Selamün aleyküm, öncelikle Hatt-ı Kur'an'ı muhafaza etmek elbetteki önemli vazifelerimizdendir. Onu inkar eden yok. Eğer yapılabiliyorsa Osmanlıca okumak daha efdaldir. Ama hizmetin selameti namına zamanın şartlarından dolayı, zorunluluktan dolayı yeni yazıyla da okunanileceğini savunan kardeşlerimizi nurcu saymamak, risaleler mutlaka hatt-ı kuranla yazılmalı, aksi taktirde onlar risale değildir gibi bir durum ancak va ancak tassub eseridir Böyle bir yaklaşım, vesileyi gayeden daha üstün tutma ve gayeyi vesileye feda etmek gibi bir yanlışı netice verir. Vermiş olduğunuz yerler, 30'lu, 40'lı yıllarda yazılmış yerlerdir. Ve yazıcı kardeşlerimiz tarafından latince söz konusu olduğunda devamlı aynı yerleri önümüze getirmeleri alıştığımız bir durumdur. Oysaki verilen yerler, 30'lu, 40'lı yıllarda yazılmış yerlerdir. Üstadımızın söylediği elbetteki doğrudur. Ama zamana ve şartlara göre zorunluluktan dolayı değişen bazı durumlar söz konusudur. 50'li yıllara gelindiğinde talebelerin hususan üniversite talebelerinin eski yazı bilmemeleri, bu iman hakikatlerinin daha geniş kitlelere ulaşması bakımından bizzat Üstadımız(r.a.) tarafından müsade edilmiştir. Bugün, değil Osmanlıca eserleri, latince kitapları bile yeni nesile okutmak çok zorlaşmıştır. Onlara osmalıca oku demek, git osmanlıca öğren demektir. Bu ise kitap okumayı bütün bütün zorlaştırmak anlamına gelmektedir. Zaten üstadımız da bu gerekçeler ile latinceye müsaade etmiştir. Üstadımızın hayatına dikkat edilse zaman ve şartlara uygun hareket etmenin çok misalleri görülebilir. Mesela 1930'larda Latince risale basımına izin vermeyen Üstadın 1950'lerde izin vermesi,yine aynı yıllar devlet erkanına ikaz ve tavsiyeleri misal olarak verilebilir.
1946’ ya kadar telifat orijinal olarak elle Osmanlıca yazılıp çeşitli şekil ve tarzlarda etrafa gönderilmiş ve yayılmıştır. 1946’ da üç teksir makinesi alınarak risaleler kolayca çoğaltılıp istifadesi temin edilmiştir. 1950 yılına kadar teksir makineleriyle çoğaltılan risaleler; 1950’ den sonra yeni harfle Türkçe olarak matbalarda basılmaya başlanmıştır. Yeni harfle matbada ilk basılan eser üstadımızın küçük tarihçe-i hayatıdır. (1950)
1954’ den itibaren de külliyatın matbalarda Latin harfleriyle bastırılması azami derecede inkişaf etmiştir. Muazzez Üstadımız basılan eserleri gördüğünde, dikkatle ve keyif ile bakar, okur ve bugün benim bayramımdır diye sevinirdi. Üstadımız vefatına kadar dikkatle, Latin harfleriyle basılan ve bugün bize kadar ulaşan külliyata bizzat kendileri tashih ederek son şeklini vermiştir..
SAİD ÖZDEMİR Abinin hatıralarından...
"Gözlerim arkada kalmaz"
"Ankara'ya döndükten sonra Atıf kardeşle tanıştık (1952). Yeni yazıyla Onuncu Söz'ün teksirini yapıyordu.
"Sonradan Isparta'ya gittiğimizde, Üstad Büyük Sözler'i matbaada basmamız için verdi. Sözler daktilo edilmiş dosyalar halindeydi. 'Maya (sermaye) yaparsınız' diye 600 lira verdi.
"İlk defa Sözler'i Ankara'da Ayyıldız Matbaasında bastırdık. Daha sonra Doğuş Matbaasına geçtik. Matbaa ile öyle haşir neşir olduk ki, orada yatıp kalkıyorduk.
"Kitap, formalar halinde Üstada gidiyordu. Üstad tashih ettikten sonra biz basıyorduk. Tashih şu şekilde yapılırdı: Kardeşlerden biri yeni yazı ile yazılmış kitabı okuyor, Üstad da takip ediyor, yanlış varsa düzelttiriyordu.
"Formalar için Üstad çok seviniyordu. Kim getirirse getirsin, derhal içeri alıyordu. Sözler'i ciltletip Üstada götürdük. Üstadda bir annenin çocuğuna kavuşma sevinci vardı. 'Ben vazifemi yaptım, gözlerim arkada kalmaz' diyor, gözleri yaşarırcasına seviniyordu. Fiyatını sorup kendi eseri olan bu kitaba çıkarıp 25 lira verdi. Ve 'Her 25 lirayı verene bu kitabı vermeyin, 25 kişiye okutacağım diyene verin' dedi.
"Üstadla birçok defa görüştük. Görüşmelerimizde hep neşriyatın ehemmiyetini ve nasıl yapılması lâzım geldiğini anlatıyordu.
"Bir defasında Mektubat'ı basıyorduk. 'Mu'cizat-ı Ahmediye'yi ayrı basalım' dedim. Üstad ise, 'Bu diğeriyle bir kuvvet teşkil eder, ayrı basmayın' dedi. 'Rumuzat-ı Semaniye'de Vahhabiler hakkındaki kısmı da basmamamızı söylemişti. Biz de basmamıştık.
"Sonra Lem'alar, İşâratü'l-İ'caz ve Tarihçe-i Hayat'ı basmamız için verdi. Tarihçe-i Hayat'ın basılmasından dolayı bizi mahkemeye verdiler. En son, Üstadın, 'Said meşveretle neşredebilir' dediği Sikke-i Tasdik-i Gaybi'yi bastık. O zaman Üstad Ankara'ya geldi. Beyrut Palas'ta kaldı. Orada Sikke-i Tasdik-i Gaybî için 'Bunun hasların haslarına verin' buyurdu. Yani herkese vermememizi söylüyordu. Sikke-i Tasdik-i Gaybînin basılması üzerine bizi içeri aldılar, 33 gün içeride kaldık.
MUSTAFA CAHİD TÜRKMENOĞLU Abinin hatıralarından...
Risalelerin Latin hurufu ile basımı
Üstad Hazretleri, Risaleleri Diyanet bassın istiyordu. Onun için bize haber gönderdi, “Diyanet’in Risaleleri basması için teşebbüse geçin” dedi. Biz talebeyiz, pek Diyanete tesirimiz olmaz diye, rahmetli “Isparta Meb’usu Dr. Tahsin Tola” görev aldı. Biz onunla tanışmıştık, Ziyaretine gittik ve durumu anlattık. Allah rahmet etsin çok mübarek bir zattı, çok temiz bir insandı, bizim önümüze düştü ve Diyânet’e kadar gittik. O içeriye Reis’in yanına girdi, biz dışarıda bekledik. Reis’e teklifi yapmış. Reis demiş ki:“Başbakan bize emir vermediği müddetçe, bunları basamayız.”
Bunun üzerine rahmetli “Menderes”i ziyaret ettik beraber, ama biz yine dışarıda bekliyoruz, Tahsin ağabey durumu Menderes’e anlatmış. Menderes de demiş ki: “Ben sizi vekil tâyin ettim, gidin Diyânet İşleri Başkanına söyleyin, bassın.” Biz tekrar Diyânet İşleri Başkanına gittik, yine rahmetli Tahsin Tola içeri girdi, fakat Reis: “Ben Başbakanla kendim konuşmadıkça basamam” diyerek kabul etmemiş. Neyse Reis Başbakanla görüşmek için çok uğraştığı hâlde muvaffak olamıyor, en sonunda Başbakanın müsteşarı “Ahmet Salih Korur” ile görüşüyor. Bu adam zannımca 33 dereceli bir masondu.. O zamanlar Başbakan Müsteşârının bakanlardan daha çok sözü geçerdi. Diyanet İşleri Reisi bu adamla konuşuyor. Müsteşar Üstad’ımızın ismini göstererek: “Bu eserlerin basılmaması için bu isim kâfi değil mi?” diyor ve kabul etmiyor. Bunun üzerine Reis, Tahsin ağabeye gelerek: “bu durumda ben bu eserleri basamam” demiş. Tahsin ağabey de bize bildirdi, biz de Isparta’da bulunan Üstad’a bildirdik. Üstad’dan bize derhâl bir emir geldi: “Bu azîm sevab onlara nasip olmayacak, derhâl siz basacaksınız” dedi.
Abone Aramamız
Sene 1956, Üstad’dan bu emir geldi, ama öyle bir durum var ki, bizde ne para var, ne pul var, matbaacılık hakkında da hiç bir bilgimiz yok. Üstad’dan da “Risaleleri basın” diye böyle bir emir geldi. Bunun üzerine biz rahmetli Atıf’la beraber bir mektup hazırladık. Mektup öyle uzun bir şey değil iki-üç satırlık bir şey. Mektubu Anadolu’daki kardeşlere göndereceğiz, ama postane ile göndermek lâzım pul için bile paramız yok, biz de Ankara’ya muhtelif vesîlelerle gelen kardeşlerle mektubu gönderiyoruz. Mektupta: “Biz Büyük Sözler Mecmûasını tab’ edeceğiz, fiatı 25 liradır, orada kaç kişi abone olacaksa, parasını gönderin, bilâhare kitapları göndereceğiz.” Tabî biz talebeyiz, elimizde para olmuyor. Zaten elimize üç kuruş geçse, bir kuruşunu hizmete ayırıyoruz, cüz’i de olsa katkı olsun diye, ama yetmiyor. Ama Üstadımızın da emri var.
Bu mektûptan sonra muhtelif yerlerden bize para gelmeye başladı, diyelim ki sen Kütahya’dasın iki kişi abone olmuş, bize göndermişsin, Afyon’dan üç kişi, Urfa’dan beş kişi gibi.. Van’da “Hamid Kuralkan” diye bir kardeş vardı. 1967’lerde vefat etti. O zamanın parasıyla iyi hatırlıyorum, Ziraat Bankası kanalıyla benim adıma, “beş yüz” lira göndermişti. Bir de rahmetli “Nazif Çelebi” (İnebolu) ağabey de beş yüz lira kadar gönderdi. Bütün gelen paralarla biz ancak basılacak kitapların yarısının kâğıt parasını verebilirdik, matbaacıya verilecek para yok. Sonra Tahsin ağabey’i alarak “Yıldız matbaası”na gittik, kaça basarsınız diye pazarlık ettik, fiyatını unuttum ama kâğıdını biz vermek üzere anlaştık.
Osmanlıcadan çeviri
Elimizdeki kitaplar Osmanlıca, biz bunları matbaaya versek basamazlar, yeni harflere çevirmek lâzım. Bizim bunları daktilo ile yeni harfle çevirmemiz lâzımdı. Önce Üstad’dan bize üç tane “Büyük Sözler” geldi. Bunların hepsi de bizzat Üstad’ın tashihinden geçmişlerdi. Birimiz Osmanlıcadan okur meselâ, ben diğer kitaptan takip ederim, bir de Hayri ağabey diye binbaşılıktan ayrılma biri vardı, o da daktilo ile yazardı. Biliyorsunuz Osmanlıcada; büyük harf, nokta, virgül yoktur, meselâ cins isim de, özel isim de küçük harfle yazılır. Ama Türkçede özel isimler büyük harfle yazılır. İşte düz yazılan o daktilo yazısını Âtıfla ben satırbaşı, nokta, virgül.. koyarak düzeltiyorduk. Bu iş tasarrufumuzda idi, matbaaya da öyle târif ettik. “Said Özdemir” kardeş aramıza Sözler’in yarısından sonra gelmişti.
Tasarruflarımız
Önemli yerleri eğik yazı ile yazardık. Üstad karışmazdı
-Koyu harflerle yazılan cümleler var, bunlarda mı sizin tasarrufatınızda idi?
-Evet bazı önemli gördüğümüz cümleleri koyu veya eğik “itâlik” yazı ile yazıyorduk. Yâni bu da bizim tasarrufumuzla oluyordu. Ama esas ve her harf tamâmen Üstad’ın idi, Üstad’ın tashihinden geçmişti. Bugün basılan Risalelerde bu koyulaştırılan yerler değiştirilmiş olabilir, zaten biz daha çok “itâlik” harf kullanıyorduk nazar-ı dikkati çekmesi için. Karışmazdı Üstad böyle şeylere. O zaman ben noktalamaları yanlış yapmayayım diye fakültede okuduğum hâlde imlâ kılavuzu almıştım.
Parasızlıktan, İlk baskı “Sözler” iki cilt olmuştu.
Nihayet matbaaya verdik, ama Üstad’dan da haber üstüne haber geliyor bize “derhâl basacaksınız” diye. Fakat bizde zaten acemilik var, para yok, onun için “1.Sözden 23.Söz”e kadar olan kısmı “Yıldız Matbaası” na verdik, “24.Söz”den itibaren de “Doğuş Matbaası” na verdik. Yâni ilk Sözler iki cilt hâlinde basılmıştı mecburen. Doğuş Matbaası o zamanlar Ankara’nın en iyi matbaası idi, rahmetli Tahsin ağabey de onlara gitti geldi, ilgilendi. O insanlar biraz çekinerekten bile olsa şarklı olmaları hesabiyle kabul ettiler. Fakat çok para istediler.
Üstadın tashihi
Üstad çok güzel ve tashihli basım üzerinde çok dururdu, çok ehemmiyet verirdi. Biz artık bir o matbaaya, bir öbürüne gidiyorduk. Risaleler önce kolon hâlinde uzun basılır, biz de noktasını virgülünü tashih ederdik hata var mı diye. Sonra sayfa hâlinde basılması için kurşun harfleri dizerler numune sayfaları tekrar tashih ederdik, en son basıma girmeden her sayfayı yeniden dikkatle tashih ederdik. Matbaalarda ekseri yüzde seksen ben dururdum. İlk tashihatları evde yapardık, fakat baskıdan çıkan ilk sayfayı hemen hata var mı diye yine bakardık, yanlış varsa durdururduk, şunu düzeltin, yeniden basın derdik.
Risaleler Üstadın sağlığında basıldı
-Üstad’ımızın onayı nasıl olurdu bu basılan sayfalara?
Meselâ iki forma, üç forma çıktı mı, Üstad’a gidenlerle bunları gönderirdik. Yahut bizden biri giderdi. Diyelim Erzurum’dan biri geldi, Üstad’a gidecek onunla gönderirdik, zaten Üstadımız hizmetle alâkalı olmayınca ziyaretçi kabul etmezdi, ama o kişi formayla giderse o forma hatırı için yüzde doksan dokuz kabul ederdi.
Hatta iyi hatırlarım, ben Zübeyr ağabey ile Ankara 27 numarada bir buçuk seneye yakın beraber kalmıştım.1960 ihtilâlinde onları Urfa’dan çıkarmışlardı. O zaman anlatmıştı: “Biz Üstadla kırlara giderdik, Üstad orada hem tefekkür eder hem de tashihat yapardı. Fakat bazen yeni gelmişiz, ortada hiç bir şey yokken Üstad: “Hemen dönmemiz lâzım, bizi bekleyen var” derdi. Biz de hemen döner bakarız ki, kapıda biri elinde bir forma ile bekliyor.
Üstad Risale ile gelenleri hemen içeri alır, açar Osmanlıca Risaleyi, başlar yeni basılan formaları okutmaya. Ekseri Zübeyr ağabeye okutur, eksik var mı, atlama var mı diye tashih edermiş. Üstad tashih ettiği formayı verip geriye bize yollardı. Üstad’ın bir tashihatı varsa o formayı değiştirirdik. Bilâ istisna bütün formalar Üstad’ın tashihinden mutlaka geçmiştir. Formalar tamamlanınca ciltletip kitap hâline getirirdik.
Üstadımızın sağlığında bütün büyük risaleler basıldı, bizzat biz bastık Allah’ın inâyeti ile. Hepsi Üstad’ın tashihinden ve tasvibinden geçer, çok duâ eder ve memnun olurdu. Küçük Risalelerin bazıları büyük risalelerin arasında basılırdı. “Küçük Sözler, Gençlik Rehberi, Zühret-ün Nur..” gibi.. onlar da giderdi Üstad’ın tashihine. Üstad matbaa parasını verir, takdir ve tasvip ederdi, öyle yeni Türkçeye rızası olmasa hiç para verir mi, dua eder mi?
1959 da bütün büyük kitapların basımı bitti
Emniyet el koymasın diye formalar basıldıkça biz matbaadan kaçırırdık. Normalde basılan her şeyin resmi yerlere verilmesi lâzımdır. Biz formaları paketlerle kaçırır, hepsi bittikten ciltlendikten sonra tekrar matbaacıya getirir, matbaacı kanunen verilmesi lâzım gelen; İçişleri bakanlığı, emniyet, milli kütüphâneye.. verirdi. O şekilde verirdik ki, bastıkları vakit matbaada hiç bir şey bulamasınlar. Bu şekilde 1956 senesinde Allah’ın inâyeti ile matbaada basma işi başlamış oldu. “Sözler”den sonra “Lem’alar”ı bastırdık, arkasından “Mektûbat”ı bastık... 1959 da bütün büyük kitapların basımı bitti.
MEHMET FIRINCI Abiyle yapılan bir röportajdan bir alıntı...
- Asr-ı Saadet’te sahabeler arasında bile ayrılmalar oluyor. Herkesin kendisine göre bir yapısı var. Olaya böyle bakmak gerek. Mesela; Hüsrev Abi eski yazının kullanılmasını, Latin harflerinin kesinlikle kullanılmasının doğru olmadığını söyledi. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken, bizlerin Latince hazırladığımız risaleleri kendisi okutuyor, huzurunda ders yaptırıyordu. Memnuniyetle karşılıyordu. Muhterem Hüsrev Abi bunu nazara almadı. Kendi görüşünü öngördü. Biz bunun yanlış olduğunu düşünüp o*na tabi olmadık. Zübeyr, Tahir, Bayram ve Sungur Abi, Hüsrev Abi’nin içtihadının yanlış olduğunu, eski yazının devam etmesini, yeni yazı ile de Risale-i Nur’un basılması gerektiğini söylediler. Yazıcılar grubu burdan çıktı. İlk bölünme burda oldu. Hüsrev Abi’ye hürmetimizi göstermekle beraber, bu hareketin yanlış olduğunu bütün Anadolu’da anlattık. Anlata anlata kovulduğumuz yere tekrar alındık. Üstad’ın büyük bir talebesi idi, ama bu husustaki içtihadı yanlıştı.............
Selametle kalın... Hayırlı Ramazanlar....