Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tefsir dersleri (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-136

Nisa-136

“Ey İnananlar! Allah'a, peygamberine, peygam­berine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği ki­taba inanmakta sebat gösterin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.”
Ey mü’minler, iman edin Allah’a ve Resûlüne. Haddinizi bilin de Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman edin. Tüm hayatınızda söz sahibi olarak, hayatınızda egemen olarak Allah’a iman edin. Gönderdikleriyle hayatınızı düzenlemek üzere Allah’a iman edin. Boyunları­nızdaki kulluk ipinin ucunu kendisine teslim etmek ve hayat progra­mını uygulamak üzere Allah’a iman edin. Sizin adınıza seçimini seçim kabul edip iradelerinizi kendisine teslim etmek üzere Allah’a iman edin. Sizi yaratan, size hayat veren ve şu anda sahip olduğunuz her şeyi size bahşeden ama yaşadığınız bu hayatın sonunda size verdiği bu hayatı geri alıp verdiklerinin tümünden sizi hesaba çekecek olarak Allah’a iman edin.
Ve de O’nun elçisine de iman edin. İmanlarınızın tam olabilmesi için o elçiye de iman edin. Çünkü o peygamber kendisi de Al­lah’a iman ediyor. Allah’a ve Allah’ın kelimelerine, Allah’ın âyetlerine iman ediyor. Yâni onun getirdiklerinin tamamı Allah’tandır. Kendisin­den hiçbir şey söylemez o. O peygamber Allah sözcüsüdür. Allah’ın yeryüzündekilerin hayatlarına karışma noktasında odak nokta seçtiği varlıktır. Onun getirdiklerinin tamamı, onun tüm hayatı sizi ilgilendir­mektedir. Şâyet onun getirdikleri arasında sizi ilgilendirmeyip de sa­dece kendisini ilgilendiren bir şey varsa zaten onlar belirtilmiştir.
İman noktasında, İslâm noktasında, teslimiyet noktasında mü’minler peygamberlerle aynı saftadır. Peygamber Rabbinden kendi­sine indirilenlerin tümüne iman etti. Çünkü peygamber kitabın ilk mu­hatabı, vahyin ilk sorumlusu ve ilk muhbir-i sâdığıdır. Onun için pey­gamber Rabbinden kendisine indirilenlerin tamamına iman etti. Ve onun inandıklarına mü’minler de iman ettiler. Öyleyse peygamber ör­nekliğinde Allah’a bir iman gerçekleştirin. Peygamber örnekliğinde bir hayat yaşayın. Peygamberin iman ettiği gibi iman edin.
Hayatınızı bu imanla düzenleyin. İmanlarınızı hayatınızda görüntülemeden yana olun. İman kaynaklı bir hayat yaşamadan yana olun. Düşünceleriniz, amelleriniz, eylemleriniz, sevmeleriniz, küsmele­riniz, zevkleriniz, hayat tarzınız, dostluk ve düşmanlık anlayışlarınız, hükümleriniz, kararlarınız, hukuklarınız, eğitimleriniz, sosyal ve siya­sal yapılanmalarınız, tüm hayatınız imanlarınızdan kaynaklansın.
Ey iman edenler, iman edin Allah’a ve Resûlüne. İman edin Resûlüne indirdiği kitabına, yâni Kur’an’a ve daha önceki Resullerine indirdiği kitaplara da iman edin. Allah’ın gönderdiği tüm kitaplara iman edin. Evet kıyamete kadar insanlığın problemlerini çözmek ve insan­lara yol göstermek üzere peyderpey indirilmiş şu Kur’an’a ve daha önceki toplumlara bir çırpıda indirilmiş kitapların tümüne iman isteni­yor bizden.
İşte bir önceki âyette istenen adâleti ikâme, âdil davranmak an­cak bununla mümkün olacaktır. Adâlet Allah’a, peygamberlere ve onlara gönderilen Allah kitaplarına imanla mümkün olacaktır. İnsanlar ancak Allah’a, Allah’ın elçilerine ve Allah’ın kitaplarına imanla, teslimi­yetle, bu kitaplar rehberliğinde bir hayat yaşamakla hevâ ve hevesle­riyle hareket etmekten kurtulabileceklerdir. Allah’tan ve Allah’ın gön­derdiği hayat programı kitaplarından habersiz yaşayan insanların hevâ ve heveslerinden kurtulup âdil davranmaları asla mümkün de­ğildir. Hayatlarını düzenleyecek kadar vahiy bilgisine ulaşamayan in­sanların hevâ ve heveslerinden kurtulmaları mümkün değildir. Öyle değil mi? Allah’a, Allah’ın peygamberlerine, Allah’ın kitaplarına inan­mayan insanlar neye iman edecekler de? Neye inanacaklar da bu in­sanlar? Hayatlarını neyle düzenleyecekler de?
Elbette vahyi tanımayan insanlar ya kendi hevâ ve heveslerine göre kendilerinin ortaya koydukları, kendilerinin oluşturdukları kitap­lara, yasalara veya kendileri gibi acizlerin, cahillerin oluşturdukları ki­taplara, yasalara, onların istek ve arzularına iman edecekler. Ve vah­yin dışında onların yaptıklarının tamamı ifsattan, bozgunculuktan, hu­zursuzluktan başka bir şey de sağlamayacaktır. İşte Hz. Ademle başlayan insanlık tarihinin başından sonuna kadar elimizdeki şu kita­bın yorumundan, değerlendirmesinden anlıyoruz ki, ne zaman ki in­sanlar Allah’a evet demişler, yollarını Allah’a sormuşlar, Allah’ın ki­taplarına evet deyip hayatlarını o kitapla düzenlemişler, Allah’ın elçile­rine evet deyip onlar rehberliğinde bir hayatı yaşamışlarsa, Allah’ın kitaplarına ve elçilerinin mesajlarına kulak vermişlerse mutlak doğ­ruyu, mutlak hakkı ve mutluluğu yakalamışlardır.
Ama her ne zaman ki insanlar Allah’a evet dememişler, Allahtan gelen hayat programına teslim olmamışlar, vahye kulak vermemişler, peygamberlere iman etmemişler ve hayatlarını kendi kendile­rine düzenlemeye kalkışmışlarsa yeryüzünde hep kan dökmüşler, hep zulmetmişler, hep bozgunculuk yapmışlardır. İşte Rabbimizin bu âye­tine göre bundan kurtuluşun tek çaresi Allah’a imandır, Allah’ın yol gösterici kitaplarına ve peygamberlerine imandır. Değilse:
Kim Allah’ı, Allah’ın vahiy göndererek insan hayatına karışma unsurları olan, Allah’ın kullarıyla diyaloğunun odakları olan melekleri, kitapları, peygamberleri ve âhiret gününü inkâr ederse son derece de­rin ve uzak bir sapıklığa düşmüştür. Yolunu ve gâyesini artık bulama­yacak bir sapıklığa yuvarlanmıştır. Sûrenin 116. âyetinin ifadesiyle bu kişi artık küfrün ve şirkin berzahına yuvarlanmıştır.
Evet sapıklık, kâfirlerin ve müşriklerin tek ve ilk özelliğidir. Kâfi­rin ve müşrikin ayrılmaz vasfı sapıklıktır. Kâfirler her düşüncelerinde, her fikirlerinde, her anlayışlarında, her eylemlerinde, her kararlarında, her yasalarında büyük bir sapıklık ve yanlışlık içinde hayat sürmekte­dirler. Onların bu sapıklıktan kurtulup hakkı, doğruyu bulmaları müm­kün değildir. Çünkü onlar hakkın, doğrunun kaynağı olan Allah’a, Al­lah’ın kitaplarına, peygamberlerine, meleklerine inanmamaktadırlar. Hayatlarını vahiy kaynaklı yaşamamaktadırlar. Düşüncelerini Allah ve peygamber kaynaklı geliştirmemektedirler. Bu halleriyle onların hakkı, doğruyu bulma imkânları yoktur. Nereden bulabilecekler de doğruyu? Nereden ulaşabilecekler de hakka? Kitabı ve peygamberi gündemle­rinden çıkaran insanlar nereden ulaşabilecekler de hak bilgisine? Al­lah ve Resûlünden başka hakka ulaşmak mümkün mü? Kitap ve sün­netten başka yerde hak bulmak mümkün mü? İşte bu iman olmazsa bilelim ki sosyal hayatta sadece zulüm vardır, ifsat vardır, bozguncu­luk vardır. İşte zulüm içinde bulunanlardan bir grup:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-137

Nisa-137

“Doğrusu inanıp sonra inkâr edenleri, sonra inanıp tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.”
İman edip de sonra mürted olup imandan çıkan, sonra tekrar iman edip tekrar mürted olan, sonra da küfür üzerine geberip giden kimseler var ya; işte Allah asla onları bağışlayacak değildir. Önce iman ettiler sonra küfrettiler, sonra tekrar iman ettiler ve küfrettiler ve sonra da küfürleri ziyâdeleşti. Böyle imanla küfür arasında tıpkı bir sarkaç gibi gidip gelirlerken son tercihlerini küfürden yana yaptılar ve en sonunda kâfirce, azgınca bir hayatın içinde kendilerini buluverdiler. Buradaki küfürlerinin ziyâdeleşmesinin anlamı ölünceye kadar hayat­larının küfür içinde devam etmesidir. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki Allah asla böyleleri için bir hidâyet, bir çıkış yolu nasip etmeyecektir. Hz. Ali Efendimiz bu âyet-i kerîmeyi delil getirerek mürteddin üç defa tevbe hakkının olduğunu ifade eder. Verasında artık tevbe hakkı kal­mamıştır.
Bunlar, bu imanla küfür arasında gelgit yaşayan, galibiyet Müs­lümanlara geçtiği zaman Müslüman, kâfirler tarafına geçtiği zaman kâfir görünen bu münâfıklar yeryüzünün en şerli, en hayırsız varlıklarıdır. Bu tip insanların yeryüzünde hiçbir kimseye zararları ol­masa bile, aksine insanlığın sosyal, siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatlarına katkılarda bulunmuş da olsalar, açları doyurup çıplakları giydirmiş de olsalar, yollar, köprüler, köyler, şehirler kurup insanlığın hizmetine sunmuş da olsalar, sanayiler, teknolojiler, elektrikler bulup insanlığın hayatını mamur etmiş de olsalar, insanlığın hayatını kolay­laştırmış da olsalar, eğer Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmi­yorlarsa, Allah’ın kitabına, Allah’ın emirlerine Allah’ın istediği gibi tes­lim olmamışlarsa, Allah elçisinin örneklediği bir hayata teslim olma­mışlarsa kesinlikle bilelim ki bu adamların hayatlarının kendilerine zerre kadar bir faydası olmadığı gibi, olmayacağı gibi başkalarına da zerre kadar bir faydası olmayacaktır. Evet:
Artık Allah’ın böylelerini mağfiret etmesi, affetmesi söz konusu olmayacaktır ve onları kesinlikle kendi yoluna hidâyet etmeyecektir. Evet, elbette insanlar eğer Allah’tan başka tanrılar aramaya çıkarlar, Allah kitaplarından başka kitaplar, Allah yasalarından başka yasalar aramaya kalkışırlar, Allah elçilerinden başka sahte peygamberler pe­şine koşarlarsa, kesinlikle bilinmelidir ki bu anlayış, bu gidiş, bu hayat onların hiçbir zaman Allah yoluna girmeyeceklerinin, hidâyete erme­yeceklerinin bir delilidir. Ve bu halleri de Allah’ın kendilerini asla af­fetmeyeceğinin kanıtıdır. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz onlara neyi müjdelemektedir:
138. “Münâfıklara, kendilerine elem verici bir azab olduğunu müjdele.”
Münâfıklara müjdele ki onlar için acıklı bir azap vardır. Dikkat ederseniz Rabbimiz onlara azabı müjdele buyuruyor. Azap müjdelenir mi? Azabın müjdesi olur mu? Ama istihza olsun diye, hayatlarına, yaptıklarına münâsip olsun diye Rabbim azabı müjdele onlara diyor.
Bu hainler Allah’a inanmadıkları halde, Müslüman olmadıkları halde iman gösterisinde bulunarak Müslümanlara karşı olmadık entri­kalar çevirerek Müslümanları aldatan, Müslümanları saptıran, onları sapıklığa sevk eden, onları kendi sapık hayat anlayışlarına çağıran bu alçaklar için elbette elem verici dayanılmaz bir azap olacaktır.
Alçak­lar inanmadıkları halde inandık dediler. Ağızlarıyla başka hayatlarıyla başka bir hayat sergilediler. Dilleriyle ortaya koydukları imanın koku­suna bile rastlanmayan bir hayat yaşadılar. Bu halleriyle görenler on­ları haktan yana, imandan yana zannettiler. Dinleyenler onları barış­tan yana zannettiler. Görenler onlara insancıl dediler, hümanist dedi­ler, fedâkar dediler, insanlığın hayrına çalışıyorlar, insanları doyur­maya çalışıyorlar, insanların huzurunu, düzenini sağlamaya say edi­yorlar, hayatlarını insanlığın hayrına vakfetmişlerdir dediler.
Ama on­ların içleriyle dışları farklıydı. Ağızlarıyla hayatları farklıydı. Onların kalplerinde zerre kadar iman yoktu. Allah’ın yanında da onların, sine­ğin kanadı kadar bir değerleri yoktu. Allah’a Allah’ın istediği gibi iman etmemişler, hayatlarını Allah için değil başkaları için yaşamışlardır. İşte onlara elim bir azabı müjdele peygamberim diyor Rabbimiz.
Peki kimmiş bunlar? Ne özellikleri var­mış bu insanların? Nasıl tanıyacakmışız onları? Bakın bundan son­raki âyetinde Rabbimiz onların sıfatlarını şöylece ortaya seriyor:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-139

Nisa-139

“Onlar, inananları bırakıp da kâfirleri dost edinirler; onla­rın tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Doğrusu kudret bütün olarak Allah'ındır.”
Bunlar Müslümanları bırakıp da kâfirleri dost ve velî edinen kim­selerdir. Mü’minlerle değil kâfirlerle birlikte hareket eden insanlar­dır bunlar. Kâfirlerle birlik bir hayat yaşayan insanlar. Kâfirlerle ortak yönleri mü’minlerden daha çok olan insanlar. Aleyhlerine çevirdikleri entrikalarla mü’minleri aldatmada, fitnelere düşürerek Müslümanları dinden çıkarmada, mü’minlerin dinlerini eğitimlerini bozmada ve mü’minleri fırsatını bulup öldürmede kâfirlerle birlikte hareket eden in­sanlardır bunlar. Müslümanların karşısına sapık yolar, sapık dinler çı­karma konusunda, Müslümanların çocuklarını propagandalarla ana rahimlerde öldürme konusunda, doğanları da kâfirce, müşrikçe bir eğitime tabi tutarak telef etme konusunda kâfirlerle birlik hareket eden insanlardır bunlar. Müslümanların lokmalarını ellerinden alma, eko­nomik güçlerini sömürme konusunda, Müslümanların köylerini, kentle­rini kan gölüne çevirme konusunda kâfirlerle işbirliği yapan, kâfirlerin yanında yer alan insanlar.
Kâfirlerle el ele vererek, kafa kafaya vererek Müslümanların kalplerine, kafalarına küfrü ve şirki empoze etme konusunda kâfirden daha kâfir davranan insanlardır onlar. Müslümanların içinde onlar­danmış gibi görünüp tüm İslâmî gelişmeleri yok etmek isteyen alçak­lardır onlar. Müslümanların evlerine, Müslümanların hayatlarına, Müslümanların hukuklarına, Müslümanların eğitimlerine, Müslümanla­rın ekonomilerine, Müslümanların kılık kıyafetlerine kâfir mührü vur­maya çalışan kâfirlerdir onlar. Müslümanların içinde oldukları halde kalpleri hep kâfirlerden yana atan, kendi kardeşlerine, kendi halkla­rına düşman olup hep kâfirlerden yana bir tavır sergileyen insanlar. Müslümanlara hep kâfirce bir yönetim uygulamadan yana olanlardır onlar. Ağızları Müslümanlardan yana ama kafaları, kalpleri ve fiilleri hep küfürden, kâfirlerden yana olan insanlar. Bunlar Müslümanların arasında kâfirlerin sözcüsü ve temsilcisidirler. Çıkarları söz konusu olduğu zaman Müslümanlıktan, dinden, imandan dem vururlar. Böy­lece Müslümanları aldatmak isterler. Bu yüzden onlara hem dünyada hem de âhirette çok büyük bir azap vardır.
Ne oluyor? Yoksa bu münâfıklar izzeti, şerefi kâfirlerin yanında mı arıyorlar? İzzet ve şerefi kâfirlerin yanında gördükleri için mi böyle yapıyorlar? Bunun için mi? Kâfirleri aziz, Müslümanları zelil gördükleri için mi Müslümanları bırakıp da kâfirleri dost ediniyorlar? Öyle ya şu garibanlar neye yarardı onların gözünde? Şu gariban Müslümanlar ne işe yarayacaktı? Şu yeryüzünün mus’taz’af Müslümanlarının dünya üzerinde ne ekonomik güçleri vardı, ne siyasal güçleri vardı, ne salta­natları vardı, ne devletleri vardı, ne servetleri, ne silahları, ne atom reaktörleri, ne dev holdingleri, ne tröstleri vardı. Hiçbir şeyleri yoktu Müslümanların. Şimdi böyle gariban Müslümanlarla beraber olmaları, Müslümanlarla birlikte hareket etmeleri ne sağlayabilecekti kendile­rine?
Eğer bu garibanlarla birlikte hareket ederlerse elbette o zaman güçlü olamayacaklardı, zengin olamayacaklardı. Zira akıllarınca dün­yada güçlü olmanın, zengin olmanın tek yolu güçlülerle, kâfirlerle be­raber olmaktı. Dün bu âyetlerin geldiği dönemde münâfıklar hep böyle düşünüyorlardı. Bugün de bizim içimizdeki münâfıklar aynı şeyleri dü­şünüyorlar. Şu içimizde Müslüman göründükleri halde müşrik dün­yayla, hıristiyan ve yahudi dünyayla, kâfirlerle birlikte hareket edenler, kâfirlerle birlikte İslâm’ı ve Müslümanları yok etme planlarını uygula­maya koymaya çalışanlar izzet ve şerefi kâfir dünyada gören insan­lardır. Kâfirlerle birlikte oldukları zaman, kâfirlerin safında bulundukları zaman aziz ve şerefli olacaklarını zanneden insanlardır. Halbuki:
İzzet ve şeref tümüyle Allah’a aittir. İzzet ve şeref sadece Al­lah’ındır. İzzet ve şeref sadece Allah’a aittir. Münâfıklar İslâm’ın dı­şında yol arıyor. İslâm’ın dışında izzet ve şeref peşine düşmüşler, ayrı ayrı yollarda dostluk arıyorlar, ayrı yollarla Allah’a dost olabilecekle­rine inanıyorlar, ayrı ayrı usullerle Allah’a yaklaşabileceklerine inanı­yorlar, ayrı ayrı yollarla şeref kazanacaklarına, izzet bulacaklarına inanıyorlar.
Rabbimiz kitabı ve elçisiyle izzet ve şerefin sadece kendisinde olduğunu, kendisine kullukta olduğunu ortaya koydu ama in­sanlardan kimileri buna itiraz ettiler, bu dâveti kabullenmediler. Bizim başka yollarımız var, bizim başka kutsadıklarımız var, bizim reisleri­miz var, ekonomi reislerimiz, hukuk uzmanlarımız, efendilerimiz, şeyhlerimiz, hocalarımız, hacılarımız var diyerek herkes başka başka yerlerde izzet ve şeref aramaya yöneliyorlardı. Halbuki Allah buyuru­yor izzet ve şeref tümüyle Allah’a aittir, Allah’tadır.
Evet izzet ve şeref Allah’a aittir. Kitabımızın başka bir âyetin­den öğreniyoruz ki izzet ve şeref peygamberdedir, izzet ve şeref mü'minlerdedir, ama münâfıklar böyle bilmezler.
Peki bugün kimler izzet ve şerefli? Hoca olanlar, malı olanlar, serveti olanlar, arabasının modeli şöyle olanlar, omuzu kalabalık olanlar, evi eşyası şöyle şöyle olanlar, villası, köşkü, sarayı olanlar, makamı mevkisi olanlar. Rabbimiz buyurur ki varsın münâfıklar böyle bilsinler peygamberim, sen bil ki izzet ve şeref Allah’tadır, Allah’la beraber olandadır, pey­gamberle ilgi ve irtibat Kur’an’dadır. İzzet ve şeref Allah’ın kitabından haberdar olmadadır, izzet ve şeref peygamberin sünnetinden haber­dar olmadadır. İzzet ve şeref iman ehli olanlardadır.
Evet Müslüman şereflidir. Allah’a inanan, Allah’la beraber olan, peygambere inanan, peygamber safında olanlar azizdir, üstündür, galiptir.
İzzeti ve şerefi Allah’tan, Allah’a kulluktan, Allah’la beraber ol­maktan başka yerlerde arayanlar izzetsiz ve şerefsiz insanlardır. Malda, makamda, parada, arabada, ekonomik ve siyasal güce sahip olmakta izzet ve şeref görenler bunları kaybettikleri anda izzetsiz ve şerefsiz hale gelmişlerdir. Müslüman asla cahili değer yargılarına iti­bar etmez. Müslüman Müslümanlıkla şeref kazanır. Müslüman Allah’a kulluğuyla izzet kazanır. Çünkü:
Güç kuvvet bütünüyle Allah’a aittir. Ama münâfıklar böyle bilmiyorlar, böyle inanmıyorlar. Bugüne kadar yeryüzünde hangi güç te-petaklak gelmedi ki? Hangi güç sahibi yıkılmadı ki? Hangi devlet, hangi saltanat, hangi imparator çökmedi ki? Kim koruyabilmiş gücünü? Kim kurtulabilmiş yıkılmaktan? Âd mı? Semûd mu? Nuh kavmi mi?Lût kavmi mi? Medyen’liler, Eykeliler? Firavunlar, Nemrutlar mı? Bizanslılar, Romalılar, İranlılar mı? Söyleyin, yeryüzünde hangi güç ve kuvvet sahibi çökmedi? Hangi kıralar yıkılmadı? Hangi devletler yıkılmadı? Hangi kâfir, hangi zalim ebedîlik kazandı? Hayır hayır, yer­yüzünde hiçbir gücün, hiçbir güçlünün izzet ve şeref hakkı yoktur.
İzzet ve şeref Allah’a aittir. Ebedîlik, ölümsüzlük ancak Allah’ın hakkıdır. Eğer münâfıklar yeryüzünde kendilerinde güç kuvvet gör­dükleri, ebedîlik gördükleri, izzet ve şeref gördükleri kâfirlerle beraber olup Allah’la savaşa tutuşmaya yönelirlerse, kesinlikle bilsinler ki izzet ve şerefi Allah’ta değil de başkalarında görenler hem dünyada hem de âhirette en acı bir azapla burunları sürtülecek, dünyada da âhirette de izzetsiz ve şerefsiz bir hayatın adamı olacaklardır. İzzeti ve şerefi Allah’ta bilen Müslümanlar hem dünyada hem de âhirette izzetli ve şerefli bir hayat yaşarlarken münâfıklar izzetsiz ve şerefsiz olacaklar­dır.
Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz izzet ve şerefin kendi­sinde görülmesine imanın pratik bir uygulamasının şöyle anlatıyor:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-140

Nisa-140

“O, size kitapta “Allah'ın âyetlerinin inkâr edil­diğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geç­medikçe, onlarla bir arada oturmayın, yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah münâfıkları ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.”
Halbuki Allah size daha önce kitapta şöylece indirmiş, şöylece emredilmişti: Gördünüz ki bir mecliste, bir içtimada Allah’ın âyetleri in­kâr ediliyor, Allah’ın âyetleri reddediliyor, istihza konusu, alay konusu yapılıyor. Allah’ın âyetlerinin küfredildiğini, örtüldüğünü, örtbas edildi­ğini ve alay konusu yapıldığını işittiğiniz zaman sakın ha sakın on­larla, o kâfirlerle, o istihzacılarla birlikte oturmayın. Ta ki onlar Allah’ın âyetleriyle alayı bırakıp da başka sözlere başka zırvalara dalıncaya kadar. Eğer Allah’ın âyetlerinin inkâr ya da alay konusu yapıldığı bir ortamda oturursanız bu münâfıklıktır Allah korusun. Çünkü dikkat ederseniz âyetin sonunda Rabbimiz:
Yoksa siz onlar gibi olursunuz. Yâni onlarla oturmaya devam ederseniz siz de tıpkı onlar gibi olursunuz ve bilesiniz ki Allah münâ­fıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayıp cem edecektir.
Arkadaşlar, bu âyetin bir benzeri de En’âm sûresinde geçmişti. En’âm 68.
“Âyetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir zırvaya dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Eğer şey­tan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık zulmeden­lerle birlikte oturma. Sakınan kimselere onların hesapla­rından bir sorumluluk yoktur. Fakat bir hatırlatmadır; belki sakınırlar." (En’âm 68)
Bu âyetiyle Rabbimiz mü'minlerle mü'min olmayanların saflarını ayırmayı murad ediyor. Safların kesin hatlarla ayrılmasını istiyor Rabbimiz. Aralarındaki bütün bağların koptuğunu ve mü'minlerin on­lardan ayrılmaları gerektiğini anlatıyor. Mü'minlere zalimlerin meclisle­rinde oturulmaması gerektiği haber veriliyor.
Birileri oturmuş bir yerlerde Allah’ın sistemini, Allah’ın kitabını, Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar, Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar, Al­lah’ın âyetleriyle istihza ediyorlar, Allah’ın âyetleriyle dalga geçiyorlar, Allah’ın âyetlerini eğlencelerine, lehviyyatlarına, lağviyyatlarına mal­zeme ediyorlar. Ya da Allah’ın âyetlerini tevil ediyorlar, Allah’ın âyetle­rine Allah’ın yüklemediği anlamları yüklemek sûretiyle âyetleri alay konusu yapmaya çalışıyorlar. Allah’ın demediklerini dedi, dediklerini de demedi biçiminde âyetleri öteye beriye sündürmeye ve kendi gü­nahlarına kılıflar bulmaya çalışıyorlar. Okuyorlar âyetleri ama kendi fikirlerine delil arıyorlar, kendi anlayışlarına yol arıyorlar.
Meselâ adamlar okuyorlar âyetleri: Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti anlatılıyor, burada bilimsel çalışma, burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor olmak anlatılı­yor. Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bizim haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada bunlar anlatılıyor. Kısaca bu âyetler beni anlatıyor, bizi anlatıyor, ama kesin­likle hak olduğumuzu, yanılmadığımızı anlatıyor diye kendi düzenle­rine uyguluyorlar.
İşte böyle Allah’ın kitabıyla Allah’ın âyetleriyle dalga geçildi­ğini, alaya alındığını, istihza edildiğini, inkâr edildiğini, yalanlandığını gördüğünüz zaman bu zalimlerin meclislerinde asla oturmayın. Böyle bir durumda Müslüman derhal müdahale etmelidir. Ya sözü âyetlerin alayı konusundan başka bir noktaya çekmeli, eğer buna gücü yetmi­yorsa da derhal o meclisi terk etmelidir. Bu protestoyu çok açık bir şekilde yapmalıdır. Yâni onların meclislerinden kalkıp giderken: “Efendim çok önemli bir işim çıktı! Kusura bakmayın kalkmak zorun­dayım! Tuvalet ihtiyacım var!” gibi bir mâzeret ileri sürerek değil; açıkça ve mertçe; “Burada Allah’ın âyetleriyle alay ediliyor! Burada Allah’ın diniyle istihza ediliyor! Allah’ın gazap ettiği bir cemaatın içinde benim oturmam kesinlikle mümkün değildir!” diyerek kalkıp gitmek ge­rekmektedir.
Eğer bir Müslüman böyle Allah’ın diniyle Allah’ın âyetleriyle alay edilen bir mecliste onlarla beraber oturmaya devam edecek olursa hezimetin ilk basamağına adımını atmış olacaktır. Eğer Müs­lümanlar olarak bizler böyle kimselerin meclislerinde oturmaya devam edecek olursa o zaman zımnen de olsa onların bu alaylarını, bu dalga geçmelerini sükut ederek kabul etmiş olacağımızdan, yahut da bizim on­ların yanında oturmamız sonucunda zımnen de olsa onlar bu suçlarını bizim de kabul ettiğimiz sonucunu çıkararak kendi suçlarına kılıf bulmaya kalkarlarsa Allah korusun o zaman Nisâdaki âyet geçerli olacaktır.
"O zaman siz de aynen onlar gibi olursunuz"
Âyeti bizim hakkımızda geçerli olacaktır. O zaman bizler kim­liksiz, şahsiyetsiz kimseler durumuna düşeceğiz demektir.
Allah’ın diniyle, Allah’ın âyetleriyle alay edilen meclislerde otu­ran bazı zavallı kimseler kendilerini güya sabırlı, mühasamahakâr kimseler olarak kabul ederler. Böylece siyaset yaptıklarını, fikir hürri­yetinden yana olduklarını iddia ederler. Halbuki Allah: Eğer onlarla oturmaya devam ederseniz, o zaman siz de onlardan olursunuz, bu­yurmaktadır.
Halbuki Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini müdafaa imanın ta kendisidir. Kişideki imanın sosyal hayatta tezahürünü anlatırken bir hadislerinde Allah’ın Resûlünün şöyle buyurduğunu biliyoruz:
"İmanı en kuvvetli olan mü'min gördüğü bir kötü­lüğü elle düzeltir, imanı biraz zayıf olan onu dille değiş­tirmeye çalışır. Ama bazı mü'minler de vardır ki bunların imanları ancak onları o kötülük mahallinden uzaklaştıra­bilir. Ama kişi bunu da yapamıyorsa o zaman hardal ta­nesi kadar onun imandan nasibi kalmamıştır."
Müslümanın esas vazifesi bulunduğu yer ve makam neresi olursa olsun orada Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmektir. Gücünün yettiği her zaman ve zeminde Allah’ın otoritesini gerçekleştirmek zo­rundadır, ondan beklenen budur. Kalkıp gitmek ise gücünün bittiği noktadadır. Meselâ diyelim ki evinizde çocuğunuz İslâm’la, Allah’ın âyetleriyle alay edecek ve siz hemen kalkıp gideceksiniz, olmaz böyle şey.
Veya hanımınız, akrabalarınız, talebeleriniz, arkadaşlarınız Allah’ın âyetleriyle alay edecek ve siz çaresiz kalkıp gideceksiniz. Olmaz böyle şey. Veya meselâ müşteriniz İslâm’la alay edecek siz de sırf ona mal satabilmek için sabırla onu dinlemek zorunda kalacaksınız, olmaz böyle şey. Mü'min gücünün yettiği yerde derhal müdahale edecek ve Allah’ın dinini, Allah’ın âyetlerini müdafaa adına elinden gelen her şeyi yapmaya çalışacaktır.
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede iki "Havz" dan yâni “iki dalma­dan” bahsediliyor. Bunlardan birincisi Allah’ın âyetleriyle alaya dalma, âyetleri lehviyyatlarına malzeme yapma, vahyi inkâr ve istihza konusu yapmaya dalmadır. Bir diğer "Havz" bir diğer dalma da âyet­lerle alaya dalma değil de başka boş şeylere yâni lüzumsuz zırvalara dalmadır. Meselâ Mercedes almaktan Ford satmaya kadar; attan, av­rattan, fiyattan, murattan, marktan, dolardan, Amerika’dan, Eti­yopya’dan, Çin’den, Maçin’den, Mançurya’dan bahse daladır. İşten, aşktan, karıdan, kızdan, devlet kurmadan, devlet yıkmadan bahse dalmadır. Şâyet oturduğunuz yerdeki insanlar Allah’ın âyetleriyle alaya dalmayı bırakır da böyle öteki zırvalara dalmışlarsa bu durumda eğer orada oturmak zorundaysanız oturabilirsiniz, diyor Rabbimiz.
En’âm’daki âyetin sonunda:
“Sakınan kimselere onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur. Fakat bir hatırlatmadır; belki sakınırlar.” (En’âm 69)
Buyurularak Müslümanlara bir sorumluluk yüklenmiyordu. Mut­takilere onların yaptıklarından bir sorumluluk, bir vebal yoktur buyuruluyordu. Çünkü bu âyet Mekke’de geliyordu ve Mekke’de Müslümanların Allah’ın âyetlerini inkâr eden, Allah’ın âyetlerini alay konusu yapanlara karşı bir müdahale güçleri yoktu. Allah diyor ki böyle bir ortamda oturmayın, çekin gidin, ama giderken, onları terk ederken de bir mesaj verin diyordu. Yâni onların bu işlediği suçlardan ötürü muttakilere bir sorumluluk yoktur. Onlar ayrı bir gruptur, mü'minler ayrı gruptur. Onlar ne günah işlerlerse işlesinler, ne yapar­larsa yapsınlar, mü'minler onların yaptıklarından sorumlu tutulmaya­caklardır. Ancak mü'minlere bir hatırlatma, bir uyarma görevi vardır.
Yâni takva sahiplerinin görevi Allah’ın âyetleriyle sapıklıklara dalan bu insanların yanlarından kalkmak sûretiyle bu tavırlarıyla on­lara bu yaptıklarının bâtıl olduğunu, bu halleriyle Allah’ın gazabını celp ettiklerini hatırlatmak ve öğüt vermek düşmektedir. Muttakilerin kendilerine karşı aldıkları bu tavırları sonucu yanlarından ayrılıp git­meleri sonucu onları üzdük diye belki anlayıp bu işten vazgeçerler di­yor, Rabbimiz.
Tabii bu âyetlerin Mekke’de geldiğini ve Müslümanların henüz kendileri gibi Müslüman olmamış babalarını, analarını, arkadaşlarını, hısım akrabalarını terk etmelerinin, onların yanından kalkıp gitmeleri­nin ne kadar zor bir şey olduğunu düşünmek zorundayız. Düşünün nereye gidecekti bu Müslüman? O ev babasının eviydi ve o evin içinde henüz iman etmemiş babası, anası, kavmi kardeşi Allah’ın âyetleriyle alay ediyordu. Onun için burada sadece onlardan kalkıp gitmeleri isteniyor. Allah’ın âyetleriyle alay edenlerle henüz savaşma emrinin gelmediği bir dönem için bunu düşünmek zorundayız. Onun içindir ki âyetin bu son bölümünü şöyle anlamaya çalışanlar da ol­muştur: O mü'minler bu tür insanların yanından kalkıp gitsinler. Ama bunu beceremeyip gidecek yerleri olmadığı için onlarla otursalar dahi onların hesaplarından muttakilere bir sorumluluk yoktur şeklinde an­layanlar da olmuştur bu âyeti.
Ama Nisâ sûresindeki bu âyetin geldiği Medine ortamında Müs­lümanlar güçlüydü. Böyle Müslümanların güçlü oldukları ortamlarda, oturma mahallerinde bu iş yapılıyorsa, Allah’ın âyetleri, Allah’ın dini inkâr ediliyor, alay konusu yapılıyorsa ve de Müslümanlar o or­tamlarda oturdukları halde duruma müdahale etmiyorlarsa, orada ola­rın bu küfürlerine, bu istihzalarına engel olup, Allah’ın otoritesini, Al­lah’ın egemenliğini gerçekleştirmiyorlarsa o zaman o oturanların zerre kadar imandan nasiplerinin olmadığını, aynen o inkâr eden, alay eden kâfirler gibi olduklarını ve onlarla birlikte cehenneme gideceklerini anlatıyor Rabbimiz.
Tabii durumumuzu kendimiz bileceğiz. Acaba Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın diniyle alay edilen o ortamda biz güçlü müyüz, zayıf mı­yız? Bunu kendimiz bileceğiz. Meselâ kendi başımıza yatak oda­mızda, oturma odamızda Allah’ın âyetlerine küfredilen, Allah’ın diniyle alay edilen bir atmosferle karşı karşıya bulunmuş olabiliriz. Bir şeytan vahyi evimizin içinde bizim dinimize her gün küfrediyor olabilir. Eğer anında o televizyonu kapatarak, o kâfirleri susturarak tavrımızı ortaya koymuyorsak, koyamıyorsak ve arkasından da güçsüz olduğumuzu filan demeye çalışıyorsak aynen o kâfirlerden olduğumuzu unutma­malıyız.
Düşünün ki evinizde, arabanızda dinlediğiniz bir kasette Allah’la, Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın cehennemiyle, cennetiyle alay edi­liyor. Biz cennet istemeyiz deniyor. Seninle cehennem ödül, sensiz cennet zindan, ya da işte sürgündür deniyor. Ve sizler de Allah’ın âyetleriyle yapılan bu istihzaları göz göre göre dinliyorsanız, vallahi onlardan bir farkınız kalmamıştır. Yok mu onu susturacak gücünüz? Tamam belki Allah’ın âyetleriyle alay edilen, ama sizin de bunu en­gelleme, susturma gücünüzün olmadığı bir ortamda çekip gitmeniz sizi kurtarabilecektir, ama evinizin göbeğinde, arabanızın içinde de güçsüz olduğunuzu iddia etmeye kalkarsanız gülerler buna.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-141

Nisa-141

“Sizi gözleyenler, Allah'tan size bir zafer gelirse, “Sizinle beraber değil miydik?” derler; eğer kâfirlere bir pay çıkarsa, onlara: “Size üstünlük sağlayarak sizi mü'minlerden korumadık mı?” derler. Allah kıyamet günü aranızda hüküm verir. Allah inkârcılara, inananlar aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.”
Onlar, o münâfıklar sürekli sizi gözetleyip dururlar. Evet Müslü­manların arasında Müslüman olmadıkları halde Müslüman görünen münafıkların bir başka karakte­ristik özelliklerine dikkat çekiyor Rabbimiz. O alçaklar gözlerini si­zin üzerinize dikmişlerdir. Sizin za­fer, fetih yahut hezimet zaman­larınızı gözetleyip durmaktadırlar. Sizin devletinizin zeval bulup kâfirlerin size üstünlük sağlayacakları günü bekliyorlar. Kâfirlerin size karşı sağlayacakları bir üstünlük onlar için bayram sebebidir. Böylece sizin dininizi yitirmeniz onların bekledikleri en güzel bir netice olacaktır. Onlar sizin sonunuzun gelmesini bekli­yorlar. Ama:
Eğer Allah’tan size bir fetih, bir zafer gelirse, yâni Allah’ın yardı­mıyla siz Müslümanlar bir güce ulaşırsanız, meselâ Hayber’i fet­hederseniz, Beni Kureyza yahudilerine karşı galip gelirseniz veya Mekke’nin fethine muvaffak olmuşsanız o zaman da derler ki:
“Biz sizinle beraber değil miyiz? Biz size yardımcı olmuyor muy­duk? Biz sizi desteklemiyor muyduk? İzzet ve şeref bizde değil mi? Biz sizinle aynı imanı, aynı teslimiyeti paylaşmıyor muyuz? Aynı safta değil miyiz? Kazandığımız bu savaşın ganîmetlerine ortak değil miyiz? Bu zafere, bu savaşın izzet ve şerefine biz de ortak değil mi­yiz?” derler. Ganîmete konabilmek için müslümanlara böyle derler. Ama aynı adamlar:
Eğer nasip kâfirlerin olursa. Rabbimiz bir hikmeti gereği mü’minlere karşı kâfirlere bir galibiyet verecek olursa. Baktılar ki kâfirlerin Müslümanlarla giriştikleri savaştan bir nasipleri mi var? Veya Müslü­manlar karşısında kâfirler bir güç ve kuvvete mi sahip olmuşlar? Me­selâ Uhut’ta olduğu gibi kâfirler Müslümanlara karşı zâhirî bir galibiyet mi sergilemişler? Ya da işte Hendek’in ilk dönemlerinde olduğu gibi kâfirler geçici bir dönem Müslümanları bir kıskaca mı almışlar? Müs­lümanlar Medine’de bir sıkıntılı dönem mi yaşıyorlar? Bu sefer de di­yorlar ki münâfıklar:
Kâfirlere derler ki biz size Müslümanlara karşı bir üstünlük sağ­lamadık mı? Biz size karşı Müslümanların safında yer almayarak yardımcı olmadık mı? İşinizi kolaylaştırmadık mı? Sizi size ulaştırdı­ğımız bilgiler ve verdiğimiz taktiklerle mü’minlerden korumadık mı? Sizler dışardan Müslümanlara saldırırken bizler de içerden kaleyi fet­hetmeye çalışarak sizin galibiyetinize yardımcı olmadık mı? Bizler içerde sizlerin sözcülüğünüzü yaparak, sizlerin ağızlarınızı kullanarak, sizin küfrünüze sahip çıkarak Müslümanları içerden kâfirleştirmeye çalışmadık mı? Evet biz sizinle beraberiz, öyleyse bizim ulûfelerimizi, bizim ganîmetten payımızı vermek zorundasınız, diyorlar. Bizi yap­tı-larımızdan dolayı ödüllendirmek zorundasınız, diyorlar.
Alçaklar, bakıyorsunuz bir Müslümanlarla beraberler, bir kâfir­lerle beraberler. Böyle silik şahsiyetli adamlar. Aslında Müslümanların gözünde beş paralık değerleri olmadığı gibi, Müslümanlara, kendi halklarına ihanetleri sebebiyle kâfirlerin gözünde de beş paralık de­ğerleri yoktur bunların.
Ama Allah aranızda hükmünü verecektir. Allah hiçbir zaman kâ­firlere ve onların Müslümanlar arasındaki piyonlarına Müslümanlar aleyhine bir yol vermeyecektir. Onlara karşı daima Müslümanları galip getirecek, daima Müslümanları kazançlı çıkaracak ve onları hem dün­yada hem de âhirette rezil rüsva edecektir. Evet sürekli şekil değişti­ren, bazen o tarafı, bazen bu tarafı tutan, bazen onun safında, bazen bunun safında yer alan, bazen şunu, bazen bunu memnun etmeye çalışan, bazen laik, bazen Müslüman görünen böyle silik şahsiyetli münâfıkları her zaman toplum içinde görmek ve tanımak mümkündür. Bu silik şahsiyetleri onların doğru dürüst Müslüman olmalarına da en­gel teşkil etmektedir.
Çünkü şahsiyet bozukluğu gerçekten çok kötü bir şeydir. Allah kâfirlerin bile şahsiyetlerini rencide edecek tavırlardan bizi menet­mektedir. Bakıyoruz şahsiyetli bir kâfir devletinin başkanı Müslüman­ların bayramını kutluyor, şahsiyetli bir kâfir Müslümanların örtüsüne saygılı davranır ama şahsiyetsiz bir münâfık buna tahammül edemi­yor. Halbuki şahsiyetli bir Müslüman tüm tavırlarını Allah’ın istediği bi­çimde belirleyen kimsedir. Müslümanlara karşı tavırlarımızı da kâfir­lere karşı tavırlarımızı da Allah’ın istediği biçimde belirlemek zorunda­yız.
Gerçek Müslüman kâfirin kâfirliğini bilen, kâfirin kâfirliğini onaylayarak, onun yaşadığı küfrün sonunda cehenneme gitme­sine göz yumarak ona en büyük kötülüğü yapan insan değildir. Gerçek şahsiyetli Müslüman kâfirin hayatını sorgulayarak onu cennete kazandırma kavgası veren insandır. Gerçek müslüman kâfirden elde edeceği az bir menfaat hatırına onun cehenneme gidişine göz yummayan kimsedir. Ona der ki: Ey zavallı kâfir! Ey zavallı yahudi! Ey zavallı hıristiyan! Bak sen yaşadığın bu hayatınla so­nunda cehenneme gidi­yorsun. Bu hayat seni ateşe götürüyor. Zaten şu anda dünyada da sen cehennemi yaşıyorsun. Ferdi ha­yatınızda mutluluk yok, aile ha­yatınızda hu­zur yok, toplum hayatınızda, sosyal hayatınızda denge yok.
Gelin ey kâfirler! Gelin ey insanlar Müslüman olun. Teslim olun Allah’a. Eğer Allah’ın istediği bir hayata yönelirseniz bilesiniz ki Allah sizin önceki yaptıklarınızı silecek, önceki hayatınızı sıfırlayacak, Müslüman olduk, teslim olduk dediğiniz andan itibaren ön­ceki işle­diklerinizi Allah değerlendirmeye tabi tutmayacak. Biz Müslüman ol­duk dediğiniz andan itibaren, analarınızdan doğdu­ğunuz gündeki gibi sizi tertemiz hale getirecek. O anda ölürseniz cennete gideceksiniz diyerek şahsiyetli bir Müslüman kâfirlere böylece en büyük iyiliği yapmış olacaktır. En büyük hayrını, bere­ketini kâfirlere ulaştırmış ola­caktır. Zaten Allah’a Allah’ın istediği şekilde inanmış bir Müslümanın hiç kimseye faydasından başka bir zararı olamaz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-142

Nisa-142

“Doğrusu münâfıklar Allah'ı aldatmaya çalışır, oysa O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar.”
Münâfıklar Allah’a oyun etmek isterler. Münâfıklar Allah’ı aldat­mak isterler. Allah’a hile yapmak, Allah’ı kandırmak isterler. Kalplerindeki küfürlerini saklayıp, zâhiren Müslüman görünüp Allah’ı aldatmak istiyorlar. Halbuki Allah onları aldatmaktadır. Yâni onların aldatmala­rını Allah kendilerine döndürmektedir. Yâni onların hilelerini kendile­rine çevirmektedir Allah.
Allah kandırılabilir mi? Allah atlatılabilir mi? Olacak şey mi bu? Bu kadar ahmak olur mu insan? Elbette ahmak olmasalar Müslüman olurlardı hainler. Allah’la girişilecek bir savaşta Allah’la baş edilebilir mi? Allah’a karşı galip gelinebilir mi? Allah’la sava­şan bir kimse iflah eder mi? Öyle zannediyorlar bu alçaklar değil mi? Allah’ı yenebile­ceklerini, Allah’ı atlatabileceklerini zannedi­yorlar. Yâni şu anda yeryü­zünde Müslümanları yok etmeye so­yunmuş tüm kâfir, müşrik, münâ­fık, yahudi, hıristiyan, ateist olanlar acaba sadece Müslümanlarla sa­vaştıklarını mı zannedi­yorlar? Karşılarında sadece Müslümanların bulunduğunu mu zannediyorlar? Müslümanları ezip geçeceklerini mi hesap ediyorlar? Müslümanları yalnız, sahipsiz, korumasız mı zanne­diyorlar?
Müslümanlarla savaşanlar bilmiyorlar mı ki karşılarında Allah’ı bulacaklar? Allah’a karşı nasıl saf tutup savaşabilecekler bu adamlar? Olur mu bu? Hadi diyelim ki kâfirler Allah’ı tanımadıkları için böyle bir yanlışın içine düştüler. Peki şu Müslümanların içinde yaşayan, Allah’ı tanımış, Allah’ın sıfatlarını tanımış münâfıklara ne oluyor? Veya şu, biz de Müslümanız diyen insanlara da ne oluyor ki bu konuda tıpkı kâfirler gibi düşünüyorlar, Allah’ın yenilebileceğine ihtimal vererek kâ­firler karşısında yenilgiyi, aşağılık kompleksini yudumluyorlar? Kâfirler karşısında ezilmişliği soluklayan bu Müslümanlara da ne oluyor ki, kimin safında yer aldıklarının farkında değiller? Safında yer aldıkları Allah’ın mutlak güç ve kuvvet sahibi olduğunu, yenilmez olduğunu bilmiyorlar mı bu insanlar?
Evet münâfıklar Allah’ı aldatmak isterler. Halbuki Allah onların kalplerini, niyetlerini, içlerini dışlarını bilmektedir. Onlar Allah’ı aldat­mak istiyorlar, halbuki onlar Allah’ı göremiyorlarken Allah onları gör­mektedir. Halbuki onlar Allah’ı bilmiyorlar, ama Allah onları biliyor. Halbuki Allah onların kalplerinde olanları, nefislerinde olanları biliyor, Allah onların hesaplarını, komplolarını, entrikalarını biliyor ama onlar Allah’ın hesabını bilmiyorlar. Halbuki onların gücü yok ama Allah’ın gücü var. Halbuki mülkün sahibi onlar değil, ama mülk Allah’ındır. Buna rağmen bu alçaklar Allah’a oyun oynamak, Allah’ı aldatmak isti­yorlar
Yâni bu halleriyle nasıl oluyor da bu insanlar, Allah’la, Allah’ın mü’min kullarıyla böyle bir savaşın içine girebiliyorlar? Nasıl oluyor da Allah’a savaş açabiliyorlar? Maalesef Allah’tan habersiz olan münâ­fıklar büyük bir yanılgı içinde oldukları gibi Müslümanlar da bu konuda yanılgı içine düşmüştürler. Maalesef bugün Müslümanlar Allah vah­yiyle değil de kâfirlerin vahiyleriyle, şeytanların vahiy kaynaklarıyla beslenip büyüdüklerinden aynen kâfirler gibi düşünmekte, onlar gibi inanmaktadırlar. Maalesef Müslümanlar kâfirler karşısında ezilmekte, horluğu, hakirliği yaşamaktadırlar. Kâfirlerin güçlerini gerçek güç, kuvvetlerini gerçek kuvvet, medeniyetlerini gerçek medeniyet, yaşan­tılarını gerçek yaşantı, hayatlarını gerçek hayat zannediyorlar. Gözleri kamaşıyor kâfirler karşısında.
Dinlerinden, Rablerinden habersiz yaşayan zavallı Müslü­manlar. Zahmet edip de Rablerini bir tanısalar, Rablerinin kitabına bir kulak verseler, Rablerinin elçisiyle bir tanışsalar, dinleriyle yakından bir ilgi kursalar; “Gerçek güç neymiş? Gerçek kudret neymiş? Gerçek yaşantı, gerçek hayat, gerçek medeniyet, gerçek mutluluk neymiş?” anlayacaklar. Ama gelin görün ki zavallılar Rableri yerine sahte tanrı­ların peşine düştükleri için, Rablerinin hayat programı yerine tâğutların kitaplarına ve yasalarına teslim oldukları için, sahte pey­gamberlerin peşine düştükleri için bu anlayışa ulaşmaları şu anda daha çok uzak gibi görünüyor
Evet münâfıkların özelliklerini anlatmaya devam ediyor Rabbimiz:
Namaza kalktıkları zaman tembel tembel, isteksizce kalkarlar. Onlar namaza ağır davranırlar. Namaza kalktıklarında tembel tembel, istemeye istemeye, erine erine kalkarlar. Namazla sevap bekleme­diklerinden, azaptan da korkmadıklarından sanki idam sehpasına gi­diyorlarmış gibi namaza kalkarlar. Namaza inanmadıklarından, na­mazla din kurtarma derdine düştüklerinden, namazla çevrelerine karşı durumu idare etmeyi hedeflediklerinden isteksiz davranırlar.
Bakın İmam Mâlik, Rasulullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
“Şu namaz münafığın namazıdır! Şu namaz münafı­ğın namazıdır! Şu namaz münafığın namazıdır: Oturur, güneşi gözetler. Nihâyet güneş şeytanın iki boy­nuzu arasında (batmak üzere) olunca kalkar, dört rekat gagalar ve pek azı müstesna, Allah’ı zikretmez.
Namaz; varlığı mü’mini cennete ulaştıran, yokluğu da mutlak cehennemle sonuçlanan İslâm’ın en baş ibâdetidir. Namaz mü’minin mü’minliğini ortaya koyan en baş ve en vazgeçilmez sıfatıdır. Namaz kişinin İslâm milletine mensup oluşunun ifadesidir. Namaz küfürden imana geçişin ilk ameli tatbikatıdır. Onun içindir ki Rasulullah Efendi­mizin Müslüman olan kişiye ilk öğrettiği şey namazdı. Allah’ın Resûlü pek çok muteber kaynaklardan öğreniyoruz ki Medine’ye gelenlerin namazı öğrenene kadar Medine’de kalmalarını emrederdi.
Namaz mü’mini kâfirden ayıran en belirgin özelliktir. Allah’ın Resûlü, Tirmizi’nin rivâyet ettikleri bir hadislerinde:
“Bizimle müşrikler arasındaki fark namazdır. Kim namazı terk ederse kâfir olur.” buyurmuşlardır. Başka bir hadislerinde:
“Küfürle iman arasında, namazın terki vardır.”(Tirmizi)
Evet namaz âdeta bir kimliktir. Namaz mü’minin kimliğidir. Na­maz vasıtasıyla Müslümanlar konuşmadan tanışırlar. Namaz kişinin Müslümanlığının ilanıdır. Namaz Müslümanın, Müslümanlığının ip ucudur. Mü’min kişi kendisini onunla açığa çıkarır. Bir insanın mümin mi değil mi olduğunu anlayabilmek için en fazla bir namaz vakti beklemek yeterli olacaktır. Zira o namaz vakti içinde namaz kılarak mü’min, mü’minliğini ortaya koyacaktır. Öyleyse namaz dinin dışa yansıyan yönüdür.
Onun içindir ki İslâm’ın ilk dönemlerinde Müslümanları yaka­lamak için takip edenlerin ilk hedefleri namazdı. Onlara katılmak isteyenlerin de ilk hedefleri buydu tabii. Evet Mekke’de ilk hedef namazdı, Medine’de de yahudiler için ilk hedef namazdı.
Bir de manevî ağırlığından ötürü münâfıkları da ortaya çıka­randı namaz. Evet namaz mü’minle münâfıkları da ayrıştıran bir ibâ­detti. Namaz ilk dönemler Müslümanın kimliğiydi.
Rasul-i Ekrem Efendimiz döneminde namazını beş vakit düzenli olarak kılmayan bir kişi Müslüman sayılmıyordu. Onun içindir ki Müslüman olmadıkları halde bir kısım menfaatler devşirmek ve de Müslümanların elinden kendilerini kurtarmak için çırpınan münâfıklar her gün Müslümanların mescidinde Müslümanlarla beraber olmak, Müslümanlarla beraber görünmek, Müslümanlarla beraber namaz kılmak zorunda kalıyorlardı. Aksi takdirde İslâm toplumunun bir üyesi olmaktan çıkmaları söz konusuydu. Onun için münâfıklar kendilerini ele vermemek için istemeye istemeye namaz kılmak zorunda kalı­yorlardı. İnanmadıkları bir şeyi yapma azabına katlanmak zorunda kalıyorlardı.
Bakın Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadisle­rinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Kim yaptığını duyurmak isterse mutlaka Allah onu duyurur.”
Evet her kim ki yaptığı bir hayrı şöhret kazanmak için, tevec­cüh elde etmek için halka duyurursa Allah onu rezil rüsva eder. Her kim ki halk nazarında bir mevki edinmek için işlediği bir hayrı halka gösterir riyakârlık ederse kıyamet günü onun tüm sırlarını deşifre et­mek sûretiyle Allah da onu rezil edecektir. Evet onların namazları gösterişten ibarettir. Onların amelleri, kullukları gösterişten ibaret, evleri, eşyaları, yemeleri, içmeleri, giyinmeleri, soyunmaları, sevme­leri, küsmeleri gösterişten ibaret, hayatları, ekonomileri, siyasetleri her şeyleri gösterişten ibarettir. Tüm hayatları, tüm varlıkları rolden iba­rettir. Tek özellikleri tiyatroculuktur adamların, rolcülüktür. İnanma­dıkları şeyleri yapmak zorundadırlar. Yüzleri sürekli farklı boyalı ve maskelidir. İnsanlara şirin görünmeye çalışırlar. Her şeyleriyle toplu­mun beğenisini kazanmayı hedeflerler. Toplum için bir hayat yaşarlar. Çevrenize şöyle bir bakarsanız bu tip insanları çok rahat görürsünüz.
Ey gösteriş için, riya için, toplum için, çevre için, insanlar için yaşayanlar! Ey Allah’ın rızasını bir kenara bırakıp da insanların beğe­nisi için bir ömür çırpınanlar. Ey modaya ters düşmeyeceğim diye, âdetleri çiğnemeyeceğim diye, yönetmeliklere aykırı hareket etmeye­ceğim diye, insanlara gösteriş yapacağım diye yorulanlar! Allah için bir dakika düşünmüyor musunuz? Yarın kabre girdiğinizde sizi kim yargılayacak? Kabirde sizi hangi toplum sorgulayacak? Mahşer ye­rinde, mizanın başında kime, hangi topluma, hangi insanlara hesap vereceksiniz? Cehennem ateşinden sizi kim kurtaracak? Cenneti size kim verecek? Ölüm ötesi hayatta sizi kim yargılayacak? Hiç düşün­müyor musunuz? Haydi şu anda yaşadığın hayatta toplum için hare­ket et, tüm hareketlerini toplum için, toplumun istediği biçimde ayarla, toplumun beğendiği biçimde giyin, soyun, toplumun değer yargıları için her gün bin kılık değiştir, evini toplumun istediği biçimde tefriş et, dünyadaki tüm insanların alkışını, beğenisini kazan, tüm dünya işte insan böyle olmalıdır, işte kılık kıyafet böyle olmalıdır, işte ev böyle olmalıdır diye seni alkışlasınlar.
Ama bir gün sana Rabbinin takdir buyurduğu ölüm gelip ça­tınca, Rabbinin ecel yasasıyla karşı karşıya geldiğin zaman ne yapa­caksın? Bu uğrunda bir ömür boyu çırpındığın, âdeta kendisine kulluk yaptığın bu toplum ne yapabilir sana karşı? Ne yapabilirler bu seni al­kışlayanlar? İsterse sen ölüp giderken dünyadaki insanların hepsi bir yıldız batıyor diye, bir tanrı gidiyor diye samimi bir şekilde gözyaşları döksünler. Bir tanrımız düşüyor diye isterlerse samimi bir şekilde ka­hırlarından kendilerini yerden yere vurup, saçlarını yolsunlar. Eyvah! Bir sanat tanrımız gidiyor! Bir sevgili tanrıçamız düşüyor! Bir örneği­miz, bir önderimiz kayboluyor diye intihar etsinler. İsterse tabutunuzu altından, gümüşten; kefeninizi atlastan, ipekten yapıp sizi parmakları­nın ucunda, başlarının üzerinde taşısınlar. İsterlerse mezarınızın ba­şında Mozart’ın en içli senfonilerinden icra etsinler. Üç gün, beş gün, bir ay, bir yıl sizin yasınızı tutsunlar.
Peki acaba o anda bu, tüm dünyanın tanrı kabul edip önünde eğildiği insan nereye doğru gidiyor? O insanların yanına mı? Yoksa Allah’ın yanına mı gidiyor? Onu o insanlar mı yargılayacaklar? Yoksa Allah mı? Kiminle baş başa kalmaya gidiyor? Kime hesap vermeye gidiyor? Evet evet ey insan artık onlardan ayrıldın. Artık o toplumla, o uğrunda çırpındığın insanlarla beraber değilsin. Krallığın bitmiş, tanrı­lığın bitmiş, alkışlar bitmiş, saltanat bitmiş ve Allah katında sineğin kanadı kadar bir değeri olmayan sen cehenneme doğru gidiyorsun. Ateşe doğru sevk ediliyorsun. Öyle değil mi bu hayatın sonu söyleyin Allah aşkına?
Öyleyse bu münâfıklar böyle toplum için bir hayat yaşamış olsa­lar da bizler inşallah daima Allah adına, Allah için bir hayat yaşayacağız. Hayatımızda sürekli Allah’la beraber olduğumuzu, sürekli Allah kontrolünde olduğumuzu ve sonunda yargılanmak üzere Al­lah’ın huzuruna gideceğimizi ve hesabı O’na ödeyeceğimizi unutmadan yaşayacağız inşallah.
Ve bu münâfıklar Allah’ı da çok az zikrederler. Allah’ı çok az gündeme alırlar. Allah için değil de toplum için bir hayat yaşamayı yeğlediklerinden elbette bu münâfıkların gündemlerini Allah değil de toplum oluşturacaktır. Toplumun ve şeytan vahiylerinin oluşturdukları sun’i gündemleri konuşmaktan Allah’ın âyetlerini konuşmaya, Allah’ın yasalarını gündem maddesi yapmaya zaman bulamazlar.
 

ehsennuray

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eki 2009
Mesajlar
16
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Selamün Aleyküm ve Rahmetullahi...
Değerli kardeşlerim...

Nasip olursa bu konuda Allah'ın ayetlerini daha yakından tanıma fırsatı bulacağız.
İnşaAllah takip eder faydalanırız.

Bu dersleri Ali Küçük hocanın tefsir derslerinden alıntı olarak yayınlayacagız.
Eğer anlatılanlarda farklı bir görüş olursa hep beraber diğer tefsirlerede bakmayı yine burda beraber yapacağız.Derdimiz Allah'ın cc mesajlarını daha iyi anlamak olsun inşaAllah.
Derslere Kulluk kitabımızın 4. sırasındaki Nisa suresinden başlayacagı.Nedeni ise hayatın her alanıyla alâkalı yasala*rını, özellikle de bu sûrede yoğun olarak bize anlatıldığı içindir.İlk mesajımızdada sure hakkında geniş bilgi sunacağız inşaAllah


Bismillahirrahmanirrahim...

Nisâ sûresi Medineli bir sû*redir. Medine’de inmeye başlayan sûre Medine’de Müslümanların yeni başladıkları bu hayatlarında İslâmî bir cemiyet yapısını inşa et*meyi, İslâm cemaatının temellerini en güzel bir biçimde oluşturmayı hedefleyen bir sûredir. Yeryüzünde denge unsuru olarak çıkarılan, tüm in-sanlığın kendisini örnek alacağı, tüm insanlık problemlerinin kendisine havale edileceği, insanlığın kendisine bakarak sapma nok*talarını anlayabileceği, gelmiş geçmiş ümmetlerin en hayırlısı olan bu İslâm ümmetinin yeryüzünün en mukaddes emânetini yüklenebilmesi için, mükellefiyetlerinin, sorumluluklarının neler olduğunu? Bu ümmeti bekleyen tehlikelerin neler olduğunu en güzel bir şekilde ortaya koya*rak ümmeti geleceğe hazırlayan bir sûre. Medine’deki İslâm cemiye*tini içinden kopup geldiği Mekke cahiliye toplumunun pisliklerinden arındırmayı, Müslümanların oradan getirip üzerlerinde taşıdıkları cahili-yenin izlerini, kalıntılarını silmeyi ve İslâm’ın kendisine özgü şahsiyetini oluşturmayı hedefler. Rabbimiz bu sûresinde uzun uzun hıristiyan, yahudi, müşrik ve münâfıkların bozukluklarını, sapmalarını, kokuşmuş düşünce ve inanış yapılarını anlatarak Müslümanların on*lar gibi olma-malarını öğütler.

Sûrede cahiliyenin toplumda var olan fakirlik problemine, yetim*lik problemine bakış açıları, kadınlara bakış açıları, kadınlara zulmedişleri, kadınları mîrastan mahrum edişleri, temizlik ve pislik anlayışları, pis olanları temiz olanlara tercih edişleri, fâizi ve tüm ha*ram yollardan, bâtıl yollardan kazanmayı helâl kabul edişleri, emânet mefhumunu kaldırıp haince bir hayat yaşamaları, aile bağlarını kopa*rıp, akrabalık ilişkilerini bozup birbirlerine zulmedişleri gündeme geti*rile-rek Müslümanların onlar gibi olmamaları öğütlenir.

Allah’ın istediği biçimde içtimaî nizamın temelleri atılır. Top*lum*daki sosyal dengeyi ve huzuru sağlayan bu nizamın adı olan dinin tarifi yapılır bu sûrede. Toplumun üyelerinden erkek ve kadının top*lum içindeki yerleri belirlenir. Erkek ve kadının bir bütünün tamamla*yıcısı olarak her ikisinin de birbirlerine eşit oldukları, her ikisinin de kulluk noktasında, Allah’ın emirlerine muhatap olma noktasında eşit oldukları anlatılır. Herhangi bir konuda ihtilafa düştüklerinde mü’min-lerin başvuracakları itaat mekanizmaları anlatılır. Yine itikadî noktada mü’minlerin tâğutlarla münâsebeti, onlara karşı takınacakları tavır ortaya konulur.
Sonra yine bu sûrede Mekke’de Müslümanların zayıf oldukları bir atmosferde kendilerine pek rastlanılmayan, ama Medine’de mü’-minlerin güçlü oldukları bir ortamda yavaş yavaş oluşmaya başla*yan münâfıkların durumları anlatılır.

Yine ibâdet kurallarının da muamelât kurallarının da yaratıcı*dan gelmesi ilkesi anlatılır sûrede. Hayatı ikiye bölmenin ve birisinde Allah kaynaklı, ötekisinde de başkaları kaynaklı yaşamanın şirk ol*duğu vurgulanır. Yine mü’minlerin velîlerinin Allah olduğu, hayatlarına sadece Allah’ın karışması gerektiği, Allah’tan başkalarının velâyeti al*tına girerek onların kendileri adına aldıkları kararları uygulamalarının asla caiz olmadığı, ve hattâ mü’minlerin kendileri gibi inanmayan kim*selerle aile ve akrabalık bağları ne olursa olsun kesinlikle saflarını ayırmaları emredilmektedir. Bunun için de Müslümanların İslâm’ın ve Müslümanların hâkim olmadığı Mekke dar’ul harp konumundan İs*lâ-m’ın ve Müslümanların egemen olduğu Medine dar’ul İslâm orta*mına hicret etmek zorunda oldukları ve kıyamete kadar bu hicretin Müslümanlar için geçerli olduğu vurgulanır.

Ve Medineli Müslümanlara Müslüman oldukları halde Mekke’-den Medine’ye hicret etmeyenlerle hicret edecekleri ana kadar dostluğun kesilmesi emredilir. Sonra yine Mekke’deki Müslümanlarla alâkalı mus’taz’af kavramı kullanılır. Müslümanlara Mekke’deki mus’-taz’af kardeşlerini kurtarmak üzere harekete geçmeleri öğütlenir. Sonra uzunca bir bölüm Müslümanları malları ve canlarıyla Allah yo*lunda cihada teşvik eder. Ayrıca cihad esnasında, sıcak savaş orta*mında korku halinde kılınacak namazdan söz edilir. Sonra Allah’la, Allah’ın sistemiyle, Allah’ın âyetleriyle alay edilen bir mecliste otur*ma-ma emri gündeme getirilir. Sonra namazla alâkalı bir nifak alâmeti çizilir. Sonra yine Allah’ın tüm günahları affedeceği ancak şirki affet*me-yeceği anlatılır. Sonra sûre içinde yahudiler Allah’ın gönderdiği bu son dine iman etmeleri konusunda bir daha uyarılır. Ve nihâyet işte böyle Rabbimizin âyetleri devam eder.

Bu kısa mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya çalışalım.

Az evvel de ifade etmeye çalıştığım gibi Nisâ sûresinin ilk bö*lümlerinde Rabbimiz Medine’de özgür bir hayata kavuşmuş Müslü*manların sadece Allah egemenliği altında Müslümanca bir aile haya*tının nasıl gerçekleştirileceğini, âhiret inancına ve Allah egemenliğine bina edilen böyle bir hayatta erkeğin ve kadının nelere dikkat edece*ğini ortaya koyar. Rabbimiz ilk âyetinde “Ey insanlar!” diyerek sözlerine başlamaktadır. Halbuki biz biliyoruz ki Medineli âyetlerde Rabbimiz genellikle “Ey Müslümanlar” diye söze başlıyordu. Bu*radan anlıyoruz ki sûrenin bu bölümünde Rabbimizin gündeme geti*receği konu sadece Müslümanları değil tüm insanlığı ilgilendiren bir konu olduğu için böyle hitap tarzı tercih edilmiştir. Çünkü ileride farklı coğrafyalarda yaşayan, farklı inanışlarda olan insanların birbirleriyle evlenmeleri, hayatlarını birleştirmeleri söz konusu olabilecekti.

İleride mü’min kâfirle, kâfir ve müşrikler de mü’minlerle karşı karşıya gelebilecekler, çeşitli ilişkiler içine girebileceklerdi. Onun için*dir ki Allah egemenliği altında yaşanacak bir hayatın temellerini atan Rabbimiz burada insanlığın tek asıldan, tek kaynaktan meydana gel*diğini gündeme getirerek insanların Hz. Adem’le Havva’dan türedikle*rini unutmadan, atalarının ve analarının tek olduğunu göz ardı etme*den, tek babanın ve ananın evlâdı olduklarını unutmadan birbirlerine karşı merhamet ve şefkat esasları üzerine hayatlarını bina etmeleri hatırlatılmaktadır.

Tek anadan babadan meydana gelmiş insanlar olarak birbir-lerine karşı zalim olmamaları, birbirlerine karşı haksızlık etmemeleri istenmektedir. Ama gelin görün ki Allah’ı tanımayanlar, Allah’ın kita*bı-nı tanımayanlar, Allah’ın bu emirlerinden gafil bir hayat yaşayanlar, yaratılış yasasından habersiz olanlar, yaratılış konusunda Allah’ı dev*reden çıkararak, Adem (a.s)’ı diskalifiye ederek kendilerinin maymun*dan geldiklerini iddia edenler Rablerinin kendilerine lütfettiği ellerin*deki güç ve kuvvetlerine güvenerek Allah’a rağmen, Allah’ın âyetle*ri-ne rağmen kendi kardeşlerine zulmetmektedirler.

Ama İslâm’dan habersiz yaşayan kâfirler ve müşrikler ne yapar*larsa yapsınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar yeryüzünde Allah’ın istediği hayatı gerçekleştirmek mecburiyetinde olan, yeryüzünde Allah yasaları çerçevesinde denge unsuru olarak bir hayat yaşamak zo*run-da olan mü’minlere Rabbimiz nasıl bir aile yapısı kurmaları gerek*tiği-ni, nasıl bir içtimaî düzen tesis etmeleri gerektiğini, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini, kadınlar olarak, erkekler olarak, baba-lar evlâtlar olarak, ölenler doğanlar olarak, evlenenler boşanan*lar olarak, babalılar yetimler olarak Allah egemenliği altında nasıl bir hayat yaşamaları gerektiği konusunda işte Rabbimiz kitabını arz ediyor, bize âyetlerini sunuyor, hayatın her alanıyla alâkalı yasala*rını, özellikle de bu sûrede yoğun olarak bize gönderiyor.

çok begendıgım için alıntı yaptım bunu yapan kardeşten allah razı olsun:a15:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-143

Nisa-143

“Ne onlarla, ne de bunlarla olur, ikisi arasında bocalaya­rak Allah'ı pek az anarlar. Allah'ın saptırdığı kimseye yol bulamaya­caksın.”
Bir orada, bir buradadır onlar. Bazen mü’min görünürler, bazen da kâfir. Peygamberim, bunlar imanla küfür arasında tıpkı bir sar­kaç gibi gelgit halindedirler. İmanla küfür arasında kararsız, dalgaya kapılmış bir sandal gibi şaşkın aşkın gidip gelmektedirler. Bir bakarsı­nız namaz kılan bir mü’min, bir de bakarsınız ki İslâm’ın hükümlerini reddeden bir kâfir. Ne onlardandır, ne de sendendir bunlar. Ne kâfir­lere mâl olurlar, ne de mü’minlere. Ne Kiliseye, ne Havraya, ne de camiye yararlar. İkisi arasında bocalar dururlar. Çünkü bunlar kendi seçenekleriyle, özgür iradeleriyle münâfıklığı tercih ettiklerinden Allah da onların kendileri hakkındaki bu tercihlerini onaylamıştır ve artık Allah’ın şaşırtıp saptırdığına da bir yol bulamazsın. Hiç kimse Allah’ın saptırdığını hidâyet edemez. Öyleyse ey Müslümanlar:
144. “Ey İnananlar! Mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?”
Hitap Müslümanlara yöneliyor. Ey Müslümanlar! Sakın ha sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ve velî edinmeyin. Müslüman­ları bırakıp da kâfirlerle bir dostluk, bir velâyet ilişkisi içine girmeyin. Allah’ı ve Allah’ın dostları, Allah’ın velîleri olan mü’minleri bırakıp da kâfirlerin her cinsine ister yahudi olsun, ister hıristiyan olsun, ister müşrik ya da ateist olsun fark etmez velâyetle yaklaşan, onların ve­lâyetleri altına giren, onların aldıkları kararları uygulamadan yana bir tavır sergileyen insanların imanları nifaka dönüşüyor, Allah’a teslimi­yetleri değerini kaybediyor ve Rabbimizin bu beyanıyla bu insanlar münâfık haline geliyorlar. Allah düşmanı kâfirlerin velâyetini kabul et­mek, onlarla birlikte oturup kalkmak, onların İslâm’a ve Müslümanlara saldırılarında onların yanında olup onları desteklemek, kâfirlere içten içe sevgi beslemek, imanla asla bağdaşmaz.
Çünkü Allah’a bağlılık imandır. Allah’ı velî ve dost kabul etmek imandır. Allah’ın velâyeti altına girip tüm hayatında O’nun kararlarını uygulamak imandır. Allah’a iman eden, Allah’ın koruması altına giren mü’minlerle dostluk kurmak, onlarla velâyet ilişkisi içine girmek iman­dır. Bu gerçeklerden hareketle bir mü’minin dünya işlerinde, bireysel, sosyal, ailevi, toplumsal, ekonomik, siyasal hayatında, âhirete müte­allik işlerinde, yâni hayatının tüm alanlarında kendisiyle ilgili tüm problemlerinde bir dostluk, bir velâ ilişkisi içine girecekse, birileriyle birlikte hareket edecekse, birileriyle istişare edecek, birilerinin kara­rına başvuracaksa, birilerinden akıl danışacaksa kendisine velî ola­rak, dost olarak ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil müminleri se­çecektir kendisine.
Mü’minleri sevecek, mü’minleri dost bilecek, mü’minleri velî bilecek, mü’minlere bağımlı olacak, mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasası, sevincini kendi sevinci, başarısını kendi başarısı bilecektir. Tüm işlerini, tüm hayatını, siyasetini, ekonomisini, eğitimini, sosyal ve bireysel hayatını, aile hayatını mü’minlere göre düzenleye­cek, hesabında mü’minler olacaktır. Müslüman izzet ve şerefi Müslü­manlarda ve Müslümanlarla birliktelikte görecektir. Birtakım basit dünyevî hesaplarla, birtakım basit menfaat kaygılarıyla bir Müslümanın mü’minleri bırakarak kâfirleri dost edinmesi, hayatını onlar kaynaklı yaşaması asla düşünülemez.
“Sizler ey mü’min görünenler, ey Müslümanlık iddiasında bulunanlar, istiyor musunuz ki Allah sizin aleyhinizde bir delile sahip ol­sun? Yâni Allah’a kendi aleyhinizde bir delil mi vermek istiyorsunuz? Allah’ı ve Allah dostu mü’minleri bir kenara bırakıp ta kâfirleri dost edinerek münâfık olduğunuz konusunda Allah’a bir delil mi vermek is­tiyorsunuz?” Yâni ben sizi apaçık delillerle, apaçık âyetlerle uyardığım halde, niye benim dostlarımı bırakıp da düşmanlarımı dost bildiniz? Niye benim düşmanlarımla dostluk ilişkisi içine girdiniz diye Allah’a aleyhinizde apaçık bir nifak delili mi vermek istiyorsunuz? Yâni böy­lece apaçık münâfık olduğunuzu kanıtlamak mı istiyorsunuz? diyor Rabbimiz. Yapmayın böyle. Kendi azabınıza, kendi cehenneminize kendi kendinize delil hazırlamayın. Dostlarımı bırakıp düşmanlarımla dostluk kurarak apaçık bir münâfıklık tavrı sergilemeyin. Çünkü bu apaçık bir nifak alâmetidir.
Rabbimizin bu âyetinden anlıyoruz ki Allah kullarını apaçık âyetleriyle uyarmadıkça onlara ceza vermemektedir. Yine anlıyoruz ki Allah’ın cehennemine gidenler ancak uyarıldıkları halde uyarıya aldı­rış etmeyenler müspet cevap vermeyenler olacaktır. Ve böylece ken­dilerine Allah tarafından uyarıcılar, elçiler gönderilmeyen insanların azaba uğratılmayacakları yasası da ortaya konuluyor. Ama bu arada tabi şunu da bildiriyor ki Rabbimiz dünyadaki toplumların hiçbirisi tari­hin ilk dönemlerinden bu yana asla uyarısız kalmamıştır. Her bir dö­nem insanları mutlaka uyarılmışlardır. Uyarının ulaştırılmadığı hiçbir toplum yoktur.
İşte gerek geçmişte yaşamış olanlar, gerek şu anda yaşayanlar, gerekse gelecekte yaşayacak olanlar Allah’ın bu apaçık âyetle­riyle uyarıldıkları halde, Allah tarafından nifak ve münâfıklık apaçık kendilerine beyan edildiği halde, eğer bu uyarıların tamamen tersine hareket ederek Allah’a kendi aleyhlerinde bir delil vermişlerse artık bu Allah’ın değil onların kendi problemleridir. Çünkü Allah onlara gereken uyarısını ulaştırmıştır. İşte dünya üzerinde bu kitaplar vasıtasıyla Al­lah’ın apaçık uyarıları kendilerine ulaştığı halde insanlar Allah’ın ken­dilerine verdiği seçeneklerini, aksi istikâmette kullanarak Allah ve mü’minleri bir kenara bırakıp kâfirleri dost ve velî edinenlere ceza ola­rak da bakın Allah şunu anlatıyor:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-145

Nisa-145

“Doğrusu münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadır­lar. Onlara yardımcı bulamayacaksın.”
Muhakkak ki münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Cehennemin en alçak tabakasındadır onlar. Cennetin dereceleri olduğu gibi cehennemde de dereceler vardır ve Allah korusun münâfıklar en aşağı, en korkunç yerinde, en rezil hücresinde ve en adi di­bindedirler. Kâfirlerden daha aşağı bir konumdadır onlar. Çünkü bun­lar kâfir olmakla birlikte bir de üstelik Müslüman görüntüsü sergileye­rek hem Allah’ı, hem de mü’minleri kandırma cüretinde bulunuyor­lardı. Evet onlar cehennemin en alt derekesindedirler. Alt da olsa, üst de olsa doğrusu cehennem gidilecek bir yer değildir. Ama ne yazık ki onu insanlar kendi elleriyle işledikleri günahlarla kazanıyorlar. Kendi tercihleriyle elde ediyorlar.
(Cehennemdeki derecelerle alâkalı bir soru soruldu)
Arkadaşlar, bu konuda benim bildiğim dereceler şöyledir. İşte bu âyetin de ifadesiyle cehennemin en alt tabakasında, azabın en şiddetli bölümünde münâfıklar vardır. Neden böyle? Çünkü münâfık denilen bu kâfirler Allah’ı tanımışlar, Allah’ın sıfatlarını tanımışlar, İslâmı tanımışlar, müslümanları tanımışlar, dilleriyle iman iddiasında bulunmuşlar, ama kalpleriyle iman etmemişlerdir. İşte bundan ötürü bu münâfık kâfirler öteki kâfirlerden daha kötüdürler.
Cehennemin bir üst tabakasında kâfirlerin çok şedid zâlimleri vardır. Allah’a karşı, Allah’ın dinine karşı savaş açmış, Allah’ın dinini yok etmeye çalışmış ve müslümanlara hayat hakkı tanımayarak onlara zulmetmiş kâfirler de münâfıkların üzerinde bir tabakadadadırlar.
Onların bir üstünde de gariban kâfirler vardır. Gerçeğe ulaşamış, hakkı, hidâyeti bulamamış, arama gayretinde olmamış, ama Allah’ın dinini ve müslümanları yok etme kavgası da vermemiş, kâfirliği sadece kendi şahsıyla sınırlı kalmış kâfirler de bir üst tabakada­dırlar.
Onların da üstünde kendileri iman etmemiş ama Allah’ın di­nine ve müslümanlara yardım etmiş kâfirler vardır. Kendileri kâfir ama meselâ Ebu Talip gibi peygambere ve müslümanlara sahip çıkmış, onları korumaya, kollamaya çalışmış kimseler de azapları ötekilerden biraz daha hafif bir tabakadadırlar.
Onların da üstünde geçici bir şekilde o tabakada azap çeken günahkâr mü’minler vardır. Bunlar iman etmişler, inandık demişler ama amelleri kendilerini cennete götürmeye yetmeyen kimselerdir. Amelleri kendilerini cennete götürmeye yetmediği gibi, ebediyyen o cehennemde kalmalarına engel olan mü’minlerdir bunlar. Günahları kadar orada azap görecekler.
Bu konudaki hadislerden öğrendiğimize göre Rabbimiz peygam­berlere ve salih mü’minlere bu kimselere şefaat yetkisi verecektir. Peygamberlerini ve salih kullarını onore etmek için bu kimse­lerden izin verdikleri kadar gidip çıkarmalarına izin verecektir. İşte sen git onlardan şu kadarını, 3000,5000 kadarını çıkar, sen 10.000 Kada­rını, sen de 100.000 kadarını çıkar buyuracak, onlar gidip çıkaracak­lar. Sonra Rabbimiz şöyle buyuracak: Benim peygamberlerim ve salih kullarım çıkaracaklarını çıkardılar. Şefaat edeceklerine şefaat ettiler. Halbuki Ben onların hepsinden daha merhametliyim buyurarak ora­dan, o cehennemdeki mü’minlerden bir kabza alacak, (Tabi Rabbimizin bu kabzasının ne anlama geldiği bilmemiz, anlamamız mümkün değildir) onları hayat nehrine atacak, orada diriliğe kavuştu­rup cennetine sokacak. İşte bu konuda benim bildiğim cehennemdeki dereceler böyledir. Rabbim bizleri o cehennemliklerden eylemesin in­şallah.
Ve sen artık onlar için onları Allah’ın azabından kurtaracak bir yardımcı bulamazsın. Hiç kimse onlara yardım elini uzatamaz. Allah onlara ebedî bir cehennem takdir ettikten sonra kim yardım edebilir onlara? Bu alçaklar dünyada toplum için, insanlar için hareket ettiler. Allah için değil de insanlar için bir hayat yaşadılar. Toplumun beğeni­sini Allah’ın beğenisine tercih ettiler. İnsanlara şirin görünmeye çalış­tılar. Velev bir dünya hayatı boyunca tüm dünya onun önünde diz çökmüş bile olsa, tüm dünya ona tabi olup, onun yolunda gitmiş olsa bile, herkes onu tanrı bilmiş ve ona kulluk etmiş olsa bile, herkes dünyada yoluna ölecek kadar onun sevmiş, onun önünde secdelere kapanmış olsa bile, onun ekonomik ve siyasal gücü dünyada dillere destan olsa bile, askeri ve silah gücü afakı tutmuş olsa bile, egemen­liği, saltanatı, yasaları tüm dünyada uygulanır olsa, dünyada her iste­diğini yapabilir bir konumda olmuş olsa bile Allah’ın yargılaması so­nucu cehenneme yuvarlanırken bir sineğin kanadı kadar bile bir de­ğeri olmayacaktır. O zaman kendisini kurtaracak ne gücü kalmış, ne kuvveti, ne saltanatı, ne tanrılığı, ne kulları, ne alkışlayanları, ne secde edenleri, ne dostları, ne de yardımcıları kalmış.
Varsın şu anda ekonomik ve siyasal gücünden dolayı tüm dünya onun önünde eğilsin. Varsın şu anda kulları onu tanrı maka­mında görüp ona hamd etme adına, ona şükretme adına yasalarını uygulamaya koysunlar. Bilsinler ki yeryüzünde Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan, dünyada, dünyanın konumu gereği Allah’ın kendile­rine tanıdığı fırsatlara aldanarak Allah’ı aldattıklarını, atlattıklarını zanneden, bunun için de kendi kendilerine hayat programı yapmaya kalkışan bu insanlar yarın kendi kazandıkları ateşe yuvarlandıklarında anlayacaklar ki bu dünya gerçekten çok boşmuş.
Öyleyse gelin ey insanlar! Bu basit dünyayı alıp da bâkî âlemi kaybetmeyelim. Şu basit dünyanın ardına düşüp de, bir kısım dünya hesaplarıyla Allah’ı bir kenara bırakıp, Allah dostları mü’minleri bir ke­nara bırakıp kâfirleri, müşrikleri dostluk makamına çıkarmayalım. Şu anda güç kuvvet onlardadır, mal mülk onlardadır diye, izzet ve şeref onların kapısındadır diye onların velâyeti altına girip, onlarla birlikte hareket etmeye kalkışmayalım. Unutmayalım ki izzet ve şeref tümüyle Allah’a aittir.
Peki, acaba şu anda küfür içinde, şirk içinde, nifak içinde yaşa­yan bu kâfirlerin, bu münâfıkların hiçbir kurtuluş hakları yok mu­dur? Acaba bu insanlara kurtuluş kapılarının tamamı kapanmış mıdır? Hepten affedilmeyi kaybetmiş midir bu insanlar? Hayır. Şu anda her şey bitmiş değildir. Şu anda hayat bitmiş, kıyamet kopmuş ve tüm tevbe kapıları, dönüş fırsatları kapanmış değildir. Ama ölümün ne zaman geleceğini, kıyametin ne zaman kopacağını da bilmiyoruz. Bunu bilen sadece Allah’tır. Şu anda hayatımız devam ettiği sürece, nefeslerimiz devam ettiği sürece, gözlerimiz gördüğü, kulaklarımız işittiği sürece bilelim ki hepimizin dönüş imkânı elimizdedir. Allah bu imkânı bize lütfetmiştir. Münâfık da olsa kişi, kâfir de olsa şu anda ha­yatta olanların imtihanları sürmektedir ve her an dönüş yolu, çıkış yolu açıktır. Bakın Allah diyor ki:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-146

Nisa-146

“Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah'ın kita­bına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar müstes­nadır. Onlar inananlarla beraberdir. Allah mü'minlere büyük ecir verecektir.”
Kim tevbe edip dönerse. Güneş batıdan doğmadan, ölüm ge­lip çatmadan, yâni ya evrensel kıyamet kopmadan, ya da kişinin ferdi kıyameti dediğimiz ölümü onu yakalamadan önce kim tevbe edip Rabbine dönerse, Rabbinin istediği hayata dönerse, Rabbine kulluğa yönelirse. Önceki kıblesini değiştirirse. Nefsinin, şeytanın ve tâğutların yörüngesinde günahlara doğru giderken bir anda yönünü Allah’a çevirirse. Allah’tan habersiz toplum için yaşadığı önceki hayatından, önceki küfründen, şirkinden, nifakından, isyanından vazgeçip Allah’ın istediği bir hayata yönelir; “Ya Rab!” derse. Affet Allah’ım! Kaçak ku­lun sana yöneldi derse. Yepyeni bir iman ve teslimiyet atmosferine gi­rebilirse.
Ve durumunu ıslah ederse. Hayatını ıslah ederse. Halini düzeltir ve Allah’la barışabilirse. Allah’la arasını düzeltebilirse. İçlerin­deki nifak hastalıklarını atıp, nifak ve toplum için yaşama pisliklerin­den arınıp amellerini ve niyetlerini ıslah edip Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yönelebilirse.
Allah’a da sarılırsa. Allah’a bağımlı olabilirse. Tüm sevgisini, ka­bulünü, reddini Allah’a bağımlı kılabilirse. Allah’a, Allah’ın kitabına, Allah’ın yoluna, Allah’ın dinine, Allah’ın Resûlüne Allah’ın hayat prog­ramına sımsıkı sarılıp O’na bağımlı, O’na ait olabilirse.
Ve dinini de Allah için ihlâslı hale getirirse. Dinde muhlisler ola­rak sadece duasını dâvetiyesini, kulluğumuzu ona yaparsa. Halis bir din sahibi, katışıksız bir din sahibi olursa. Din kişinin hayat progra­mıdır. Din kişinin yaşam biçimidir. Öyle bir din yaşayacağız ki, öyle bir hayat programımız olacak ki o hayatın tümünde sadece Allah’ı dinle­yecek ve başka şeyleri katıp karıştırmayacağız. Yâni hayatımızın bazı bölümlerinde Allah’ı, bazı bölümlerinde de başkalarını dinleyerek, ha­yatımızın bazı bölümlerinde Allah’ın yasalarını, bazı bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygulayarak katışıklı bir din, şirket içinde bir hayat yaşamayacağız. Şirke düşmeyeceğiz. Yirmi dört saatimizin tü­münü Allah’a ait kılacak, sadece O’nu dinleyecek ve sadece O’na kulluk yapacağız.
İşte eğer onlar böyle katışıksız bir din sahibi olurlarsa. Dinlerini karıştırmaz, dinlerini paramparça etmezler, hayatlarının tamamında Allah’ın hayat programının içine girerlerse. Yâni tanrılar sistemini red­deder, yalnız ve yalnız Allah’a kulluğa yönelmenin hesabını yapar­larsa.
Artık onlar mü’minlerle beraberdirler. Artık onlar mü’min olmuş­lardır. Artık eski hayatları, eski dünyaları silinmiş, küfürleri, şirkleri bitmiştir. Yeter ki dönüş Allah için olsun. Allah onların tüm geçmişle­rini sıfırlayacak, onları analarından doğdukları gündeki gibi tertemiz hale getirecektir.
147. “Şükreder ve inanırsanız, Allah size niçin azab etsin? Al­lah şükrün karşılığını verir ve bilir.”
Evet eğer sizler şükreder ve iman ederseniz Allah size niye azap etsin de? Allah kullarına azap etmekten niye hoşlansın da? Sizler Rabbinize O’nun istediği biçimde iman eder, O’nun size sunduğu sayısız nîmetlerine karşılık nankörlük etmez, Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yönelirseniz bilesiniz ki Allah size azaptan yana de­ğildir. Çünkü azap inkâr ve nankörlüğün karşılığıdır. Rabbimizin azabı caydırıcılık özelliği taşımaktadır. Kullarını küfürden imana, nankör­lükten şükre sevk etmek için Rabbimiz azabını gündeme getirmekte­dir. Bunlar hâsıl olduktan sonra Allah size azap etmekle ne kazana­cak da? Rabbimize öyle yeryüzü melikleri gibi, yeryüzü kralları gibi, beni razı etseler de etmeseler de, benim istediğim şekilde hareket et­seler de, benim istediğim şekilde yaşasalar da yaşamasalar da, ben mutlaka onlara azap edeceğim diye adâletsiz bir yasayı izafe etmek zulümlerin en büyüğüdür. Çünkü:
Allah Şakir ve Alîmdir. Eğer insanlar Allah’a Allah’ın istediği bi­çimde iman ederler, Allah’ın istediği biçimde şükrederek bir hayat ya­şarlarsa kesinlikle bilsinler ki Allah onlar için Şakirdir. İfade ne kadar güzel değil mi? Allah Şakirdir. Kendisi zaten şükredilmeye lâyık ye­gâne varlıktır ve de sonunda yaptıklarından ötürü sanki kullarına te­şekkür edendir Allah. Allah kullarına teşekkür ediyor. Buna karşılık kulların Allah’a nasıl bir kulluk yapması gerektiğini artık siz düşünün.
Muhakkak ki Allah Şekûr ve Alîmdir. Yâni sizler iyi amellere ko­şarken, salih ameller peşinde Rabbinizi razı etmeye çırpınırken birtakım kusurlarınız, eksiklikleriniz, hatalarınız ve sürçmeleriniz, fal­so­larınız olsa da unutmayın ki Allah Ğafûr’dur. Siliverir Allah onları, kaale almayıverir, yok farz ediverir, örtüverir üzerlerini, bağışlayıverir sizi. Bir de Allah Şekûr’dür. Şükredendir Allah. Yâni teşekkür edendir, yaptıklarınızı karşılıksız bırakmayandır, amellerinizi asla zayi etme­yendir.
 

zrrtt

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
3 Mar 2009
Mesajlar
118
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
103
Ali Küçük hoca gerçekten muhterem bir hocadır.
Paylaşım için Allah razı olsun.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-148

Nisa-148

“Allah zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğünü sözle bile açıklamasını sevmez. Allah işitir ve bilir.”
Rabbimiz zulme uğrayanların dışında kötü sözün açıkça söylenmesinden hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayanlar bunun dışındadır buyuruyor Rabbimiz. Allah kötülüğün fiiline de sözcülüğüne de gazap eder. Allah kötülüğü asla sevmez. Ancak mazlum kişi, zulme uğrayan kişi bunun dışındadır. Zulme uğramış, hakları gasp edilmiş kimse kendisine zulmeden karşısındaki muhatabına karşı uğradığı o zulmü açıktan açığa ifade edip gündeme getirmesinde, karşısındakinin kötü sözlerine aynen karşılık vermesinde, feryad ü figan etmesinde bir ve­bal yoktur. Zalimin zulmünü de, zulme uğrayanın feryad-ü figanını da Allah bilmektedir.
Tabi yeryüzünde insanlara zulmeden, hak hukuk tanımayarak, din diyanet tanımayarak, Allah yasalarını, kitap sünnet yasalarını çiğ­neyerek yeryüzünde kendi arzularını kendi hırslarını tatmin için çırpı­nan insanlara karşı mü’minlere yol vardır diyor, Rabbimiz. Onları dur­durmak, onların zulümlerine engel olmak, onların ellerini kırmak bir izin değil, emirdir. Zalimlerin zulümlerine engel olmak mü’minlerin tü­müne bir emirdir. Nerede bir zulüm varsa, yeryüzünün neresinde Al­lah kullarına yönelik bir haksızlık söz konusuysa onu defetmek için mü’minler sürekli hareket halinde olmalıdırlar.
Değilse Allah korusun mü’minler sadece kendi ülkelerini, sadece kendi durumlarını görüp ben iyiyim, ben zulme maruz değilim, bizim durumumuz iyidir diyerek yan gelip rahat yataklarında yatamazlar. Geçtiğimiz dönemlerde ecdadımız yeryüzünün neresinde bir zulüm bir haksızlık söz konusu olmuşsa ülkelerinin zalimlerinden şi­kâyette bulunan insanların feryatlarını duymuşlarsa hemen onların imdatlarına gitmişler ve onları zalimlerin zulümlerinden kurtarmışlar­dır. Ecdadımız hem kendi toplumlarını ıslah etmişler, hem de çevrele­rindeki zalimlerin burunlarını kırmışlardır. Rabbimiz Müslümanlara bu görevi yüklemiştir. Hem kendi toplumlarında Allah kullarına zulmeden, Allah kullarının kulluğuna engel olmaya çalışan zalimlere karşı hem de tüm yeryüzünde zulmeden insanlara karşı savaşmayı onları dü­zeltmeyi Müslümanlara bir hak ve görev olarak vermiştir, Rabbimiz.
149. “Bir iyiliği açığa vurur veya gizler yahut bir kötülüğü affe­der­seniz, bilin ki Allah da affedendir, güçlü olandır.”
Eğer hayrı açıklarsanız, yahut onu gizlerseniz, yahut da kötülüğü bağışlarsanız, affederseniz muhakkak ki Allah affedendir bunu da iyi bilin diyor, Rabbimiz. Anlıyoruz ki Rabbimiz mü’minlere kendi sıfatını hatırlatarak şahıslarına karşı kâfirlerin, müşriklerin yahudilerin yapabilecekleri kötülüklere karşı, saldırılara karşı sabırlı olmalarını, aftan yana olmalarını tavsiye ediyor. Onları Allah’a kulluğa kazandı­rabilmek için gizli veya aşikâr hep onlara iyilikte bulunmalarını, kötü­lüğe karşı kötülükte bulunmamalarını emrediyor.
Ey mü’minler, sizler Allah’a inanmış insanlarsınız. Sizler başkaları gibi olamazsınız. Sizler Rabbinizin sıfatlarıyla sıfatlanmak zo­rundasınız. Evet Müslüman daima aftan yanadır. Hele Müslümanlar Müslümanlara karşı daima af yolunu, barış yolunu tercih etmelidir. Lâkin az evvel de ifade edildiği gibi zulme uğrayan bir kimsenin maruz kaldığı zulmü ifade etme hakkı vardır. Ama bunu örter, affeder, hayrı gizliden gizliye veya açıktan açığa ifa ederse, yâni hayrı ilan ederse bilesiniz ki Allah affedendir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-150-151

Nisa-150-151

“Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, Al­lah'la peygamberleri arasını ayırmak isteyen “Bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz” diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere ağır bir azab hazırlamışızdır.”
Muhakkak ki Allah’ı ve peygamberlerini küfredenler, örtenler, örtbas edenler. Allah’ı ve elçilerini örtüp gündemlerinden düşürenler. Allah’ı ve elçilerini reddedenler, tanımayanlar, inkâr edenler, Allah’a ve peygamberlere küfredenler. Allah’la elçilerinin arasını ayırmak is­teyenler. Bazen Allah’ı kabul edip peygamberi reddetmek biçiminde, bazen Allah’ı da peygamberleri de reddetmek biçiminde, bazen da peygamberlerden bazılarını kabul edip bazılarını reddetmek biçiminde Allah’ı ve elçilerini inkâr edenler, Allah’a ve elçilerine Allah’ın ve elçi­lerinin istediği gibi iman etmeyenler, işlerine geldiği zaman Allah’a, işlerine geldiği zaman işlerine gelen peygambere iman ettiklerini iddia edenler diyorlar ki:
Biz bir kısmına inanır bir kısmını reddederiz. Bir kısmını kabul eder bir kısmını kabul etmeyiz diyerek böylece bu ikisi arasında bir yol tutmak istiyorlar bu adamlar. Yâni hayatlarında Allah’ın ve elçileri­nin varlığını, varlık sebebini kendilerince yorumlamak istiyorlar alçak­lar. Allah’ın ve elçilerinin getirmiş oldukları dini, getirmiş oldukları ha­yat programını kendilerince yorumlamak istiyorlar. Allah bir din gön­dermiş ve bu din “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” diye başlıyor, “minel cinneti vennas” diye bitiyor. Evet Allah’ın dini, Allah’ın kitabı ve o kita­bın pratiği olan, tebyini olan Resûlünün sünnetiyle tamamlanmıştır. Ama kâfirler o dini kendilerince yorumlayıp algılamak istiyorlar. Hal­buki Allah’ın dinine göre Kur’an’da ismi geçen tüm peygamberlere inanmak zorundayız. Hayatları yasal olarak Kur’an’da anlatılmış, ör­neklenmiş tüm peygamberlerin örnekliliğini kabul etmek zorundayız. Çünkü yasal olarak Allah bu kitabında onların hayatlarını bize haber vermiştir. Onların tümünün örnekliğine iman onları bize anlatan Allah’a demektir.
Yâni bu bir iman konusudur, iman gereğidir. Peygamberlerden bir kısmına iman edip bir kısmını reddetmek küfürdür. Ben Allah’a inanırım ama peygamberlere ya da falan peygambere inanmam de­mek küfürdür. Veya peygamberin hayattaki peygamberlik misyonunu, peygamberlik örnekliğini reddetmek de küfürdür. Ben Allah’a inanırım ama peygamberin bize sadece Allah’ın mesajını, Allah’ın âyetlerini bize ulaştırmanın dışında başka hiçbir özelliğinin olmadığına inanırım. Peygamberin varlığı, misyonu sadece kitabı bize ulaştıran bir posta­cıdan öteye geçemez. Onun hayatı, onun yapıp ettikleri beni bağla­maz. Ben onun örnekliğini kabul etmek zorunda değilim demek de küfürdür. Bu peygamberin varlık sebebini reddetmektir.
Evet, Allah’la Resullerinin arasını ayırmak küfürdür. Allah’a evet, Allah’ın kitabına evet ama peygambere hayır demek küfürdür. Tıpkı kitabın bir kısmına evet ama bir kısmına hayır demek gibi. Veya meselâ Fâtiha’yı kabul edip Bakara’yı reddetmek, Bakara’nın 280 âyetini kabul edip 6 âyetini kabul etmemek, Âl-i İmrân’ın yarısını kabul edip yarısını reddetmek, Mâide’ye hoşuma gitmiyor demek, En’âm’a olmadı demek, Enfâl bu devirde geçerli olamaz, çünkü orada savaş­tan, ganîmetten söz ediliyor, bu devirde böyle şeylerin yeri yoktur demek, Nisâ’daki miras âyetlerini, yahut birden fazla kadınla evlenme ruhsatını bu devirde asla kabul edemem demek küfürdür.
Yâni böyle bir orta yol tutarak işine gelen âyetleri kabul edip işine gelmeyenleri reddetmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Veya pey­gamber (as)’in şu şu işleri, şu şu yönleri kabul ama şu şu yönlerini beğenmedim. Peygamberin Mekke’deki dönemi tamam ama Me­dine’deki dönemi hoşuma gitmedi demeye hiç kimsenin hakkı ve selahiyeti yoktur. Bu din Allah’ın dinidir. Bu dini koyan Allah’tır. İslâm’ı, dini Allah’ın koyduğu gibi, Allah’ın istediği gibi kabul etmeyenler âyet­leri seçiyorlar, peygamberleri seçmeye çalışıyorlar, peygamberin sözlerinden, peygamberin sünnetinden işlerine gelenleri gelmeyenleri seçiyorlar, şunlar şunlar tamam ama şunlara şunlara hayır diyorlar. Kimileri diyorlar ki efendim İslâm gerçekten çok güzel bir ahlâk yasası belirlemiş, vazetmiştir. Binaenaleyh İslâm’ın ahlâk yasalarını alalım ama İslâm’ın siyasetini reddedelim.
Veya İslâm’ın namazını kabul edelim ama hukukunu reddederiz. Veya İslâm’ın orucunu, haccını kabul edelim ama ekonomik dü­zenlemelerini reddedelim. İslâm’ın temizlik yasalarını kabul edelim ama eğitim yasalarını reddedelim. Veya İslâm’ın ölüm ötesi hayatla il­gili haberlerini bu devirde kabul etmek mümkün değildir. Veya ölüm ötesi anlayışını kabul deriz ama yaşadığımız bu dünya hayatıyla ilgili yasalarını kabul edemeyiz. İslâm’ın hayatımıza karışmasını kabul edemeyiz diyenlerin tamamı kâfirdir. Kendilerinin istediği gibi bir dine, kendi hevâ ve heveslerine uygun bir hayat programına evet, ama Al­lah ve Resûlünün istediği bir dine, bir hayat programına evet diyenle­rin tamamı kâfirdir.
Evet yahudiler diyorlar ki biz Mûsâ’yı kabul ederiz Ama Îsâ’yı ve Muhammed (a.s)’ı kabul etmeyiz. Hıristiyanlar diyorlar ki biz Îsâ’yı ve Mûsâ’yı kabul ederiz ama Muhammed (a.s)’ı asla kabul etmeyiz. Müslümanlar da diyorlar ki biz Adem (a.s) dan buyana Mûsâ’yı, Îsâ’yı, Muhammed (a.s)’ı ve tüm peygamberlere iman ederiz. Biz peygam­berlerin arasını ayırmayız. Aslında biz Mûsâ’yı ve Îsâ’yı kabul ederiz diyen yahudi ve hıristiyanlar doğrusu bu peygamberlere de Allah’ın istediği bir imanla iman etmiyorlardır. Çünkü Allah’ın istediği şekilde olmayan bir imana iman denmez. Veya başka bir ifadeyle bu konuda iman mutlak sûrette bir kitaba müstenit olmalıdır.
Şu anda ellerinde kitap olmayan, kitaplarına ve peygamberlerine olmadık iftiralarda bulunmuş, kitaplarını tahrif edip hayatı düzen­leme özelliğini bozmuş, İlâhi kitap olma vasfını değiştirmiş, peygam­berlerinden kimilerini öldürüp kimilerine olmadık işkencelerde bulun­muş bu adamlar kalkacaklar ve diyecekler ki biz Mûsâ’ya iman ediyo­ruz, biz Îsâ’ya inanıyoruz ama Muhammed (a.s)’ı reddediyoruz de­sinler, bu zaten baştan bâtıldır.
Evet yahudiler ve hıristiyanlar böyledir. Bizim içimizde de şu anda dini parçalayanlar, hayatı parçalayanlar ve hayatın bazı bölüm­lerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de kendi hevâ ve heveslerini, ya da Allah’tan başkalarını dinlemeye çalışanlar. Bazen Allah’a bazen da başkalarına kulluk edenler. İmanı parçalayanlar, kitabı parçalayanlar, ahlâkı, siyaseti, hukuku, ekonomiyi parçalayan, bunları Allah ve Re­sûlünün istediği şekilde değil de kendi hevâ ve heveslerine göre yo­rumlamaya çalışan, yaşadıkları hayatın programını Allah ve Resûlüne sormadan kendi kendilerine belirlemeye çalışan, Allah’ı, Allah’ın kita­bını, Allah’ın elçilerini reddeden, işlerine geldiği zaman Allah ve Re­sûlüne, işlerine gelmediği zaman da kendi hevâ ve heveslerine müra­caat edenler de Allah ve elçilerinin arasını ayıranlardır. Ve böyle ya­panlar:
İşte bunlar gerçek kâfirlerdir. İşte hak kâfirler bunlardır. Ve on­lara alçaltıcı bir azap vardır. Evet Allah’a hayır diyen, peygamberlere hayır diyen, Rasulullah’a hayır diyenler, Allah’ı ve Resûlünü hayatla­rına karıştırmayanlar, Allah’la elçilerinin arasını ayıranlar, dini parça­layanlar, hayatı parçalayanlar, peygamberin hayatını parçalayıp işine gelenleri kabul edip işine gelmeyenleri reddedenler gerçek kâfirlerdir. Ve böyle kimseler için dünyada alçaltıcı bir azap, âhirette de acıma­sız, tam kendi hayatlarına uygun bir azap onların olacaktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-152

Nisa-152

“Allah'a ve peygamberlerine inanıp, onlardan hiçbirini ayırmayanlara, işte onlara Allah ecirlerini vere­cektir. O, bağışlar ve merhamet eder.”
Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman eden, Allah’ın yegâne Rab, Melik ve İlâh olduğuna iman eden, Allah’ın kitap ve elçiler göndererek hayata karıştığına iman eden, kendisine kulluk yapılmaya lâ­yık tek mâbud olduğuna iman eden, elçilerine de yine Allah’ın istediği biçimde inanan, elçilerinin arasını ayırmayan, kitabı parçalamayan, âyetlerin tümüne iman eden mü’minlere gelince işte onların ecirlerini Allah verecektir. Allah onları bağışlayıp rahmetiyle muamele edecek­tir. Çünkü onlar Allah’a Allah’ın istediği biçimde iman etmişlerdir. Ki­taba ve peygambere Allah’ın istediği şekilde iman etmişler, kitabı ve peygamberi hayatlarında bağlayıcı bilmişlerdir. Hayatlarını kitap ve peygamber kaynaklı yaşamaya çalışmışlardır.
Evet o mü’minler daha önceki kitaplara da evet diyen, bu ön­ceki kitapların pratik değerlerinin Kur’an’da ifade edildiği şekliyle ina­nırlar. O mü’minler önceki peygamberlerin tümüne inanırlar ama yasal olarak Kur’an’da anlatıldığı şekliyle o peygamberlerin hayatlarının ya­sal ve hatasız olduğuna iman ederler.
İşte her çeşidiyle kâfirlerin mü’minlerden ayrıldıkları nokta burasıdır. Mü’minlerin kâfirlerden Al­lah’ı, dini, peygamberi değerlendirme noktasında, hayatı değerlen­dirme noktasında ayrıldıklarını anlıyo-ruz buradan. Her ne kadar kâ­firlerle ciddi bir hesaplaşmanın yaklaştığı şu günlerde kâfirler mü’minlerle aralarında bir farkın olmadığını, onların da mü’minler gibi cennete gideceklerini söylemeye ve böylece mü’minlerin kendilerine karşı başlatacakları bir özgürlük savaşını geciktirmeye çalışsalar da bu âyetlerle yakından tanışan mü’minler inşallah onların bu yutturmacalarına aldanmayacaklardır.
İnşallah Rabbimizin bu âyetlerin bilincine eren Müslümanlar kendileriyle bu kâfirlerin asla bir ortak yönlerinin olmadığını, kâfirlerle kendilerinin tamamen ayrı olduklarını ve asla dostça bir hayat yaşa­malarının mümkün olamayacağını, dinlerinin yollarının tamamen ayrı olduğunu, birisinin cennete ötekisinin de cehenneme gideceğini anla­yacaklar ve onlarla hesaplaşmadan geri durmayacaklardır.
Bundan sonra Rabbimiz bu ehl-i kitabın Rasulullah Efendimize karşı tavırlarından söz edecek. Tıpkı öncekilerin Allah elçilerine karşı takındıkları tavırlarına benzer tavırlar takınarak Allah’ın Resûlünü uğraştırmaya çalıştıklarını anlatacak. Bakın bundan sonraki âyetinde Rabbimiz şöyle buyuruyor:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-153

Nisa-153

“Ey Muhammed! Kitap ehli, senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve “Bize Allah'ı apaçık gös­ter.” demişlerdi. Zulümlerinden ötürü onları yıldırım çarpmıştı. Belgeler kendilerine geldikten sonra da, buza­ğıyı İlâh olarak benimsediler, fakat bunları affettik ve Mûsâ’ya apaçık bir hüccet verdik.”
Peygamberden gökten kendilerine bir kitap indirmesini istiyorlar. Cahil adamlar dikkat ederseniz peygamberi Allah’la karıştırı­yorlar. Allah’tan istenmesi gereken şeyleri peygamberden istiyorlar. Kitabın vahiy halinde Cibril tarafından peygambere indirilişine güve­nemiyorlar da yazılı olarak, levhalâr halinde gözleriyle görebilecekleri, elleriyle dokunabilecekleri bir kitap halinde indirilmesini istiyorlar. Yâni Allah’a ve peygambere güvenmiyorlar da, Allah’ın yeryüzündekilerin hayatına karışmak üzere içlerinden birisini sözcü seçip ona vahiy göndermesine itimat edemiyorlar da peygamberliği bizzat kendile­rinde denemek istiyorlar.
Çünkü dikkat ederseniz kitabın kendilerine indirilmesini istiyorlar. Bunu isteyenler yahudilerdi. Gelmişler Rasulullah Efendimiz­den gökten kendilerine bir kitap indirmesini istiyorlardı. Ne olacaktı böyle gökten bir kitap indiğinde? İnanacaklar mıydı o zaman? Hayır kesinlikle yine inanmayacaklardı. Peki dertleri neydi bu adamların? Tüm dertleri iman etmemek için sebepler bulmak ve peygamberi sı­kıştırıp zor durumda bırakmaktı adamların. Baktılar ki Kur’an âyetleri karşısında pilleri bitti, diyecek bir şey bulamadılar, peygamber (a.s) karşısında sıfırı tükettiler. Vahiy karşısında dikiş tutturamayınca olur olmaz şeyler söylemeye, abuk sabuk şeyler istemeye başladılar.
Peygamberin sahasının dışında, misyonunun dışında ondan bir şeyler isteyerek onu sıkıştırmayı denediler. Değilse bunların iman etmeyişleri delillerin azlığından, ikna olmayışlarından filan değildi. Çünkü bu adamlar Allah’ı tanıyan, Allah’ın hayata karıştığını bilen, Allah’ın elçilerini tanıyan, Allah’ın elçilerine melek vasıtasıyla kitaplar gönderdiğini bilen insanlardı. Ama yine de hainliklerinden istiyorlardı bunu. Yâni bu adamlar Allah istemedikçe, Allah’ın izni olmadıkça peygamberin kendi başına gökten bir kitap indirmesinin asla mümkün olmadığını kendileri de biliyorlardı. Bakın En’âm sûresinde de Rabbimiz bunların iman etmeyişlerinin sebebini şöylece açıklıyordu:
“Eğer sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş (Ona dokunmuş) olsalardı, yine de inkâr ediciler: “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir, derlerdi.” (En’âm 7)
Kâfirlerin hakkı kabule yanaşmamalarının sebebini açıklıyor Rabbimiz. Kibir ve inat. Kibirleri ve iğrenç inatları yüzünden onlar bu kitabı reddediyorlar. Kibirleri ve inatları yüzünden kitabın âyetlerine karşı ilgisiz davranıyorlar. Eğer Cenâb-ı Hak bu kitabı peygamberine onların gözleriyle göremedikleri bir yolla, vahiy yoluyla değil de elle­riyle dokunabilecekleri, gözleriyle görebilecekleri kağıtlar halinde in­dirmiş olsaydı yine de bu gerçeği kabul etmezler, bu apaçık bir büyü­dür derlerdi. Kibirleri, inatları ve cehaletleri galebe çalar yine de iman etmezlerdi. Öyleyse ey peygamberim, ve ey peygamber yolunun yol­cusu mü’minler, bunu bu adamlara çok görüp yadırgamayın. Çünkü:
Bunlar, bu adam olmadıklar Mûsâ (a.s) dan bu senden istedikle­rinin daha büyüğünü istemişlerdi. Arkadaşlar bu ifadesiyle Rabbimiz sevgili peygamberine ve biz Müslümanlara teselli veriyordu. Ey peygamberim ve ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar, sizler bu adamların bu cins tavırları karşısında kafanızı yormayın, takmayın onları kafanıza. Üzülüp, sıkılıp da onlara cevap vermeye çalışmayın. Sizler Allah’ın istediği, vahyin istediği şekilde yolunuza devam edin. Vahye teslimiyetiniz ve kulluğunuza devam edin. Onlar ne derlerse desinler, ne günah işlerse işlesinler. Unutmayın ki onlar bu yaptıklarını sadece şimdi sizlere karşı değil, daha önce peygam­berleri Mûsâ (a.s)’a karşı da yemişlerdi. Mûsâ’ya da aynen şöyle de­mişlerdi:
Ey Mûsâ bize Allah’ı açıkça göster. Biz açıkça Allah’ı görmedikçe, bize O’nu açıkça göstermedikçe sana ve Rabbine asla inan­mayacağız demişlerdi. Allah’ın elçisine karşı materyalistçe bir tavır takınmışlardı. Evet dünkü yahudi’nin Allah’ı görmeden inanmayız sözü sanki bugünkü pozitivizm denen bilimciliğin yaygınlaştırılması. Deneye girip çıkmayana inanmaz adam.
Günümüzde pozitivist kâfirlerin de aynı şeyleri söylediklerine şahit oluyoruz. Laboratuvar deneylerine konu olmayan şeylere inan­mayız diyorlar. Ve bugün bunu söyleyenler de zirvede bir düşünceye sahip olduklarını iddia ederler. Halbuki bu âyetle birlikte bu zavallıların ne kadar basit bir akıl yürütmeden bile mahrum olduklarını görüyoruz. Bundan dört bin yıl önce de İsrail oğullarının seçkinlerinin dediklerinin aynısını söylüyorlar.
Demek ki yeni bir şey değil bu materyalist felsefenin insanlığa sunduğu mesaj. Bunlar maddeden başka bir şey tanımayan, gözle­rine batmayan bir şeye inanmayan, gayba inanamayan insanlardır. Bunlar tıpkı sopasız yürüyemeyen körlere benzerler. Tapacakları mâ­butlarını elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Yâni tapmak için cisim ararlar, putlar ararlar. Bulamazlarsa yaparlar, ondan imdat beklerler. Çünkü insanlarda ibâdet hissi doğuştan vardır, tapacaklardır bir şey­lere. Hiç olmazsa bir öküz veya öküzün altındaki bir buzağıyı ararlar. Sanki İsrail oğullarının kavgası tam da bizi buluyor anlamına gelecek. Aynen onlar gibiyiz. İşte bizim piyasa, işte İsrail oğullarının durumu:
Evet Kur’an’ın başka yerlerinde detayını görüyoruz ki bunlar biz Allah’ı açık açık görmedikçe kesinlikle inanmayacağız ey Mûsâ! diye tutturunca rivâyetler gösteriyor ki Hz. Mûsâ bunlardan, kendi içle­rinden yetmiş kişiyi seçip kendisiyle birlikte Tur’a göndermelerini is­tedi. Araf sûresinin 55. âyeti bunların sayısının yetmiş kişi olduklarını anlatır. Hz. Mûsâ kavmin seçtiği bu yetmiş kişiyle beraber Tûr’a gitti. Bunlar arkadaşları namına Hz. Mûsâ’nın Allah’la konuşmasına şahit olacaklardı. Bu yetmiş kişi burada Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Mûsâ ile ko­nuşmasına şahit oldukları halde, hayır bu yetmez ey Mûsâ! Senin Rabbini açık açık gözlerimizle görmedikçe inanmayacağız! dediler. Sonra:
Zulümlerinde ötürü, haddi aşmalarından, yapmamaları gere­keni yaptıklarından, istenmemesi gereken bir şeyi istediklerinden, bulunmamaları gereken bir konumda bulunmalarından ötürü onları yıldırım çarpmıştı. Sa’ika; yıldırım veya bir ateş, veya "Geberin!" diye bir sesti. Her şey olup bitmişti. Hepsi ölmüşlerdi. Sanki alın öyleyse Allah’ı ancak böyle görebilirsiniz dercesine Allah onların tamamını öl­dürüverdi. Hz. Mûsâ ağlamaya başlamıştı: “Ya Rabbi! Sen kavmimin seçkinlerini öldürdün! Şimdi ben onların yanına varınca ne diyece­ğim?” diye yalvarıp yakarınca Allah onları tekrar diriltmişti. Sonra:
Sonra yine kendilerine Allah’ın apaçık Beyyine’leri, apaçık mucizeleri, âyetleri geldikten sonra, Allah’ın apaçık âyetlerini gördükten sonra yine de bu adamlar tuttular Hz. Mûsâ kısa bir süre vahiy almak için yanlarından ayrılıp Tûr’a gidince Allah’ı ve peygamberi unutup buzağıya tapındılar.
Denizi geçtikten kısa bir süre sonra kitap vermek için Cenâb-ı Hak Hz. Mûsâ’yı Tur dağına çağırdı. Bakın bu adamlar Allah’ı biliyor­lardı, Allah’ın gücünü görmüşlerdi, Firavunun zulmünü görmüşler, Al­lah’ın kendilerini onun zulmünden nasıl kurtardığını görmüşler, deni­zin yarılıp kendilerinin sağ salim karşıya geçerlerken düşmanlarının nasıl boğulduklarını gözleriyle görmüşler. Yine bu adamlar peygam­beri tanımışlar, peygamberin ne için ve nereye gittiğini bilmişlerdi ama yine de zalimliklerini ortaya koyuyorlardı.
Dediler ki; “Yahu nereye gitti bu Mûsâ? Eğer bir Allah aramaya gitmişse birlikte arasaydık! Bizler onun yokluğuna dayanamayız! On­suz biz kime sığınacağız? Onsuz hayatımızı neyle dolduracağız? Ol­maz, biz onsuz yapamayız, edemeyiz!” diyerek yanlarındaki mücev­herlerini eriterek buzağı şeklinde bir put yapıp Peygamberden boşa­lan hayatlarını onunla doldurmaya kalktılar. Allah onları ineğe tapın­maktan kısa bir süre önce kurtardığı halde, onlar tekrar buzağıya dö­nerek zalimlerden oldular
Bir de üstelik bunlar ineğe de tapamıyorlardı. Çünkü Mısırdaki efendileri ineğe tapıyorlardı. Bunlar halâ köleliği içlerinde taşıdıkların­dan efendilerinin taptıklarına tapamıyorlar da ineğin küçüğüne yâni buzağıya tapınmaya çalışıyorlardı. Çünkü inek egemen güçlerin, efendilerinin tanrısıydı. Köleler ise daha küçüğüne tapabileceklerdi. Efendileri onları öyle eğitmişlerdi. Firavunun eğitim sistemi bunu ge­rektiriyordu. Sizler kölesiniz denmişti kendilerine. Sizler az gelişmişsi­niz, sizler güçsüzsünüz denmişti kendilerine yıllar yılı. Firavunun eği­timinde yetişen bu insanlar hiçbir zaman efendilerine kafa tutma ce­saretini kendilerinde bulamazlardı. Onların yaptıklarını yapma cesa­retini de kendilerinde bulamazlardı. Onlar için hayat daima efendilerini taklit ve efendilerinin yolunda olmaktı. Efendilerinin yaşadıkları bir ha­yata yüz yıl sonra ulaşmak bile onlar için bir şerefti.
Bütün bunlara rağmen biz yine de onları affettik ve Mûsâ’ya Sultan-ı Mübîn verdik. Mûsâ (a.s)’a Suhuf verdik, Tevrat verdik, Furkan verdik.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-155

Nisa-155

“Sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini in­kâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, “Kalplerimiz perdelidir.” demelerinden ötürü Allah, evet, inkârlarına karşılık onların kalplerini mühürledi, onun için bunların pek azı inanır
Nedenmiş o? Niye gazaba uğramışlar bu adamlar? Neden zillet ve meskenet damgası vurulmuş onlara? Çünkü onlar Allah’la söz­leşmelerini bozmuşlar, Allah’a verdikleri ahitlerini yerine getirmemiş­ler. Sonra onlar Allah’ın âyetlerini küfrediyorlar, Allah’ın âyetlerini ör­tüyorlar, örtbas edip, gündemlerinden düşürüp açığa çıkarmıyorlardı.
Allah’ın iki tür âyeti vardı. Biri metluv âyetler ötekisi de meşhut âyetler. Farklı ifade edersek birisi kulağa hitap eden işitsel âyetler de­diğimiz şu elimdeki Kur’an’ın âyetleri. Ötekisi de göze hitap eden gör­sel dediğimiz şu kâinatta Allah’ın serpiştirdiği kendi varlığına alâmet ve nişane kıldığı ay gibi, güneş gibi, gece ve gündüz gibi, bulut ve rüzgar gibi, insan, hayvan, ağaçlar, bitkiler gibi âyetler. İşte bu adamlar bunları küfrediyor, örtüyor, örtbas ediyorlar, kamufle ediyor­lar, halkın gözünden kulağından saklıyorlardı. Yâni gündeme getirmi­yor, gündemlerinden kaldırıp onlarsız bir hayat programı yapmaya çalışıyorlardı."Ve de Peygamberleri haksız yere öldürüyordular."
Peygamberleri haksız yere öldürmek. Peki acaba haklı yere Peygamber öldürülür mü ki Rabbimiz burada haksız yere Peygamberleri öldürüyorlardı buyurmuş? Anlayabildiğim kadarıyla bunu şöy­lece özetleyelim inşallah:
1- Bazen bâtıl işleyen, bâtıl iş yapan birisi, onu hak zannıyla ya­pabilir. Onun yapılması gereken bir hak olduğunu zannettiği için veya o konuda bilgisiz olduğu için doğru zannıyla, hak zannıyla o işi yapabilir. Ama bu iş, bu Peygamber öldürme işi onların kendi inançla­rına ve zanlarına göre de hak olmayan, haklı olmayan bir işti. Bunu biliyorlardı, bunun çirkinliğini biliyorlar, yapmamaları gerektiğini bili­yorlar ama yine de yapıyorlardı bu işi. Bir böyle anlıyoruz.
2- Eğer Cenâb-ı Hak burada haksız yere sözünü kullanmayıp da sadece Peygamber öldürdükleri için onları zemmetmiş olsaydı o zaman: "O peygamberleri gerçekten öldüren Allah değil mi?" diyerek itiraz edebilirlerdi. Yâni öldüren sen değil misin ya Rabbi? diye bir mantık oyununa girebilirlerdi. İşte Cenab-ı Hak burada kendi öldür­mesinin hak olduğunu, bunlarınkinin ise haksız olduğunu vurgulamak istemiştir diyoruz, Allahu âlem.
Öyleyse hak öldürme, haklı öldürme öldürmeyi gerekli kılan bir öldürmedir. Rasulullah Efendimizin şu hadisi bunu anlatır:
"Şu üç durumun dışında bir müslimin kanı helâl de­ğildir. İman ettikten sonra tekrar küfre dönen kişi, muhsan iken (evli iken) zina eden kişi ve haksız yere adam öldüren kişi."
Bu adamlar peygamberleri öldürüyorlardı. Hem öyle öldürüyor­lar ki sabah öldürüyorlar akşam hiçbir şey yokmuş gibi ellerini kollarını sallaya sallaya hayatlarına devam ediyorlar. E, şimdi de aynı ya! Fi­ziki anlamda bizzat öldürme yok ama fikri anlamda öldürmeler bugün de aynen devam etmektedir. Bugün de insanlar peygamber öldürü­yorlar. Bugün de insanlar insan öldürüyorlar. Meselâ kürtaj yoluyla her gün binlercesi öldürülüyor ama herkes her gün elini kolunu sal­laya sallaya hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam ediyor. Yâni bu­gün de her gün binlerce insan öldürülüyor, ama insanlar hiçbir şey olmamış gibi yine de işlerine aşlarına rahat gidip gelebiliyorlar.
Bununla birlikte şunu da diyeceğiz: Peygamberi öldürmek iki türlüdür tabii:
1- Bizzat peygamberin vücudunu ortadan kaldırmak şeklinde bir öldürme.
2- İkincisi de peygamberi kendi başına bırakmak, onunla, onun getirdiği mesajla, onun hayatıyla, onun uygulamalarıyla, onun sünnetiyle ilgiyi, alâkayı kesmek biçiminde öldürmek. Peygamberin öldürülüşüne göz yummak şeklinde öldürmek. Onun dindeki misyonunu ve örnekliğini reddetmek biçiminde öldürmek. Yâni sebeben öl­dürmek. Bunu Allah korusun hepimiz yapıyoruz değil mi? Sonra:
Kalplerimiz kılıflıdır. Kalplerimiz örtülüdür bizim, biz anlamıyoruz! Anlayamıyoruz senin ne dediğini. Bizi neye çağırdığını, bize nasıl bir mesaj ulaştırdığını bizi nasıl bir hayata çağırdığını bizler anlamıyoruz, anlayamıyoruz. Bizim kalplerimiz örtülüdür, bizim kalplerimiz kılıflıdır diyorlar. Dinlemek istemiyorlar, anlamak istemiyorlar, duymak ve görmek istemiyorlardı adamlar da kalplerinin kılıflı olduğunu söyle­yerek hem peygamberle alay ediyorlar hem de kendilerini çok alçak bir hayata indirgemek istiyorlardı. Kalbimizde kılıf var kalbimiz örtülü­dür bizim diyorlardı. Bununla şunları kast ediyorlardı:
1- Ellerinde kitapları olduğunu söylemeye çalışıyorlardı adamlar. Ey peygamber, bizim elimizde amel edecek, okuyacak, bilgilene­cek kitabımız var. Bizler elimizdeki bu kitabımız sayesinde kesin bil­giye, doğru bilgiye sahibiz. Bunun için başkasına ihtiyacımız yoktur, seninkine ihtiyacımız yoktur demeye çalışıyorlardı.
2- Kalplerimiz kılıflıdır, kalplerimiz kapalıdır. Yâni senin çağırdı­ğın düşünceye, senin dâvet ettiğin ilkeleri anlamaya dinlemeye ihtiyacımız yoktur demek istiyorlardı. İbni Abbas’ın ifadesiyle zaten bi­zim kalplerimiz bilgi ile doludur, kalplerimiz bilgi küpü haline gelmiştir. Kalplerimiz bilgi ile dolmuştur. Ona yeni bir dava nüfuz edemez, yeni bir dâvete icabet edemez kalplerimiz. Yâni o kadar bilgi ile dolu ki bir damla bile bir şey alacak yer yoktur demek istiyorlar. Kendi bilgilerini, kendi anlayışlarını, kendi düşüncelerini, kendi bozulmuş kitaplarını yeterli görüyorlar ve Kur’an’a ihtiyacımız yoktur diyorlardı.
Tıpkı günümüzde kendi bilgilerini, kendi düşüncelerini, kendi metotlarını, kendi kitaplarını yeterli görüp, bizim Allah’ın Kur’an’ına ih­tiyacımız yoktur, bizim hadis kitaplarını okumaya ihtiyacımız yoktur diyen kimi Müslümanlar gibi.
3- Bir de bu yeni dinin sorumluluklarından kendilerini kurtarabil­mek için belki de kendilerini aptal yerine, ahmak yerine koyu­yorlardı. Biz gerçekten senin ne demek istediğini, bu Kur’an’ın ne demek istediğini anlayamıyoruz diyorlar ve bunu anlayabilecek, kav­rayabilecek zekaya, anlayışa, kavrayışa sahip olmadıklarını söylü­yorlardı. Böyle bir sorumluluktan kurtulabilmek için kendilerini aptal yerine, geri zekalı yerine koyuyorlardı. Şimdi de öyle mi? Allah koru­sun da Müslümanlardan kimileri: Ben ha! Yâni bu kitabı anlayacak ve çocuklarıma anlatacağım ha! Biz kim bu kitabı anlamak kim! Biz kim Rasulullah’ın hadislerini anlamak kim! Onu ancak büyük zatlar anlar, diyerek kitabı eline bile almaktan çekinenler de aynen di­yen yahudiler gibi mi diyorlar? Allah korusun. Allah’a iftira ediyorlar. Halbuki Allah sizin güç yetiremeyeceğiniz bir şey emretmedim, diyor. Bunlarsa haşa Ya Rabbi bizim anlayamayacağımız kavrayacağımız bir kitapla sorumlu tutmuşsun diyerek Allah’a iftira ediyorlar.
Bakın merhameti bol olan Rabbimiz hem onları hem bizi sürekli uyarmaya devam ediyor. Bir yandan onların hayatlarını sorgular­ken, bir yandan da onları imana çağırıyor. Bakın bir uyarı, bir sorgu­lama ve bir dâvet daha:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-156

Nisa-156

“Bu, bir de inkârlarından Meryem'e büyük bir iftirada bulunmalarından ötürü.”
İsrail oğullarının Müslümanlıktan vazgeçip, İslâm’dan çıkıp, küfrü ve şirki seçip sapmalarından sonraki, yahudileşmelerinden son­raki durumlarını anlatan âyetler devam ediyor. Yakub (a.s) un oğulla­rından Yusuf (a.s) döneminde Mısır’a yerleşip egemen olan İsrail oğulları Yusuf (a.s) un vefatından sonra Mısır’da egemenliklerini kay­bedip Firavun oğullarının köleliği altında bir hayata mahkum olurlar. Sonra Allah tarafından kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarmak üzere gönderilen Mûsâ (a.s) ve Harun (a.s) lar döneminde Allah’ın yardımıyla Firavun oğullarının zulmünden kurtulurlar. O dönemde Al­lah’ın yardımıyla Kudüs’ü fethedip çok şerefli bir hayatın sahibi olur­lar.
Sonra tekrar kötü bir duruma düşen İsrail oğulları daha sonra Dâvûd (a.s) döneminde Talut’un Calut’u öldürmesiyle ata yurdu olan, İbrahim (a.s)’ın yurdu olan o mukaddes topraklara yeniden hakim olurlar. Dünya mülk ve saltanatına sahip olarak yeryüzünde çok şe­refli Müslümanca bir hayat yaşarlar. Ama görüyoruz ki İsrail oğulları her yükselişten sonra bir çöküşle, her Müslümanlaşmadan sonra bir sapışla karşı karşıya gelmektedirler. Allah’ın yeryüzünde kendilerine şeref bahşedip seçkin kullar kılmasına rağmen, kendilerine sayılama­yacak kadar büyük nîmetler lütfetmesine rağmen bu adamlar Süley­man (a.s) dan sonra gerçekten yoldan çıkarak bozguncu bir tavır ser­gilemeye başlarlar. Allah’ın kendilerine gönderdiği Tevrat’ı bir tarafa bırakarak, peygamberlerinin yolunu bir kenara bırakarak, Allah’ın kendilerinden istediği kulluk yolundan çıkarak, kendilerince tahrif et­tikleri bir kitabın, kendilerince oluşturdukları bir dinin mensubu olurlar.
Kulluktan çıkıp yahudileşme sürecine girdikleri bu dönem içinde Allah’ın kendilerine gönderdiği elçilerinden kimilerini yalanlar­lar, kimilerini de öldürürler. Böylece sapmanın doruk noktasına ula­şırlar. Nihâyet kendilerine peygamber olarak gönderilen Yahya ve Zekeriyya (a.s) lar dönemine gelirler. Sapıklığın, küfrün, şirkin, mater­yalizmin zirvesinde bir hayat yaşayan İsrail oğulları Allah’ın bu elçile­rine de hayat hakkı tanımayarak onları da öldürürler. Ve nihâyet tü­müyle yahudileşen, tümüyle İslâm’dan ayrılan bu adamlara Rabbimiz son bir elçi daha gönderir. Kendi içlerinden Meryem oğlu Îsâ’yı son elçiyi müjdelemek, son elçiye iman etmeleri konusunda onlardan ahid almak üzere onlara onların son elçisi olan Îsâ (a.s)’ı gönderir Rabbimiz. İşte bu âyetinde buyurur ki Rabbimiz:
Onların küfürleri ve Meryem üzerine söyledikleri o büyük ifti­rala­rından ötürü ve:
157: “Ve: “Meryem oğlu Îsâ Mesih'i Allah'ın elçisini öldürdük.” demelerinden ötürüdür. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü. Ayrılığa düştükleri şeyde doğrusu şüphededirler, bu husustaki bilgileri ancak sanıya uymaktan ibarettir, kesin olarak onu öldürmediler.”
Ve bir de Allah’ın elçisi Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük demelerin­den ötürü artık Allah onların kalplerine mührünü basmış ve onla­rın küfürlerini onaylamıştır.
Ama onların içinden elbette önceki peygamberlerine samimiyetle inanan, o peygamberlere gönderilmiş kitaplara samimiyetle bağlanan ve şimdi de tüm insanlığa gönderilmiş son elçi Hz. Muhammed (a.s)’a samimiyetle iman edenler bunun dışındadır. Elbette ön­ceki peygamberlere Allah’ın istediği gibi iman edenler aynı kaynaktan gönderilen son elçiye de iman ettiler. İsrail oğullarından bu samimi in­sanlar hem kendi içlerinden, kendi kavimlerinden gelen peygamber­lere hem de ataları İbrahim (a.s)’in öteki oğlu İsmail (a.s)’in soyundan gelen son elçiye de iman ettiler ve Müslüman oldular. Ama ırkçılık ya­parak son elçiye iman etmeyen yahudi ve hıristiyanlar da sapıklığın doruk noktasındaki küfür ve şirk hayatlarını sürdürmeye devam ettiler.
Bunlar Allah’ın kelimesi olan, Allah’ın en büyük bir mûcizesi ve yasası olan Îsâ (a.s)’a da aynen daha önce Meryem annemiz hak­kında yaptıkları o büyük iftira gibi iftirada bulundular. Dediler ki biz Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük. Bu da tıpkı Meryem hakkındaki zina ifti­ralarının aynısıdır. Peygamberleri Hz. Îsâ’yı inkâr etmelerinden de öte utanmadan bir de Onu öldürdük diye övünmeleri gerçekten çok büyük bir küstahlıktı. Âl-i İmrân sûresinin beyanına göre onlar Hz. Îsâ’nın hak bir peygamber olduğunu biliyorlardı. Allah’ın elçisi olarak öldür­dük diyorlardı. Yâni bir bilgisizlik, bir cehalet ve yanlışlık sebebiyle değil Allah’ın elçisi olduğunu bile bile öldürdüklerini iddia ediyorlar. Yâni gerçekten bir toplumun bile bile elçilerini öldürdükleriyle övün­meleri çok garip bir şeydir. Bakın Allah diyor ki:
Onlar onu ne öldürdüler, ne de astılar. Lâkin onlara benzetildi, benzer gösterildi, ya da onun hakkında şüpheye düştüler, şüpheye düşürüldüler. Onlara onun benzeri bir kimse gösterildi de bu konuda şüpheye düştüler. Ya başka birisini ona benzetildi de peygamberi öl­dürüyoruz diye onu öldürdüler. Bu konuda çok farklı şeyler söylenmişse de aslını Allah bilir diyoruz. Evet şüpheli bir durumda kaldılar. Acaba bu öldürdüğümüz, bu asıp çarmıha gerdiğimiz gerçekten omuydu, değil miydi diye şüphede kaldılar.
Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa düşenler şüphe içindedirler. Onun öldürülmesi konusunda onların kesin bir bilgileri de yoktur. Ancak zanna tabi oluyorlar. Zan da hiçbir zaman gerçeğin ifa­desi değildir. Zan işte, sadece bir hipotez, bir tasarım, bir varsayım­dan başka bir şey değildir. Onu öldürdük diyenler yakînen, hakikaten öldürmüş değillerdir. Evet kesin olarak onu öldürmüş değillerdir onlar. Onlar bu konuda kendilerinden emin değillerdir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-158

Nisa-158

Bilâkis Allah onu kendi, kendi katına yükseltti. Allah güçlü­dür, hakimdir.”
Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltmiştir. Allah onu kendi ko­ruması altına almıştır. Allah onu kendine yüceltmiştir. Çünkü Allah her şeyi bilen, her şeye güç yetiren, hayata hakim, düşmanlarının işini bitiren, kendisine sığınan dostlarını koruyan olan ve her yaptığını hikmetle yapandır. Şüphesiz onu babasız dünyaya getiren Allah el­bette onu bu yahudilerin elinden kurtarıp kendisine yükseltmeye de, yıllar sonra kıyametin zuhuruna yakın günlerde Onu tekrar dünyaya getirip son elçisinin şeriatıyla düşmanlarından intikam aldırmaya da kâdirdir.
Âyetin ifadesiyle Rabbimiz onu kendisine yükseltmiştir. Artık Rabbimizin anlattığı bu yükseltme işi nasıl oldu? Nasıl gerçekleştirildi? Bunu en iyi bilen Allah’tır. Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde de: “Seni kendime yükselteceğim” buyuruluyordu. Mahiyetini bilmediğimiz bir yükseltmeyle onu yükseltti Rabbimiz. Sonra Kur’an’ın ve sünnetin beyanlarına göre kıyamete yakın bir zaman diliminde Rabbimizin onu tekrar indireceğini biliyoruz.
159. “Kitap ehlinden, ölmeden önce, Îsâ'ya inanmayacak yoktur. O, gerektiği gibi inanmadıklarından, kıyamet günü onların aley­hine şahit olur.”
Ehl-i Kitaptan hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona inanmayacak olsun. Ölümünden önce ehl-i kitaptan olan herkes mutlaka Hz. Îsâ’ya iman edecektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun bir kaç mânâsı vardır:
1- Hayatı boyunca Îsâ (a.s) hakkında kötü bir inanç besleyen, onun dinine, onun yoluna ihanet eden, onu bir peygamber ve insan olarak değil de Allah, ya da Allah’ın oğlu bilen tüm ehl-i kitap ölüm anında gerçeklerle yüz yüze gelip mutlaka Ona iman edecektir. Ama son andaki bu imanın onlara hiçbir faydası olmayacaktır.
2- Ya da bunun bir başka mânâsı, Îsâ (a.s) nın ölümünden önce ehl-i kitabın tamamı ya da ehl-i kitaptan kimileri ona iman edecektir. Bu kıyamete yakın Hz. Îsâ (a.s) nın tekrar yeryüzüne gelmesi döneminde yaşayan ehl-i kitap için söz konusudur. Kıyamet öncesi yeryüzüne indirilen Hz. Îsâ (a.s)’ın haçı kırması ve domuzu öldürme­siyle o anda hayatta olan yahudi ve hıristiyanlar eyvah! Meğer bizler şu anda Îsâ (a.s) nın dinini yaşıyoruz diye kendi hevâ ve heveslerimizi yaşıyormuşuz diyerek sapıklıklarından vazgeçecekler, Îsâ (a.s)‘ın ge­tirdiği dinin Muhammed (a.s) nın getirdiği İslâm diniyle aynı olduğunu anlayacaklar, Hz. Îsâ (a.s)’ın Müslüman olduğunu anlayacaklar, kabul edecekler ve kendileri de Îsâ (a.s)’ın vefat edip kıyamet kopmadan önce ona ve dinine iman edip Müslüman olacaklar.
Ve kıyamet günü de Hz. Îsâ (a.s) da onlar aleyhine şehâdette bulunacak. Daha önce yahudilik ve hıristiyanlık iddiasıyla kendi yolundan çıkan, kendi dinini terk eden ve sapıklık içinde bir hayat yaşa­yanlar aleyhine Îsâ (a.s) şahitlik edecek. Ya bir ömür boyu iman et­medikleri halde ölümleri anında gerçeği anlayıp iman etmeye kalkan ehl-i kitabın aleyhinde şahitlik yapacak. Ey kâfirler sizin bu son demi­nizdeki imanlarınızın sizin lehinizde hiçbir faydası olmayacak diyerek aleyhlerine şehâdette bulunacak. Yahut da kendilerini yalanlayıp öl­dürmeye teşebbüslerinden ötürü yahudiler aleyhinde, kendisini ilâh­laştırmalarından, Allah yerine, Allah’ın oğlu makamına oturtmaların­dan ötürü de hıristiyanların aleyhinde şahitlikte bulunacak. Veya kı­yamete yakın günlerde kendisine iman edenlerin lehlerinde ve o güne kadar inanmayan, o günden sonra da inanmayanların aleyhlerinde şehâdette bulunacak.
160 “Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan me­netmelerinden ötürü kendilerine helâl kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık.”
İşte bütün bu zulümlerinden ötürü, gerek Allah’a karşı, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın kitabına karşı, Allah’ın elçilerine karşı, önceki pey­gamberlere karşı, gerek Meryem annemize karşı, gerek Îsâ (a.s)’a karşı gerekse son elçi Hz. Muhammed (a.s)’a ve ona tabi olmuş Müslümanlara karşı zulümlerinden ötürü, Allah’ın Hz. Ademden beri gönderdiği tüm dinlerin aslı olan İslâm’dan uzaklaşıp yahudileşmelerinden, hıristiyanlaşmalarından ötürü Allah kendilerine helâl olan tertemiz yiyecekleri onlara haram kılmıştır. Bir de pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları, insanlara kendi sapık dinlerini, kendi bozuk hayat tarzlarını, kendi şirk hukuklarını, kendi materyalist eğitim anlayışlarını, kendi sapık felsefelerini empoze ederek, insanları kendi cehennemlerine çağırarak Allah yolundan saptırmaları sebe­biyle Allah nîmetlerinden bir kısmını onlardan alıvermiştir. Bazı he­lâlleri onlara haram kılıvermiştir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt