Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Seyyid Aldulhakim Arvasi (1 Kullanıcı)

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında yaşamıştır. Hazret-i Hüseyin’in soyundandır.
Moğol istilâsı sebebiyle Irak’tan Doğu Anadolu’ya yerleşmiş ve çok sayıda âlim yetiştirmiş bir aileye mensuptur. Halife Mustafa Efendi’nin oğludur. 1860’ta o zaman Hakkâri vilâyetinin merkezi olan ve şimdi Van'a bağlı Başkale kazasında doğdu. Bazı resmî evrakta doğum tarihi 1865 olarak görülür.
Başkale’de iptidaiye ve rüşdiye mekteplerini bitirdi. Doğu Anadolu ve Irak’ın çeşitli beldelerindeki âlimlerden ilim öğrendi. Arvas’ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehîm Arvâsî’nin terbiyesinde yetişti. 1879’da bağlandığı hocasından 1882’de icâzetnâme ve 1887’de de Nakşıbendî, Kâdirî, Çeştî, Kübrevî ve Sühreverdî tarikatlarından hilâfet alarak memleketine döndü. Şâfiî olmakla beraber, dört mezhebin hükümlerine de vâkıf idi.
Arvâsî, dinî ve dünyevî ilimlerde geniş bilgi sahibiydi. Dört mezhebinde fıkıh bilgilerinde mahirdi. Başkale’de kendi parasıyla kurduğu medresede 29 sene talebe yetiştirdi. Yetiştirdiği talebeler Anadolu’nun dört yanında müftü ve müderris olarak vazife aldı.
Din ilimlerinin ve ehl-i sünnet itikadının bölgede yayılıp kuvvetlenmesinde çok mühim rol oynadı. Anadolu ve İran sınırında çok beldeyi ziyaret ederek irşatta bulundu. Yaptığı hizmetler takdir edilerek zamanın padişahı Sultan II. Abdülhamid’in ihsan ve taltifine nail oldu. 1898 ve 1908 yılında İstanbul ve Mısır üzerinden iki defa hacca gitti. Mekke’de görüştüğü Şeyh Ziya Masum Müceddidî, kendisine Üveysî hilâfeti de verdi.
Doğu Anadolu'nun Ruslar tarafından işgali üzerine Mayıs 1916’da ailesiyle beraber Musul’a hicret etti. Bu arada yegâne halifesi Seyyid Sıddık Efendi şehit düştü. 1916-1918 arasında Ziybar kazâsı müftülüğünde bulundu. Adana ve Eskişehir’e geçti. 150 kişilik ailesinden 20 kişi kaldığı halde 1919 yılında İstanbul'a geldi. Sultan Vahideddin’in teveccühünü kazanarak, 5 Ağustos 1919'da padişah tarafından Süleymaniye Medresesi'ne tasavvuf müderrisi olarak tayin edildi.
Aralık ayında da Eyüp Sultan’da münhal Kaşgarî Dergâhı postnişinliği kendisine tevdi edildi. Türk-Yunan Harbi yıllarında Millî Mücadele'ye maddî yardım ve insan yollayarak katkıda bulundu.
1924-1928 arası Vefa Lisesi’ne din dersi muallimliği yaptı. 1925’te tekkeleri kapatan kanun gereği, Kaşgarî Dergâhı’nda kayd-ı hayat şartıyla oturmasına müsaade edildi. 1924 yılında İstanbul vâizi tayin olundu. İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa, Kasımpaşa Câmi-i Kebir, Üsküdar Yeni Câmi ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinden senelerle vaaz verdi. 1930’da yaş haddine rağmen vazifesi Bakanlar Kurulu kararıyla uzatıldı.
1931’de Menemen hadisesi sebebiyle Menemen’e götürülüp divan-ı harbe çıkarıldı. Beraat etti ise de, emekliye sevk olundu. Câmi derslerini aralıksız fahrî olarak yürüttü. Bayezid’de Kadı Beydâvî tefsirini okutup tamamlamaya muvaffak oldu. Üçışık soyadını aldı. Oğlu Mekki Efendi başta olmak üzere, kendisinden çok sayıda kişi ilim ve feyz aldı. Bunlardan en meşhurları, Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık’tır.
Abdülhakîm Arvâsî 18 Eylül 1943’te İzmir’de mecburî ikamete tâbi tutuldu. Daha sonra geçtiği Ankara'da 27 Kasım 1943’te vefat etti. Bağlum Kabristanı'nda medfundur.
Türkçe’den başka çok iyi derecede Arapça, Farsça ve Kürtçe bilirdi. Arapça ve Farsça şiirleri vardır. Üç oğlu ve iki kızı dünyaya geldi. Büyük oğlu Mekki Üçışık da babasından yetişmiş bir âlim olup, Üsküdar ve Kadıköy müftüsü idi. Abdülhakîm Efendi’nin sekiz kardeşi de âlim olup, ağabeylerinden mezundu. Bunlardan İbrahim Efendi (1862-1916) Van’da nakibüleşraf kaymakamı; Taha Efendi, (1864-1928) Van’da nakibüleşraf kaymakamı, Başkale, Kerkük ve İstanbul Süleymaniye Medresesi’nde müderris, 1908 ve 1921 meclisinde Hakkâri mebusu, Şer’iye Vekâleti’nde heyet-i müşavere âzâsı; Abdülkadir Işık (1866-1944), tabur imamı ve kıraat âlimi; Ziyaeddin Işık (1871-1942) Başkale müftüsü; Yusuf Efendi (1877-1917) Bağdad’da hâkim idi. Şemseddin, Kasım ve Mahmud Efendiler ise genç yaşta Başkale’de vefat etti.
Abdülhakîm Arvasî’nin eserlerinden yalnızca ikisi matbudur. Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye kitabında, çeşitli mektuplarından ve kitaplarından önemli ölçüde alıntı mevcuttur.
RahetullahiAleyh
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
selamun aleykum nevin abla emeğine saglık çok sevdiğim allah dostlarındandır rabbim görmek nasip etsin inşallah ::(
rabbimize emanetsiniz inşallah
selam ve dua ile
<<B)>>
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
O’NA

Benim efendim!

Ben sana bendim!

Bir üfledin de

Yıkıldı bend’im.

Ben ki, denizdim,

Dağbaşı bendim.

Şimdi sen oldun,

Âleme pendim.

Benim efendim!

Feza levendim!

Ölmemek neymiş;

Senden öğrendim.

Kayboldum sende,

Sende tükendim!

Sordum aynaya:

Hani ya kendim?

Benim efendim!

Benim efendim!

Emri yüklendim!

Dağlandım kalbden

Ve mühürlendim.

Askerin oldum,

Başta tülbendim;

Okum sadakta,

Elde kemendim.

Benim efendim.

1978-NFK..
Benim gönlüm Bağlumda...
Allahcc yolunu santim santim takipetmeyi nasip eylesin...
Allahcc razı olsun kardeşimiz...
BESMELE...SELAM...DUA...
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
selamun aleykum nevin abla emeğine saglık çok sevdiğim allah dostlarındandır rabbim görmek nasip etsin inşallah ::(

rabbimize emanetsiniz inşallah
selam ve dua ile

<<B)>>

Ve aleykum selam kardeşim.Allah Razı olsun sizden.Amin inşallah şefaatlerinede nail oluruzB)
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
41
Konum
sakarya
O’NA

Benim efendim!

Ben sana bendim!

Bir üfledin de

Yıkıldı bend’im.

Ben ki, denizdim,

Dağbaşı bendim.

Şimdi sen oldun,

Âleme pendim.

Benim efendim!

Feza levendim!

Ölmemek neymiş;

Senden öğrendim.

Kayboldum sende,

Sende tükendim!

Sordum aynaya:

Hani ya kendim?

Benim efendim!

Benim efendim!

Emri yüklendim!

Dağlandım kalbden

Ve mühürlendim.

Askerin oldum,

Başta tülbendim;

Okum sadakta,

Elde kemendim.

Benim efendim.

1978-NFK..
Benim gönlüm Bağlumda...
Allahcc yolunu santim santim takipetmeyi nasip eylesin...
Allahcc razı olsun kardeşimiz...
BESMELE...SELAM...DUA...

Amin ecmain inşallah.Dua ile kalın muhterem.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53

ALLAH KULUNDAN DİLEKLERİM

Necip Fazıl
“Fikir”

“Üstad’ın kurtarıcım mürşidim yegane tutanağım dediği Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinden dinlediği sözleri fikri bir çerçeve içerisinde meydana getirdiği bir eseridir. Sizler Üstad’ın “Tanrı kulu” dediğine bakmayın Üstad’ın tanrı kulu dediği aslında Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yetişmiş nadide kişilerden bir şahsiyettir. O bir tanrı kulunun ötesinde bir şahsiyet. Aslında O bir manzur-u pıran’ı kiram yani keremli pirlerin nazarında görünen bir Allah dostudur. Yani Esseyyid Abdulhakim Arvasi’dir… Bizler bu yazımızın çerçevesinde sizlere elimizden geldiğimiz kadar Üstad’ın bu fikri eserini tanıtmaya ve yorumlamaya çalışacağız. Bizler şahsiyet olarak belki Üstad gibi düşünemeye biliriz. Fakat şundan şüpheniz olmasın, bizler Üstad’ın maneviyat öğrencileriyiz… Bunu böyle bilin ve bizlere o gözle bakın.

ONU NASIL TANIDIM:

Üstad’ın keramet çapındaki ve hayatının dönüm noktasına gelin beraber bir göz atalım.

Tam 30 yaşındaydım… Yedi yaşından beri, çok defa yatağıma yüzükoyun uzanıp bir mum ışığında, okuduğum kitaplar, içinde uçsuz bucaksız bir sahife… Bu uçsuz bucaksız sahife, kıvrım kıvrım yanmış kül olmuştu. Yalnız bir tarafında, ateşin çepeçevre sardığı yanmamış bir parça vardı: İslam tasavvufuna ait bir kitaptan şu satırları yeni bir şekle sokmuştum:

“Bir irşad ediciye varmadan olmaz! Yollara düş, bucak bucak ara ve irşad edicini bul:
Genç adam, dere, tepe düz, o şehir senin bu köy benim yıllarca araştırdı durdu:
Kırdığı her cevizin içi bomboş…
Nihayet bir gün, bir dağ başında, koyunları otlatan bir çoban gördü. Kuzguni siyah bir zenci…
-“Beni irşad edecek birini arıyorum” dedi. Arıyor ve bulamıyorum. Bana yol göster!
Zenci ufukların etrafında gövdesi ve gözleriyle çepeçevre bir daire çizdikten sonra genç adam döndü, mırıldandı:
-Dört bir istikameti kokladım! Seni benden başka irşad edebilecek kimse yok! İrşad edecin benim!
Ve genç adam zenci çobana kapılandı… Ve erdi…”
Bir irşad ediciye varmadan olmaz. Yollara düş bucak bucak ara ve irşad edici bul! Seni kim irşad edecek? Mucize iklimlerinin irşad edicilerini bu asırda bulmak!...
Zifiri karanlıkta bir akşam, iki sıra ağaç arasından evime doğru, yerden kalkmaz bir çuval gibi vücudumu sürüklerken, yol ortasına bir gölge gördüm. Gölge, sanki kafamın dört duvar arasındaki yankıları duymuştu. Bir ağaca yaslandım ve içinde karanlığın yiv yiv helozonlaştığı gözlerle beni tarttı.
Her an bir mucize bekliyordum; şaşırmadım, her şeyi olağan buldum, haykırdım:
-Kimsin sen? Söyle!
-Gramofon plağı cızırtısına benzer müthiş bir fısıltı:
-İrşad edicinin habercisi
-Ne diyorsun? Masal dünyasında mıyız?
Bu zamanda bir irşad edici?
-Her zamanda bir irşad edici var!
Gökte bir yıldız düşerken, muradını kestirebilen bir kavrayış acelesiyle atıldım:
-Çabuk yerini yurdunu, adını şanını bildir!
-İlle bir tarif mi istiyorsun? İlle bir tarif istiyorum!

Sigara kağıdından daha ince bir kamış gibi içi ses ve nefes dolu bir gölge, büküldü şıçradı; biraz ileride karanlığın dipsiz kuyusunu çemberleyen sokak ağzına daldı ve yine müthiş fısıltısını koyuverdi.
-“Sır vermeze” git! “Tesbihçiler” den geç! Sağa sap “Kapalı camii” sokağına git! Yürü yürü! “Yıkıç Çeşme” nin karşısında “9” numara.
Göğe baktım; Bir yıldız düşüyordu.

Üstad’ın kayan yıldızdan anladığı neydi? Sakın günümüzdeki ne olduğu belirsiz kendilerine falcı denilen, Astronomici denilen kişilerin yıldızlarından Üstad’ın kayan yıldız sırrı dediği sır halen günümüzde sır olarak kalmaktadır. Bu sırrı anlayanlar da söyleyemez çünkü bu sırrı kavrayabilecek kapasitede insanların günümüzde çok az sayıda olduğunu gayet iyi biliyoruz.

Küçük bir sır verelim kayan yıldız sırrını sizlere gecenin bir yarısı kalkıp yatağımızdan perdeyi araladığımızda görmüş olduğumuz gökte ay ve yıldızlar göz kırparlarken duygu ve düşüncelerimizin en yoğunlaştığı bir anda kayan bir yıldıza gözleriniz çevrilecek. Gözlerinize mukabil anda kayan yıldızla beraber bir bilinmeyene yolculuğa çıkacaksınız ve yolculuğun sonunda sizde kayan yıldız sırrına ereceksiniz. Bu sırrı:

Bilen söylemez; söyleyen bilmez.

Günümüzün her şeyin karmaşa haline geldiği bu günlerde karmaşanın da karmaşanın da kelime üstü bir karmaşa haline geldiğini biliyoruz. Karmaşadan kurtulmanın yegane yolu en iyiye, en doğruya ve en güzele inanmak, doğrunun olmadığı yerde güzelin de olmayacağını adımız gibi bilmektir… İnandığımız her şey var, inanmadığımız hiçbir şey yok.

Necip Fazıl’ın bu kitabında eminim ki sizler bizlerden daha çok şeyler bulacaksınız. İnanmak, inanmak, kelimeler, kitap, ruhçuluk, ileri ve geri adam, mistik, ağaç, kitap b.b. Bir çok konu fikri bir şekilde zeytinyağının tavaya değilde gürleyen ırmağın istikamete hiçbirşeyi dinlemeden önüne gelen engelleri aşarak hedefe ulaştığı gibi akıcı bir kitap olduğu kadar düşündürücü ve fikir ötesi bir kitap Tanrı kulu, Tanrı kulu işin aslına bakarsanız Necip Fazıl bu kitabın ismini Hikmet Sahibinin Sözleri diye değiştirmeyi düşünüyordu ama herhalde ona ömrü müsaade etmedi

Doğru tekdir her şeyin bir merkezi olduğu gibi doğrununda bir merkezi vardır. Omerkez en doğrudur. En büyşük hürriyet ise en doğruya esir olmaktır. Üstad’da böyle yapmıştır. Abdulkadir Arvasi Hz. ‘ni tanıdıktan sonra doğruyu bulmuş ve bir yumak gibi büyümeye kendini adamıştır. Nitekim Arvasi Hz’i Necip Fazıl’a

-Usulümüze dikkat et: Muhitten merkeze doğru gitmiyoruz; yolumuz merkezden muhite doğru… dediğine bu kitapta rastlıyoruz.

İnanmaya inanır inanmaz, inanmanın da kime mahsus olduğuna hemen inanırsın!...

Aklın tek gayesi kendi hiçliğini görmesi ve o hiçliğe bir çerçeve çizmek ve o çerçeve içerisindeki en doğru ile birlikte hayatını devam ettirmektir. Kafalarında çekirdek büyüklüğü kadar olan bu çileyi fikirle, ilimle, düşünceyle sulamak, çekirdeği tohuma, tohumu da kökleri ve dalları ve gövdesiyle bir ağaca çevirmek kafalarında fikir çilesi bulunanların bu çile karşısında aksiyon sevdalılarının mücadelesi olacaktır.

Düşünceyi düşünmemeninde bir düşünme şekli olduğunu bu kitaptan öğreneceksiniz. Ve dedi Tanrıkulu:

Şu sözüme mim koy.

İleriye doğru göründüğü halde geriye, geriye doğru göründüğü halde ileriye giden yollar vardır. Bu yolları anlayabilmek içinde en ideal fikre sahip olmak gerekir. Fikirde neden niçin yok, nasıl vardır. Fikrin gerekliliğini gereği gibi kavrayan insanlar solmayan rengi, geçmeyen anı, solmayan çiçeği, eskimeyen yeniyi bulmuş insanlardır. Bu kitap bekleneniyle, bekleneniyle tamamen bizden bir fikir demetidir. Eminim ki sizlerde bu kitapta kendinizi bulacaksınız. Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan? Aynı sualin daha çetini var. İnsan mı kitaptan doğdu, kitap mı insandan?

Kitap okuyun, kitap!

Adem KAYA
 

ahde

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Mar 2009
Mesajlar
590
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
allah (cc) razı olsun değerli kardeşim ben böyle üstün bir şahsiyetin varlığından haberdar değildim taki kimkimdir kardeşimizin yazılarını okuyana kadar
evet bir imza ve onun arkasındaki güzellikler demekki bir insan hizmet etmeği gönülden arzulayınca rabbim vesileler kılıyor benim bu güzellikleri
görmeme vesile olanda bu formdaki kardeşlerim oldu allaha emanet olunuz rabbim büyüklerin sırrına mazhar olmanızı nasip etsiniz onlara duyduğunuz büyük sevgi ve saygı sizi hz peygambere ulaştırsın

Mevla himmetlerinden mahrum eylemesin.. Onların gittiği dosdoğru yoldan ilerletsin . Hele onu o büyük üstadın(N.fazıl) satırlarında okumak bir başka güzel..



[FONT=Times New Roman, Times, serif]“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;[/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.”[/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif](1940) [/FONT]

Sonsuzluk plânının irşad kutbu...
Ferdî - Muhammedî hakikat vârisi...
Tesbihin son tanesi...
Benim kurtarıcım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurum, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım...
Kelimeler dize gelsin!..

Onun için, dize gelmiş kelimelerle ayrı bir eser yazdım: «O ve Ben»...
Kapkaranlık dünyanın bütün kapıları kapanırken, Büyük Kapı’yı bekleme nöbeti kendisine gelen, büyük, büyük; kullara ve bağlılara mahsus bütün büyüklerin üstüste bindikçe yanında küçük kaldığı, büyük Allah dostu...
Kelimeler dize gelsin!..
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
devran.jpg



KİTAP TANITIM

Salahaddin ŞERİF/Keyfiyet



BAŞBUĞ VELİLERDEN 33


Ezelle ebet arası Allah’a doğru giden evliya kervanları arasında en şanlısına ait 33 kol başılı “Altun Silsile Silsile-i Zeheb” çerçevesidir ki keyfiyet ölçüsüyle temel sayısını, bütün kainat gibi, O’ndan alır. (1)

Altun Silsile, Nakşilik yolunun Esseyid Abdulhakim Arvasi Hz.’nde son bulan kolunun ismidir. Üstad Necip Fazıl’ın mürşidi olan “manzur-u nazar-ı piran-ı kiram Esseyid Abdulhakim likülli emrinfehim” Hz’lerinde son bulan kol yukarıya doğru çıka çıka iki cihan serverine ulaşır. Gelelim silsileye; Resulullah (SAV) Hz. Ebubekir (RA)-Hz. Selman-ı Farisi (RA)-Kasım bin Muhammed Caferi Sadık-Beyazid-ı Bestam-Ebu Hasen Harkaani-Ebu Ali Farimedi-Yusuf Hamedani-Abdulhalik Gucdüvani-Arif Reyvegeri-Mahmut Encir Fagnevi-Hoca Ali Ramiteni-Muhammed Baba Semmasi-Seyyid Emir Külal-Şah-ı Nakşibend-Alaaddin Attar-Yakup Çerhi-Hace Ubeydullah Ahrar-Hace Muhammed Zahid-Derviş Muhammed-Hacegi Emkengi-Hace Muhammed Bakibillah-İmamı Rabbani-Hace Muhammed Masum-Seyh Seyfettin-Seyyid Nur Mazhar-ı Can-ü Canan-Abdullah Dehlevi-Mavlana Halid-Seyyid Taha-Seyyid Fehim Arvasi-Esseyid Abdulhakim Arvasi…

Necip Fazıl, bu kitaplarında Altun Silsilenin “Altunlarını” menkıbeleriyle beraber tanıtmaya çalışmıştır. Kitap 351 sayfa olup, 155 sayfası 19.Kol başı olan Hace Ubeydullah Ahrar (Taşkendi) hazretlerine ayrılmıştır. Kitapta dikkati çeken hususların başında bu husus gelmektedir. Üstad bu hususu “Reşahad” sahibinin (Şeyh Safiyüddin-Yazarın notu) mürşidi oldukları için haklarında en geniş bilgi verilmiş bulunan büyük veli… O yüzden büyük keyfiyetleri, kemiyetçe de tafsiladlı…(2) diyerek belirtmiştir.

Hace Ubeydullah Ahrar hazretleri kimseden hediye almazlardı. Ziraatle uğraşarak zengin oluyorlar ve malları bereketleniyor Mukaddes emaneti Yakup Çerhi hazretlerinden aldılar. Türkistan’ın Taşkent şehrinde dünyaya gelmiş ve o civarda yaşamıştır. Diğer hacegan büyüklerinden farklı olarak, kendisi daha çok sultanlarla, emirlerle ve mirzalarla temas kurmuştur. Yaşadıkları zamanda hepsi Müslüman olan mirzaların dünyevi ihtiraslar yüzünden Müslüman kanı dökmelerine engel olmuştur. Bir alim ve din büyüğü olarak beylerin, mirzaların saygısını ve sevgisini kazandığından “Eğer ben şeyhlik etseydim asrımda hiçbir şeyh, mürit bulunmazdı. Lakin bizim işimiz Müslümanları zalimlerin kötülüğünden saklamak olduğu için sultanlarla temas ve kalplerini teshir etmek üzerimize borç olmuştur.”(3) buyurmuştur. Üstad Necip Fazıl kitabının bu kısmında mirzalar arasındaki savaş ve mücadelelerde hoca hazretlerinin rolüne gayet tafsilatlı şekilde yer vermiştir. Sultanların süfli hislerini bastıramadıkları zaman kalplerini tasarruf edecek, onların “doğru yol” dan sapmalarını önleyecek din ulularına ihtiyaçları vardır. Hoca hazretleri de buna en güzel misaldir.

Bu yazımızda, onca büyük varken sadece Hoca Ubeydullah hazretlerini ele almamızdan, murad, Üstad’ın O’na kitabında diğerlerinden çok fazla yer ayırmasıdır. Şüphesiz diğer hacegan büyüklerine de Üstad en az O’nun kadar yer ayırmak isterdi, ama; elindeki kaynaklar-yazılı kaynaklar-buna müsaade etmemiş olabilir.


Bu kitap, insanı manevi iklimlerde dolaştırdığı gibi, her tarafından tasavvuf kokuları tütmektedir. Her kol başının kendisine ait menkıbeleri ve veciz sözleri okuyucuyu ürpertmekte ve ölçüyü göstermektedir. Bazıları:

• Ebul Hasen Harkaani- Allah dediğiniz zaman size başka bir söz söyleyenle sohbet etmeyin.
• Abdulhalik Gucdüvani- Dışın süslenip bezenmesi için haraplığından gelir.
• Mahmut Encir- Açık zikri uyuyanlar uyansın diye ediyoruz. Zikir herkesçi duyulsun diye…
• Şah-ı Nakşibend- Bizim tarikatımız zahirde halk, batında Hak ile olmaya dayanır.
• Hace Ubeydullah Ahrar- Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.
• İmam-ı Rabbani- Allah, ötelerin ötesinde…

Üstadın bu kitabını sizlere ne kadar tanıtmaya kalksak, yetersiz kalacağı şüphesiz. Çünkü her sayfası altın değerinde her sayfası Allah dostlarının menkıbeleriyle dolu. Kitabı baştan sona dikkatlice okumak da yetersiz. Her menkıbede ve veciz sözlerde tefekkür alemine dalmak gerekiyor. Kelimeler ifadeden aciz kalıyor.
Tanıtımımızda Üstad Necip Fazıl’ın mürşidi ve yegane kurtarıcısı olan Esseyid Abdulhakim Arvasi hazretlerini ifade eden sözleriyle son verelim: “O Altun silsile’de 33. Halka dairenin en alt noktası halinde küfür ve dalaletin zirveleştirdiği 20. Asırda, dairenin en üst noktası olarak iman ve irşad kutbudur.
Kelimeler dize gelsin!..(4)

DİPNOTLAR

(1) N.F.Kısakürek , Başbuğ Velilerden 33, BD yayınları, Beşinci basım,Ocak 1996,s:2.
(2) A.g.e.s: 133
(3) A.g.e.s: 168
(4) A.g.e.s: 351
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hz.




seyyid-abdulhakim-arvasi-218x300.jpg
“Şehitlik şuuru… Bu öyle bir nimet ki, bu nimetten kaçınıcı bir tavırla iman davası olmaz!”
Abdülhakim Arvasi Hz.

Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!
Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem beraberimde, her ân baş ucumdasın…Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah’ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağlıysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim… Düşünsünler farkı!..

Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.Yirmi dokuz yıl değil, iki bin dokuz yüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen… Ruhun gibi kalbin de mahfuz… Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah’ın izniyle her tarafta ve benim yanımda…(NFK)
 

edam005

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Ara 2008
Mesajlar
982
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hz.




seyyid-abdulhakim-arvasi-218x300.jpg
“Şehitlik şuuru… Bu öyle bir nimet ki, bu nimetten kaçınıcı bir tavırla iman davası olmaz!”
Abdülhakim Arvasi Hz.

Efendim! Benim Efendim! Benim, güzellerin güzeli Efendim!
Vaktiyle: «keşke bu kadar zeki olmasaydın!» buyurduğun adamın beynini, zerre zerre kıskaca alıp atom gibi çatlattıkları bu hengâmede, eminim ki, her dem beraberimde, her ân baş ucumdasın…Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyarda birin eder? Sen benim böyle bir şeyimsin! Babamla anneme Allah’ın bana tattırdığı varlık şevkine vesile oldukları için bağlıysam, sana da, bu ölçünün ebedî hayat mikyasiyle perçinliyim… Düşünsünler farkı!..

Seni, Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze bir kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiç bir noktası tozlanmamış ve paslanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.Yirmi dokuz yıl değil, iki bin dokuz yüz yıl değil, sayılar boyunca devirler gelip geçse, üzerinden zaman geçmiyecek velîlerdensin sen… Ruhun gibi kalbin de mahfuz… Kalıbın orada; fakat ruhaniyetin, Allah’ın izniyle her tarafta ve benim yanımda…(NFK) [/QU

emeğine sağlık kardeşim..
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
[FONT=Times New Roman, Times, serif]“ALLAH dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;[/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif]Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel.”[/FONT]
[FONT=Times New Roman, Times, serif](1940) nfk..[/FONT]
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Es-seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri
images

images


27 Kasım 1943'te aramızdan ayrılan ve Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in Mürşid'i Esseyid Abdülhakim Arvasi hazretlerini rahmet ile anıyoruz.Yolu yolumuz davası davamızdır.
images


Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.
images

Abdülhakim Arvasi son asrın, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve fıkıh bilgilerinde mahir büyük bir alimidir. Ömrünün sonuna kadar İslam dâvasına sahip çıkacağını ifade eden bu ALLAH dostu 27 Kasım 1943'te vuslata ermesinin yıl dönümü.
images

İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. SeyyidMustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.
images

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:
images

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:

"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.
images

Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.
images

Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.

Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:

Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları İstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. İçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek evlendiriyordum. İran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, İslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:

"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:

"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

Şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ Şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:

"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim." buyurdular.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri İran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:

Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, Şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid İbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, Şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.

Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda İngiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. İstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak İslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:
images

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:
images

Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. İstanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.

Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören Şakir Efendi şöyle nakletmektedir:

Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.

. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:

"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı." demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umûmî mânâda tekke ve dergâh tipine âit teşhislerin en güzelidir.

Abdülhakîm Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslâmiyete ve Resûlullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylûle yaparken veya yatarken bir defâ olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikâmet üzere idi. "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir." sözünü sık sık tekrar ederdi.

Talebelerinden bâzıları o ilim deryâsı büyük velîden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.
images

Her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.

Yine buyurdu: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."

Talebelerinden birisi edeb hakkında sorduğunda;

"Edeb hudûda, sınırlara riâyet etmek onu taşmamaktır. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadır, gözetmektir." buyurdu.

Talebelerinden birisi dünyâ sıkıntılarından bahsediyordu. Anlatması bittikten sonra;

"Allahü teâlâya inanan ve güvenen kimse neden mahrumdur. Allah'tan mahrum olan ise neye mâliktir." buyurdu.

Bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek;

"Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdu.
images

Bir gün bir derslerinde şöyle buyurdular:

"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."

Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da cevâben:

"Siz bana o ümmeti gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!" buyurdu.

Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:

Tahsîlimi İstanbul'da yaptım. Arabî ve Fârisî'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sâhibiydim. Bir gün beni Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sâhibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan hayâ edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da hayâ edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihâyet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakîm'i görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

"Seyyid Abdülhakîm Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı." dedim. O büyük zâta talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi dağılmış."

Yine Şakir Efendi naklediyor:

İzmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına on iki yaşında bir çocuk getirdiler. Çocuk dilsizdi. Anne ve baba çocuklarını kapmış, haberini aldıkları bu Allah'ın sevgili velî kulunun huzûruna duâ etmesi için getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp geldi. Ellerini öptü. Abdülhakîm Efendi hazretleri çocuğa kısa bir nazar etti ve; "Oğlum ismin nedir?" diye sordu. Çocuk birden cevap verdi: "Ahmed!" Anne ve baba çocuklarının konuştuğunu görüp, hayretler içinde sevinç gözyaşları döktüler.
images

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor." dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok." dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bâyezîd Câmiinde vâz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı hâlde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın." buyurdu. Vâzı dinleyen Akhisarlı bir zât içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vâzdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek hâlde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin uzun yıllar hizmetinde bulunan Kayserili pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey şöyle antalır:

Bir yaz günüydü. Abdülhakîm Efendi ile Eyyûb Câmiinde öğle namazını kıldık. Sonra hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin türbesine girdik. Başka kimse yoktu. Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk. "Yanıma sokul, gözlerini kapa." buyurdu. Gözlerimi kapayınca hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini ayakta duruyor gördüm. Yanımıza geldi. Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı. Elini öptüm. İkisi yavaş sesle konuştular. Ben işitmiyordum. Edeple seyrediyordum. "Gözünü aç." dedi. Açtım. İkimiz sandukanın yanında oturuyoruz gördüm. Sokağa çıktık. İkindi okunuyordu. "Ne gördün?" dedi. Anlattım. "Ben hayatta iken kimseye söyleme." dedi. Bunu vefâtından yirmi dört sene sonra anlatıyorum.

Necib Fâzıl Kısakürek anlatır:
images

Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünyâ Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzûrlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmûd Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zât... Harbe sürüklenmek mecbûriyetimizi riyâzî bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesîka usûlü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesîka usûlü milleti kavurdu. Mahmûd Bey, bana bu kerâmeti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez." ve kimse vesîka usûlünü beklemezken "O olacak." buyurmaları büyük kerâmet." derdi.

Fâruk Bey anlatır:

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastahâneye dar attık. Ayıldı. Fakat aklî melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifâsı yok hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakîm Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sâdece; "Mahzûnum, mahzûnum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havâle ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sâhib olmadığı maddî ve mânevî bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakîm Efendi, birâderzâdeleri olan Fâruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini medhetmek isteseydi; "Fâruk hâriç hepimizden iyidir." derdi. Kabri, Abdülhakîm Arvâsî'nin ayak ucundadır.

Bâyezîd Câmiinde; Erzincan zelzele felâketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinânın âşikâr olduğu yerlere zelzele ile cezâ verir. Erzincan gibi." buyurmuşlar. Kimse o esnâda bu mânâyı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerâmetti, anlayamadık demişlerdir.

Talebelerinden Tâhir Efendi anlatır:

Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."

Bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakîm Efendi hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir, okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz." buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakîm Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçed yalnız oturuyorlardı. Selåâm verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki, farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim." dedim.

Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî! Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git, şehre varırsın!" buyurur. Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye düşünür. Vâzdan sonra çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı seçmesini istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise onun Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs ettiği takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir üzüntü içerisinde Fâtih Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi. Bir tarafta annesi diğer tarafta ise canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak; "Efendim size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi üzerine; "Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar. Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini söylediler. Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım senin hocan öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin talebelerinden Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra anne ve teyzesi de haklarını helâl ettiler.
images

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Buyurdular ki:

Kur'ân-ı kerîm şifâdır. Fakat şifâ, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifâ gelmez.

Gerçek kerâmet, kerâmetin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir. İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir.

Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.

Ahmaklık, hatâda ısrar etmektir.

Hak'tan ve Hak yolundan başka her ne düşünülürse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.

Din bilgileri, dünyâda ve âhirette, huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdir.

Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir.

Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, ona kulluk etmedikçe, insanlar birbiri ile sevişemez.

Kavuştuğunuz her nîmet; hep hakka îmânın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın ihsânıdır.

Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlâkınızla, sözlerinizle, giyinişinizle İslâmın vekârını, kıymetini gösteriniz.

Gördüğünüz her musîbet ve felâket, kızgınlığın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır.

Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe; ızdırap ve felâketten kurtulamaz.

Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru onun dilediğidir.

Allahü teâlâ bize fadlı, ihsânı ile tecelli etsin; bizi fadlı ile korusun! Adliyle tecelli ederse, yanarız.

Riyâ olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.

Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.

İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.

Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, îmân eksikliğidir.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Es-seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri
images

Perşembe günü Ankara Bağlumda kabri başında ziyaretçisiydim...
Sanki boynumda bağlı bir iple yanına çekti beni...
Gözyaşları şahit oldu...
Mezarlığını güzelce yeniden düzenlemişler...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Tilki Günlüğü’nde Abdülhakîm Arvasî Hazretleri

-Manzur-u Nazar-ı Piran-ı Kiram-


Derleyen: Ümit Elönü




Takdim

“Büyük İrşad Kutbu”... Yapanı yaptırandan gelici bir tecrit bünyesinin üslûbunu temsil ediyorum!..

Yapanı yaptırandan gelici bir tecrit bünyesinin dışa vurum üslûbunda, ilhâm ve vâridat kadar, nazara muhatap verim kadrosu da, mesh olmuş ve aslına ircâ edilmiş veya doğrudan doğruya asıl iken pay alınmış mânâsına kalıp hâlinde ayniyle sabittir!

Bâtın yolu kahramanlarına mahsus kemâl sırrının tasarruf üslûbu, kemâl zâtım atfedilemeyeceğine göre, azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hakikatiyle bağlandığım ve bölünmez bir bütünlüğün faal eli hâlinde göründüğüm “Büyük İrşad Kutbu” makamına köleliğimin ifâdesidir... Faal elin kendine mahsus iradesinden sâdır olabilecek sarsaklık, elbette münfail sıfattaki merkezî iradeye atfedilemez!.. (1)

Herşey bir yana, şu eser neyi gösteriyor ki?.. Kâinatta mevcut her unsur dillerde de kelime hâlinde bulunduğuna göre, edebiyat tarihinde eşi benzeri bulunmayan ve kâinatı elekten geçirircesine bir terkib, tecrit ve teferruatçılık şuuru ile, kendimi, Üstadım’ı ve Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini vasıflandıran, nisbet ölçülerim ile bu vasıfları nisbetlendiren bu eser...

Aslı gösteren teferruat ve teferruatı kendine bağlayan asıl... Her ikisinin nasıl içiçe bir iş olduğunu gösteren bu eser!.. (2)



Pâk Hayatlarından Tablolar

Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri... Birinci Dünya Savaşından sonra İstanbul’a gelişleri ve Eyüpsultan tepelerindeki (Gümüşsuyu) dergâha yerleşmelerine kadar hayatlarını bizzat kendi lisanlarından, iktibas edilmiş olarak göz önüne serelim:

Kendilerinin “zamanın arifleri sırasında” diye kaydettikleri Hüseyin Vassaf Halvetî isimli bir zât, “Sefinetül-Evliya: Veliler Gemisi” adı altında bir eser yazmak istiyor ve eserine Abdülhakîm Efendiyi de almak dilediği için hâl tercümelerini öğrenme gayesiyle huzurlarına başvuruyor:
İlk sual:

- “İsimleri?”

- “İsmim ve alemim Abdülhakîm... Böyle nadir ve garip bir isimle adlandırılmama sebep, zâhirî ve bâtınî faziletleri seyyidlik şerefiyle birlikte evlâdında toplanmış görmek isteyen pederimin yüksek bir din âlimine ait ismi çocuğuna yakıştırmasıdır. Bu zât, Hindistan’ın Siyalkût şehrinden, telif ettiği eserlerle İslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî Hazretleridir.

Ayrıca bu isteği kamçılayan garip bir tesadüf de, dünyaya geldiğim gece, evimize Seyyid Abdülhakîm isimli bir zâtın misafir olmasıdır ki, kendisi Abdülkadîr Geylânî Hazretlerinin onikinci oğlu ve o vakitler Irak ve İslâm beldelerinin kemâl ve fazilet mihrakı Seyyid Tâhâ Hazretlerinin küçük biraderi... Pederim bu iki vesileli hayır yorumu, 1295 Hicri senesi Ramazanının onbeşinci salı gecesinde gördüğüm bir rüya ile tahakkuk edeceği ümidini verdi. Rüyamda Allah Resûlünün nur çağlayan güzellikleriyle karşılaşmış ve din meselelerinden en incelerinden birine ait bu suâle cevap vermeye davet edilmiştim. Rüyamı babama anlatınca, “Abdülhakîm” isminin seçilişindeki istek ve bu ismin belirttiği mânâya karşı ruhunda büyük bir ümit pırıldadı ve hem iç, hem dış kemâl yolunda gereği gibi yetiştirilmem için elinden geleni ardına koymadı.”

- “Mahlesleri?”

- “Bütün memleketçe, yüceltme vasıflarından olan efendi, hoca, şeyh gibi tâbirlerden ayrı olarak ailenin yaşça ve bilgice büyüğüne “Seyyid” denilmesi âdet olduğundan, âcizleri de bu kelimeyle anılıyordum.”

- “Lâkapları?”

- “Lâkap olarak kullanılan “manzur-u nazar-ı pîran-ı kiram: Keremli pîrlerin nazarlarına görünen” terkibidir. Lâkaplandırma sebebi; merhum şeyhin lütfen kalemleriyle yazdıkları mektubun tepesine kaydedilen teveccüh satırları olup dua telakki edilerek kullanılmıştı. Sonraları, Kaadirî tarikatından Bağdat Telgraf Başmüdürü, Abdülkadir-i Geylân-î âşıkı Şakir Efendi “Gavs-ı Âzam’ın nurlu kabrinde murakabeye dalmış otururken, size bir mühür hediye etmek ve mührün bir yüzüne o ibareyi yazmak emrini aldım!” diyerek, lâkaptaki esrar ve hikmeti teyid etmiştir. Oradan gelen mührü şimdi kullanıyorum. Mühür oldukça kıymetli Necef taşındandır ve üç yüzlüdür. Bir tarafında, lâkabım olan “manzur-u nazar-ı piran-ı kiram Esseyid Abdülhakîm likülli emrin fehîm”, daha öbür tarafında “Esseyid Abdülhakîm” yazılıdır. Mühür, Irak şeyh ve âlimlerinin kullandıkları mühürlerden daha büyükçedir. Onu hâlâ, iyiye ve hayra yorarak imza makamında kullanıyorum.”

- “Doğum tarihleri?”

- “1281 Hicrî yılının Şevval ayında doğmuşum.”

- “Doğdukları yer?”

- “Vaktiyle Hakkâri, şimdi Van’a bağlı, 2800 metre yükseklikte, hava ve suyunun güzelliğiyle tanınmış Başkale kasabasında doğmuşum.”

- “Pederlerinin ismi ve kimliği?”

- “Pederim merhum Seyyid Mustafa Efendi... Kendisinin ilk çocuğum!.. Nakşî tarikati şeyhlerinden, din ve ilim neşri yolundaki gayretleri ve cömertlikleriyle maruf, şeriat ölçülerine bağlılıkta fevkalâde titiz, malını ve canını Kâinatın Efendisi uğrunda feda etmekten çekinmez bir zât...”

- “Aile isimleri?”

- “Hülâgû Hanın Bağdadı istilâsında Kürt beldelerine hicret eden ve anne tarafından Gavs-ı Azam’ın akrabalığıyla müşerref, zamanın kutbu ve allâmesi Şeyh Kaasım Bağdadî’ye bağlı, Arvasî isimli ailedeniz. Cedlerim, Bağdat’tan büyük bir aileyle ve Gavs’ın evlâd ve torunlarıyla, ayrıca Abbâsi halifelerinin etrafına dağılmış bazı kadınlar ve çocuklarıyla Musul taraflarına göç etmişler... Orada, Emevîlerden kalma Büyük Cami mahallesinde Seyyid Hüseyin Ulvî’nin evinde birbuçuk yıl misafir kalmışlar... Garip ve esrarlı bir tesadüf olarak, ben de, Birinci Dünya Savaşı başlarında Van’dan hicret ederken aynı yerde, bir buçuk yıl, kalabalık bir aileyle misafir kaldım. Ceddim, Musul’dan Urfa’ya, Urfa’dan da Bitlis vilâyetine bağlı Şirvan köylerinden birinde ailesine bırakarak üç erkek evlâdıyla Mısır’a geçiyor ve orada uzun zaman Câmi-ül-ezher külliyesinde müderrislerin reisi sıfatıyla ilim neşrediyor. Oradan Hicaz’a yedinci defa olarak gidip, Medine’de ebedî vuslat sarayına göçüp, Hazret-i Osman türbesinin cenup tarafında ve türbeye 3 zürrâ mesafede bir noktaya defnediliyor. Büyük oğlu Kutup Muhammed ünvanını alan Molla Mehmet Arvasî, Abbasiye ailesinden arta kalan Hakkârî beyliklerinin merkezi Çölemerik kasabasına giderek İbrahim Han’ın kerimesi Fâtıma ile evleniyor ve oradan Van şehrinin cenubunda, yüksek dağlar arasında, geçidi zor bir yere bir köy kuruyor. Bu köyde büyük bir dergâh ve iki katlı bir câmi bina ederek oraya ismini veriyor: Arvas... İşte onun nesli, bu köyde, 600 sene kadar ilim neşretmiş ve Kaadiri tarikatının çerçevesinde, din ölçüleri ve inceliklerinin o zaman Irak’a kadar çözümlendiği başlıca yer burası olmuştur. 3000 kadar yazma kitapla bir kısım müelliflerin eserleri, kendilerinden kalan, her nevî ilim ve fenlere ait büyük bir hazine olup yazık ki, Birinci Dünya savaşında Ruslar tarafından yakılmıştır. Bu eserleri inceleyecek üstün âlimler ve hikmet sahiplerinin, hayret ve taaccüple parmaklarını ısıracaklarına şüphe yoktu. “Arvas” isminin dağ adından geldiği ve Arapça olduğu kabul edilebilir. İşte o zamandan şimdiye kadar bu köyden yetişen din ve tasavvuf kahramanlarına “Arvas Seyyidleri” ismi verilmiştir.”

- “Yetiştikleri saha?”

- “Kürt beldeleri, yâni Van vilâyetinin doğusunda ve İran sınırında kalan geniş bölge, yetiştiğim sahadır.” (3)

- “Aldığım ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihâre gecesi gördüğüm rüyâdan, mürşidleri tarafından kabul edildiğime ait mânâyı sezdim. İstihârede gördüğüm rüyâ: Seyyid Tâhâ Hazretleri, camide hâlifeleri Seyyid Fehim Hazretlerine şu emri veriyorlar: “Abdülhakîm’i al, 5 lâtifenin çeşmelerinde kendi elinle ve tamamıyla yıka! İkimize de imâm olsun!”... Seyyid Fehim Hazretleri beni alıyor, emir âlemine ait beş lâtifenin çeşmelerinde çıplak ayak yıkıyor. Ben de bir elimi onun omuzuna koyarak sağ ayağımı benim için serilmiş olan seccadeye bırakıyorum. Rüyânın tâbir ve tefsire muhtaç olmayan açıklığı, ayrı bir ilâhi lütûf ve nâmütenahî bir ihsandı?” (4)


 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin lâkabı:

- “Manzûr-u nazar-ı pîran-ı kiram: Keremli pîrlerin nazarlarına görünen.”

Manzûr: Görülen, bakılan, nazar edilen. Beğenilen... Manzar: Bakılan yer, görülen yer. Görünüş... Manzara: Dışarıyı görecek pencere... Manzarî: Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam... Manzaranî: Gösterişli ve güzel adam. (5)

Abdülhakîm; Hakîm’in, Hakîm olan Allah’ın kulu... Hakîm: Varlığın hakikatine vakıf olan, hikmetle vasıflanmış bulunan!... (6)

İşi elinde tutan... Abdülhakîm Hazretleri; «ismiyle müsemma- ismi hüviyetinin aynı» bir şahsiyet... Demek ki, «tecrit», «ibda», «bediî» ve «örtü» sırrı yanında, «Nizamî»lik de onun vasfı... Dilimde, Üstadım’ın «Çile» isimli şiirinden bir dörtlük:

- «Nizam köpürüyor, med vakti deniz; Nizam köpürüyor, tâ çenemde su. –Suda bir gizli yol, pırıltılı iz; - Suda ezel fikri, ebed duygusu.» (7)

Babaannem Hanife Hanım’ın babası olan Hüseyin Paşa’nın dört hanımı var ve biri aynı zamanda Babaannemin süt annesi olan Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi... Bu nisbet içinde Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Babaannemin dayısı olur!...(
cool.gif




“O ve O”

“Efendi Hazretlerine intisabım, bağlanışım ve bu bağlanışı idealize ederek gidişim... Ben nicelerini gördüm o ana kadar, nice sahtelerini... Ben, Efendi Hazretlerini gördüğüm zaman, -tam mizanını yapacağım ve bunun not edildiğine memnunum-, Fransızların “Et’le mirade ca complire –ve işte mucize meydana geldi” dedikleri hâl oldu... İnfîlâk!.. Ve mütemadiyen kendimi muayene ettim...” (9)

Üstadım, Beyoğlu Ağacamiinde Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin elini öpmüş, onun dikkat nazarında beklenen olarak davetini almıştır... Günlerden Cuma... Sonra... Aradan haftalar geçer... “Babıali” isimli eserinde bahsi geçen belâlı “Nokta Nokta” hanımla uğraşmaktan başka işi yok... Cücelerin, saçlarından tel tel yere bağladığı “Gülüver”e benziyor... Doğrulmak istiyor, fakat mümkün değil... Saçlarından tel tel bağlanmış, arküstü toprağa çivili.

İlk aldığı adresin sahibini bulduktan, asıl adresi ondan aldıktan sonra da gevşemek?..

Olur mu?

Oldu!..

Ruhuna kuvvet aradığı günlerden birinde, Ağacamiine beraber gittiği ressam Arkadaşı Abidin Dino’yu buldu:

- “Haydi, seninle bugün Eyüp’e gideceğiz. Üstün haberciye... Onu yakından tanımaya...”

Kolkola verirler... Estetik bir gezinti olsun diye Eyüp vapuruna binerler... Eyüp’e çıkıp, büyük câmiin önüne gelirler ve sorarlar:

- “Abdülhakîm Arvasî Hazretleri ne tarafta oturuyorlar?”

- “Gümüşsuyunda!”

- “Orası ne tarafta?”

Adamın biri parmağını uzatıp köşede bir aktar dükkânını gösterir:

- “Şu dükkânın sahibinden sorunuz. Kendisine sık sık gidenlerdendir o...”

Üstadım’ın ressam arkadaşıyla aynı isimde, birkaç parmağı eksik dükkân sahibi, alâkadan gayet memnun anlatır:

- “Câminin kenarından sağa dönün! Bahriye’ye doğru... Birkaç adım sonra mezarlığın içinden, yukarıya, merdivenli bir yol sapar... Piyerloti kahvesine kadar gider yol... Çıkın, çıkın, tepeye kadar... Karşımıza gelecek ilk kapı... Bahçe kapısı ve daima açık... Vaktiyle tekkeymiş orası... Mescidinden ve etrafındaki çatılarından anlayacaksınız. Halice bakan bir sed üstünde...”

Aktar Abdin’in tarifi vechile, adresi bulurlar... Bu adres, geçen zaman içinde Üstadım’ın nasibini ve Abidin Dino’nun –hem de küfür soyundan- nasipsizliğini gösterecektir!.. (10)

“Abidin, “ya bizden şüphe ederse; polis molis herşey olabiliriz!” dedi... Ona dedim ki, “biz mürşidi arıyoruz; eğer oysa şüphe etmeyecektir, ciğerimizi okuyacaktır. Eğer değilse, zaten neticesi yok!” (11)

“Sanıyorum ki, öğle yemeğinden biraz sonra ikindiye yakındı... Döndüğümüz zaman çoktan akşam olmuştu... Halic’i gören Gümüşsuyu denen bir tepe var; orda eskiden kalma bir Dergâh vardı, orada oturuyordu... Zaman nasıl geçti, akşam nasıl böyle halı gibi yayılıp da ortalık kapkaranlık oldu farkında değilim... Vapurla dönüşte Abidin’e dedim ki, -daha henüz alev almamışım-, “besbelli bu insan tekdir, bir madenin üzerine oturuyor ve gizliyor madenini”... Ve insan bu incizab altında kalıyor... Ama ben bu tarafta bu ahmakça sözü de söyledim...” (12)

Yine Üstadım’ın nakli: Gece... Mescide geçit veren bir odacıkta oturuyoruz. Kendileri hasır koltukta, ben bir iskemledeyim... Etraflarında yakınlarından birkaç kişi... Dizüstü, yerde oturuyorlar. Efendi Hazretlerine karşı naz makamındaki Şakir’cik gidip geliyor. Bir köşede semaver...

Ha, söylemeyi unuttum; Efendi Hazretlerinin evlerinde semaver gece gündüz kaynar ve ziyaretçilere üstüste çay verilir. “Artık içemem, af buyurun!” deninceye kadar...

Yemekten sonra çaylar içilmiş; Efendi Hazretlerinden, o muazzam temkin tavırları içinde binbir hikmet dinlenmiştir.

Şakir’e emir buyurup bana bir defter verdiler ve bana:

- “Oku; yüksek sesle oku!”

Bu, “hatarât”a dair, kalemlerinden çıkma bir risalecikti ve yüksek sesle okumaya başladım...

Tıs yok; yalnız bir duvar saatinin tıktıkları... Dinleyenler, mümkün olsa, kalblerini durduracaklar... Öyle dinliyorlar...

Risalede “hatarat”tan bahsediliyor; kaynağı, hikmeti, onları def ve nefyetme şekli... Bunun için tedbir şudur:

- “Celâl kelimesini, Allah ismini, medd ile çekerek kalbden geçirmek ve dimağa doğru yükseltmek...”

bahis bu noktaya gelince emir buyurdular:

- “Medd ile çek bakalım, Allah ismini!”

- “Allaaaaaah...”

Diye çektim.

O ânda olan şey...

Müthiş!..

Ayak uçlarında oturan yakınlarından biri, galiba Eyüpsultan’daki aktar dükkânının sahibi, o türlü sarsıldı ki, kopacak kadar sıkılmış bir çamaşır gibi kendi üstünde birkaç kere burkuldu, gözleri kaydı, ağzından köpüğe benzer bir şey çıktı; ve bir doktora teslim edilse birkaç günde ancak düzeltilecek bir hâle düştü.

Ben dondum, herkes sakin; kimse adamcağızın yüzüne bile bakmıyor, hepsi doktorlarından emin...

Efendi Hazretleri, herkesten daha sakin ve telâşsız, sadece adama ismiyle hitap ettiler:

- “Abidin!”

Ve adam; bir ânda çözülüp kendine geldi.

Bu manzara, etrafındakilerin en tabiî hadiselere mahsus kayıtsızlığı içinde seyredilirken, olmaz üstü olmazın ancak göziyle göreme tecelli edeceği çarpıcı mânâ, zaten tek keramet beklemek ve istemeksizin teslim olmuş bulunan bana nasıl tesir etti, hayal edin!..

Bir müddet sonra içimden düşünüyorum:

- “Şimdi ben, geceyarısı mezarların arasından nasıl inip de gidebileceğim?”

Derhal haşmetli başlarını Abidin’e çeviriyorlar ve diyorlar:

- “Necip Fazıl Beyi sen götürürsün! Beraber gidersiniz!”

Efendi Hazretlerini ilk arayışımda “köşedeki aktar!” diye gösterdikleri ve bana yolu gösteren Âbidin ile kol kola mezarlıktan iniyoruz.

- “Fâtiha okuyalım. Beklerler ve isterler!”

Diyor Abidin...

Okuyoruz.

Mezar taşlarında tebessüm...

Gökte ay bedr hâlinde...

Âbidin elini uzatmış Eyüp Camiine doğru bir noktayı gösteriyor!..

- “Bak, bak, şu ışık çizgisini görüyor musun?”

- “Evet, evet!.. Nedir o?”

- “Adi ışıktan başka bir şey...”

- “Yani?”

- “Nur!”

İleride, tabutu Efendi Hazretlerinin bulunduğu nur önünden geçerken ne hâller geçireceğini göreceğimiz Âbidin nur içinde yatmaktadır.

“Bize ilk gelişimizde yolu tarif eden aktar, Âbidin Bey, ölüyor. Tabutu, dik yokuştan çıkarılıyor, setin önünden geçirilerek biraz ilerideki kabrine götürülüyor.

Tabut tam evin önüne gelince, Efendi Hazretleri setin üstüne çıkıp bakmışlar...

Dört omuz üzerindeki tabut durmuş... Olduğu yerde mıhlanıp kalan, taşıyanlar değil, tabut...

Efendi Hazretleri, kısa ve belirsiz bir duadan sonra elleriyle “götürün!” diye işaret etmişler; tabut yoluna devam etmiş...

Bunu, yakınlarından, en emin ağızlardan dinledim...” (13)

Başın önünde vâki olan beyazlık...

Üstadım, Beylerbeyi’ndeki yalı arsasında, Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin huzurlarında kaldığı bütün bir günden sonra akşamüzeri eve dönünce, annesini evin taraçasında buluyor... O, bahçe kapısında; annesi ise taraçada... Eve doğru yürüyor.

Annesi sesleniyor:
- «Ne o başındaki şey?»

- «Ne var; başımda bir şey mi var?»

Ve karşılaşınca, eliyle saçlarını düzelterek mırıldanıyor.

- «Hayret!.. Saçlarında bembeyaz bir şey gördüm. Kar gibi bir şey... Ne garip!»

Anneye gösteriyor Allah... Üstadım, hayatının o mevsimini şöyle çerçeveliyor:

- «Bir devre ki, hayatımda 1940, fırının tâ yanına geldiğim hâlde kendimi o «nâr-ı beyzâ» girdabına atamıyorum; en küçük «cız» edişle irkilip arkamda bekleyen nefs zebellâhisinin kucağına düşüyorum. Ve boyuna gidip geliyorum, boyuna gidip geliyorum.»

Başka bir sahne... Marazı, bir nimet olarak Efendi Hazretlerinden aldığını sezen o, şifayı da; tabiî nimeti hâlinde ondan, onun yolundan arıyor:

- «Birkaç ay içinde sadece kemiklerimin ağırlığına kadar düşmüş ve üzerimde bir et sikleti kalmamış olarak, kapısına dayandım... Artık feryadım şu: «Beni kurtarınız!»... Fakat ağzımdan hâlime ait tek kelime çıkmıyor. Kısa bir anlatış ve her şeyi kendisinden, Allah’ın lûtfiyle kendisinden bekleyiş... «Sık sık gelin, buyurdular; sohbet sizi açar. İnşallah feraha kavuşursunuz!»... Başka ne bir emir, ne bir öğüt, ne bir tedbir, ne bir tatbik...» (14)

- “O günden kısa bir müddet sonra, yahut biraz evvel, Beylerbeyi’ndeki süslü odamda bir rüyâ görmüştüm: Büyük, pek büyük bir anfî... Binlerce insanı alacak büyüklükte... Anfinin sedlerinde, bükük kavisli masaların gerisinde, nur yüzlü, binlerce, sarıklı insan... Beyaz gül dizileri hâlinde sayısız sarık... En önde ve merkezde yine sarıklı ve nur üstü nur yüzlü biri... Ben kürsüde konuşuyorum... Ne dediğimi, ne söylediğimi bilmiyorum. Kelime üstü bir ahenkle konuşuyorum. Ellerimle de fikirlerimi noktalayan işaretler veriyorum... Sözüm bitti. Merkezdeki nur üstü nur yüzlü zat yerinden kalktı, yanıma geldi ve başımı iki eliyle kavrayıp kendisine çekti, alnımdan öptü... Bu rüyadan, içimde, tatlı, bayıltıcı bir lezzet kalmıştı.”

Rüyayı Efendi Hazretlerine anlattığı zaman, şu karşılığı alıyor:

- “İnşaallah O’dur!”

Yani, Kâinatın Efendisi... Ve 30 küsur sene sonrası:

- “Hani Efendi Hazretlerini henüz tanımadan bir rüya görmüştüm ya; hani (anfi) gibi bir yerde, nur yüzlü ve bembeyaz sarıklı ulu kişilere hitap edişim; ve en öndeki yüce zatın yerlerinden kalkıp beni alnımdan öpüşleri?.. Ve Efendi Hazretlerinin “inşaallah O’dur!” buyurdukları rüyâ?.. İşte bu rüyânın hakikatine, aradan 30 küsur yıl geçtikten sonra, bir yaz günü Samsun’da erdim. Anfi şeklinde oturulan bir bahçe sinemasında ve onbini aşkın bir kalabalık huzurunda konuşurken, birden gözlerim kamaştı, herkesli sarıklı insanlar şeklinde görmeye başladım, âni olarak rüyayı hatırladım ve haşyetle gözlerimi uğdum... Aslında rüyanın hakikati konferanslarıma şâmildi.” (15)

“Şimdi düşünüyorum... Nasibim nasıl takdir edilmişse... O, esrâr-ı ilâhiyedir... O ayrı... Kendisini tanımaktan büyük bahtiyarlık olur mu benim için?.. Çünkü ben onun dergâhının kapısının önünden geçip de, Efendi Hazretlerinin yüzünü görmüş olan bir basit kedinin, köpeğin bile kendi hayvanî mertebvesi içinde bir hisse aldığına kaniim...”

Üstadım, benzerliklerimizden sözederken, mevzu biraz kıvrılıyor... Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin, torunlarından –birkaç kere ziyarete geldiği zaman gördüğüm- Tâhâ gibi topluca olduğunu söylüyor ve ekliyor:

- «Sırtında gri cübbe olurdu umumiyetle!»

Titriyorum!..

Seyyit Fehim Hazretlerini hatırlıyorum!..

- “Rabıta-i Şerife’nin sonundaki «Hatm-i Hâcegân» duasında «Altun Silsile»nin Seyyid Fehim Hazretlerine kadar, her biri ayrı vasıflarla anılan halkalarına baktıkça tüylerim ürperiyordu. Bunların arasında, bilhassa yolu şahsiyle isimlendirilmiş olan Şah-ı Nakşibend, «Nur Heykeli» diye anılan İmam-ı Rabbâni, kendisinden yıldız şuaları gibi veli fışkıran Mevlâna Halid, en sonra Efendimin Efendisi Seyid Fehim Hazretleri, isimlerini her anışımda, kalbime erimiş kurşun hâlinde, kızgın bir aşk sıvısı döküyorlardı.

Hayretler içindeydim. Haklarında hiçbir şey bilmediğim, hiçbir hususiyetlerini tanımadığım hâlde, Seyyid Fehim Hazretlerine karşı, büyük saygı bir tarafa, fakat bu çıldırtıcı aşk, bende nasıl doğuyordu?

Efendime anlattım. Bir doktorun, aldığı ilâçtan ne duyduğunu anlatan hastasını dinlemesi gibi, sakin ve emin, tabiî ve bedihî, dinlediler ve buyurdular:

- «Üzerinde yeşil bir cübbe vardı.»

Bu dışı kuru cevap beni büsbütün sarstı... Yoksa râbıta etmem için mi bu unsuru bildiriyorlardı? Muhakkak ki, üzerime yağan şimşeklerin, geliş ve gidiş bütün istikametlerini gözleriyle görüyorlardı.»

(16)

“Râbıta-i Şerife risalesiyle yakından, gün geçtikçe alâkalıyım... Namazlarımı, kör ve topal, eksik ve kopuk, kılıyor; râbıta da ediyorum... Risalede râbıta emri kâmil mürşide... Fakat o kim?.. Mücerret emir, fakat sarahat yok... Benim içinse bundan daha sarahatli bir şey olamaz: Efendi –Abdülhakîm Arvasî- Hazretleri... Risalede, nâkıs şahıslara, sahte mürşidlere râbıtanın bir cinayet olduğu yazılı... Cinayetin en büyüğü de râbıta ettirene düşüyor. Bu kayıt da imânımı büsbütün kuvvetlendiriyor: Rabıta, ancak Efendi Hazretlerine olabilir... Fakat asla “bana râbıta ediniz!” demiyorlar. Her şey REMZLERLE ANLATILIYOR, TAKDİRE BIRAKILIYOR ve hattâ zâhir plânında reddediliyor... Bir gün Eyüb’de dedim ki: “Efendim, ben size râbıtaya başladım!..” Son derece nazlı, “Hayır!” derken “Evet!” diye haykıran bir eda ile reddettiler; ve râbıtanın ancak “Altun Silsile” büyüklerine, meselâ Mevlâna Halid Hazretlerine olabileceğini söylediler... Fakat Şakir’cik, Efendi Hazretlerinin arkalarına geçti; kendilerine göstermeden, eliyle pek iyi yaptığımı, yaptığımın tam isabet olduğunu anlatan işaretler verdi... Ben de bir işaretle, Şakir’e anladığımı hissettirdim... Efendi Hazretleri, nazlıların nazlısı, mahcup ve ezgin, sükût buyurdular; yâni hiçbir şey anlamamış göründüler.” (17)

Sene 1984... Bir gece... Odanın her yanına yayılmış kitaplar ve sayfalar... Çalışıyorum... Kafamda sabit fikir hâline gelmiş bir dava: Râbıta kime yapılabilir?.. Bir ara yatsı namazını kılmak için abdest almaya... Abdest alıyorum... Odaya giriyorum... Tam o sırada elektrikler sönüyor... Kağıtlara su damlayıp yazıyı bozmasın dikkati içinde, ayağımla hassas yoklamalardan sonra kanepeye ulaşıyorum... Tam oturmuştum ki, elektrikler yandı... Ben hasar var mı diye şöyle bir göz gezdiriyorum ki, samanlı sayfalardan birinin üzerinde damlamış su habercisi... Eğildim baktım... Aman Allahım!.. “İbda Reçetesi” sayfalarından birinde “AHMET (ARVASİ) BEY” ifadesindeki parantez içinde kalan “Arvasi” kelimesi, ne bir milim eksik ve ne de bir milim fazla bir ıslaklıkla işaretlenmiş... Düşünün: Yüzbin sefer aydınlıkta bile denense gerçekleşmesi hemen hemen imkânsız bir iş... Karanlıkta, o kadar kağıt içinde ve bir kağıdın o kadar kelimesi içinde, üstelik bir tek o kağıt ve o kağıttaki kelimeye düşmüş bir tek damla; hem de ne muntazamlıkla!.. Cevabımı almıştım... Kalbime nasıl bir yıldırım düştüğünü anlayın!..

“Akıl ötesi âlemin anahtarı “Râbıta” ... Öyle kahramanlar ki, bu anahtarı verenler, her şey onlarda bir sır ifâdesine bürülüyken yine her şey, her türlü mânâ dolandırıcılığında münezzeh ve bir anahtarın çizgileri gibi hendesi ve berrak...” (18)

- “Birgün huzurunda yemek yendi, yukarı çıktık... Karşımda bir hasır iskemle-koltukta oturuyor... Hep orada otururdu zaten... Bir sükût ânı oldu... Diğer müridler de isterlerdi, ben geleyim... Çünkü ben konuşturuyordum Efendi Hazretlerini... Onlardan da epey vardı etrafımızda... İçimden bir his geçti: “Biz ne alçak adamlarız; her zaman böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz, kapıdan çıkar çıkmaz yine aynı kapkara adamız. Bir tasarruf lâzım bize; biz yapamayız, biz yürüyemeyiz. Bizi yakalasın ve yerinde oturtsun”... Ben böyle düşünürken –ki beni dâima tesir altında kalmaya en müsait olduğumu hesabederek dinleyin- bir hâl geldi bana... “Aaa, n’oluyorum?” dedim ben kendi kendime... Bir acı, kalbimde; anlatılmaz bir acı hissediyorum, bağıracağım... Ve bu arada bir lezzet, dayanılmaz bir lezzet... Acıyla lezzet bir arada... Bir de başımı kaldırıyorum, bakıyorum ki, Efendi Hazretleri iki mübârek gözünü dikmiş bana bakıyor... Hemen teslim oldum orada... Kalbim –ki bir lastik çelik gibi çekiliyordu- yerine geldi o ânda... Ve şu mânâyı çıkardım: “Sen mi tasarruf bekliyorsun? Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin?” (19)

5 Şubat 1983... Üstadım, muhataplarının hiçbirinin anlamadığı sırrını söylüyor:

- “Bir gün, (Efendi Hazretlerinin yanında) bir uzvun kesilmesi yahut hayatın tehdidi şekliyle “kelime-i küfür”den bahsediliyordu... Bunu söylemeye mecbur olursa adam, ne olur?... “Eğer böyle bir ciddî tehlike varsa, kelime-i küfrü lisânen söyleyip kalben mümin kalmaya ruhsat-ı şeriyye vardır... Ruhsat; yani izin vardır... Ama, söylemeyen şehîd olur” deyince... Bendeki şeye bakın ki, edepsizlik derecesine varıyor şımarıklığım, dönüp “Efendim böyle bir hâlde ben ne olurum?” dedim... Eflâtun, Sokrat’ı tarif ederken “arslan gibi başını çevirdi” der... Öyle bir arslan gibi çevirdi başını bana, “sen şehîd olursun!” dedi... Bu lûtfu da bana ihsan etti!” (20)

17 Ocak 1983... Üstadım, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin onu hakkında buyurduğunun aynını bana yöneltiyor:

- “10 sene önce gelseydin, herşey başka olurdu... Ama kader!”

Şakir... Efendi Hazretlerinin nedimi.... Üstadım’a, Efendi Hazretlerinden bir söz naklediyor:

- “Sizin için gıyabınızda bir sözleri var... “Elime daha önce geçseydi, daha başka olurdu!” buyurdular. Bir gün de huzurlarında sizi yermeye çalışan birine şöyle dediler: Ben Necib’ime lâf söyletmem!” (21)

Efendi Hazretlerinin Ashâb-ı Kehf’in isimlerini yazıp vermesi:

- “Muradım, bazı dolandırıcıların önüne gelene yazıp verdikleri ve münezzeh kıymetlerini kendi kokmuş nefslerine düşürdükleri nüsha muskalar kabilinden değil de, en büyük velî elinden çıkma ve onun münasip göreceği herhangi bir yazı... Derhâl kâğıt ve kalem getirttiler, Ashab-ı Kehf’in isimlerini sıraladılar ve bana uzattılar: “Üzerinden hiç ayırma!”... Her tarafı lehimli bir madalyon içinde bunu taşıyorum boynumda... Mezara da benimle girecek... Niçin Ashah-ı Kehf’in isimleri; ne maksatla?.. Her şey gibi bu da bir sır... Kendileri biliyordu. Kendileri bilir.” (22)

- “Kur’ân’dan ezbere bir sûre okumamı arzettiler. “Felâk” sûresini okudum. “Tamam!” dediler. Bu “tamam” sözünün mânâsını 30 küsur yıl sonra anladım. Her zaman bu sûreyi okuyup üzerime üflerim.” (23)

Üstadım, Büyük Doğu mecmuasını çıkarma niyetini Abdülhakîm Arvasî Hazretlerine açtığı zaman... 1943’ler... Efendi Hazretleri, nedimi Şakir Işık’a, Muhiddin’i Arabî Hazretlerine ait “Tefe’ülname”yi getirmesini emrediyorlar... Üstadım:

- “Niyetime bir âyet meâli hâlinde şu cevap çıkmıştı: Onlara müjdeler olsun...” (24)

Efendi Hazretleri Üstadım’a şöyle buyuruyor:

- “Sende iki şey ifrât hâlinde: Muhabbet ve zekâ... Muhabbet, iner ve çıkar... Ama zekâ için çare yok!” (25)



Hususiyetleri

Hak ve batılı birbirinden ayıran gözler... Üstadım’dan, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini gösterelim:

- «Üzerlerinden, daima tercih ettiklerini sandığım renk olarak, açık kül rengine çalan ince bir kumaştan bir pantolon ve setre uzunluğunda bir caket... Kar gibi beyaz ve tertemiz bir gömlek... Başlarında takke... Ve o gözler; baktığı noktanın «görünmez»ine bakan, nâmütenahi derin gözler... Kestane rengiyle elâ karışığı içinde mavimtrak inci pırıldayışları mı desem, ne desem?.. Sayısız terkipleri ve tonlarıyla renk, topyekûn renk, o gözler önünde daima yalan söyler.

Fezanın gözleri onlar...

Fezanın, insanı bir tutuşta fezaya çeken gözleri...

Rahmet gibi dipsiz, rahmet gibi sıcak, rahmet gibi diriltici...» (26)

Burhan Toprak, Üstadım’ın ilk gençlik arkadaşlarından... Aralarla süren beraberlikler... Çirkini teşhiste beraber, güzeli teşhiste tam olamayan... Üstadım’ın kavruk kafa dediği bir tip... Ondan bahsediyor:

- «Hep beni taklit ederdi... Meselâ diyelim, traş olurken bıyığımın bir tarafını yanlışlıkla kessem, o da keserdi... Maymunvârî... Böyle taklit başka, bir adam ben olabilir, bu başka; ben olmak, beni aşabilir de... Bir gün onunla Efendi Hazretlerinin yanına gitmiştik... İşte birşeyler soruyor, şu, bu... Efendi Hazretleri doğrudan doğruya yüzüne söyledi; «görüyorsun ya, nasibin yokmuş!» dedi... Öyle hatır gönül filân...» (27)

“Hastalığım esnasında ve günlerce nereye baksam gördüğüm kıpkırmızı bir renkten bahsederken, dünyada bir eşine rastlamadığım bir zerafetle, ürperir gibi bir hassasiyet tavrı belirttikleri, gözümün önünde... Sonradan öğrendim ve anladım ki, velîlerin kalbi, mücellâ bir aynadır; ve oraya muhatabının her hâli akseder. Meselâ, suya düşmüş bir müridi bitişik odada kurutulurken, dakikalarca zangır zangır titreyen velî... Nitekim yine sonradan öğrenmiş bulunuyorum ki, hastalığımda kendilerini her ziyârete gelişimde, Efendi Hazretleri, ben döndükten sonra saatlerce ağırlık geçirirlermiş...” (28)



 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Başbuğ Velilerden 33. sü, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri... Üstadım:

- “Efendim, Altun Silsile’nin 33 üncü halkasıdır. Tesbihin son tanesi gibi, başındakine (Allah Sevgilisi ki, bütün zaman ve mekânın Efendisi) ve bütün sayılara sayı ve yol verene en yakından bağlı ve tam bir devrin dönüm ifadesi... Ayrıca devrimizin, 20. Asır ortalarının mânâ ve ruh buhranına denk bir ifade; memuriyet ifadesi...” (29)

Efendi Hazretlerinin kardeşinin oğlu Faruk Işık Bey anlatıyor... Üstadım’a:

- “Bundan yıllarca evvel oğlum Nevzat, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, betona düştü. Çocuğu koma hâlinde kaldırıp bir hastahaneye dar attık. Ayıldı; fakat aklî melekelerini kaybetmiş vaziyette... İstanbul’a götürdük ve bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarından geçirdik. Hemen hepsi ümit görmediklerini söylediler. Bir rum doktor “erken bunama” teşhisini koydu ve “şifası yok!” hükmünü bastı. Bülûğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Efendi Hazretlerinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde onu nazarlarından ayırmadılar ve sadece “mahzunum, mahzunum!” diye içlenerek işi Allah’a havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzat, hiçbir zaman malik olmadığı maddî ve manevî bir sıhhatle ayağa kalktı.”

Üstadım ekliyor:

- “Nevzat, şu dakikada(1974) Ankara’da ve maruf bir avukat...” (30)

(Bir yaz günüydü... Efendi Hazretleri ile Eyub Câmiî’nde öğle namazını kıldık ve sonra Hazret-i Ebu Eyyub-i Ensarî’nin türbesine girdik... Başka kimse yoktu... Sandukanın ayak ucunda, yanyana diz üstünde oturduk... “Yanıma sokul, gözlerini kapa!” buyurdu... Gözlerimi kapayınca, Hazret-i Ebu Eyyub Ensarî’yi ayakta duruyor gördüm... Yanımıza geldi... Uzun boylu, iri yapılı, seyrek sakallıydı... Elini öptüm... İkisi yavaş sesle konuştular... Ben işitmiyordum, edeble seyrediyordum... Efendi Hazretleri, “gözünü aç!” buyurdu; açtım ve ikimizi birlikte sandukanın yanında oturuyoruz gördüm... Sokağa çıktığımızda ikindi ezanı okunuyordu... “Ne gördün?” diye sorunca, anlattım... “ben hayatta iken kimseye söyleme” diye tenbih buyurdular!)

Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin yakınlarından bir tüccar tarafından anlatılan sözkonusu hâdise Tahkim dergisinde çıktığı zaman, hâdisenin zâtî keyfiyetinden ayrı olarak, bir “kuvvetle muhtemel” aralığında ayrıca heyecanlandım!.. (31)

(Bitlis yolunda bir genç, kışın tipiye tutulup yolunu kaybeder... Helâk olacak bir vaziyette iken, “Yarabbî! Zamanımızın kutbunu imdadıma yetiştir!” diye yalvarır... Hemen siyah sakallı birisi zuhur eder, altın dizginlerini tutup, istikamet verir ve “böyle git, şehre varırsın!” der... Genç adam, gaybden gelip kendisine yardım eden zâtın şemâiline dikkat eder... Otuz sene sonra, yolu Beyazıd Camiine düşer; o sırada Abdülhakîm Arvasî Hazretleri vaaz vermektedir... Otuz sene önceki genç adam, “ben bu zâtı bir yerden hatırlayacağım!” diye düşünür ve Efendi Hazretlerinin yanına yaklaşır... Daha konuşmadan, Efendi Hazretleri eğilir ve kulağıma “Bitlis’teki kar fırtınasını mı hatırladın?” diye sorar!)

Tahkim dergisinin Kasım 1994 tarihli sayısında nakledilen hâdise... Yorum istemez!.. (32)

“Şeyh Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Seyyiddir... Aynı zamanda Müftü-i Sakaleyn’dir... Yani cinne de fetva verir... Hayvanlar da fetva verirdi... Hayvanların şikâyetini dinlerdi.” (33)

Efendi Hazretleri... Mâzi, hatıra, hâl beyanı içinde, Üstadım o bahisle istikbâli nişanlıyor:

- “Yavaş yavaş dikkat etmeye başladım ki, bu adamda nebatî bir hayatımız var ya, -yeriz, içeriz, bir ân gaflete geliriz, başımızı kaşırız-, hiç böyle bir şey görmedim... Keramet de beklemedim; muhtaç da olmadım... Çünkü o oturuşu, o edeb, o hâl, o her ân huzurda da lütfen sizin yanınızda... Bu mânâyı öyle yaşadım, öyle duydum, öyle içtim ki, bana işte «Et Pemiraca Complire- Harika Meydana Geldi»yi düşündürdü... Bir tek toz parçası görmedim sırtında... Bir kere esnediğini, öksürdüğünü; bunlar mazeretlerdir, yapılacaktır tabiî... Helâya çıkmayacak mıdır?.. Böyle bir edebin içinde bu kadar bahsedilebilir; anlatılmaz bir şey... Şiir idrakı lâzım bunu anlamak için; işte bu sebep... Gittikçe tahkim ettim, gittikçe tahkim ettim!» (34)

- “Onda, harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını (gördüm)... “Terki Terk” dedikleri makam... Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet... Her ân bir büyük huzurda olmanın kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu!.. Sizinleyken sizinle değildir; ama sizinledir... Bu, İrşad Kutupluğu makamıdır!” (35)

Eski harfler... Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin mazlumluğu ile ilgili olarak, Üstadım şöyle anlatıyor:

- «Lâtin harflerinin kabulü zamanında duydukları hicran hissi, kendilerinde değil, biraderleri Tâhâ Efendi Hazretlerinde tepkisini gösterdi. Bu tepki, küt diye bir kalbin kırılıp durması ve bir hayatın sona ermesidir. Diyanet işlerinde vazifeli bulunan Tâhâ Efendi, Lâtin harfleri kabul edilince, artık tavan arasına kaldırılması gereken bütün bir eski kültür yıkıntısının ruhuna üflediği dehşet yüzünden yaşayamadı, öldü. O bir şehittir.» (36)

Abdülhâkim Arvâsi Hazretlerinin yakınlarından ve Üstadım’ın dostu Muhib Işıklar, kapıya bağlanışını anlatıyor:

- «Bir Cuma namazından sonra gördüm; ve görüş işte o görüş!.. Kapılandım ve bir daha eteğini bırakmadım. Daha ne söyleyeyim?»

Öyle ya!.. (37)

Büyük Fakih, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri... Yakınlarından Muhib efendi, şöyle buyuruyor:

- “Japonya’dan Amerika’ya kadar, bütün Asya, Afrika ve Avrupa, nerede bir İslâm topluluğu varsa gezdim. Uzun yıllarım İslâm memleketlerini gezmekle geçti. Gittiğim her yerin din büyüklerini aradım ve gördüm. Hiçbir yerde Efendi Hazretlerinin ayağına su dökebilecek bir insana rastlayamadım!» (38)

Esseyit Abdülhakîm Arvasî Üçışık Hazretleri... Ona ait, sırrını Mit ve Siyasî Şube işkencehanelerinden geçip Bayrampaşa Ceza ve Tutukevi’nden kaldıktan sonra, birdenbire idrak ettiğim bir hikmet... Üstadım’dan, ona ait bir çizgi:

- «Efendi Hazretleri, tedbir ve temkin makamındaydı. Şapka inkılâbında da, serpuşu yandan biraz yırtıp, hududu muhafaza etmişti!» (39)

Perde Arkasına Geçiş

Hürriyetin, bilgilenme –idrak keyfiyetiyle aynı olduğunu bilenler, imân’ın da hürriyetin aynı olduğunu bilirler... O hâlde, bâtın kahramanları, yâni iradesi Allah’ın iradesi olmuş olan gerçek insan soyu, kul haddiyle mutlak hürdürler!..

Başkalarını varoluşan tarzda bilmek, onların hürriyetleriyle yakınlık kurmakla mümkündür!..

Fısıldadığım girizgâhtan sonra, gelelim mevzuun aslına, «27 Kasım 1943»e... Bu tarih, sözkonusu edildiği gibi, «Büyük İrşad Kutbu» Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin vefat günüdür... Bahis, Üstadım’ın «O ve Ben» isimli eserinde anlatılmıştır... Ben de, aynı zamanda bu eserin muradına denk gelen bir kayıtla, «O ve O» diye nakledeyim!..

Ankara, Efendi Hazretlerinin hiç sevmedikleri bir yerdir; ve bir gün o civarda gömülecekleri hayallerine bile uğramamış bir keyfiyet... Hattâ İstanbul’da, Bağlarbaşı’nda; Şeyhülislâm Hikmet Efendinin kabri yanında kendilerine bir mezar hazırlatmışlar, bir de tabut yaptırmışlardır.

Faruk Bey’in, eski Ankara tipi ahşap evinde 19 gün hasta yatıyorlar.

Nihayet, 1943 yılının 27 İkinciteşrin Cumartesi günü (29 Zilkaade 1362) gün doğmadan 18 dakika evvel...

Tam sabah namazı vakti...

Elleri Faruk Beyin ellerinde... Rüçhan Işık (Faruk Beyin oğlu) ayaklarını uğuyor.

Dudaklarında tek kelime... Kâinatın tek kelimesi: Allah...

Son nefes...

Vefat ediyorlar...

83 yaşındalar...

Vefât ânında zelzele...

O gecenin sabahı, hemen o sabah, damatları İbrahim Arvas’ın Keçiören’deki köşküne naklediliyorlar. Gasl, techiz, tekfin, orada...

Ve Keçiören’den ileriye doğru, Ankara’ya 24 kilometre mesafede bir köye götürülüp defnediliyorlar. Aynı günün gurup vaktinde, güneş batarken...

Şimdi bir mesele.

Mübarek naşın İstanbul’a nakli için resmî makamlara başvuruyorlar. Tahnit (ilaçlama) mecburiyeti olduğu cevabı veriliyor. İmkânsız!.. O hâlde?.. Şehrin belediye sınırları içinde ölenlerin Asrî Mezarlığa gömülmesi şartı da var... Daha imkânsız!.. O hâlde?.. Kırşehir’e kaldırmayı ve orada bazı yakınları arasında toprağa vermeyi düşünüyorlar. Bu da resmî şarta uygun değil...

O sırada ahşap evin kapısı çalınıyor ve kim olduğu, nereden geldiği, ne istediği belli olmayan ak sakallı bir adam:

- «Ankara civarında Bağlum isimli bir köy vardır; orada Nakşî şeyhlerinden bir zat da medfun... Oraya götürünüz, kendilerine uygun yer orasıdır!»

Ve çıkıp gidiyor. Meçhul adamın arkasından koşuyorlarsa da ele geçiremiyorlar.

Bağlum, Ankara’nın Belediye sınırları dışında olduğu hâlde, cenazeyi battaniyeye sarıp bir taksi içine atıyorlar ve en yakınlarından birkaç kişi, Bağlum nahiyesine götürüyorlar. Yolda İbrahim Arvâsî’nin Keçiören’deki köşküne uğruyorlar ve techiz-tekfin işini orada yapıyorlar. Bir de bakıyorlar ki, 12 kişiden ibaret olan yakınlarının cenaze etrafındaki dairesi 500 kişiye çıkmıştır. Bunlar kimdir, nerelerden gelmişlerdir, ne demek isterler, hep meçhul...

Efendi Hazretlerini, yalçın ve çırılçıplak Bağlum mezarlığının ilkokulu bitişik köşesine, namsız nişansız, ilânsız, işaretsiz şekilde defnediyorlar. Mübarek mezar, bugün, üzerinde yazısız bir taş olarak, her şatafattan uzak, semalara tebessüm etmektedir.

Efendi Hazretleri 83 yaşında vefat ediyor... Ve 1983’te de Üstadım... 1943’den 1983’e, tam 40 yıl... Ve Efendi Hazretlerinin defnedildiği Bağlum Köyü, isim sırasında pek mânâlı; «bağlum», «bağlık ve bahçelik yer» mânâsına... Bağ, bahçe; kabir, lisân, istikbal, torun vesaire!..

Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin, «Tasavvuf Bahçeleri» isimli eseri... Yeri gelmişken, o eser mevzuunda «sana çok şey söylemeli» diye uyarıldığımı belirtmeyelim... Bu mevzuda söyleyeceğim şey çok kısa:

- «Herşey bir yana, benim için eserin ismi yeter!» (40)

«Bağlum», Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin bulunduğu köy... Bağlum; bağ, bahçe, kabir, ulu ve şerif kişi, kerim, izzet, hayr, sabır, lisan, müjde, torun, tay, mühür, imza!.. (41)

Dil: Akrep... 1943 27 Kasım, Akrep burcu... Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin vefat tarihine ve Üstadım’ın “Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader!” mısraına nazaran, “lisan-dil”, Efendi Hazretlerini tedâî ediyor... Fehim: Anlayış, nlayışlı... “Dil ve Anlayış”ın tedâîsi de, Esseyid Abdülhakîm Arvâsî ve Seyyit Muhammed Fehim Hazretleri!.. (42)

Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin vefatından çok sonra bir gün... Muhib, Üstadım’ın evine geliyor... Kendisine, Efendi Hazretlerinin Neslihan Hanım’a gönderdiği mektuplar gösteriliyor... Muhib, hayretle bir noktaya dikkat ediyor: Mektubun başındaki «Neslihan kerimeme» hitabı, «sin» yerine «sad» harfiyle «Naslı han» şeklinde yazılmış...

Bu mevzuda Üstadım:

- «Bizse bu noktaya yıllarca dikkat etmemiştik... «Nas», Kur’ân hükmü... Ne demek olsa gerek?»

«Nas», Kur’ân hükmü... Kur’ân hükmü; geçer hüküm olarak, her yerde... «Naslıhan», hükmü her yerde geçer olan!..

«Hakîm», varlığın hakikatine vakıf ve hikmetle muttasıf olan... Demek ki hakîm, «her yerde» demek!.. (43)

“Avukatım Vecih Işık’tan, her işin ve her şeyin başında bir şey istemiştim. Ne Avukatlık, ne işgüzarlık, Ne bir şey!.. Tek şey: Keçiören’in ilerisindeki Bağlum köyüne gitsin; Efendimin mübarek kabrine yönelsin ve şöyle hitap etsin:

- “Köleniz Necip Fazıl’ın selâmını getiriyorum. Ruhaniyetinize sığınıyor ve sizden manevî sıhhati için imdat istiyor.”

Bu ana kadar söylemedim; bazen o kadar gücendiğim ve ihmalini hazmedemediğim Vecih Işık, Efendimin yakın akrabasındandır; kardeşinin oğludur, yâni dünyanın en ulvî sülâlesindendir, seyittir. Binaenaleyh, ne olursa olsun, masum ve mahfuzdur.

Yeğenimle beraber gelip, emaneti yerine getirdiğini, mübarek kabire gittiğini söyledi.

- “Hangi gün?”

Diye sordum.

- “Çarşamba günü...”

Dedi.

Ben de aynı günün akşamı, yâni Vecih’ten, Efendime gidip bana imdad niyaz etmesini istediğim günü takip eden gece, 8-9 Nisan Perşembe gecesi, muazzam bir rüya görmüştüm:

Hapishane... Müthiş bir kaynaşma... Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini getiriyorlarmış! Memur kılıklı ve şapkalı bir takım insanlar bana “sen de gel” dediler. Yürüdüm. Hapishane kantinine benzeyen iki dükkânın birinden tatlımsı, birinden de acımsı bir şeyler alıp yedim. Dışarıya çıktık. Bir yokuş sonunda durduk. Anlatılmaz bir açıklık, berraklık, güzellik... İstanbul Boğazını Beylerbeyi sırtlarından seyrediyormuşum gibi bir manzara... Durgun ve berrak su, yemyeşil ağaçlar, tertemiz gök, ağaçların suda aksi ve ferahlıkta harika bir tecelli...

Böyle bir rüyayı, hele Vecih’in mübarek kabire gittiği günün akşamı görmek!..

Kurtuluşumun senediydi bu; artık çifte telörgünün parçaladığı yüzlerden korkmamalıydım. Acı ve tatlı günlerden sonra, günü ve saati gelince kurtulacaktım. Efendim benimle beraberdi. O yanımda oldukça düşmez, kapaklanmazdım. (44)



Buyurduklarından

Üstadım’ın, “O ve Ben” isimli eserinin “Namaz, Namaz, Namaz” başlığı altındaki kısımda, Efendi Hazretleriyle ilgili bir tasvir ve ondan nakil:

- “Ve dalgın, vecde batmış, gözleri her zaman olduğu gibi ötelerde, buyurdular: Lâteşbih, çocukların çelik çomak oynayışı gibi, kâinatla oynar.”

Allah!.. (45)

Kust otu... Derken, “müshil tesiri olan” vasfında ot... Derken, Esseyid Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin “ruh”un madde üstü varlığına ve bekasına misâlleri:

- “Hani bazı otlar vardır ya; ezilir, kurutulur, kaynatılır ve her haliyle hassasını muhafaza eder? Meselâ ot müshil tesirine malikse, yaşken de o, kurutulunca da, suyu içilince de, dumanı koklanınca da... İşte ottaki madde üstü hassa gibi bir şey, ruh...” (46)

İlk söz, ilk insanla vardı; ve ilk insan, ilk Peygamber’di... Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!” doğrusu da olmayacak ve varılanın doğru olup olmadığı bilinemeyecekti... Her türlü insan verimini kendisine bağlayan bu hakikat, öz ve formül hâlinde Abdülhakîm Arvasî tarafından şöyle buyurulmuştur:

- “Bütün ilimler, (kök bakımından) Peygamberlerden kalma... Riyaziye ilmi de birçok ilim gibi, semavîdir.” (47)

- “Bir veli, mevzuunu bulamaz ki ben desin!” (48)

- “Allah herkese tesellisini başka türlü verir!” (49)

Şer’î meselelerde olur olmaz her şeye “dır, tır” demekten kaçınmayı ihtâr ediyor Esseyit Abdülhakîm Arvasî Hazretleri!.. (50)



“... Devrindeyiz!”

Gölge... Bir İslâm büyüğünün «asıl» ve «gölge» hakkındaki sözleri:

- «Her şey kendi mahiyeti ile şeydir. Bu sözümüz, «zıl-gölge»de doğru olmuyor. Bir şeyin zıllı, aksi, gölgesi, hayali ve aynadaki görüntüsü, kendi mahiyeti ile zıl ve aks olmayıp, kendilerini meydana getiren aslın mahiyeti ile zıl ve aks olmuştur; çünkü gölgenin ve görüntünün mahiyeti yoktur. Gölgede bulunan mahiyet, onu meydana getiren asıl şeyin mahiyetidir. O hâlde asıl, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır. Çünkü gölge, aslın mahiyeti ile, yani asıl ile gölge olmuştur; kendi mahiyeti ile değil. Çünkü kendi mahiyeti yoktur.»

Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin uzayan gölgesi devrindeyiz!.. (51)

SELÂM SANA, MANZUR-U NAZAR-I PİRÂN-I KİRÂM... SELÂM SANA, KEREMLİ PİRLERİN NAZARLARINDA GÖRÜNEN FİKİR!.. (52)



Dipnotlar:

*Başlıklar tarafımıza aittir.

1- Tilki Günlüğü –Ufuk İle Hafiye-, Salih MİRZABEYOĞLU, C: 5, s. 364, İBDA Yayınları

2- A.g.e., C: 2, s. 63

3- A.g.e., C: 3, s. 145-146-147-148-149 (C: 2, s. 184, 185, 186)

4- A.g.e., C: 5, s. 263

5- A.g.e., C: 3, s. 289

6- A.g.e., C: 2, s. 184

7- A.g.e., C: 1, s. 281

8- A.g.e., C: 2, s. 184

9- A.g.e., C: 6, s. 94 (C: 5, s. 280, 281)

10- A.g.e., C: 3, s. 462, 463, 464

11- A.g.e., C: 6, s. 94

12- A.g.e., C: 5, s. 420

13- A.g.e., C: 3, s. 464, 465, 466 (C: 5, s. 87)

14- A.g.e., C: 2, s. 341, 342

15- A.g.e., C: 5, s. 66, 67

16- A.g.e., C: 2, s. 178, 179, 180

17- A.g.e., C. 5, s. 603

18- A.g.e., C: 5, s. 602, 603

19- A.g.e., C: 5, s. 456, 457

20- A.g.e., C: 5, s. 54, 55 (C: 5, s. 58)

21- A.g.e., C: 4, s. 243

22- A.g.e., C: 5, s. 138

23- A.g.e., C: 5, s. 443

24- A.g.e., C: 4, s. 278

25- A.g.e., C: 5, s. 360

26- A.g.e., C: 1, s. 245

27- A.g.e., C: 1, s. 279

28- A.g.e., C: 6, s. 305 (C: 1, s. 474)

29- A.g.e., C: 3, s. 541-542

30- A.g.e., C: 4, s. 119

31- A.g.e., C: 6, s. 271

32- A.g.e., C: 6, s. 492-493

33- A.g.e., C: 6, s. 532

34- A.g.e., C: 2, s. 130, 131

35- A.g.e., C: 5, s. 111 (C: 4, s. 419; C: 5, s. 355)

36- A.g.e., C: 2, s. 76

37- A.g.e., C: 2, s. 65

38- A.g.e., C: 2, s. 234

39- A.g.e., C: 2, s. 180

40- A.g.e., C: 2, s. 332, 333, 334,335

41- A.g.e., C: 1, s. 264

42- A.g.e., C: 3, s. 547

43- A.g.e., C: 2, s. 448

44- A.g.e., C: 4, s. 489, 490

45- A.g.e., C: 4, s. 277

46- A.g.e., C: 3, s. 460

47- A.g.e., C: 4, s. 329

48- A.g.e., C: 3, s. 174

49- A.g.e., C: 2, s. 399

50- A.g.e., C: 4, s. 160

51- A.g.e., C: 1, s. 332

52- A.g.e., C: 5, s. 284
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt