HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-2 (TEVAZU)
Kılıç, Boynu Olanın Boynunu Keser…
Varlık ve benlik iddiâsından uzak, mütevâzı insanlar, pekçok mânevî tehlikeden emin olurlar. Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkati şu teşbîh ile îzâh eder:
“Kılıç, boynu olanın boynunu keser… Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.”
Ayrıca sâhibini mânen yücelten hakîkî tevâzû, kişinin hikmet ve mârifetinin de artmasına, basîretinin açılmasına vesîle olur. Bu meyanda da Mesnevî’de şöyle buyrulur:
“Tevâzû sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine, doğru görmek basîretini ihsân eder. Artık her şeyin hakikatini açıkça görür, «Allâh’ım, bize bütün eşyânın hakikatlerini olduğu gibi göster.» hadîs-i şerîfinin sırrına muttalî olursun.”
Tevâzû; merhameti, hizmeti, cömertliği doğurur. Mütevâzı insan, hizmet ehlidir, merhametlidir, şefkatlidir. Bunun zıddına tevâzûdan nasipsiz bir insan, kibirlidir, hasistir, ilâhî lutuflardan mahrumdur.
İmâm-ı Şârânî “el-Bahrü’l-Mevrûd” adlı eserinde der ki:
“Bir mânevî mecliste en çok istifade eden, orada en çok tevâzû ve mahviyet gösterendir. Çünkü rahmet-i ilâhî dâimâ fakîrü’l-meşreb, mütevâzı kimselerin gönlüne nüzûl eder. Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile dâimâ çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor.”
Efendimiz’in Tevâzuu
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:
“Allah Teâlâ bana; «Birbirinize karşı öylesine alçak gönüllü olun ki, hiçbir kişi diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın.» diye vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64)
Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hür ve kölelerin dâvetine icâbet eder, bir yudum süt de olsa hediyeyi kabul eder ve ona hediye ile mukâbele ederdi. Toplumda hor görülen, küçümsenen câriye veya yoksul insanların isteklerine cevap verme husûsunda da büyük bir titizlik gösterirdi.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası Efendimiz’e gelince arkadaşları:
“–Yâ Rasûlallah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21)
Mekke fethi, müslümanların yirmi sene çektiği çile, ıztırap ve zulümlerden sonra Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lutfettiği en büyük zaferdi. Ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’ye zafer işâretleriyle değil, devesinin üzerinde secdeye kapanmış olarak ve bir şükür edâsı içinde girmiştir. En cüz’î bir benlik tezâhürüne karşı koymak üzere de:
“Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» niyâzında bulundu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)
Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecandan titreyerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana İslâm’ı telkîn buyurunuz!” diyen hemşehrisini, imkânlarının en zayıf olduğu zamandan misâl vererek teskin etti ve:
“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidesini kastederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetîmiyim!..”1 diyerek kâ’bına varılmaz bir tevâzû gösterdi.
Yine aynı gün, ihtiyar babasını sırtına alarak huzûruna getiren ve ona îman telkîn etmesini isteyen Hazret-i Ebû Bekir’e:
“–Yâ Ebâ Bekir! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidemez miydik?!.” karşılığını verdi.2
Kendisine aşırı tâzim gösterenlere de:
“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah beni «Rasûl» edinmeden önce «Kul» edinmişti.” ikâzında bulundu. (Heysemî, IX, 21)
Ashâbın Tevâzuu
Nebevî terbiye altında yetişen sahâbe nesli de Allah Rasûlü’nün tevâzû hâlinden müstesnâ nasipler almışlardır.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün ifâdesiyle; “üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi”3 olmasına ve yine Efendimiz’in; “Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım…”4 buyurmasına rağmen, halîfeliğe seçildiğinde îrâd ettiği ilk hutbede:
“Ey insanlar, en hayırlınız olmadığım halde başınıza emir tayin edilmiş bulunuyorum.” diyerek vazîfesindeki yüksek dirâyetine rağmen Hak Teâlâ’nın lutf u ihsânını ümîd ederek tevâzûdan müstağnî kalmamıştır.
a
Selman -radıyallâhu anh- Medâin vâlisiyken, Şam’dan bir tüccar gelmişti. Tüccar, yükünü taşıyacak bir hamal ararken, sırtında bir aba olan Selman -radıyallâhu anh-’a rastladı. Onu tanımadığı için de; “–Gel şunu taşı!” dedi.
Selman -radıyallâhu anh- yükü sırtlandı. Halk vâliyi birinin yükünü taşırken görünce adama hemen durumu îzah ettiler. Şamlı tüccar derhâl özür dileyip yükü almaya çalıştıysa da Selman -radıyallâhu anh-:
“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” karşılığını verdi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
a
Peygamber müezzini Bilâl -radıyallâhu anh-, siyâhî idi. Ebû Zer -radıyallâhu anh- ona bir kızgınlık ânında; “Ey kara kadının oğlu!” diye hitâb etti. Bu sebeple Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, ona kızdı. Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın sonraki bir hâlini Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır:
“Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı üzerinde değerli bir elbiseyle gördüm. Aynı elbiseden kölesinin üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum; Ebû Zer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kişiye hakaret ettiğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona şöyle buyurmuş:
«Sen, kendisinde câhiliye huyu bulunan bir kimsesin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şâyet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.»” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40)
Tevâzûda Îtidâl
Tevâzûda aşırıya kaçmak, kişiyi ya zillete ya da dolaylı bir kibre götürür. Asıl tevâzû, mânen seviyeli insanların kârıdır. Böyle olmadığı hâlde, öyleymiş gibi davrananların yaptıkları, tevâzû kisvesi altında böbürlenmek ve riyâkârlıktır.
Şeyh Sâdî ne güzel söyler:
“Fıstık misâli kendisinde bir iç var zanneden kimse, soğan gibi hep kabuk çıkar.”
Buna göre kıymeti hâiz bir vasfı olmayan kimselerin o vasıfla ilgili kullandıkları tevâzû ifâdeleri, ayrı bir riyâ misâlidir.
Meyveleri olgunlaşmış ağaçların, dallarını yere eğip insanlara ikrâm etmesi gibi; ancak akıl, ilim ve hikmet sahibi seçkin insanlar mütevâzı ve ikram sahibi olurlar. Şu hâlde insanoğlu, gösterişe dayalı nefsânî şöhret ve heybetten ziyâde, iç âlemini bütün varlıkların istifâde edebileceği bir hazine hâline getirmelidir.