TAKDİM VE İTHAF
İslâm, teslimdir; teslim ise, yakîndir; yakîn, tasdiktir; tasdik, ikrardır; ikrar, edâdır; edâ da, amel... Hazret-i Ali böyle buyuruyor.
İmân; tasdik, marifet, yakîn, ikrar ve İslâm’dır... İmâm-ı Azam böyle buyuruyor.
“İslâm” ve “imân”ın, birbirinin aynı ve birbirinden ayrı mânâları açık. Bunun yanında, “İslâm” ve “imân”ın açılımı hâlinde serdedilen kelimelerin, birbirinden farklı, buna mukabil hepsinin aynı mânâya geldiği belirtilmiştir; İslâm ve imân. Meselâ, bir kimseye, “ey insan, ey adam veya ey filânca” denmesi ve bunlarla aynı mânânın kasdedilmesi gibi.
Eserimizin ismi, “Marifetname”; Marifet ve irfanın, “bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemâl” mânâsı, işin istidat ve çaba hâlinde, iç ve dış şartlarını çerçeveliyor. İslâm ve imân alâkası içinde, “ilm-i ledün” mânâsını da.
İslâm dini; teslim olunması ve imân edilmesi gerekenin hakikati o... “Nisbet”in teşekkülü boyunca, mevzuuna mahsus tasarruf; bu çerçevede de, “bilinmesi gereken”in “küll” anlamı yanında, yakîn getirme - marifet ve irfanın “cüz-parça” anlamı.
“Yakîn”, ilmin, bilmenin sıfatıdır ve malûm olduğu üzere, ayn-el yakîn, ilm-el yakîn, hakk-al yakîn şeklinde üçe ayrılır. Üstadım’ın misâliyle, Van gölü’nün olduğunu bilmek, “ilm-el yakîn”dir. Bizzat yanına gidip görmek, “ayn-el yakîn”dir. İçine girip garkolmak da, “hakk-el yakîn”dir.
Gelelim, “Süzgeç ve Şekil” davasına... Süzme, sadece “özünü alma” ve sadeleştirme değil, müsbet veya menfî anlamıyla “tasviye etmek”tir de. Şekil ise, “biçim, suret, tarz ve formül” mânâları yanında, işin ruh ve ahlâk cebhesini gösteren “bir adamın tab’ ve hevasına muvafık olan şey” mânâsına da gelir; ve tasvib ettiğini kapsarken, dışta bırakma düzenini de gösterir.
Batı tefekkürüne âit verimleri, bir ideolocya manzumesinin terkibî cüzleri hâlinde “tahaddüs- sezgi” yoluyla aslına ircâ ederken, doğrudan doğruya bu dava, eserimizin niçin basit bir derleme değil de İBDA külliyatının haslığına mahsus temel bir eser olduğunu açıklar. Karikatürlerimizin anlamadığı ve işi “ağız yolunu bilmez, kaşık çalar pilâva” hesabı, açıkgözlük psikolojisine –züğürtlük ifşâına!– döktükleri mesele!
Tahaddüs, “sezgi, süratle idrak” mânâları yanında, bu hususlardan katiyyen ayrılamaz şekilde içli-dışlı “yok iken peyda olmak” keyfiyetine de denk gelir. İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin, bu türlü tevafukları, “bir hayvanın yürürken, adımlarının daha önce oradan geçmiş bir hayvanın ayak izlerine denk gelmesi”ne benzetmesi misâli çerçevesinde söylemek gerekirse, belli bir muradın sezgisi-yürüyüşü boyunca denk gelen ayak izi ile, ayak izlerine denk gelen adım atma arasında, asla uzlaşmaz bir fark vardır; birinde, hissin fikirleşmesi hâlinde bir vücut bulma ve “yok iken peyda olma”, diğerinde ise, atmasyoncu tavrı ve güyâ tasarruf ederken tasarrufuna girme şaşkınlığı. Kendini tarif eder belli bir nisbet oluşturulamamasının sebebi de burada: Bakar bakmaz anlıyoruz, “sen bu işin derdinde değilsin!” davası, yürüyüşünden belli!
Söz İmam-ı Gazâlî Hazretlerine gelmişken, “Takdim ve İthaf”ımızı ilk baskıdaki –aşağıda– hâline havale etmeden önce, eserimizle ilgili bir misâl daha:
— “Bir Hıristiyan, Allah’a inandığını söylüyor. O, Allah’a, Sevgilisi’nin gösterdiği yoldan inanmadığı, İslâm’ı kabul etmediği için kâfirdir. Şimdi sen onun Allah’a inandığını söylemesine bakıp da, kâfirdir diye, “Allah yoktur” mu diyeceksin?... O, her söylediği yanlış olduğu için kâfir olmamıştır ki!”
*
İslâm’a muhatap anlayışın “nasıl?” buudunu temsil eden Büyük Doğu’ya teslimiyetini, “kendinden zuhur” hikmetinin usûlü dairesinde doğrudan doğruya Büyük Doğu Mimarının anlayışına tescil ettirmiş ve yine ona Büyük Doğu’nun “niçin?” buudunu göstermiş olan İBDA, teslimiyet ile amel arasını samimiyet ve fikirde aynılaştırmış bir anlayış mihrakıdır. Öyle ki, fikirde bu fâni oluş, sadece Büyük Doğu Mimarı tarafından bâtın yönünden de tasdik edilmekle kalmamış, doğrudan doğruya düşmanlarımız tarafından bizi karalamak için ifade olunmuştur! İşte teslimiyet, işte yakîn, işte tasdik, işte ikrâr, işte edâ, işte amel!.. İşte biz!..
İslâmî hadler dairesinde ve doğrudan doğruya fikir “konsepti-derinliği”nin gösterilmesi halinde temas ettiğim “yakınlık” davasından ve sahteleri dehlendikten sonra, bu bahsin doğrudan doğruya tezahürü olan MARİFETNAME’nin temini inceliklerine geçebiliriz:
— “Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir. O halde asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır.”
Fikrin böyle bir nesep bağı içinde, bende Büyük Doğu Mimarının kendi kendini muhasebesi, tabiî olarak dünya irfan yemişlerini İslâm aslına nisbetle göstermeyi gerektirir ki, İBDA mihrakının zâtına mahsus “telif hakkının” doğrudan doğruya bu alanda tatbiki hâlinde bu eser, onun “şekil”, “süzgeç” ve “tecrit” ölçülerinin temin ettiğidir.
*
Şuurun içe dönük ve her varılanın ötesi olan iç aksiyon mevzuu “ben” yönümüzle, zamanın dışındayız; akıp giden zamanı akıp gitmeyen bir hâl’in açılışlarında takip eden bir hâlihazır... İnsan ruhu, ruhun ruhla sezilişi hâlindeki hamlelerinde, hürriyeti ve duraksız maksatlılığı temsil eder... Bu çerçevede “imân” bahsindeki inceliklere geçersek, MARİFETNAME’nin vücut bulduğu temel zemini usûl incelikleriyle izâh etmiş oluruz:
“Ruhun ruhla sezilişi” ifâdesinden de anlaşılacağı üzere “ruh”, nesneleştirme gücü ve kendi kendini “obje-nesne”leştirendir... Suret olmadan mânâların ebediyyen bilinemeyeceği hakikatini gözönünde tutarsak, “ifâde” ve görünüş çerçevesindeki herşey, sezginin aynıdır... Öte yandan biliyoruz ki, birşeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır... Bu çerçevede imânın ne olduğu da anlaşılmıyor mu?.. Şuna buna bağlanmadan önce mücerret mânâsıyla imân, zevken idrak olarak, kendi kendini izâh eden bir kavramdır... Demek ki varlığın aynıdır:
“Düşünüyorum, öyleyse varım!” hikmeti, düşüncenin sezgi neticesi olması bakımından, “varım, onun için düşünüyorum!” hakikatine çıkar ki, bu çerçevede varlık, düşüncenin aynıdır... Burada, düşünce ve düşüncelerin karşılaştırılmasına ait bir usûl görünüyor: Düşünceyi var olan olarak almak, İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin getirdiği ve sonra Batı tefekkürü tarafından da alındığı şekilde, varlığın varlıkla bilinmesi ve var olanın var olanla kavranması tarzında “bedahet-apaçık hakikat” davasına çıkar... “Herkesin hakikati kendine” ölçüsüyle her “ifâde” bir bedahet olarak alınacak ve İBDA diyalektiğinde gösterdiğmiz gibi, “bedahetin ölçülendirmesi ne?” bahsi içinde halledilecektir.
İç bağlantıyı tedaî ettirecek birkaç hikmet hariç, bütünüyle Batı Tefekkürü’nden gösterdiğimiz MARİFETNAME’deki hikmetler, böyle bir hakikatin hakikatine nisbetle ele alıştır.
*
Anlaşılmıyor mu ki, Kudsî Hadîs’te “kulunun zannı içinde olduğunu” ve öte yandan “hiçbir şeyin ona misil olmadığını” bildiren Allah, İmânın hakikatinde topyekûn varlık ve oluşun bedahetini bildirmiştir... İmân, hem inanan hem de inanılan yönünden, varlığın aynıdır; ve birşeyin aynı, aynı olduğundan başkadır... Allah, kuluna, şah damarından daha yakındır; ve ne ki o zannedilir, o değildir!.. Böyle bir “zıt kutuplar arası muvazene” diyalektiği içinde, “Allah’ı bulamamacasına arama” hikmetinin “tevhidî tecrit” usûlü görünür ki, bunu anlamamak herşeyden önce İslâmın tevhid akidesini zedeler!..
Demek ki, kâfirin de Allah’ın kulu ve topyekûn zaman ve mekânın sahibi olan Sevgilisi’nin kadrosu içinde olduğunu söylerken, insanoğlunun bilerek ve bilmeyerek Allah’ı arıyor oluşunu, hakikatleri mihrakına bağlayarak göstermek ve muhasebeye çekmek, bir zaruret oluyor; MARİFETNAME, bu idrakın... Dikkat:
Aslın, gölgenin kendisine ondan daha yakın olması hakikati çerçevesinde, küfür, imânın aynıdır... Ama kâfir yönünden, aradığının ne olduğunu bilmediği için gayrıdır! Şöyle: Biz küfre, Allah’ın kazası olarak razıyız, rızası olarak değil! Küfür, imân aslının tezahürü için gerekli araz hükmünde; ve kâfir, tersinden gerçekleştirici! Bu çerçevede pay kapılması gereken, bir bâtın kahramanının sözü:
— “Kâfir, putlarda ne aradığını bilse zındık olmazdı; ve bir müslüman, kâfirin putta neyi aradığını bilse, mecazî imândan usanırdı!”
Ve Muhiddin-i Arabî Hazretlerinini muazzam hikmeti:
— “Küfrün kaynağını bilmeyen, gerçek imânda olamaz!”
Yürüyen Büyük Doğu halinde hakikatleri aslına bağlarken nasıl bir mesuliyeti yerine getirdiğim anlaşılıyor mu? Ve şu bahislerde, “süzgeç” ve eserin “şekil” dilini ölçülendirmekte oluşum?
*
Bütün menfiliklerin mahiyetinin yokluk oluşu ve yokluğun da Allah’ın mahlûku olarak kendi kendine varolma iktidarında bulunmayışı malûm; yani “yokluk” da, Mutlak Varlık’la var... Varlığı, varlıkla-varoluşla kavramak ve tevhid bahsi yönünden, hakikatlere niçin sırt çevrilemeyeceği ve görmezden gelişin acizlik ifâdesi olacağı, bu hakikatin içindedir.
İslâm büyüklerinin işaretleri üzerinden mevzumuzu heceleyelim:
— “Zahir ilimlerinin özü, tefsir, hadîs ve fıkıhtır. Bunların özü de tasavvuf...
Tasavvufun özü ise vücut bahsidir. Derler ki, bütün tecelli mertebelerinde vücut birdir ve o vücut, kendi ilmî suretiyle zahire çıkmıştır. Bu bahis gayet nazik ve dakiktir. Buna akıl ve hayal ile girişmek küfürdür. Zira bu âlemde, köpek ve domuz gibi hayvanlarla türlü necaset ve sefil şeyler vardır. Vücudu bunlara kadar şümûllendirmek, kabahat ve şenaatin en büyüğü olur. ONLARI AYIRMAK VE MÜSTESNA TUTMAK İSE ÖLÇÜYÜ BOZAR.”
Bu sorunun cevabını da yine İslâm büyüğünden takip edelim:
— “Müminler ve keşif ehli kimselerle, vücut birliğine inananlar nazarında “halk” aklî bir kavram, “Hakk” ise görülen ve hissedilen bir varlıktır. Bu iki sınıf dışında kalanların nazarında ise, Hak akılda, halk ise histedir.”
Aklın, anlayamayacağını anlamak şeklindeki pay haddi dairesinde ve HALKIN DİLİ HAKKIN DİLİDİR hikmeti çerçevesinde görülmek üzere, “asıl” ve “gölge” davası:
— “Biliniz ki, herşey kendi mahiyeti, hakikati ve özü ile şeydir. Bir şeye kendi mahiyetini vermeye ve vericiye lüzum yoktur; çünkü mahiyeti kendisindedir. Bunun içindir ki, “hiçbir şeyin mahiyeti yapılamaz” denmiştir. Her cismin bir özü ve mahiyeti vardır. Cisimlere mahiyetlerini vermek için bir iş yapmak lâzım değildir. Meselâ, boyacının işi kumaşı boyamak içindir; yoksa kumaşı kumaş yapmak için değildir ki, buna lüzum yoktur. O hâlde birşeye mahiyeti sonradan verilmez. O şeyin mahiyetinin birlikte meydana gelmesi için iş yapılır. Herşey kendi mahiyeti ile şeydir. Bu sözümüz, “zıll-gölge”de doğru olmuyor. Birşeyin zıllı, aksi, gölgesi, hayali ve aynadaki görüntüsü, kendi mahiyeti ile zıll ve aks olmayıp, kendilerini meydana getiren aslın mahiyeti ile zıll ve aks olmuştur; çünkü, görüntünün ve gölgenin mahiyeti yoktur. Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir. O halde asıl, gölgesine, onun kendisinden daha yakındır. Çünkü gölge, aslın mahiyeti ile, yani asıl ile gölge olmuştur; kendi mahiyeti ile değil. Çünkü kendi mahiyeti yoktur... Bu âlem, mahlûkların hepsi, Allah’ın fiilerinin, işlerinin zılleri, akisleri ve görünüşleri olduğundan, bu âlemin aslı olan fiiller, âleme âlemden daha yakındır. Fiiller de sıfat-ı İlâhî’nin zılleri olduğundan, Allah’ın sıfatları âleme, âlemden ve âlemin aslı olan fiillerden daha yakındır; çünkü aslın aslıdırlar. Sıfat-ı İlâhî de, Zat-ı İlâhî’nin zılleri olduğu için, Allah’ın Zâtı, âlemden ve ef’al ve Sıfat-ı İlâhî’den daha yakındır.”
Bu ölçülendirmeler çerçevesinde ve İBDA terkibinin davet ettiği unsurlar halinde, Batı Tefekküründen mihrakına bağlanan hakikatler ve hikmetler manzumesi; MARİFETNAME...
*
Tebliğ ve telkinin en verimli noktasında durucu ve dünya çapında büyük terkibi nişanlayıcı bir aralıkta “teorik dil alanı”nı temin edici bir diyalektik ve muhatabında Büyük Doğu’da mevcut kuvvet ve istidadın tasdikini sağlayıcı bir gaye ile, antitezleri bile şifaya tahvil edebilmenin en geniş çaplı, tertipli ve verimli örneklerinden biri daha... Yaklaşık 20 senelik bir iz sürme ve çetinliği okuyucunun takdirine bırakan bu iş, yine de söylemeden edemeyeceğim bir ifadeyle, binbir bitkiden süzülen, tadı, kokusu ve rengine göre ayrı ayrı ve tek tek peteklere istiflenen balın temini cehdinindir.
Arı, ilmin malûma tâbî olması ölçüsüyle Büyük Doğu’dur; faaliyeti ise, sahibinin emri ve izniyle İBDA mihrakı! Ve böyle bir takdimle gayet nazik bir bahsin eşiğine adım atmış oluyoruz.
*