Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

imam-ı rabbani hazretleri. (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanin pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, ey sonsuz varlık muhasebesi! NFK
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
"Lafımın dostusunuz, çilemin yabancısı

Yok mudur, sizin köyde, çeken fikir sancısı."

(Necip Fazıl)
 

Huyela

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eki 2006
Mesajlar
2,345
Tepki puanı
1
Puanları
36
Yaş
40
Konum
İstanbul
selamün aleyküm.
Allah razı olsun .ama değerli zatların,alimlerin hayatlarını okurken bunalıma giriyorum.yaptığım ibadetler gözümde küçüldükçe küçülüyor.azabların en şiddetilisini yaşayacağımı ,hangi amelimle Rabbimin rızasını kazanacağımı düşünüyorum.tekrar düşünüyorum ama Rabbimin huzuruna hangi iyi amelimle çıkacağımı bulamıyorum.kafanız karıştı değil mi?özür dilerim.anlamadınız ben de anlamıyorum.benimde kafam karışık.
Allaha emanet olunuz.

Ve aleyküm selam.

Cenabı Hak cümlemizden razı olsun. Ama kafamız hiç karışmadı. bu kavuştuğunuz hal büyük bir nimet. Çünkü ehli sünnet alimleri buyuruyorki 'aynaya bakın' ... İşte aynadan maksat bu büyüklerin kitabları ve hayatları. İnsan onlara yani aynaya baktığı zaman kendisinin ne olduğunu daha iyi anlıyor. tüm meselede insanın kendini hiç olarak kabul etmesi. Mübarek olsun. Anlaşılmayacak bir şey yok. Allahü tealanın ihsanına kavuşmuşsunuz. Rabbim daim eylesin.

Dualarınızı beklerim.
 

Huyela

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eki 2006
Mesajlar
2,345
Tepki puanı
1
Puanları
36
Yaş
40
Konum
İstanbul
İşte bütün meselem, her meselenin başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanin pençesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, ey sonsuz varlık muhasebesi! NFK

Müthiş dime.

Cenabı hak şefaatlerine nail eylesin.

Allahü teala razı olsun.

Dualarınızı beklerim.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (K.S)



İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (k.s.) Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Kaşları siyah ve hilal biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani "Müceddid-i elf-i sanî." Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşit.

257794_5440.jpg

Altın silsilenin 24. halkası "İmam-ı Rabbanî" lakabıyla anılan mürşidimizin asıl adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. "Farukî" nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru'l Faruk'un soyundan olmasından "İmam-ı Rabbani" Allah adamı imam,demek Müceddid-i elf-i sanî" şöhreti, Hz Peygamber'in "Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir." (Ebu Davud, Mışkat, l, 82) hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen "müceddid" sayılmasından.

İmam-ı Rabbani, 971/1563 yılında Hindistan'da Delhi ile Lahor arasındaki Serhind denilen yerde doğdu. İlk hocası babası. Ondan Arapça ve İslamî ilimler tahsil etti. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Kemaleddin Keşmiri'den aklî ve nakli ilimleri, İbnu'l-Haceri'l-Mekkî île Abdurrahman b. Fihri'l-Mekkî'den muteber hadis kaynaklarını, Behlul Bedahşanî'den de fıkıh, tefsir ve diğer İslamî konulara dair eserleri okudu. Onyedi yaşında iken icazet alacak seviyeye geldi.

İlim tahsili sırasında bazı eserler telifiyle meşgul olacak kadar ilme ve telife yatkındı. Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna olan meyli sebebiyle babası eliyle Kadiriyye, Suhreverdiyye ve Çiştiyye gibi tarikatlara intısab etti.

Babasının vefatından sonra hac vesilesiyle memleketinden ayrıldı. Hac dönüşü Delhi'ye geldiğinde Nakşibendi ulularından Muhammed b. Baki Billah'a intisab etti. İki aydan biraz fazla bir zaman içinde Seyr ü sülukunu tamamladı.

İmam-ı Rabbani, Hind-Moğol hükümdarlarından Ekber-Şah'ın başlattığı, karma yeni bir din, ihdası fikrine karşı "saf ve temiz İslam"ı bütün güzellikleriyle savundu ve Ekber'ın oğlu Cihangir'in ve ona tabi olanların İslamî vasata ermelerini sağladı. İrşat, tebliğ ve mücadelelerle geçen ömrünü 63 yaşında noktaladı ve Serhind'de 1034/1625 yılında vefat etti. Serhind kabristanında medfundur. Türkçe telaffuzu bazan 'Serhend" şekliınde ifade edilen bu yerin doğru adı Serhind'dir. Hindistan sınırı demektir.

Denizin Denize Kavuşması Gibi

İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki billah île Delhi'de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana gelmiş değildi. Belki de Bakibillah'ın Delhi'ye gelişi, ilahî kaderin "Muceddid-i elf-i sanî" olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî'yi yetiştirmek içindi.

Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî'yi irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani'nin buluşması iki denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı.

İmam-ı Rabbani, bunu bizzat kendisi Mektubat'ında (l,333 vd 190 Mektup) ve ondan naklen el-Hanî, el-Hadaiku'1-Verdiyye adlı eserinde anlatmaktadır. Mektübat'ın verdiği bilgilere göre İmam-ı Rabbani, "lafza-i celal" zikriyle başladığı sülukunu gaybet, fena, cem', sahv ve sekr hallerinden geçerek "müşahede"ye erdiği şeklinde anlatır. Müşahede halinde bütün zerreleri Hakk Teala'nın görüldüğü aynalar olarak tanımlar. Onun ardından Hakk'ı, varlığının bütün zerreleri ile beraber görür.

Bunu, Hakk'ı kainata bitişik, ya da ayrı olmayarak, içinde veya dışında bulunmayarak müşahede hali izler. Bunun ardından, Hakk Teala'yı kainat île ilişkisi olmayan ve keyfiyeti bilinemeyen bir ilgi içinde bilir. Nihayet keyfiyet, ya da tenzih ile de olsa müşahede edilen Hakk'ın tekvîn (yaratma) sıfatıdır.

Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.

Yaşadığı Dönem

İmam-ı Rabbanî'nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Sultan, hindulara yaranmak, onların gönüllerini kazanmak istiyordu.

Mecüsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindulardan dini gün ve bayramları, merasim ve törelerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu.

Böylesine karışık ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek basına güzellikler dini İslam'ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla tükendi.

İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam'ı yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen "hulul, ittihad ve tenasüh" gibi düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi.

Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı perçinledi. İmam-ı Rabbani'nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife, mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye taraflarına da taşıdı.

Eserleri ve Mektubat'ı:

İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup'la irşad, Hz. Peygamber'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî'nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.

Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud:

İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.

Dervişlik, Şeyhe Teslimiyet

Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve dert, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.

Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.

Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani'yi gördü. İmam ona: "Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar" (el-En'am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim'in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi "Allah Allah" diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî'ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.

Sahabe ile Veli Arasındaki Fark

Fena, baka, süluk ve cezbe ile Hakk'a yakınlık için, "velayet yakınlığı" tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu "yakîn" ile şereflenmiştir. Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri yakınlığa "Nübüvvet yakınlığı" denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve veraset yoluyla gelmiştir.



Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı, asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır. Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden yürümüşlerdir.

Şeriat ve Tarikat

İmam-ı Rabbanî'ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık, gayrilik ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şahadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır.

Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz

Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşibendilik

İmam-ı Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebubekir olduğunu belirttikten sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır. Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.

Veraset İlmi

Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir" (Ahmed b Hanbel'ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî'ye göre alimler iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkâm ilmi, esrar ilmi" Peygamber varisi olmaya layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin her şeyine varis olur. Murisin bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen âlim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.

Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.

Bid'atlerle Mücadele

İmam-ı Rabbanî, her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysaki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.

Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza niyet konusunda dil ile niyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı âlimler, kalb ile niyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.

Velilik

İmam-ı Rabbanî'ye göre velilik fena ve baka hallerinden sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve olağanüstü haller, hem "urüc" yani manevi yükseliş sırasında, hem de "hubut" yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere "iniş" sırasında görülür. Ancak "urüc" sırasındaki olağanüstü haller, "hubut" ve "nüzul' sırasındakinden çoktur. Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.

İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.

-Rahmetullahı aleyh-
 

Huyela

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eki 2006
Mesajlar
2,345
Tepki puanı
1
Puanları
36
Yaş
40
Konum
İstanbul
İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (K.S)



İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî (k.s.) Uzun boylu buğday benizli, gökçek yüzlüydü. Kaşları siyah ve hilal biçimindeydi. Gözlerinin beyazı oldukça beyaz, siyahı daha siyahtı. Bakışları canlı ve keskindi. Çekme burunlu, dudakları ince kırmızı renkliydi. Ağzı orta büyüklükteydi. Dişleri inci gibi düzgün ve parlaktı. Sakalı gür ve büyükçeydi. İkinci hicrî bininci yılın yenileyicisi yani "Müceddid-i elf-i sanî." Nakşî, Kadirî, Suhreverdî, Çiştî ve Kubrevî tarikatlarından icazetli Rabbani imam ve Rahmani mürşit.

257794_5440.jpg

Altın silsilenin 24. halkası "İmam-ı Rabbanî" lakabıyla anılan mürşidimizin asıl adı Ahmed b. Abdülahad el-Farukî. "Farukî" nisbesi, ikinci halife Hz Ömeru'l Faruk'un soyundan olmasından "İmam-ı Rabbani" Allah adamı imam,demek Müceddid-i elf-i sanî" şöhreti, Hz Peygamber'in "Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyen (müceddid) gönderecektir." (Ebu Davud, Mışkat, l, 82) hadis-i şerifi gereği, ikinci bin yılın başında gelen "müceddid" sayılmasından.

İmam-ı Rabbani, 971/1563 yılında Hindistan'da Delhi ile Lahor arasındaki Serhind denilen yerde doğdu. İlk hocası babası. Ondan Arapça ve İslamî ilimler tahsil etti. Küçük yaşta hıfzını tamamladı. Kemaleddin Keşmiri'den aklî ve nakli ilimleri, İbnu'l-Haceri'l-Mekkî île Abdurrahman b. Fihri'l-Mekkî'den muteber hadis kaynaklarını, Behlul Bedahşanî'den de fıkıh, tefsir ve diğer İslamî konulara dair eserleri okudu. Onyedi yaşında iken icazet alacak seviyeye geldi.

İlim tahsili sırasında bazı eserler telifiyle meşgul olacak kadar ilme ve telife yatkındı. Küçük yaşlardan itibaren tasavvuf yoluna olan meyli sebebiyle babası eliyle Kadiriyye, Suhreverdiyye ve Çiştiyye gibi tarikatlara intısab etti.

Babasının vefatından sonra hac vesilesiyle memleketinden ayrıldı. Hac dönüşü Delhi'ye geldiğinde Nakşibendi ulularından Muhammed b. Baki Billah'a intisab etti. İki aydan biraz fazla bir zaman içinde Seyr ü sülukunu tamamladı.

İmam-ı Rabbani, Hind-Moğol hükümdarlarından Ekber-Şah'ın başlattığı, karma yeni bir din, ihdası fikrine karşı "saf ve temiz İslam"ı bütün güzellikleriyle savundu ve Ekber'ın oğlu Cihangir'in ve ona tabi olanların İslamî vasata ermelerini sağladı. İrşat, tebliğ ve mücadelelerle geçen ömrünü 63 yaşında noktaladı ve Serhind'de 1034/1625 yılında vefat etti. Serhind kabristanında medfundur. Türkçe telaffuzu bazan 'Serhend" şekliınde ifade edilen bu yerin doğru adı Serhind'dir. Hindistan sınırı demektir.

Denizin Denize Kavuşması Gibi

İmam-ı Rabbanî, Nakşî yolunu öğrendiği şeyhi Muhammed Baki billah île Delhi'de karşılaştı. Ancak bu karşılaşma, tesadüf eseri meydana gelmiş değildi. Belki de Bakibillah'ın Delhi'ye gelişi, ilahî kaderin "Muceddid-i elf-i sanî" olarak takdir buyurduğu Ahmed Farukî'yi yetiştirmek içindi.

Şeyhi Hacegî Muhammed Emkenegî tarafından İmam-ı Rabbanî'yi irşad için gönderilen M. Bakibillah ile İmam-ı Rabbani'nin buluşması iki denizin birbirine kavuşması gibiydi. Ahmed Farukî, sahip olduğu üstün kabiliyet sayesinde iki ayda şeyhinin yanında sülukunu tamamladı.

İmam-ı Rabbani, bunu bizzat kendisi Mektubat'ında (l,333 vd 190 Mektup) ve ondan naklen el-Hanî, el-Hadaiku'1-Verdiyye adlı eserinde anlatmaktadır. Mektübat'ın verdiği bilgilere göre İmam-ı Rabbani, "lafza-i celal" zikriyle başladığı sülukunu gaybet, fena, cem', sahv ve sekr hallerinden geçerek "müşahede"ye erdiği şeklinde anlatır. Müşahede halinde bütün zerreleri Hakk Teala'nın görüldüğü aynalar olarak tanımlar. Onun ardından Hakk'ı, varlığının bütün zerreleri ile beraber görür.

Bunu, Hakk'ı kainata bitişik, ya da ayrı olmayarak, içinde veya dışında bulunmayarak müşahede hali izler. Bunun ardından, Hakk Teala'yı kainat île ilişkisi olmayan ve keyfiyeti bilinemeyen bir ilgi içinde bilir. Nihayet keyfiyet, ya da tenzih ile de olsa müşahede edilen Hakk'ın tekvîn (yaratma) sıfatıdır.

Bu halleri anlattıktan sonra şeyhi tarafından kendisine irşad icazeti verildiğini ve bu emre uyarak irşada başladığını anlatmaktadır.

Yaşadığı Dönem

İmam-ı Rabbanî'nın yaşadığı dönemde Hindistan bölgesinin idaresi Moğol hükümdarlarının elindeydi. Bunlardan özellikle imam ile çağdaş olan Ekber Şah, sapıklığın, dalaletin zirvesindeydi. O, Hinduizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi dinlerin, beğendiği taraflarını alarak yeni bir din kurma gayreti içindeydi. Ancak onun kurmaya, çalıştığı din, en çok Hinduizmden etkileniyordu. Sultan, hindulara yaranmak, onların gönüllerini kazanmak istiyordu.

Mecüsîlerden ateşe tapmayı, hristiyanlardan çan çalmayı, istavroz çıkarmayı, hindulardan dini gün ve bayramları, merasim ve törelerle ruh göçünü, tenasüh inancını aldı. Devrin tasavvuf mensubu sayılan bazı kimseler filozofların özellikle işrakiyye ve Revakiyye felsefelerinin varlıkla ilgili görüşlerini Hind felsefesiylede karşılaştırarak anlatıyordu.

Böylesine karışık ve sultanların uluhiyet iddiasına kalkıştığı bir dönemde yetişen İmam-ı Rabbani, çok büyük bir mücadele verdi. Silahsız ve kimsesiz bu gönül mücahidi, tek basına güzellikler dini İslam'ı savundu. Sultan; hapis, işkence, her türlü sindirme politikalarını izlediyse de başarılı olamadı. Hükümdarın uydurduğu din, bütün sapıklıklarıyla tükendi.

İmam-ı Rabbani ezilen, yara alan islam'ı yeniden dirilik ve güzelliğiyle hayata koydu. Tasavvufa, ruhbanlık ve felsefi cereyanlardan sokulmak istenen "hulul, ittihad ve tenasüh" gibi düşünceleri atıp onu asıl kaynağı olan Kur'an ve Sünnet çizgisine getirdi.

Halk arasında yayılan bid'at ve cahiliyye adetlerini temizleyerek şeriata bağlılığı perçinledi. İmam-ı Rabbani'nin terbiye anlayışıyla yetişmiş binlerce halife, mürid ve müntesihi, bu düşünceleri Orta Asya, Anadolu, Irak ve Suriye taraflarına da taşıdı.

Eserleri ve Mektubat'ı:

İmam-ı Rabbani, gençlik yıllarında bir takım eserler ve risaleler kaleme almışsa da, şeyhlik yıllarında gönül sohbeti ve mektupla irşad usülünü benimseyerek, eser telifini bıraktı ve Mektup'la irşad, Hz. Peygamber'le başlayan bir tebliğ yöntemiydi. Asr-ı saadetten sonra pek çok ilim ve gönül adamı, bunu benimsedi. İmam-ı Rabbanî'nin gerek talebelerine ve halifelerine, gerekse halktan kendisine soru soran kimselere yazdığı mektuplar bir eser haline gelmiş, muhtelif dillere terceme edilerek kaynak eser niteliği kazanmış, tasavvuf ve ahlakta müracaat kitabı olmuştur.

Vahdet-i Vücud -Vahdet-i Şühud:

İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir. Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.

Dervişlik, Şeyhe Teslimiyet

Müridin, şeyhine bağlılıkta "Gassal (ölü yıkayıcı) önündeki ölü gibi olması gerektiğini" öğütlerdi. Minnet ve ıstırabı aşkın levazımı sayardı. Yoksulluk, sıkıntı ve dert, çaresiz katlanılacak hususlardandı. Çünkü dost, sevdiğini, kendisinden başka her şeyden kesilmiş ve sıyrılmış bir halde görmek ister. Bu makamda huzur huzursuzlukta, karar kararsızlıkta, rahat rahatsızlıkta olurdu. Bu makamda nefsin talebine çare aramadan kendini minnet ve ıstıraba bırakmak, devanın ta kendisidir. Devlet, O'ndan ne gelirse razı olmaktır.

Dervişlikte kemalin şartı olarak fenaya ermeyi şart koşardı. O'na göre fena "ölmeden evvel ölmek" sırrına ermekti. Değilse insan, kalbi, dünya mabudları ve nefs putlarına tapmaktan kurtulamazdı.

Anlatıldığına göre Abdülhakim Siyalkuti, İmam-ı Rabbani ile çağdaştı ve onu küçümseyenlerdendi. Bir gece rüyada, İmam-ı Rabbani'yi gördü. İmam ona: "Habibim sen "Allah" de geç. Onları daldıkları bataklıkta bırak da oynayadursunlar" (el-En'am, 6/91) ayetini okudu. Rüyada bu ayetin manası sayesinde Şeyh Abdülhakim'in kalbinde aşk, muhabbet ve şevk meydana geldi. Kalbi "Allah Allah" diyerek uyandı. Uyandıktan sonra da zikr-i ilahî devam etti. Doğruca İmam-ı Rabbanî'ye gidip intisab etti. Rivayete göre İmam-ı Rabbanî'ye Müceddid-i elf-i sanî sıfatını veren odur.

Sahabe ile Veli Arasındaki Fark

Fena, baka, süluk ve cezbe ile Hakk'a yakınlık için, "velayet yakınlığı" tabiri kullanılır. Ümmetin velileri bu "yakîn" ile şereflenmiştir. Ashab-ı kiramın Resülullah (s.a) Efendimizin sohbetiyle elde ettikleri yakınlığa "Nübüvvet yakınlığı" denilir. Nübüvvet yakınlığı, ittiba ve veraset yoluyla gelmiştir.



Bu yüzden bu yakınlıkta fena, baka, cezbe ve sülük yoktur ve bu yakınlık, velayet yakınlığından üstündür. Çünkü nübüvvet yakınlığı, asıl yakınlıktır. Velayet yakınlığı ise onun gölgesinde bir yakınlıktır. Velayet yakınlığına ulaşmak için fena, baka, cezbe ve sülük, öncü ve başlangıç sayılır. Eğer yol, nübüvvet yakınlığı caddesine düşecek olursa, o zaman bu öncü ve başlangıca gerek kalmaz. Ashab-ı kiram nübüvvet yakınlığı caddesinden yürümüşlerdir.

Şeriat ve Tarikat

İmam-ı Rabbanî'ye göre gerçekte şeriat ve tarikat birdir, ikisi arasında ayrılık, gayrilik ve fark yoktur. Ancak toplu ve açık tasnifte farklılık vardır. Şeriat icmaldir, derli toplu belli manalardır. Hakikat ise ayrıntılardır. Birine çeşitli delillerle, diğerine keşf ile erilir. Biri gayb, biri şehadettir. Şeriat gayb, hakikat ise şahadet sayılır şeriat gayba imanı emreder, hakikate erince gizli, saklı bir şey kalmaz, her şey açık hale gelir. Şeriatın emri gereği açıklanmış hükümler, hakka'l-yakîn hakikatıyla tahakkuk edince aynen açığa çıkar, ayrıntıları ile ortaya dökülür. Daha önce gayb, iken şehadet aleminde gözükürler. Hakka'l-yakîne eren kimsede meydana gelen, ilimler, şeriat ilimlerine uygun düşer. Arada kıl kadar da olsa bir ayrılık olsa hakka'l-yakîn makamının hakikatine ulaşılmamış sayılır.

Erbab-ı tarikatten sadır olan ve şeriatın emirlerine aykırı görülen tutum ve sözler, genellikle vaktin manevi sarhoşluğuna yorulur. Bunlar seyr ü süluk esnasında meydana gelir. Yolunu tamamlayan kimseler, ayıldığı, sahv ve temkine erdiği için onlarda bu tür sözler kalmaz

Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Nakşibendilik

İmam-ı Rabbanî Nakşbendiyye tarikatının başının Hz Ebubekir olduğunu belirttikten sonra, bu yoldaki bağlılığın bütün bağlılıkların üstünde olduğunu anlatır. Çünkü onların bağlılıkları Hz Ebu Bekir (r a)'ın huzuruna bağlı özel bir bağlılıktır. Ayrıca Nakşbendiyye tarikatının bir başka özelliği de, bu yolda, sonda elde edilecek makamın, işin başında elde edilmesidir. Çünkü Şah-ı Nakşbend,'Biz sonu, öne aldık" buyurur. Tarikatte nihai gaye Hakk'a vuslattır, onun da dereceleri vardır. Nakşî mensupları yolun başında vuslattan nasib alırlar.

Veraset İlmi

Cenab-ı Peygamber (s a) buyurur ki "Alimler, Peygamberlerin varisleridir" (Ahmed b Hanbel'ın müsnedi) İmam-ı Rabbanî'ye göre alimler iki tür ilim bırakmışlardır. "Ahkâm ilmi, esrar ilmi" Peygamber varisi olmaya layık olan kimse peygamberlerin bu iki ilmine de varis olur. Sadece birine varis olmak yetmez. Çünkü mirasçı, ölenin her şeyine varis olur. Murisin bıraktıklarından bazılarına varis olup bazılarına olmaması, söz konusu olamaz. Hz Peygamber (s a) bir başka hadislerinde "Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir" buyurmuştur. Burada geçen âlim, Hz Peygamber'in her iki mirasına da varis olandır.

Sırlara dair ilimler, manevi sarhoşluk denilen "sekr" halinde söylenen vahdet-i vücud, vahdette kesreti, kesrette vahdeti görme gibi duygular ve bilgiler değil, sahv, yani ayıklık halindeki keşf ve ilhamlardır.

Bid'atlerle Mücadele

İmam-ı Rabbanî, her bid'atin bir sünneti ortadan kaldırmasından dolayı bid'atlerle çok mücadele etmiştir. Bıd'atlerin sünnetleri kaldırdığını örneklerle anlatırken şunları söylemektedir. Mesela bazı şeyhler, sarıklarının uçunu sol taraftan sarkıtırlar. Bunu da iyi ve makbul sayarlar. Oysaki sarığın uçunun iki omuz arasından sarkıtılması sünnettir. Sarığını sol taraftan sarkıtma bid'ati işleyen kimse böylece bir sünneti ortadan kaldırmış olmaktadır.

Bunun daha ileri derecesinin ise, namaza niyyet konusunda olduğunu anlatır. Namaza niyet konusunda dil ile niyetin tekrarlanması sünnette yoktur. Bazı âlimler, kalb ile niyete yardımcı olur, düşüncesiyle bu görüşü benimsemişlerdir. Bazıları da sadece dil ile niyyeti kafi görmüşlerdir. Sadece dil ile niyyeti kafi görmek İmam-ı Rabbanî ye göre bir farzın ortadan kaldırılması sonucunu doğuracak kadar tehlikeli bir bid'attir. Çünkü namaza uyanık bir kalb île niyyet farzdır. Dil ile niyyeti yeterli görmek bu farzı ortadan kaldırmaktır.

Velilik

İmam-ı Rabbanî'ye göre velilik fena ve baka hallerinden sonra gelen makamdır. Keramet de veliliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak keramet ve olağanüstü halı çok olan velinin kemalinin de çok olduğu anlaşılmamalıdır. Aksine olağanüstü hali az olanın veliliği belki daha mükemmeldir. Keramet ve olağanüstü haller, hem "urüc" yani manevi yükseliş sırasında, hem de "hubut" yani kemalat kazandıktan sonra halkın arasına karışmak üzere "iniş" sırasında görülür. Ancak "urüc" sırasındaki olağanüstü haller, "hubut" ve "nüzul' sırasındakinden çoktur. Çünkü biri sebepsizlik alemine yükseliş, öbürü sebepler alemine dönüştür ve sebepler alemine dönüşte temkin daha çok olur.

İmam-ı Rabbani, Nakşîlik yoluna yeni bir üslup kazandırarak kendisinden sonra bu tarikat, Nakşbendiyye-i Ahrariyye-i Müceddidiyye diye anılmıştır.

-Rahmetullahı aleyh-

Allahü teala razı olsun abicim.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
MEKTUBÂT-I RABBÂNİ’DEN KURTULUŞA DAİR
.İmam-ı Rabbâni Hazretleri’nin MEKTUBÂT isimli meşhur eserini duymayan kalmamıştır.Ama… Anlayan kaç kişidir?..Bu eseri anlamak bâbında yapılan derin çalışmalar, kendini amelle desteklemezse, bildik akademik çalışmaların ötesine geçmez ve Mektubat’ın derinlik buuduna ulaşmaz.Bu satırları yazarken, ben anlıyorum imasında bulunmanın bile ne derece densizlik olduğunu herhalde anlatmaya gerek yok. “Anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var” makamında olanların bile nâdir olduğu günümüzde, bir de anladığını iddia etmek; komik olur.Fakat…Buna rağmen Mektubât-ı Rabbâni’ye muhalefet etmeye yeltenen densizler olur… Anlamadıkları hikmetleri reddeden(!) anlayış yoksunları!Meselemiz bu değil.Yetmiş dokuzuncu mektup da gözümüze ilişen bir paragrafı paylaşalım istedik. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki:«Bir salik, nefsini şeriatta ifna etmedikçe; emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçmak sureti ile özünü süslemedikçe.. bu devletin kokusu, ruhunun koku alma sahasına ulaşmaz.»Nefsini şeriatta fâni kılmadıkça!.. Nefs kuvvetini tamamen yitirecek, mecalsiz kalacak, demek ki… Emirleri yerine getirip, yasaklardan kaçmakta başlı başına yeterli görülmüyor, bu ameliye özü süsleyecek şekilde yapılmalı, deniliyor. Yani; amel var, amel var. İçin boş sureta amelin özü süslemediği malum… Böyle olduğu müddetçe, mana âleminde tecessüm etmiş devletin kokusu, ruhun koku alma sahasına girmiyor. Bu kokuyu hangimiz alabiliyor ki?..«Her ne kadar kendisinde, haller ve vecidler hâsıl olsa dahi, isterse bir kıl kadar olsun; şeriata aykırı bir hâli varsa, istidrâc’a dâhildir. En sonunda kendini rezil eder.» diye devam ediyor mektup.Yani; bu kişide isterse bir takım harikulade haller meydana gelsin, şayet bu kişi şeriattan kıl kadar ayrılıyorsa, içinde bulunduğu bu hal sahte keramet izharıdır. Bu tür insanlar sonunda kendilerini rezil ederler, buyuruyor.Demek ki, uçtum-kaçtım hesabı bu hesaba uymuyor. Bu devletin kokusu’nun, ruhun koku alma sahasına ulaşması için, riyadan uzak, ihlas üzere, ilim ve irfan sahibi olarak çalışmak gerekiyor.Netice-i kelam:« Aklı başında olana yaraşır ki; Sayılı olan yaşadığı günlerini Yüce Sübhan Allah’ın rızasına harcaya…Bir kuldan ve yaptığı işlerden Mevlâsı razı olmadıktan sonra; yaşantısında safa ne arar, maişetinde tad ne gezer…» -79. Mektup-
ucun_kuslar.jpg
 

Huyela

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eki 2006
Mesajlar
2,345
Tepki puanı
1
Puanları
36
Yaş
40
Konum
İstanbul
MEKTUBÂT-I RABBÂNİ’DEN KURTULUŞA DAİR
.İmam-ı Rabbâni Hazretleri’nin MEKTUBÂT isimli meşhur eserini duymayan kalmamıştır.Ama… Anlayan kaç kişidir?..Bu eseri anlamak bâbında yapılan derin çalışmalar, kendini amelle desteklemezse, bildik akademik çalışmaların ötesine geçmez ve Mektubat’ın derinlik buuduna ulaşmaz.Bu satırları yazarken, ben anlıyorum imasında bulunmanın bile ne derece densizlik olduğunu herhalde anlatmaya gerek yok. “Anlamak yok çocuğum anlar gibi olmak var” makamında olanların bile nâdir olduğu günümüzde, bir de anladığını iddia etmek; komik olur.Fakat…Buna rağmen Mektubât-ı Rabbâni’ye muhalefet etmeye yeltenen densizler olur… Anlamadıkları hikmetleri reddeden(!) anlayış yoksunları!Meselemiz bu değil.Yetmiş dokuzuncu mektup da gözümüze ilişen bir paragrafı paylaşalım istedik. İmam-ı Rabbani Hazretleri buyuruyor ki:«Bir salik, nefsini şeriatta ifna etmedikçe; emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçmak sureti ile özünü süslemedikçe.. bu devletin kokusu, ruhunun koku alma sahasına ulaşmaz.»Nefsini şeriatta fâni kılmadıkça!.. Nefs kuvvetini tamamen yitirecek, mecalsiz kalacak, demek ki… Emirleri yerine getirip, yasaklardan kaçmakta başlı başına yeterli görülmüyor, bu ameliye özü süsleyecek şekilde yapılmalı, deniliyor. Yani; amel var, amel var. İçin boş sureta amelin özü süslemediği malum… Böyle olduğu müddetçe, mana âleminde tecessüm etmiş devletin kokusu, ruhun koku alma sahasına girmiyor. Bu kokuyu hangimiz alabiliyor ki?..«Her ne kadar kendisinde, haller ve vecidler hâsıl olsa dahi, isterse bir kıl kadar olsun; şeriata aykırı bir hâli varsa, istidrâc’a dâhildir. En sonunda kendini rezil eder.» diye devam ediyor mektup.Yani; bu kişide isterse bir takım harikulade haller meydana gelsin, şayet bu kişi şeriattan kıl kadar ayrılıyorsa, içinde bulunduğu bu hal sahte keramet izharıdır. Bu tür insanlar sonunda kendilerini rezil ederler, buyuruyor.Demek ki, uçtum-kaçtım hesabı bu hesaba uymuyor. Bu devletin kokusu’nun, ruhun koku alma sahasına ulaşması için, riyadan uzak, ihlas üzere, ilim ve irfan sahibi olarak çalışmak gerekiyor.Netice-i kelam:« Aklı başında olana yaraşır ki; Sayılı olan yaşadığı günlerini Yüce Sübhan Allah’ın rızasına harcaya…Bir kuldan ve yaptığı işlerden Mevlâsı razı olmadıktan sonra; yaşantısında safa ne arar, maişetinde tad ne gezer…» -79. Mektup-
ucun_kuslar.jpg

Allahü teala razı olsun. Dua eder dualarınızı beklerim.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt