaz kılmaya başladı. Ne bir korku, ne bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri yanına yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler. Baycu Noyan, askerlerine; "Ok yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu emir üzerine, okçular ellerini sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere; "Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!"emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri götüremez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı. Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok da hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;
"Bu kimse, şimdiye kadar karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himâyesi altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek, askerini toplayıp muhâsaradan vaz geçti.
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Mevlana Hikayeleri

Mevlana Hikayeleri



BAŞKA BİR ŞEY BİLMİYORUM

Mevlânâ'nın talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp, Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek eline alıp;

"Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız etmedi.
Aradan günler geçti, hacca gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince, şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan bağlılıkları daha da arttı.
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Mevlana Hikayeleri

Mevlana Hikayeleri

ALLAH, ALLAH" NİDÂLARIYLA
Mevlânâ'nın Celâleddîn isminde bir talebesi vardı. Ticâretle uğraşır, at alıp satardı. O anlatır; "Bir gün Mevlânâ sarığını sarıp, giyinmiş olduğu hâlde, bana bir at hazırlamamı emretti. Ben, atların içinden en güçlüsünü eğerlemek için huzûrundan ayrıldım. Fakat at huysuzluk yaptığından, bir türlü eğerleyemiyordum. Yanıma iki kişi daha alıp, atı zorla eğerledik.

Buna rağmen at hâlâ huysuzluk yapıyordu. O hâliyle Mevlânâ'nın bulunduğu yere getirip, atın hazırlandığını bildirdik. Mevlânâ dışarı çıkar çıkmaz at sâkinleşti ve önceki huysuzluğu kalmadı. Mevlânâ ata binip, kıble istikâmetinde yola çıktı. Ancak akşama doğru, ter içinde, toza gark olmuş bir vaziyette döndü. At oldukça zayıflamış görünüyordu. Cesâret edip bir şey soramadık. Ertesi gün yine bir at hazırlamamı emretti. Başka bir atı eğerleyip getirdik. Dünkü gibi gitti, akşama doğru geldi. Üçüncü gün de aynı şekilde gitti. Akşama doğru geldiğinde; "Elhamdülillah! Ey cemâat! Müjdeler olsun ki, o kâfir, Cehennem'in dibini boyladı." dedi. Biz edebimizden yine bir şey soramadık. Aradan birkaç gün geçmişti. Şam tarafından bir kâfile gelip, o taraflarda, müslümanlar ile Moğolların yaptığı savaşı anlattılar. Dediler ki; "Düşman askeri oldukça çoktu. Müslümanlar mağlub olmak üzere idiler. Son üç günde, Mevlânâ , bir atın üzerinde olduğu hâlde savaş meydanında göründü. En ön safta; "Allah, Allah" nidâlarıyla düşmana hücûm edip önüne geleni bir vuruşta ikiye bölüyordu. Müslümanlar, Mevlânâ'nın akıl almaz hâllerini ve yardımını görünce, bozulan moralleri düzeldi. Ard arda yaptıkları hücûmlarla düşmanı geriye püskürttüler. Mevlânâ düşman komutanını öldürünce, kâfirler kaçmaya başladılar." Ben bu haberi işitince, doğruca hocam Mevlânâ'nın huzûruna çıktım. Beni görünce; "Müslüman askerlere yardım edilmiş ve zafere kavuşmalarına sebeb olunmuştur. Ey Celâleddîn! Bize cân u gönülden hizmet edenler dünyâ ve âhirette gam ve kederden kurtulur." buyurdu.
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Mevlana Hikayeleri

Mevlana Hikayeleri

ŞU ALTINLARI ÇAMURA ATIN

Günlerden bir gün devrin Selçuklu sultanlarından biri kabul etmesini arzu ederek Hz. Mevlânâ’ya birkaç kese altın göndermişti. Hz. Mevlânâ’nın talebelerinden biri altınları alıp Hz. Mevlânâ’ya arz edince, Mevlânâ talebesine döndü ve, “Beni gerçekten seviyorsanız bu altınları dışarıdaki çamurun içine atınız!” buyurdu. Talebesi, Hz. Mevlânâ’nın bu isteğini emir telakki edip, hiçbir sual dahi sormadan yerine getirdi. Bu olaya şahit olan bazı kimseler, çamurun içine atılan altınları toplamak için hiç vakit kaybetmeden çamurun içine dalmışlardı. Fakat kısa süre sonra üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine, onların bu vaziyetlerini göstererek; “Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip ibadetlerden alıkoyar. Bunun için dikkat edilmesi gereken nokta; hırs ve tama yapmadan kanaat üzere bulunmaktır. Dünyada, âhiret saadeti için çalışılmalı, kazanılmalıdır. Çünkü İslâm, insanlara faydalı olmayı emreder. Dünyadaki saadetlerden biri de helâl kazanmak ve bu kazancını hayır ve hasenat yaparak âhirete göndermektir. Asıl sermaye ise ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sahibi olmaktır.” buyurdu.
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
islamneguzel_Mevlana48.jpg



Selamün Aleyküm Nur Damlam, emeğine, yüreğine sağlık..Çok değerli ve yüce bir şahsiyeti misafir ettin..Rabbimiz c.c ondan ve hizmetlerinden razı olsun, zira birçok insanın hidayetine vesile oldu, hala da olmakta..Rahman c.c razı olsun canım kardeşim bu değerli paylaşım için..Örnek alanlardan olmamız duasıyla inşallah..Rahman ve Rahim olan Mevlamız c.c gönlündekilerin en güzelini versin..Kıymet verenlerin en hayırlısına emanetsin..Selam, dua ve muhabbetle inşallah...B)


aleykum selam gül tanem
amin kardeşim rabbim senden de razı olsun inşallah
rabbimize emanetsin inşallah
selam dua ve muhabbetle inşallah can kardeşim benim
<<B)>>
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Esselamun aleyküm kardeşim
Allah razı olsun Hz Mevlananın sözleri üzerinde düşünelim ama doğru bir biçimde düşünelim inşaallah.
Rabbimin magfireti sizin üzeinize olsun inşaallah
selam ve dua ile...

aleykum selam kardeşim
evet kardeşim çok dogru dedin dogru bir biçimde düşünelim dersler alalım inşallah
rabbimize emanetsin inşallah güzel kardeşim
selam ve dua ile inşallah
<<B)>>
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
selamün aleyküm damla kardeşim...gecenin bu vaktinde ne hayırlı bir paylaşım yapmışsın gerçekten...ama mevlana bugün yalnızca hoşgörü sembolü olarak biliniyor dünyada aslının efendimize dayandığı,ne için dönüp durduğunu bilen pek yok....sadece hoşgörü hoşgörü....aslınıda bildiğimiz kadarıyla anlatalım diğer insanlara....birde bizim bu değerlerimizi yabancılar bizden daha iyi tanıyorlar...okulda çocuklara bahsetsem mevlanadan, o kim? diyecekler neredeyse...anlatalım...herkes bilsin...selamün aleyküm...

aleykum selam kardeşim
rabbim senden de razı olsun kardeşim inşallah elimizi uzatalım anlatalım islam büyüklerimizin hayatını inşallah
katkılarından dolayı sagol kardeşim
rabbimize emanetsin inşallah
selam ve dua ile
<<B)>>
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Hz.mevlana Sözleri

Hz.mevlana Sözleri

f_mevlana96nsm_506da6e.jpg
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
BIZIM CANIMIZA GELSIN
Hastalıklar senden uzak olsun, ey canlarımızın rahatı,
ey gören gözümüz,
kem gözler senden uzak olsun!

Bedenin sağlam olsun, ay yüzlü güzel,
gölgen başımızdan eksik olmasın!

Gül bahçesine benzeyen yüzün,
o gönül otlağımız,
ovamızın yeşilliği,
nasılsa hep öyle kalsın,
hep öyle taze, yeşil.

Bizim canımıza gelsin
senin bedenine gelen ağrı.

MEVLANA CELALETTİN RUMİ

f_semazenm_ac6d59a.gif
f_semazenm_ac6d59a.gif
f_semazenm_ac6d59a.gif
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
İlâhi, Aşk Ve Vecd Günleri
ball3.gif


Mevlâna, Şems'in yokluğunda olduğu gibi, varlığında da coşkundu. Gazel üstüne gazel yazıyor, divânlar doluyor, sohbet geceleri. Kadir geceleri kadar ilâhî vecd ve aşkla. Allah aşkıyla dolup taşıyordu. Bir gazelinde:
Konuğum ben bu gece sana,
Ey cân, ey canımın cânı, Ey gül, ey güzeller sultanı, N'olur bu gece uyuma.
Gönlümü alıp götürdün. Cânı da al götür ama, Sakın bu gece uyuma.
Sen ey dilber, ey güleç bahçe
Sen sarhoş gönlümde huzur,
Dilimde hece..
Sensiz bu dünya zindan bana
Yumma gözlerini, dur.
Sakın uyuma!
Kadir gecemiz bu gece..
diyerek, ilâhi tecelliden kaynağını alan kavurucu aşkı ile Allah'a niyaz ediyordu...
Bu aşk ebedî dirilikti, ölümsüzlüğün tâ kendisiydi. Bu aşk, Allah'a yöneliş, onun vuslatını özleyişti.
Mevlâna gazellerinden birinde aşkı şöyle dillendiriyordu:
"Aşk, üstünlükte, hünerde, bilgide, defterde, kitap yapraklarında değildir. Halkın, dedikodusu da âşıkların yolu değildir.
Aşkın dalı ezeldedir, kökü ebedde. Bu ağaç, ne arşa dayanır, ne yere. Gövdesi yoktur, gövdeye dayanmaz bu aşk ağacı...
Aşka boşverdik, hevayı, hevesi çoktan attık. Çünkü bu ululuk, şu akla, şu anlayışa göre değil.
Sen aşka iştiyak ediyorsun, bil ki iştiyak ondadır. O sana müştaktır. Çünkü onun şevki olmadıkça, hiç kimse iştiyak çekemez. Denizde giden, daima korku ve ümit tahtasının üstündedir. Fakat kendisiyle tahta yok oldu mu yokluktan başka ortada hiç birşey kalmaz."

Şems, artık Mevlârıa'ya "Hak vuslatının elest çeşnisini" tattırmıştı. Mevlâna, "Rab tecellisi" ile doluydu. Şems, bu yolda Mevlâna için bir köprüydü. Hak'ka ulaştıran bir vasıta.. Mevlâna köprüden çoktan geçmiş, vasıta vazifesini çoktan yapmıştı. İlâhî kader, Şems'in Mevlâna'nın yanında fazla kalmaması seklinde tecelli edecek, daha başka olaylar olacaktı.
Mevlâna bugünlerde aşkının ve kemalinin zirvesindeydi. Bu sırada, mürsid ve mürid kimdi, kim kimi gerçek yosunda uyarıyordu. Bu bilinmezdi.
Bir gün müridlerden biri sormuştu
—- Hak'ka ulaşmak için ne yapmalı?
Şems. cevap vermişti:
— Hak'ka ulaşmak için, bâtılı bırak. Yol budur'.. Mevlâna ise, soruyu şöyle cevaplandırmış ve tamamlamıştı:
— Bâtıldan kurtulmak için de Hak'kı tut. Burada yol ve ağıza ihtiyaç yok. Herşey senin elinde... İstersen Hak'ka ulaşmak için batılı terke!, istersen bâtıldan kurtulmak için Hakkı tut ..
Her iki halde de gönlü sevgisiyle arıtmah, onunla doldurmalıydı Sevgi bütün kapıları açarı gerçek tılsımdı. Bu konuda Mevlâna. Mesnevisinde, şöyle diyordu:
Sevgiden tatlılar safileşir.
Sevgiden bakırlar altın kesilir.
Dertler sevgiyle derman olur.
Ölüler, sevgiden dirilir, şah bile sevgiden kul olur.
Mevlâna seviyordu. İnsanları seviyordu. Şems'i seviyordu. Düşmanlarını dahi seviyordu. Şems'i sevmeyenlere bir gün şöyle demişti:
— Niçin boş şeylerle düşüp kalkıyor, bos dedikodularla kendinizi yiyorsunuz. Sevmediğiniz şeyleri sevmeye çalışınız. Allah'ın sevgi çanağı cömerttir. Kana kana niçin içmezsiniz? Sevgi lezzetini bir kere aldınız mı, size iki cihan da aydınlıktır.
Aydınlık kapılar, sevgiyle açılıyordu. Ve Mevlâna, insanlara sesleniyordu:
— Kardeşlerim, kardeşlerim! Bir kuvvetin, bir duygunun kaydında olmayın. Kalplerinizin gerçeklere açılmasını istiyorsanız, birbirinizi sevin, herkes birbirini sevsin, dostça elele versin. Çünkü düşmanlar pusudadır...
Mevlâna aşktan, sevgiden başka herşeye gönlünü mühürlemişti artık. O'nun işi Allahyla, Allah dostlarıyla idi. Gerçek imânı, aşk haline, sevgi haline getirmişti. Bu aşkla, bu sevgiyle semâ ediyordu. Semâ, şuur ve aklın ötesiydi, kendinden geçiş haliydi. Divân-ı Kebîr'inde, "Bugün semâ var, semâ var. Akla uedâ var, veda var.."diyordu. Aklın, şuurun idrakten aciz kaldığı Mutlak Kemâl'e, semâm vecdi içinde kanat açıyor, bu haldeyken fânî olmanın doyumsuz zevkini yaşıyordu.
Dr. Mehmet ÖNDER
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
Mevlana'da Aşk
ball3.gif


Mevlâna der ki, "Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep o.."
Uğruna bir ömür bağışlanan, yanıp yakınılan bu eşsiz sevgili. Allah'tır. Âşk'da Allah'a karşı aşırı sevginin kemale erişi, âşığın âşkta yok oluşudur. Gerçek ilhama mazhar olmuş, gerçek yokluğu zevk edinmişlerin en büyük arzusu ilâhî vuslat'tır. Mevlâna, bu yolun coşkun âşığıdır, aşktan doğmuş, aşkla yoğrulmuştur.

"Bizim peygamberimizin yolu âşk yoludur. Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır,"
der ve hakiki diriliğin aşkta yok olmakla mümkün olabileceğini söyler "Aşksız olma ki ölü olmayasın. Âşkta öl ki diri kalasın.." Mevlâna'nın âşkı, ömrünün üç merhalesinde olgunlaşmış, bir ömür bu uğurda harcanmıştır. Mevlâna bunu bir beytiyle şöyle ifade eder: "Bütün ömrümün hülâsası şu üç sözden fazla değil: Hamdım, pişdim, yandım." Tahsil ve yetişme devresinin hamlığını Tebrizli Şems pişirmiş, ondan sonra yokluğu ile Mevlâna'yı yakmış, kavurturmuştur. Mevlâna'ya göre, gerçek âşığa aşktan başka herşey haramdır. İlâhi âşk ve ma'şuk herşeyin üstünde ve içindedir. İnsan, kendisini yoktan var edeni nasıl sevmez? Bu sevgi, aslında onun özündedir, herşeyin sonu ona varır. "Fîhi Mâ-fih" adlı eserinde şöyle buyurur: "Aslolan sevmektir. İnsan'ın mayasındaki bu duyguyu arıtmalı. açıklamalıdır. Bedenimiz bir kovan gibidir. Bu kovanın balı ne mumu da ilâhî aşktır..."

Mevlâna'nın Şems'e karşı yakınlığı ve âşkı da budur: Şeyh Şelâhaddin ve Çelebi Hüsameddin'e olan aşk da bu.. Onlarda mutlak varlığın kemâlini, cemâlinde Allah nurlarını gören Mevlâna, gerçek âşkı. yani "Zât-ı ilâhiye"yi sembolleştirerek terennüm etmiştir. Mesnevi'sinde, "Hakiki maşuk olan Allah'dan başka bir temaşası bulunan âşk. âşk olamaz, saçma-sapan bir sevda olur" buyurdukları gibi, Mevlâna'daki âşk, tam anlamıyla ilâhi âşk'tır; başka hiç bir şey değildir ve olamaz.
Mevlâna, coşkun âşkını Şems'in adında sembolleştirmiştir. Kendisinden yirmi yaş fazla 60-70 yaşındaki bu derviş, Mevlâna'da öz cevherini bulduğu ilâhî âşkı olgunluğa ulaştırmış, yokluğu ile de Mevlâna, O'nu âşkın sembolü yapmıştır. Bu sembol Allah'ın cemâl ve celalim imâ eder. Mevlâna, ezeli maşukun yüzünün aksını ve nurlu ışıklarını her yerde görür. Tebrizli Semseddinde bu nurlar; gören Mevlâna onu bunun için över. İlâhî vecdin verdiği mestligi, şarabın mestliğine benzetmiş, şarabı da âşk şarabı olarak sembolleştirmiştir. ilâhî âşkın, yakıcı sarhoşluğu bu.. Şiirlerindeki bağ, gül ve bülbül, hepsi de birer semboldür. Asıl maksat Allah'tır. Bir rubaisinde bunu şöyle dile getirir:
"Başımı koyduğum her yerde secde ettiğim O'dur. Attı yönde ve altı cihet dışında Mâbud O'dur. Boğ, bülbül, semâ ve sevgili.. Hepsi bahane, maksat daima O'dur."
İşte Mevlâna'daki âşk ve sevgili..
Çünkü o, herkesi seviyor, herkesi kabul ediyordu. Onca insanlar ceset ve kalıp itibariyle çok, fakat maya ve ruh bakımından tekli. Bir rubaisinde "Yine gel, yine gel.. Her kim olursan ol. yine gel.. İster kâfir ol, ister mecûsi, ister putperest. İster yüz kerre bozmuş o! tövbeni.." diyor ve ilâve ediyordu: "Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. Nasılsan öyle gel.." Bütün bir insanlığı çağırıyor, aydınlık, nurlu kapısında, onlara gerçek yolu, Hak yolunu gösteriyordu.
Bu çağrıya uyanlar, onun etrafında kümeleşiyor. hidayet yolunu seçiyorlardı. Bilgini, cahili, zengini, fakiri, köylüsü-kentlisi, sultanından çobanına kadar Mevlâna'nın kapısında, ona uyanlar arasındaydı. Bu ilâhî bir çağrıydı. Konya bir gönüller yurdu, âşıklar kabesı olmuştu. Nitekim bu çağrı Mevlâna devrinde de, Mevlâna'dan sonra da gönüllerde aksini bulmuş, onun mübarek türbesi, onu sevenlerin bir sığınağı, zıya retgâhı olmuştu. Artık simdi Mevlâna cağrılıyordu. Gecen yılların Mevlâna ihtifallerinde biz de Ona şöyle sesleniyorduk artık: Gel. yine de gel. yine de...
Gel, cana can ver, imâna imân, Gel vuslatı hasretinden güç olan..
Dillerde senin adın. gönüllerde sen...
Umutsuzlara umut, çaresizlere çare sen.. Her yüzde sen, her yönde sen.
Ey köpük köpük aşk olup coşan
Ey semâ semâ dökülen, taşan..
Gel.. Ölümsüzlük tahtından haber ver bize..
Bizi bizden al götür, O Mesnevi ummanına. O İlâhî aşk kervanına.
Ey yılları yıllara ulayıp aşan,
Ey nesillerden nesillere ulaşan..
Doyumsuz sevgine doymuyor ihvan.. Sulha, sükûna susamış cihan..
Yetiş imdada aman ey büyük dost.. Ey koca Sultan. Bir kerre değil asla, bin kerre gel. Yine de gel, yine de gel, yine gel.

Dr. Mehmet ÖNDER

 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
Mevlâna'da Doyumsuz Sevgi
ball3.gif


O, âşk, cezbe, sohbet ve irfan yolunda mesafeler alıyor, çevresine iyilik, doğruluk ve güzellik nurları saçıyordu. Bir gün, iki kişinin kavga ettiğini görmüştü. Kavgacılardan biri, ötekine:
— Bana bir söyle, benden bin işitirsin...
demişti. Bunu duyan Mevlâna, yanlarına gitti, o adama:
— Ne söyleyeceksen bana söyle, benimle kavga et. Bana bin söyle, benden bir bile işitemezsin.
deyince, kavgacılar hemen susmuşlar, barışmışlar, büyük adamın önünde saygıyla eğilmişlerdi. O, dostluğun da, sulhun da temelini, insanların karşılıklı sevgisinde buluyordu. Kötülüklerden arınmanın yolu sevgide idi. Bir gün oğlu Sultan Veled'e şu nasihatta bulunmuştu. "O'nun hayrını ve iyiliğini söyle, göreceksin ki o düşman senin en yakın dostun olacaktır. Çünkü gönülden dile. dilden de gönüle yol vardır."
Sevmek, herşeyi. her yaratığı sevmek, ruhu olgunlaştırır, insana huzur verir. Bu sevginin kapıları Allah sevgisiyle açılır. Allah'ı seven, Allah'ın birliğine inanan kişi, kulluğunu sevgiyle gösterir. Bir rubaîsinde sevgili Allah'ına şöyle seslenir:
"Sevgilim, sana yakın olmanın sebebi hep sevgidir. Ayağını nereye basarsan, biz oranın toprağıyız. Aşk mezhebinde reva mıdır ki. âlemi seninle gördüğümüz halde seni görmeyelim." Yine şöyle der:
— Seviyoruz ve hayatımızın güzelliği o yüzden. Bu sevgi insanı "kemâl"e ulaştıran. Allah'a yakınlaştıran ve Allah vuslatını tattıran "gerçek" aşka. Allah arkına götürürdü. Yalnız gerçek aşkı. dünyevi aşktan ayırmak lâzımdı. Mevlâna, dünyevî askı, Mecnun'un devesine benzeterek. Mesnevisinde şu hikâyeyi anlatmada:
Mecnun, Leylâsına kavuşmak için devesine biner, ileri sürer. Devenin arkasında çok sevdiği yavrusu (daylak) vardır. Mecnun deveyi rnahmuzladıkça, yavrusu geride kalır. Yular gevşeyince de deve geriler. Mecnun, deveyi sürdükçe deve ileri, yular gevşeyince de deve geri..
Bir süre sonra da. Mecnun kendine gelir. Bir de bakar ki, ne görsün. Bulunduğu yerden bir adım öte gidememiş. O zaman Mecnun:
— A deve!. İkimiz de âşığız. Ben Leylâ'ya, sen daylağa.. Biz birbirimize yoldaş olamayız. Çünkü birbirimizin yolunu vuruyoruz, der.
Gerçek âşık, ten devesine binen değil, cân devesine binendir. Cân ve bekâ âlemine kanat açandır."
Gerçek âşık Mevlâna'dır. Mevlâna'yı yaşayandır. Gerçek âşk ta yalnız Allah'dır.
Öteki değil!
Âşk ve sevgi bahsinde kalem durmadan yazar, dil durmadan söyler. gönül coşar da coşar. Bu âşk Mevlâna'ya koca bir Divân, cilt cilt Mesnevi, kucak kucak kitap yazdırdı aziz okuyucu!
Biz. Cenâb-ı Mevlâna'mızın O'nun pek bol olan lûtfuna sığınarak, kırık-dökük cümlelerimizle hayat hikâyesini izlerken, tekrar bu konulara dönersek hoşgörünüz. Çünkü O, âleme açılmış bir sevgi bayrağı, kükreyen, fokurdayan, lavlar saçan koca bir âşk dağıdır. Hem de yedi yüz yıldan beri..
O güzellik güneşinden, o doğruluk durağından, o iyilik pınarından söz ederken "Fîhi Mâ-fih" adlı eserindeki su cümlesini de kaydetmeden geçemeyeğiz:
— Her kim ki bizi hayırla yâd ederse, onun da dünyada, yâdı hayırla olsun. Eğer bir kimse başka biri hakkında iyi şeyler söylerse, o hayır. o iyilik, kendisinin olur. gerçekte kendisini övmededir. Bu övünçle yine onun hayat hikâyesine dönelim:

Dr. Mehmet ÖNDER
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
Mevlana'da Semâ
ball3.gif


Mevlâna, coşkun âşkını, müzikle, semâ ile besliyordu. Müzik, âşkla dolup tasan gönlün oynaşı, sema bu âşkın vecdi ve hareketiydi. Şiir ise aşkın dili. gönül kandilinin yağıydı. Bu üç estetik unsur, yani müzik, sür ve semâ bir oldu mu. bir âsk çağlayanı oluyor, köpüre köpüre Mevlâna'nın ruhunda, benliğinden dökülüyor ve bu çağlayanda Mevlâna dahi silinip kayboluyordu.
Mevlâna'nın ilâhî âşkı ve vecdinin dili sayılan müzikte, rebabın ve neyin yeri büyüktü. "Rebabın dili Türk olsun, Rum olsun, Arap olsun âşıkların dilidir,." diyen Mevlâna: "Kebab aşk kaynağıdır, ahbap yoldaşıdır. Bulut nasıl gü bahçesini salarsa, rebabda gönülleri sular, gönüllere şakilik eder.." buyurur. Aşk susuzluğunu rebabın tatlı, yanık nağmeleriyle göderiyor. onun sesiyle gönlünü serinletiyordu.
Mevlâna, Mevlâna olalı beri Konya ney ve rebab sesleriyle dolmuştu. Nerede Mevlâna, orada müzik, şiir ve semâ vardı. Bu ses, bu nefesler taassubun kör kuyusuna düşenleri çileden çıkarıyor, "Bu çengilik ne diye? Biz iki eşek yükü kitap okuduk. Müziğin helal olduğuna dair bir tek satır bile görmedik.." diyorlardı. Bu sözler Mevlâna'ya ulaştığı zaman tek cümle ile itirazlarını cevaplandırıyordu:
— Onlar eşekcesine okumuşlar!
Rebabı ten kulağıyla değil, can kulağı ile dinlemek, onun dilinden anlamak demekti. Bir gün Mevlâna. "Biz. rebabtan cennet kapılarının açılışının tatlı sesini duyuyoruz" demişti. Her zaman Mevlâna'ya karsı olan Seyyid Şerefeddin buna da itiraz etmis:
— Biz de rebabı duyuyoruz. Fakat bize acı bir gıcırtıdan başka ses gelmiyor.
demişti. Mevlâna bu söze incinmedi. Şu zarif nüktesi ile cevap vermişti:
— Evet o da duyuyor. Fark su. Biz cennet kapısının açılışımn sesi
ni duyuyoruz, o ise kapanışının.. Ve ilâve ediyordu:
— Medreseleri bilginlere verdik, tekkeleri scyhlere.. Rebap ortalık yerde bizim gibi garip kaldı. Ona da rağbet gösterselerdi. şüphesiz bağışlardık. Bunu yapmadılar. Eh ne yapalım.garibi garip okşar. Hoş görsünler..
Rebap okşandıkca. hele Mevlâna'ni', hassas, ince parmaklarıyla
okşandıkça ilâhî nağmeler çıkarıyor, âşk ezgisiyle ağlıyor, inliyordu.
Hele o ney, o kamış parçası bir âlemdi. O ney ki. gönül sahibinin elinde bir kamış olmaktan çıkıyor. Allah esrarını fısıldayan bir ses, bir nefes oluyordu. Bu ses. bu nefes, önce Mesnevi'de, "Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıklardan nasıl hikâye ediyor" diye dile geliyor, ney olmaktan çıkıyor, Mevlâna'nın ta kendisi oluyordu. Aslında ney, benzi sararmış, varlığını Allah'a adamış, Allah âşığını temsil ediyordu.
Neyin üzerindeki yedi delik, insan başındaki göz, kulak, burun ağız gibi yedi deliği ifade ediyor ve ney, "İnsan-ı kâmil"i dile getiriyordu. Mevlâna, Mesnevi'sinde böyle bir ney'di. Nitekim, Mesnevi'yi ingilizce'ye çeviren Reynold A.Nicholson, "Mevlâna, kendisini, Çelebi Hüsameddin'in ağzından üflenen ve kendi yarattığı giryan musikiyi döken bir ney'e benzetir" demektedir. Rahmetli Yaman Dede, "Nây" adlı manzumesinde şöyle seslenir:
İçi boş, benzi sararmış ona aşktır maya Derd-i hicran ile inler, eder âh Leylâ'ya. Arzeder hıçkırarak âşkını hep Mevlâya, Bak neler söyletiyor Hazreti Mevlânaya..

Dr. Mehmet ÖNDER
flowerbar.gif

 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
Mevlâna'nın Kulluğu Hak'kaydı
ball3.gif


Mevlâna, yeni bir din yeni bir mezhep vazetmiyordu. O, imanı tam, gönlü ganî. aşık bir müslümandı. Mutlak hakikate ulaşabilmek için âsk ve vecdle. Allah'ı seven ve O'na hamdeden bir sûfîydi. Bütün eserleri bu âşk ve vecdin. bu "hamd-ü senâ"nın ta kendisiydi. Allah'ı seviyor, kitaplarına ve peygamberlerine inanıyor ve kulluk ediyordu. Bir rubaisinde. "Yaşadığını müddetçe Kur'anın kuluyum ben., Hz. Muhammed (S.A.V) 'in yolunun tozuyum ben. Birisi, benim sözlerimden, bundan başka bir söz naklederse, o kimseden de.o sözden de bizarım ben.." diyordu.
Ve yine diyordu ki, "Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Bu'zayıf kul kulluğu lâyıkıyla ita edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim, Her köle âzâd edilince sevinir. Yarabbi. ben sana kul olduğum için seviniyorum.."
Bu kullukta ne büyüklük.. Bu tevazuda ne büyük teslimiyet.. "Kul ol da, at gibi yer yüzünde yürü.. Cenaze gibi halkın omuzuna binip te yükselmeğe çalışma!" diyordu.
Devrinde. Selçuklu devletinin resmî mezhebi Hanefî idi. Medreselerde, ders veren müderrisin dahi Hanefî mezhebinden olması şart koşuluyor, hattâ bu şart vakfiyelere geçiriliyordu. Konya'daki Altun Aba. Karatay. Sırçalı gibi Selçuklu devri medreselerinin vakfiye ve kitabelerinde bu kayıtlara rastlanır. Anadolu Selçukluları'nın en parlak yıllarında Konya'ya gelen, bir süre medreselerde ders veren Mevlâna'nın da mezhebi Hanefîdir. Ama O, "Aşıklar, mezhep ve milletten kurtulmuşlardır. O'nlar için mezhep ve millet, Allah'tır" buyurur. O. İslâm dinine, bu berrak ve asıl dine, sonradan giren safsatalardan, hele medresenin yıkıcı, köhne cehaletinden daima şikâyetçi olmuş, tertemiz inançların geniş çerçevesi içerisinde düşünmüştür. O, "pergel gibi bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durarak, diğer ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum.." diyerek bu toleransını ifade etmektedir.
Mevlâna'ya göre, manevî huzur ve zevkler elde edilir. O'na göre iman, doğru ile yanlısı, hakla bâtılı ayırdedebilen temyizdi. Amel. insandaki mânâdır. Söz amelin semeresidir, âmelden doğar.
Ve yine diyor ki Mevlâna, "Kur'anı Kerim'e nazar et ve bil ki. bütün Kur'an nefislerin kötülüklerini bildirmek ve onun ıslahını göstermek şerhidir." Yine diyor ki, "İnsanoğlu, edepden nasibini almamışsa, insan değildir. Esasen, insanla hayvan arasındaki fark da edeptir. Gözünü aç. Allah'ın kelâmına, bir bak. Bütün Kur'anın mânası âyet âyet edepten ibarettir..."
Devam ediyordu:
Allah'tan biz. edep ihsan etmesini isteyelim. Çünkü edepsiz kimse. Allah'ın lûtfundan mahrumdur. Bu kainat edeple nurlandı, melekler edeple, masum ve temiz oldu.. Senin dahi ruhunun feleği edepli olursa, yıldızlar ve ilimlerle aydın olursun. Aklın melek gibi edepli olursa, onun gibi ibadet ve kullukta bulunursa, ayıplardan ve hatalardan temizlenir

Dr. Mehmet ÖNDER
flowerbar.gif

 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
İlâhi Güzellik, Ruhun Güzelliğindedir
ball3.gif


Mevlâna'ya göre. Allah korkusu imanlı bir kalbin ziyneti ve süsüdür. Ondan mahrum olan gönüller, harap ve şehvet yuvasıdır.
Bir gün hristiyan bir usta, Mevlâna'nın evini tamir ediyordu. O sırada, müridlerden bazıları, şaka yollu ustaya:
— Niçin müslüman olmuyorsun? Dinlerin en güzeli, en hak olanı İslâm dinidir,
dediler. Hıristiyan usta:
— Elli seneye yakındır ki, İsa dinindeyim. Dinimi terketmek için ondan korkuyor ve utanıyorum..
demişti. Bu sırada Mevlâna içeriye girmiş ve:
— İmânın sırrı korkudur. Her kim ki Allah'tan korkarsa, o Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir...
diyerek, asıl tehlikenin dinsizlik ve imansızlık olduğunu işaret etmişti.
İmân ruhun güzelliğidir. Ruh ise ölümsüzlüğün ta kendisidir. Mevlâna, Mesnevi'sinin 5. cildinde, "Bu cihandan göçenler yok değillerdir. Hak'kın sıfatlarına karışmışlardır. Onların bütün sıfatları Hak'kın sıfatlarında, güneşin önündeki yıldızlar gibi, nişansız kalmışlardır" der ve şöyle bir teşbihle bu fikri izah eder:
"Gündüz yıldızlar mevcut olduğu halde, zahiren görünmezler. Çünkü, güneşin ziyası karşısında onların Darlıkları hiçtir. Zaten ziyayı güneşten alırlar. İşte biz de Hak'la diri ve onunla mevcuduz. Ölünce, Hak'kın sıfatlarına karışmış oluyoruz. Yani, Hak'tan bir zerre olan ruh, ölümle Hak'ka rücû ettiği zaman, bizim varlığımız, asıl varlıkta mahvoluyor. Sonra. Hak'kın mânevi huzurunda toplanacağımıza göre hazır olacak olanın mâdum (yok olan) değil, mevcut olması iktiza eder".
Mevlâna, insanda iki ruh bulunduğunu, birinin insanî, diğerinin hayvanî olduğunu söyler. Mevlâna'ya göre, insanî ruh, izafî veya ilâhî ruh namlarını alması dolayısı ile. Allah'ın bir nurudur. Nitekim bir âyet-i celilede, "Ben ona kendi ruhumdan nefhettim" buyurulmuştur. Bu ruh, bedene ne bitişik, ne ayrı, ne dahil, ne hariç olup, onunla münasebeti tavsif edilemez, mahiyetine vukufa izin yoktur. Allah'a nisbeti itibariyle "bakî" ve lâyemuftur. Hayvanı ruh ise, nefsinin hevâ ve hevesine uyan, gıdaya, cesede mekâna muhtaç olan ruhtur. Böyle ham bir ruha sahip kişi. nefsiyle, hırsıyla, şehvetiyle. kiniyle savaşarak, ruhunu terbiye edebilir, olgunlaştırarak insanî bir ruha sahip olabilir. O zaman kendisinde maddî zevkle ölçülemeyen manevî başka bir zevk duyar. Meselâ, tam bir imân ve inançla ibadet etmenin zevki, gerçek güzelliği, yani iç güzelliği görmenin ve tanımanın zevki. Nihayet, Hakk'ı sevmenin ilâhî zevki.. Manevî zevklere sahip olmadıkça gerçek güzelliği, gerçek nuru görmeye imkân yoktur. Mevlâna "Güneşin ziyası biridir. Fakat evlerin içine vurduğu zaman yüz şekil alır. Ortadan duuarlara kaldırınız, nur bir olur" buyururlar. Burada, evlerin duvarları insan bedene benzetilmekte, aynı ruhun şekil ve kalıba, bilhassa istidada göre azalıp çoğaldığı ifade edilmektedir. İnsan manevî pencerelerini ne kadar ışığa, nura açarsa ve bu pencereleri ne kadar genişletirse, o kadar çok nurlanacak, olgunluğa ulaşacaktır.

Dr. Mehmet ÖNDER

 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
Mevlâna'nın Mütevazı Bir Hayatı Vardı
ball3.gif


Bütün bir mânâ âlemini kucaklayan, engin fikirli insan Mevlâna, evinde çok sade, fakirane bir hayat sürüyordu. Selçuklu emîri Bedreddin Gevhertaş'ın yaptırdığı ve babası Sultan'ül-Ûlema'ya tahsis ettiği medresinin birkaç hücresinde oturuyor, ziyaretleri burada kabul ediyordu. Saraylara, tahtlara sığmayan ünlü sultanlar, ordulara hükmeden emirler, O'nun bu küçük, daracık medresesinde küçülüyor, bu gönül hücresinden feyz almaya çalışıyorlardı. Medresenin yüksekçe bir sahn-ı vardı. Buradan oturma odası olarak kullanılan hücrelere geçilmekte, hücrelerin arasını ahşap perdeler bölmekte idi. Eskiden Konya'da Anadolu'nun birçok kasabalarında âdet olduğu üzere, sıcak mevsimlerde geceyi halk evlerinin çatısız düz damlarında geçirir, serinlerdi. Mevlâna'nın da bazı geceler, medresenin damında oturduğuna dair, kitaplar bilgi vermektedir.
Sofrası da fakirceydi. Çoğu zaman, yoğurda sarımsak ezer, bazlamaçla (pide ekmek) lokma ederdi. Eve, bir zembil girse, müridlerine paylaştırmak için Hüsameddin Çelebi'ye gönderir, kendisi asla el sürmezdi. Bir gün zevcesi Kerra Hatunun, "Evde yiyecek bir lokma kalmadı" demesi üzerine
— Aman ne mübarek ev! Tıpkı peygamber evi!
diye, esef etmemesini söylemişti. Saraydan gönderilen yemeklere el sürmez, bunun tekerrür etmemesi için haber gönderirdi. Giyimi de öylesineydi. Başına, deve tüyü bir sikke (külah) giyer, üzerine de dumanî renkte bir destar sarardı. Sırtında, önü yırtmaçlı, uzun etekli ve geniş kollu alacadan bir entari veya cübbe bulunurdu. Gerek cübbesinin, gerekse hırkasının önü daima yırtmaçlı dikilirdi. Zira, bu elbiseleri, birkaç gün sonra, bir fakirin sırtında görmek mümkündü. Hediye edeceği zaman, sırtından kolayca çıkması ve çıkarırken zahmet vermemesi için yırtmaçlı dikilirdi.
Bir gün, Kerra Hatun, kopmuş bir düğmeyi dikiyordu üzerinde.. Hanımı, eski bir inanışa uyarak, ağzına bir şey, meselâ bir çöp almasını tavsiye etmişti. Mevlâna gülerek:
— Korkma, ağzımda "Kulhüvallahü ahad" var. Onu, dişlerimin arasında öyle bir sıkıyorum ki, hiçbir şey olmaz., dedi. Menâkıb sahibi Eflâkî'nin verdiği bilgilere göre, Mevlâna, Kayseri'de, şeyhi Burhaneddin Muhakkık-i Tırmızî'yi ziyaretten sonra, Konya'ya dönmüş, zahir ilimlerinin öğretimi ile meşgul olarak, vaazların, nasihatların kapılarını açmıştı. Peygamberin, "Sarıklar arapların taçlarıdır" sözü gereğince bilginlere yaraşır bir sarık sarmış, bir ucunu da taylasan bırakmış, kollan geniş bir hırka giymişti. Diğer bir hikâyeden de, Tebrîzli Semseddin'in Konya'dan ilk ayrılışında Mevlâna'nın "Hindibarî" denilen bir kumaştan "Ferace" dikilmesini söylediğini, başına da bal renginde keçe bir külah giydiğini öğreniyoruz.
Mevlâna:
— Cübbe ve sarıkla insan âlim olmaz. Âlimlik, insanın zâtında bulunan bir hünerdir, der ve giyimine asla önem vermez, halkın giydiğini giyer, halktan ayrılmazdı.
Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre, Mevlâna uzunca boylu, zayıfça, soluk buğday benizli, siyah kaş, elâ gözlü ve kırçıl sakallıdır. Yüzünü çeviren bir tutamak sakalı vardı. Uzun sakal bırakan sözde sofileri kınar, şöyle derdi:
— Sakalın çokluğu erkeği böbürlendirir, bu da insanı manen öldürür. Çok sakal, sûfilerin hoşuna gider. Fakat, sûfî sakalını tarayıncaya kadar ârif Allah'a ulaşır.
Kendisi hiç kimseden bir şey talep etmediği gibi, çevresindekilerin
de el avuç açmasına asla izin vermezdi:
— Bizim dostlarımızdan kim, dünyaya ait bir şey istemek için el avuş açarsa, ondan yüz çeviririz. Çünkü biz, istek kapımızı kendi dostlarımıza kapamışız. Bize almayı değil, vermeyi öğrettiler... derdi..

Dr. Mehmet ÖNDER



flowerbar.gif

 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ball3.gif
Mevlâna Ne Şair, Ne De Filozoftur
ball3.gif


Mevlâna çok okuyor, okuduğu kitaplardan notlar alıyor, sırası geldikçe, eserlerinde bunlardan faydalanıyordu. Mevlâna aldığını halka vermekle, onlara doğru yolu göstermekle görevli bir Tanrı eriydi. O'nun dilinde şiir. bir fikri daha yaygın, daha kolay anlatabilmek için bir vasıtaydı. Mevlâna'ya göre şiir. üzüm bağının çitten duvarı gibidir. Gerekli olan bağın üzümüdür, çit duvarı değil. Önemli unsur söz ve mânadır, vezin ve kafiye değil. Hattâ söz de fazladır. Der ki:
— Ben kafiye düşünürüm, sevgili bana der ki, yüzümden başka bir şey düşünme.. Ey benim kafiye düşünenim. Benim yanımda devlet kafiyesi sensin, karşımda rahatça otur.. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin? Harf (vezin-kafiye) nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, şiiri, sözü ortadan kaldır. Bu üçü olmaksızın senine konuşayım..
Yine der ki:
— Tanrı, şiir için kafiye aramaktan başka bir dert vermedi bana.. Sonunda, ondan da kurtardı beni. Şu şiiri al da eski bir şiir gibi yırt gitsin. Mânâlar, zaten harfe, ölçüye sığmıyor, anlatmak istiyorum ama, onlar da bu dilekten çok üstün.
Ve gerçekten Mevlâna, çoğu zaman, vezin ve kafiyeyi bir kenara iterek, pervasız bir rahatlıkla fikir ve mânâ âlemine kanat açar.
Mevlâna'ya şâir diyenler, işte bu yönden aldanırlar. Mevlâna'nın şairliği, O'nun diğer meziyetlerinden çok sonra gelir. Mevlâna, filozof da değildir. Felsefe. O'nun âşk ve cezbe dolu fikir ve düşünce yolunda, yol vuran, köstekleyici bir engel, ilâhî âşkı ve doyumsuz sevgi pınarlarını bulandıran bir vesvesedir. Felsefe, yalnız akla önem verdiği, duyguyu, kalbi doğuşu benimsemediği için noksandır. Hele âşk. felsefede aklın kabul edeceği bir iş değildir. Mevlâna'ya göre âşkı aşkla anlamak lâzımdır. Akıl, âşkın şerhinden âcizdir. O, "Allah'a visal"İ. âşk'ta bulmuş, gerçek bir mutasavvıftır.
Mevlâna'ya göre, âlimin gayesi, ilmin aracılığı ile, gerçeğe ulaşmaktır. Bu da tasavvufta kendini bilmektir. "Fihîmâ-fih" adlı eserinde, "Zamanımızdaki âlimler, kılı kırk yarıyorlar, kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi bilmiyorlar. Oysa ki, asıl önemli olan ve kendilerine herşeyden yakın bulunan şeyi, yani kendilerini bilmiyorlar.."der. Kendini bilen ise Tanrıyı bilecektir. Yol bu kadar yakın iken, hayale kapılmanın, vesvese ile uğraşmanın ne lüzumu var. Mesnevi'deki bir hikâyeye göre, sinek, bir avuç su birikintisi üzerinde yüzen saman çöpüne konmuş:
— Duymuştum, denizler varmış, üzerinde gemiler yüzermiş. Gemileri de kaptanlar idare edermiş. Her halde ben şu anda bu gemilerden birinde kaptanım...
Gibi vehme, hayale kapılmış.. Öyle olmaktansa, denizleri, gemileri bilmek, görmek ve bu gemilerin kaptanı olmak gerek..
Mevlâna buna ermiş, erişmiş, gerçek erenlerdendir. Hattâ erenler halkasında tâcdır, imamedir. Kendisinden öncekilerin ve sonrakilerin..
Dr. Mehmet ÖNDER
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt