Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tefsir dersleri (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-85

Nisa-85

“Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. Allah, her şeyin karşılığını verir.”
Kim güzel bir iyiliğe şefaat ederse, kim şefaatin güzeline, gü­zel­liğine delâlet edip örneklik önderlik yaparsa, insanların gözü önünde Allah’ın istediği en güzel bir hayat yaşayarak yaşadığı bu ha­yatıyla insanlara en güzel bir kulluğu sergiler, insanları en güzel bir kulluğa dâveti gerçekleştirirse, söz ve davranışlarıyla insanlığı hayra, hakka, Allah’a kulluğa sevk ederse ona bu örnekliğinden, bu teşvikin­den, bu dâvetinden dolayı mutlaka bir ecir, bir pay, bir hisse vardır.
Evet kim ki insanları Allah’a kulluğa dâvet eder, delâlet eder, yol gösterir, örnekler ve teşvik ederek insanların kulluk yollarını açarsa, cennet yollarını açarsa, onun delâletiyle yol bulan insanların işledikleri güzel amellerin sevabının bir misli, onların sevapları eksiltilmeksizin o kişiye verilecektir. Onların aldıkları nasip nisbetinde o kişiye de bir nasip verilecektir.
Kim de kötü bir şefaat rolünü üslenirse, kötü bir hayat yaşaya­rak, kötü bir örneklik sergileyerek insanlara kötülükte örnek olur, in­sanları kötülüğe teşvik eder, kötülüğe dâvetiye çıkarır, insanların önüne kötülük yollarını açar onların kötülüklerine sebep olursa, in­sanların cennet yollarına barikatlar koyarak cehennem yollarını ko­laylaştırırsa ona da o teşvik edip sevk ettiği insanların işledikleri kötülüklerden mutlaka bir pay, bir hisse vardır. O insanların işledikleri kötülülerin günahı eksiltilmeksizin bir misli de o kişiye yazılacaktır.
Evet demek ki iyiliğe sebep olan, iyiliğe şefaat eden de kötü­lüğe şefaat eden de bu şefaatinin, bu delâletinin karşılığını görecektir. Öyleyse eğer iyi bir hayat yaşayarak, çevremizdeki çocuklarımıza, hanımlarımıza, komşularımıza ve diğer insanlara karşı iyi bir kulluk sergileyerek onları iyiliğe, hayra teşvik edersek bizim teşvikimizle bu insanlar iyiliklerini devam ettirdikleri sürece onlar kendileri işledikleri bu iyiliklerinin sevabını, menfaatini gördükleri gibi aynı sevaba biz de nail olacağız.
Unutmayın ki Allah her şey üzerinde mukayyettir. Her şeyi gör­mekte, gözetmekte ve kaydedip muhafaza etmektedir. Yaptığınız hiç­bir şey boşa gitmemektedir, Allah’ın kontrolünden kaçmamaktadır. Şu anda bu âyetleri dinlerken sizi, okurken beni de gözetlemektedir Rabbimiz. Hiçbir hareketimiz, hiçbir anımız Allah’ın kontrolünden kaçmamaktadır. Öyleyse Allah huzurunda olduğumuzu unutmadan yaşayalım, yaptıklarımızı Allah’a lâyık yapmaya çalışalım ve insanları hep hayra teşvik edip, hayır konusunda şefaatte, delâlette bulunalım inşallah.
Allah’ın Resûlü bir hadislerinde bu hususu çok hoş anlatı­yordu: Kim de iyi bir çığır açmışsa, iyi bir çığıra delâlet etmiş, yol göstermişse kıyamete kadar o yoldan giden insanların sevaplarının bir misli onun defterine yazılacaktır. Defterinde yazılmış bulacaktır ya­rın kişi bunu. İnsanların Müslümanlaşması, insanların İslâm’a, Kur’an ve sünnete yönelmeleri adına kim bir çığır açarsa, kim bir adım atarsa bilelim ki onlarda meydana gelen değişimlerin sevaplarının bir misli o kişinin defterine yazılacaktır. Ama kim de kötü bir çığır, kötü bir yol açmış, insanlara kötü örnek olmuşsa o açtığı çığırın vebali onun ola­cağı gibi kıyamete kadar o yoldan giden insanların günahlarının bir misli de onun defterine yazılacaktır.
Demek ki insanın yaptıkları sadece kendisiyle sınırlı kalmamak­tadır. Anlıyoruz ki insan sadece kendi yapıp ettiklerinden değil arkasına bıraktıkların dan da hesaba çekilecektir. Kafasında ve vücudunda taşıdığı virüsü kendisinden başka çocuklarına ve daha sonraki nesillere de aktarmaya çalışan bir kişi elbette onlardan so­rumlu olacaktır. Meselâ bir savaş başlatıp döneminde milyonlarca in­sanın ölümüne sebep olmuş bir adam düşünün. Hattâ bununla da sı­nırlı kalmayıp arkasından asırlarca milyonların hayatını kötü yönde etkileyen mîras bırakmış bir kişi elbette bu yaptıklarının hesabını ve­recektir.
Öyleyse yarınımız için iyi şeyler takdim edelim. Geleceğimizi ga­ranti altına alma adına arkamızda güzel şeyler, güzel çığırlar, güzel yollar bırakalım. Öyle bir mîras, öyle bir yol bırakalım ki çocukları­mıza, onlar o yoldan gittikleri takdirde doğruca cenneti bulsunlar. Ma­dem ki yarın arkamıza bıraktıklarımızdan da sorumlu olacağımıza göre Allah için kendimizi bir sorgulayalım. Nasıl bir mîras bırakıyoruz çocuklarımıza? Bizler şu anda bizden sonra yaşayacak çocuklarımıza nasıl bir yol bırakıyoruz? Arkamıza bıraktığımız yol, çoluk çocuğu­muza bıraktığımız usul, onlara gösterdiğimiz din, onlara örneklediği­miz kulluk, çevremize ulaştırdığımız teklifler acaba yarın karşımıza nasıl bir sonuç çıkaracak? Acaba bizim arkamızdan gelenler de ya Rabbi bizi bunlar saptırdı. Bize öyle bir yol, öyle bir din bıraktılar ki biz de onu gerçek yol zannettik. Onu gerçek din zannettik. Bize öyle bir hayat anlayışı, öyle bir mal anlayışı, öyle bir kazanma harcama anla­yışı, öyle bir gece hayatı, öyle bir gündüz hayatı örneklediler ki biz de onu gerçek bir hayat zannettik. Bizi başkası değil bunar saptırdı ya Rabbi demeyecekler mi acaba? Çocuklarımızdan torunlarımızdan bu şikâyetlerle, bu lânetlerle karşılaşmayacak mıyız acaba? Bu âyetler ışığında Allah için kendimizi sorgulamak zorundayız.
Selâm, bakın bir iyilik delâleti, bir iyilik şefaati, bir hayır teşviki konusunu gündeme getiriyor Rabbimiz. Nisâ sûresinin 86. âyetinde güzel bir şefaat örneği sunuyor bakın Rabbimiz:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-86

Nisa-86

“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin veya ayniyle mukabele edin. Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.”
Bir selâmla selâmlandığınızda, size bir Müslüman kardeşiniz ta­rafından bir selâm verildiğinde siz ondan daha güzeliyle selâm verin ya da aynıyla karşılık verin. Selâma ondan daha güzeliyle mukabe­lede bulunun. Nasıl? Meselâ karşılaştığınız bir kardeşiniz size: “Esselâmu aleyküm” mü dedi? Siz:“Ve aleyküm selâm ve rahmetullah” diyerek. Karşınızdaki:“Esselâmu aleyküm ve rahmetullah” mı dedi? Siz:“Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakatuhu” diyerek daha güzeliyle, daha zi­yâdesiyle, veya “Es-selâmu aleyküm” diyene aynıyla “Ve aleykümüsselâm” Diyerek ya ondan daha hayırlısıyla ya da onun dediği gibi karşılık verin.
Selâm sizin üzerinize olsun deyin, selâmla birbirinize dua edin, birbirinize hayır temennisinde bulunun. Birbirinize dar’us selâm temennisinde bulunun. Birbirinize daru’s delâm, selâmet yurdu olan cenneti dileyin. Böylece birbirinize cenneti hatırlatarak birbirinizi cen­net yolunda tutmaya, birbirinizi cennette ulaştırmaya çalışın. Birbiri­nize barış ve esenlik dileyin. Selâm ismiyle müsemma olan Allah’ın esenliği, Allah’ın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun diye kar­deşlerinize dua ve temennilerde bulunun. Ve unutmayın ki:
Allah her şeyin hesabını tutandır. Allah her şeyin hesabını tam yapandır, güzel yapandır. Ve hesap görücü olarak, hesaba çekici olarak da Allah yeter.
Burada mü’minler arasında bir selâm teşvikinin gündeme geldiğini görüyoruz. Selâmın gündeme getirilmesi bir taraftan Allah’ın bu selâm isminin toplumda yayılması, İslâm topumunda Allah ege­menliğinde bir hayatın gerçekleştirilmesi, hayatın her alanında Al­lah’ın söz sahibi olması gerçeğini ortaya koymaktır. Bu selâmla mü’minler birbirlerine bunu hatırlatacaklar, bunu teşvik edecekler, buna şefaat ve delâlette bulunacaklar. Düşünebiliyor musunuz? İnsanlar aile hayatlarında, evlerine girerlerken, çıkarlarken, sosyal ha­yatlarında, ekonomik hayatlarında birbirleriyle karşılaşıp ticari ilişkilere girerlerken, evlenirlerken, boşanırlarken, otururlarken, yatarlarken, savaşırlarken, barışırlarken birbirlerine selâm vermeleri, birbirlerine şu telkini sunmalarıdır: Kardeşim, tüm işlerimizde, tüm ilişkilerimizde, tüm yaşantımızda, tüm hayatımızda Allah bize bereket versin, Allah bize başarı versin, aman Allah’ı unutmadan, Allah’ın tevfikini, selâ­mını, selâmetliğini, yardımını, bereketini unutmadan yaşayalım. Zira Allah’ın yardım ve bereketi olmadan hiç bir şeyi başarmamız mümkün değildir.
Aman hepimiz, sen ben ve tüm toplum öyle bir hayat yaşa­yalım ki bu hayat ailemize bereket getirsin, toplumumuza rahmet ve bereket getirsin, ekonomimize rahmet ve bereket getirsin, dünyaya sulh, selâmet, bereket ve rahmet getirsin de hepimizi öteler âleminde dar’us selâma, selâmet yurdu olan cennete ulaştırsın diye birbirimize dua edeceğiz.
Veya bir başka mânâsıyla selâm İslâm demektir. Öyleyse toplumda birbirimize İslâm’ı tavsiye edeceğiz. Allah’ın Resûlünün top­lumda selâmı ifşa edip yayın emri de bu anlamadır. Karşımızdakine İslâm’ı ve teslimiyeti tavsiye edeceğiz. Teslim ol Allah’ın emirlerine di­yeceğiz. Aramızdaki ilişkileri İslâm’la, Allah’a teslimiyetle çözelim, iliş­kimiz Allah’a teslimiyet esasına dayanmalıdır diyeceğiz.
87. “Allah'tan başka İlâh yoktur, geleceğinden şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Allah’tan başka İlâh yoktur. İlâh kendisine kulluk edilen varlık demektir. İlâh kişinin boynundaki ipin ucu elinde olan varlık demektir. İlâh kişinin hatırını kazanmak için çırpındığı, arzularını gerçekleştir­mek için can attığı, itirazsız ve gönül rahatlığıyla isteklerini yerine ge­tirdiği varlık demektir. İlâh kişinin uğrunda fedâyı can ve fedâyı malda bulunduğu varlık demektir. İlâh kişinin uğrunda grup grup malını ve canını fedâ ettiği varlık demektir. İlâh kişinin hayat programını ken­dinden aldığı varlık demektir. Yasalarını kendisi için hayat programı kabul ettiği varlık demektir.
Öyleyse Allah’tan başka tüm sahte ilâh­ları, tüm yapay tanrıları reddedecek ve İlâh olarak sadece Allah’ı ka­bul edeceğiz. Hayatımızı parçalayıp onun bazı bölümlerinde İlâh ola­rak Allah’ı öteki bölümlerinde de başka ilâhları dinleyip şirke düşme­yeceğiz. Hayatımızın tümünde söz sahibi tek İlâh olarak Allah’ın ar­zularını gerçekleştireceğiz.
İşte kendisinden başka hiçbir İlâh olmayan Allah, kendisinde, vukuu konusunda hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde sizi toplayacaktır. Sizi toplayacak ve hesaba çekecektir.
Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır? Allah’ın her sözü, her va’di hak olduğu gibi bu sözü de doğrudur ve haktır. Çünkü Allah’tan daha doğru hükmeden ve hükmünü uygulayan yoktur. Hüküm vere­cek olan da odur, hükmünü icraya koyup uygulayacak olan da odur. Madem ki yarın Allah tarafından hesaba çekileceğiz, madem ki yaşadığımız hayatın hesabını yarın ona ödeyeceğiz, madem ki yarın hakkımızda hükmü o verecek ve onun hükümleriyle yargılanacağız, onun hükmüne boyun bükmek zorunda kalacağız öyleyse bugünden onun hükmüne boyun bükelim, onun hak dediğini hak bilelim ve bu hak istikâmetinde bir hayat yaşayalım inşallah
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-87

Nisa-87

“Allah'tan başka İlâh yoktur, geleceğinden şüphe olmayan kıyamet günü, sizi mutlaka toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?”
Allah’tan başka İlâh yoktur. İlâh kendisine kulluk edilen varlık demektir. İlâh kişinin boynundaki ipin ucu elinde olan varlık demektir. İlâh kişinin hatırını kazanmak için çırpındığı, arzularını gerçekleştir­mek için can attığı, itirazsız ve gönül rahatlığıyla isteklerini yerine ge­tirdiği varlık demektir. İlâh kişinin uğrunda fedâyı can ve fedâyı malda bulunduğu varlık demektir. İlâh kişinin uğrunda grup grup malını ve canını fedâ ettiği varlık demektir. İlâh kişinin hayat programını ken­dinden aldığı varlık demektir. Yasalarını kendisi için hayat programı kabul ettiği varlık demektir.
Öyleyse Allah’tan başka tüm sahte ilâh­ları, tüm yapay tanrıları reddedecek ve İlâh olarak sadece Allah’ı ka­bul edeceğiz. Hayatımızı parçalayıp onun bazı bölümlerinde İlâh ola­rak Allah’ı öteki bölümlerinde de başka ilâhları dinleyip şirke düşme­yeceğiz. Hayatımızın tümünde söz sahibi tek İlâh olarak Allah’ın ar­zularını gerçekleştireceğiz.
İşte kendisinden başka hiçbir İlâh olmayan Allah, kendisinde, vukuu konusunda hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde sizi toplayacaktır. Sizi toplayacak ve hesaba çekecektir.
Allah’tan daha doğru sözlü kim vardır? Allah’ın her sözü, her va’di hak olduğu gibi bu sözü de doğrudur ve haktır. Çünkü Allah’tan daha doğru hükmeden ve hükmünü uygulayan yoktur. Hüküm vere­cek olan da odur, hükmünü icraya koyup uygulayacak olan da odur. Madem ki yarın Allah tarafından hesaba çekileceğiz, madem ki yaşadığımız hayatın hesabını yarın ona ödeyeceğiz, madem ki yarın hakkımızda hükmü o verecek ve onun hükümleriyle yargılanacağız, onun hükmüne boyun bükmek zorunda kalacağız öyleyse bugünden onun hükmüne boyun bükelim, onun hak dediğini hak bilelim ve bu hak istikâmetinde bir hayat yaşayalım inşallah.
88. “Ey Müslümanlar! Münâfıklar hakkında iki fırka olmanız da niye? Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir. Allah'ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kim­seye sen hiç yol bulamayacaksın.”
O zaman bu münâfıklar konusunda bu ikiye bölünüp ihtilafa düşmeniz niye? Neden bu münâfıklar konusunda ikiye ayrılıyorsunuz? Neden böyle kimileriniz onlara iyi, kimileriniz kötü diyorsunuz? Neden bir kısmınız onlara Müslüman gözüyle bir kısmınız da münâfık gözüyle bakıyorsunuz? Halbuki Allah kazandıkları sebebiyle, işledik­leri suçları sebebiyle onları tepe taklak getirmiştir. Her şeylerini kay­bedip hüsrana mahkûm olmuşlardır onlar. Kaybetmelerine, hüsranla­rına sebep de Allah’ın onlar hakkında adâletsizce verdiği bir karar, bir hüküm değildir. Allah onlar hakkında verdiği hükmüyle onlara zul­metmiş değildir.
Onlar bu konudaki kendi seçimlerini kendileri vermiştir. Bu adamlar kendi seçimleriyle, kendi seçenekleriyle, kendi tercihleriyle Allah’tan başka güç ve kuvvet sahiplerinin varlığına inanmışlar, Allah berisinde kendilerinde güç ve kuvvet gördükleri bu varlıklara, bu tağutlara güvenip Allah’ı ikinci, üçüncü plana attıklarından dolayı, tağutları Allah’a tercih ettiklerinden dolayı dünyaya, dünyanın geçici nîmetlerine meyledip âhireti ikinci plana attıklarından dolayı, kendi kendilerine Allah’ın istemediği bir hayata talip olduklarından dolayı, iki yüzlü bir politika izlediklerinden, Müslüman olmadıkları halde Allah’ı ve Müslümanları kandırabilmek için Müslüman görüntüsü sergiledikle­rinden dolayı, inanmadıkları halde sırf dünyevî çıkarlar peşinde ol­dukları için inanmış göründüklerinden dolayı Allah da onların bu se­çimlerini onaylamış ve onları tepe taklak getirmiştir. Böylece hem dünyada Allah onların cezalarını vermiş hem de öbür tarafta da onları cehenneme gönderecektir. Ve artık şu anda eğer bir kişide münâfıklık özellikleri açığa çıkmışsa, açıkça ondan münâfıklık özellikleri dökülü­yorsa bir Müslümanın kalkıp ta acaba bu adam iyimidir? Kötümüdür? mü’min midir? yoksa münâfık mıdır? diye bir düşünce içine girmesi yakışık almayacaktır.
Yoksa Allah’ın saptırdıklarını siz yola getirmek, hidâyete ulaştır­mak mı istiyorsunuz? Zaten bunlar Allah’ı tanımayan, İslâm’ı bilmeyen, kitaptan, peygamberden, hidâyetten habersiz insanlar değillerdir. Bunlar Allah’ı tanıdıktan sonra, Allah’ın hidâyeti kendilerine ulaştıktan sonra kendi kendilerine sapmışlar, sapıtmışlar, hidâyeti bı­rakarak sapıklığı tercih etmişler, daha önce tanıştıkları İslâm’ı red­detmişler, Allah’ın razı olduğu hayatı terk etmişler, Allah’a ve pey­gambere itaatten çıkmışlar, Allah da onların sapıklığını onayladığı halde sizler halâ onları hidâyette mi görüyorsunuz? Halâ onlar hak­kında hüsnü zan edip iyi şeyler mi düşünüyorsunuz? Veya Allah’ın saptırıp dalâlette bıraktığı bu insanları halâ hidâyete ulaştırabileceği­nizi mi zannediyorsunuz? Var mı böyle bir güç elinizde? Ne gücünüz var ki Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmeyi düşünüyorsunuz? Al­lah kimi saptırmışsa artık onu doğru yola ulaştıracak yoktur.
Rivâyetlere göre Rasulullah ve beraberindeki Müslümanlarla Uhut savaşına çıkan insanlardan kimileri savaştan geri dönmüşlerdi. Geri dönerken de müminleri geri döndürmeye çalışmışlardı. Ve işte bu geri dönen münâfıklar hakkında Müslümanlar iki gruba ayrılmışlardı. Bunlardan bir grup bunları öldürelim, bunlar Allah ve Resûlünün emrine muhalefet edip dinden çıkmıştır derken öteki grup ta hayır öl­dürülemezler, çünkü bunlar Müslümandırlar diyordu. İşe bunun üze­rine Rabbimiz bu âyetini indirdi. Âyetin gelişinden sonra Rasulullah Efendimiz Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyetlerinde şöyle buyurdu:
”Bu gerçekten güzeldir. Ateşin gümüşteki yabancı maddeleri arındırdığı gibi Rabbim bu pislikleri arındırdı”
Buyurmuştur. Durum böyle olunca Müslümanların onlara karşı takınmaları gereken tavır kendi aralarında fırkalaşmaları olma­yacaktır. Bu münâfıklar karşısında ihtilâflara düşerek güçlerini zaafa uğratmayacaklardır. Münafıkların vartalarına düşmeyeceklerdir. Çünkü onların istedikleri zaten budur. Onların en büyük hedefi İslâmı ve müslümanları parçalamaktır. Bu konuda Allah ve Resûlü ne demişse, nasıl bir hüküm vermişse müslümanlar parçalanmadan ona tabi olmak zorunda olacaklardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-89

Nisa-89

“Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, keşke siz de inkâr etse­niz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde öldürün. Onlardan dost ve yardımcı edinmeyin.”
O münâfıklar ki Müslümanlar halâ onlar hakkında hüsnü zan besliyorlar. Halâ onlar hakkında iyi şeyler düşünüyorlar. Ey Müslümanlar, ya da ey Müslümanların içinden bu münâfıklar hakkında safdillikle halâ iyi şeyler düşüne durun. Ama bakın sizin kendileri hak­kında iyi şeyler düşündüğünüz bu insanlar isterler ki kendileri gibi sizler de kâfir olasınız. Kendilerinin küfrettikleri gibi isterler ki siz de küfredin, siz de kâfir olun ve böylece onlarla birlik olasınız.
Onlar isterler ki sizler de onlar gibi kâfir olun ve onlarla birlik olun. Küfürde birlik, düşüncede birlik, anlayışta birlik, eylemde birlik, kılık kıyafette birlik, hukukta birlik, hayatta birlik, isyanda birlik, Allah’a kafa tutmada birlik, peygambere isyanda birlik, demokraside birlik, Allah yasalarını reddetmede birlik, cehenneme gitmede birlik, birlik, birlik. Her konuda isterler ki sizinle birlik olsunlar. Yeryüzünde kâfirin tek hedefi işte budur. Kâfir dünyada Müslümanın varlığına ve kendi­sinden farklılığına asla tahammül edemez.
Çünkü kâfir kâfirliğinin farkındadır. Yaşadığı hayatın kendisini nereye doğru götürdüğünün farkındadır kâfir. Yaşadığı küfür içindeki bir hayatın kendisine cehennemi kazandırdığının kesin farkında olan ve zaten dünyada da cehennemi bir hayatın sahibi olduğunun mutlak bilincinde olan kâfir düşünür ki, mademki ben şu anda cehennemi bir hayat yaşıyorum, o halde benim yaşadığım bu hayata Müslümanlar niye ortak olmasınlar? Niye bu Müslümanlar göz göre göre dünyada cennet hayatı yaşıyorlar da, yaşadıkları bu hayatın sonunda göz göre göre cennete gidiyorlar da ben cehenneme gidiyorum? Niye onlar da benim gittiğim yere gitmiyorlar? Niye benim cehennemime onlar da ortak olmuyorlar?
Tıpkı şeytan gibi. Zaten bunlar şeytanın çömezleridir. Evet tıpkı şeytan gibi onun aveneleri olan kâfirler de niye bu Müslümanlar bizim cehennemimize gitmiyorlar? düşüncesiyle Müslümanları da kendi cehennemlerine, kendi hayatlarına, kendi küfürlerine ortak et­mek istiyorlar. Allah diyor ki Münâfıklar da öyledir. Onlar da mü’minleri kendi sapıklılarına, kendi nifaklarına, kendi cehennemlerine çekerek böylece Müslümanlarla denk olmak istiyorlar.
Mademki biz kaybettik onlar da kaybetsinler, mademki biz saptık onlar da sapsınlar derler. Müslümanların hakta ve hidayette olmalarına, müslümanların cennete gidişlerine asla razı olmazlar. Halbuki kesin biliyorlar ki Müslüman­lar kazançtadırlar. Kesin biliyorlar ki Müslümanlar hak yoldadırlar, doğru yoldadırlar. Bunu bilen bu alçaklar, biz kaybettik onlar da kay­betsinler diyeceklerine, onlar kazançtalar, biz de Müslümanlar gibi olalım, biz de Müslü­manlar gibi Allah’a teslim olup onun istediği bir Müslümanlığı yaşaya­lım da onlar gibi biz de kazanalım, tıpkı onlar gibi biz de Allah ve Re­sûlüne itaat edelim de cennete gidelim, deyiverseler çok daha iyi ola­caktı, onlar da kazanacaklardı ama öyle yapmıyor hainler.
Ey Müslümanlar, onlardan, o münâfıklardan dost ve veliler edinmeyin. Onları dost bilmeyin. Onların yoluna, yörüngesine girmeyin. Onların düşüncelerine, onların anlayışlarına kapılıp, onların gir­dikleri girdaplara kapılıp, onların kendilerini kaybettikleri anaforlara kapılıp tıpkı onların hayatlarını kaybettikleri gibi, hüsrana mahkûm olup dünyalarını da âhiretlerini de yitirdikleri gibi sakın sizler de dün­yanızı ve âhiretinizi kaybetmeyin. Bu tehlikeyi çok iyi bilen Rabbimiz ısrarla bu konuda bizi uyarmaktadır.
Sakın ha sakın ey Müslümanlar, ne yahudileri, ne hıristiyanları, ne kâfirleri, ne müşrik ve münâfıkları dost edinmeyin. Ta ki o münâfıklar, bazen Müslüman bazen kâfir görünen, Müslüman­lıkları da kâfirlikleri de ortada olan bu insanlar nihaî noktada Allah yolunda, Allah uğrunda, Allah’ın dinini yaşama uğrunda hicret edin­ceye kadar. Allah yolunda hicret edip size katılıp, sizin yaşadığınız hayatı yaşayıncaya kadar, sizin gibi inanıp, sizin gibi amel edip sizin coğrafyanızda sizinle birlikte sizin sıkıntılarınızı, sizin tasalarınızı, si­zin sevinçlerinizi paylaşıncaya, biz sizinle beraberiz, inancınız inan­cımızdır, düşünceniz düşüncemizdir, tasanız tasamızdır, savaşınız savaşımızdır, barışınız barışımızdır, yemeğiniz yemeğimizdir, dünya­nız dünyamızdır, sevinciniz sevincimiz, galibiyetiniz galibiyetimizdir diyecekleri ana kadar sakın onları dost bilmeyin.
Eğer sizin yurdunuza hicret ederler, sizin dünyanıza kendilerini teslim ederler, sizin gibi Al­lah ve Resûlüne itaat ederek tâğutları reddederler, tâğutların coğraf­yasında tâğutların egemenliği altında bir hayatı terk ederlerse işte o zaman onlar sizin dostunuzdurlar.
İman ve hicret edinceye kadar onlar sizin dostunuz değildir di­yor Rabbimiz. Çünkü İslâm’ın bidâyetinde hicret çok önemliydi. O dö­nemde hicret kişinin Müslüman oluşunun ameli bir ilanı ve pratik bir göstergesiydi. Mekke dar’ul harp ya da dar’ul küfründen Medine dar’ul İslâm’a hicret Rasulullah riyasetinde Müslümanlarla birlikte velâyet hakkını devretme anlamına geliyordu. Halbuki dar’ul harpte ya da dar’ul küfürde ikâmete devam edenler velâyetlerini tâğutlara devret­miş bulunmaktadırlar. Bakın Allah diyor ki:
Eğer yüz çevirirlerse, eğer Allah’a ve Resûlüne itaatten yüz çevi­rirlerse, eğer velâyetlerini Allah ve Resûlüne devretmekten yüz çevirirlerse, eğer sizden, Müslümanlardan yüz çevirirler, Müslümanla­rın yurduna hicretten, müslümalarla birlikte yaşamaktan, Müslümanların inanışlarından, peygamber etrafında birleşerek Allah egemenliğinde bir hayatı gerçekleştirmekten yüz çevirirler, tâğutların egemenliği altında bir hayata razı olurlar, münâfıklığı, küfrü tercih ederlerse, yâni İslâm dışında, İslâm yurdu dışında kalırlarsa, dar’ul harpte ikâmet ederlerse, orasını vatan bilirlerse o zaman da:
Onları her nerede bulursanız öldürün. Yakaladığınız yerde bo­yunlarını vurun onların. Ve de dost ve yardımcı kabul etmeyin onları.
Dikkat ederseniz konu birdenbire hicrete çekildi. Halbuki önce Medine’deki Uhut savaşından geri dönen münâfıklar anlatılıyordu. Her ikisini de anlatıyor Rabbimiz. Onlarla bunların bir farkı yoktur za­ten. Medine’de dünya çıkarları sebebiyle İslâm’ı dışardan kabul ettik­leri halde kalpten iman etmeyenlerle Mekke’de yine menfaatleri sebe­biyle yerlerinde çakılıp kalanların hiçbir farkı yoktur. İslâm’ı kabul et­tiklerini iddia ettikleri halde Medine’ye İslâm beldesine hicret etmeyen, Müslümanlarla beraber değil de içinde yaşadıkları kâfir ve müşrik toplumlarla birlikte hareket eden, onların İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık adına yaptıkları programların içinde yer alanların Me­dine’deki savaştan geri kalanlardan ne farkı var da? Çünkü Allah’ın Resûlü Mekke’den Medine’ye hicret edip Medine’de İslâm devletini kurduktan sonra Medine dışındaki tüm civar kabilelere haber gönde­rerek tüm Müslümanlara çağrıda bulundu. Mekke de dahil olmak üzere çevrede ne kadar Müslüman varsa Medine’ye hicret etmek, Müslümanlara katılmak zorundadır.
Çünkü Medine’de Müslümanlar için bir güç oluşturmak söz konusuydu. Bu da elbette Müslümanların orada toplanmalarına, güç birliği yapmalarına bağlıydı. Müslümanların tek yumruk halinde, tek güç halinde peygamber etrafında kenetlenmeleri gerekiyordu. Bu durumda şâyet bir kimse ben Müslümanım dediği halde ve bulunduğu küfür ve şirk ortamından Müslümanların yurduna hicret edip onlara katılma imkânı da varken menfaatleri, sürüleri, dükkanı, tezgahı, işi, aşı, ticari hayatı, bulunduğu yerdeki sosyal, siyasal, ekonomik itibarı, sosyal ve siyasal konumu, makamı, kavmi, kabilesi, akrabaları, eşi, dostu eğer onun İslâm yurdu Medine’ye hicretine, peygamberle ve Müslümanlarla birlikte olmasına engel oluyorsa artık onun imanla, İs­lâm’la bir ilgisi yok demektir.
İşte nifak da budur zaten. Rasulullah Efendimizin dâvetini alan kimi münâfıklar hicret imkânları varken dünya hesaplarından ötürü hicret edemediler. Yani onların gözünde Allah ve Resûlünün hatırı ile dünya ve dünyalıklar tartıldı da, dünya Allah ve Resûlünden daha ağır bastığı için hicreti göze alama­dılar.
Ama Mekke’dekilerin tamamı böyle değildi. Sûrenin ilerisinde 97. âyetinde gelecek kimileri de gönülden hicret istedikleri halde im­kânsızlıkları sebebiyle hicret edememişlerdir ki bunları ötekilerden ayırmak zorundayız.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-90

Nisa-90

“Ancak, sizinle kendileri arasında andlaşma olan bir millete sığınanlar yahut sizinle savaştan veya kendi milletleriyle savaşmaktan bıkarak size başvuranlar müstesnadır. Allah dilseydi onları üzerinize çullandırırdı da sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, sizinle savaşmaz, size barış teklif ederlerse Allah onlara dokunmanıza izin vermez.”
Ancak kendileriyle anlaşma yaptığınız bir kavme, bir topluma aralarındaki anlaşma gereği gidip sığınanlar bundan müstesnadır. Yâni eğer o münâfıklar sizinle anlaşmalı olan bir kavim, bir toplum içinde bulunuyorsa artık onları öldürmeniz caiz olmayacaktır. Çünkü aranızda anlaşma yaptığınız o toplumun kanını dökmenin yasaklığı onlara sığınan o münâfıklar için de geçerlidir.
Çünkü Hudeybiye’de Mekke müşrikleriyle yapılan anlaşma şartlarından birisi de Kureyş’le anlaşmalı olan bir kavme sığınan bir kimseye Müslümanlar dokunma­yacak, Müslümanlarla ahitli bir kavme sığınanlara da Kureyş doku­namayacaktı.
Demekki böyle anlaşmalı bir topluma sığınanlara dokunulmayacaktır. Onları öldürmek yasaktır, ama bu, onlarla velâyet ilişkisi içine girmeye, onları dost kabul etmeye imkân tanımayacaktır. Öldü­rülmeyecek bu tür münâfıklar, ama dost da bilinmeyecektir. Hayatın programını belirlemede kendileriyle beraber olunmayacaktır. Kendileriyle istişare edilmeyecek, kendilerine sır verilmeyecek, kendilerine güvenilmeyecektir.
Yine bir de sizinle savaşmaktan ya da sizinle savaş halinde olan kendi kavimleriyle savaşmaktan kalpleri sıkışarak size gelenleri de öldürmeniz yasaktır. Ne sizinle ne de içinde yaşadıkları topumla savaşmaktan sadırları bunalmış, ne sizinle ne de kavimleriyle savaşamayan, size karşı da kavimlerine karşı da bir tavır alamayan, her ikisine de güç yetiremeyerek bunalmış bir vaziyette, göğüslerini sıkıntı basmış, kalpleri daralmış ne yapacaklarını bilmez bir şekilde size ge­lenleri de öldürmeniz yasaktır. Onlara dokunulmayacaktır. Onlar öldürülmeyecektir.
Çünkü bunlar sizin savaştığınız top­lumdan farklı bir toplumdur. Bunlar kâfir ve müşriklerden farklıdırlar. Bunlar, ne sizin lehinize ne de aleyhinize olan kimselerdir. Bunlar, ne iman ne de küfür adına tercihlerini yapamamış şahsiyetsiz, kimliksiz insanlardır. Cesaretleri olmadığı için, hep menfaatlerini ön planda tuttukları için, menfaatlerinin kulu kölesi oldukları için böyle zillet ve meskenet içinde bir hayatın mahkumu olmuş kimselerdir onlar.
Eğer Allah dileseydi onları, bu iki insan grubunu güçlendirir, on­lara cesaret verir, size karşı savaşırlardı da sizleri zor durumda bı­rakırdı. Ama Allah lütfuyla onların ellerini sizin üzerinizden çekti. Onla­rın kalplerine darlık ve sıkıntı vererek sizinle savaşmalarını engelledi. Öyleyse:
Eğer onlar sizden çekinir, sizinle savaşa girmez, sizden uzak dururlarsa, size saldırmazlarsa ve üstelik de size barış teklif ederek teslimiyet gösterirlerse, sizin varlığınızı, otoritenizi kabul ederlerse artık onlarla savaşmanız ve onları öldürmeniz helâl olmaz. Artık onlar üzerine Allah size bir yol vermemiştir.
91. “Diğerlerinin de sizden ve kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Ne var ki fitneciliğe her çağırıldıkla­rında ona can atarlar; eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif et­mezler ve sizden el çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik.”
Bunlardan başka diğer birtakımları daha var. Bunlardan başka­ları da vardır ki hem sizden emin olmak, güven içinde olmak isterler, hem de içinde yaşadıkları, mensubu bulundukları toplumlarından, kavimlerinden güven içinde olmak isterler. Bunlar Medine İs­lâm toplumuyla savaş içinde olan başka toplumların bulunduğu bir ortamda yaşayan insanlardır. Veya İslâm toplumunun savaş halinde olduğu toplumların içinde yaşayan insanlardır. Ve her iki tarafa da mavi boncuk gösteren, Müslümanlara da onların savaş halinde bu­lundukları kendi toplumlarına da tavır alamayıp hoş görünmek iste­yen, her iki tarafı da idare etmeye çalışan, toplumları adına Müslü­manlara karşı da, Müslümanlar lehine toplumlarına karşı bir savaşı göze alamayan kimselerdir.
Ama her şeyi en iyi bilen Rabbimizin ifadesine göre bunların bir hesapları var. Eğer toplumlarıyla giriştikleri savaşta Müslümanlar galip gelirlerse akıllarınca kendileri galip gelmiş olacaklar, yok eğer kendi kabileleri galip gelmiş olursa kendileri yine kârlı çıkacaklar. Bu da ayrı bir münafıklık türü. Medine’ye geldiklerinde Müslüman görü­nürler ama ülkelerine döndüklerinde de kâfir kesilirler.
Bu tür insanlar her ne zaman bir fitneye götürülseler, her ne za­man bir fitneye çağrılsalar, yâni kendi kavimleri onları kâfirliklerini ortaya koymaya çağırsalar çekinmeden bunu icra ederler. Ve kendi kavimleri onları Müslümanlara karşı bir dolap çevirmeye çağırsalar hiç çekinmeden yaparlar bunu. Gerekirse gözlerini kırpmadan sizi öldü­rebilirler. Hemen tersyüz olurlar ve size karşı düşmanlarınızdan daha beter bir tavır takınmaktan çekinmezler.
Evet bunlar her ne zaman bir fitneyle karşı karşıya kalsalar hemen başaşağı o fitnenin içine dalar­lar. Müslümanlar aleyhine bir fitne söz konusu olup da Müslümanlar kötü bir duruma düştükleri zaman onlardan istifade edebilecekleri bir ortam buldular mı fırsatı ganîmet bilip hemen o fitnenin içine dalarlar ve Müslümanlardan alabildiklerini almaya çalışırlar.
Elbette bütün bunları Müslümanlara haber veren Rabbimiz Müslümanların bu tür insanlara karşı çok güzel bir siyaset uygulama­larını, bir taraftan bu adamlara karşı onların karakterlerini bilerek dik­katli davranmalarını, onları küfre itecek bir davranışta bulunmadıkları gibi tümüyle de onlara güvenmemelerini tavsiye ediyordu.
Eğer onlar sizden uzak durmazlar, barışa yanaşmazlar, sizden ellerini çekip savaşmaktan vazgeçmezlerse, yâni fırsat buldukları zaman sizin zayıf zamanlarınızdan istifade ederek sizi yok etmek, sizi ezmek, sizi mağlup etmek ve sizin savaş halinde olduğunuz düşmanlarınızla beraber hareket etmekten vazgeçmezlerse, sizinle bu tür bozuk ilişkilerini sürdürmeye devam ederlerse o zaman onları buldu­ğunuz yerde, yakaladığınız yerde öldürün diyor Rabbimiz.
Size onlar aleyhine apaçık bir destek kıldık. Onlar aleyhine size deliller gönderiyoruz, bilgiler veriyoruz. Onlar hakkında size hak hukuk veriyoruz. Onlar bu cezayı hak ettiler buyuruyor Rabbimiz.
Allah hep mü’minlerin desteğindedir. Kendi safındaki mü’min kullarını her konuda yalnız bırakmıyor. Yeryüzünde yanlış yapmamaları, hata etmemeleri için sürekli onları bilgilendiriyor. Dosdoğru bilgilerini onlara ulaştırıyor. Hem çevrelerinde kendileri için türlü komplolar kuran, kötülükler düşünen düşmanlarını tanıtıyor onlara, hem de ne yapmaları gerektiğini haber veriyor.
Eğer bu adamlar sizinle barışmak, sizinle beraber olmak, si­zin şartlarınızı kabul etmek istemezler ve elleri sizin üzerinizde olursa ve fırsat buldukları zaman her türlü kötülüğü yapabilecek bir durumda olmaya devam ederlerse yakaladığınız yerde onları öldürün diyor Rabbimiz. İşte böylece Medine çevresinde bulunan ve işlerine geldiği zaman kendi kavimleriyle, işlerine geldiği zaman da Müslümanlar le­hine hareket eden, Müslümanları zayıf bulduklarında onları yok etmek isteyen münâfıklara karşı Rabbimizin hükmü böylece gerçekleşmiş oluyordu. Münâfıklar hakkında bu hükmün verilmesinden sonra İslâm toplumunda bir Müslümanı öldürmenin ne anlama geldiğini bundan sonraki âyette buluyoruz:
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
“En çok okuduğumuz kitap Kur’an olmalı ,
En çok anlattığımız kitap Kur’an olmalı ,
Yaşadığımız kitap Kur’an olmalıdır .
Hiçbir kitap , Kur’an ’a perde yapılmamalıdır.”


Kur'an ı öğrenmek ve hayatlarımıza uygulamak amacıyla güncelleme...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-92

Nisa-92

“Bir mü'minin diğer mü'mini yanlışlık dışında öldürmesi asla caiz değildir. Bir mü'mini yanlışlıkla öldürenin, bir mü'min köleyi azad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça, ona diyet ödemesi gerekir. Eğer o mü'min, size düşman bir topluluktan ise mü'min bir köleyi azad etmek gerekir. Şâyet aranızda anlaşma olan bir millettense, ailesine diyet ödemek ve mü'min bir köleyi azad etmek gerekir. Bulamayana, Allah tarafından tevbesinin kabulü için, art arda iki ay oruç tutmak gerekir. Allah bilendir, Hakîm'dir.”
Gerek dar’ul harpte, kâfirlerin arasında yaşadıkları halde İslâm diyarına hicret edememiş, buna imkân bulamamış samimi bir Müslümanı ancak bilinemediği için hatayla hariç öldürmek veya dar’ul İslâm’da yaşayan bir Müslümanı hataen hariç öldürmek yoktur. Evet bir Müslümanın bir Müslümanı öldürmesi asla mümkün değildir, ka­zayla, yanlışlıkla, hatayla öldürmesi müstesna. Allah ve Resulüne inanan, Allah ve Resûlüne itaat eden, ben mü’minim diyen bir kimse­nin kendisi gibi iman etmiş bir Müslüman kardeşini öldürmesi müm­kün değildir. Ama yanlışlıkla, hatayla, kaza sonucu, istemeyerek, ka­sıt olmaksızın olursa bu ayrıdır.
Evet kim bir mü’mini kasıt olmaksızın hatayla öldürmüşse hataen öldürdüğü mü’mine karşılık bir köle azad edecek ve bir de ölenin ailesine, ehline teslim edilecek bir diyet ödemesi gerekir. Ama ölen mü’minin ailesi bu diyeti bağışlar, almaktan vazgeçerse bu müstesnadır. Değilse ölenin ailesi onu bağışlamadığı zaman öldüren kişi onu onun ailesine ödemek zorundadır.
Eğer öldüren kişinin kendi imkanları bu diyeti ödemeye yetmeyecek olursa onun aîlesi yani yakın akrabaları kendi aralarından toplayıp öderler. Çünkü onun işlediğinden tüm akrabaları sorumludur. Akrabaları onu eğitmeli ve bu tür şeyleri yapmaktan engellemeleri gerekiyordu. Bu sebepledir ki onun ödeyeceği diyete gücü yetmediği zaman tüm akrabaları aralarında toplayarak o diyeti ödemesine yardımcı olmakla mükelleftirler.
Tabi fıkıh kitaplarında ölenin ailesine ödenecek bu diye­tin miktarı belirtilmiştir. Eğer deve cinsinden ödenecekse 100 deve, sığır cinsinden 200 inek veya 2000 koyun olarak sünnet bu diyetin miktarını belirler.
İnsanın veya insan uzvunun telef edilmesi karşılığı olarak verilmesi gereken tazminata, kan bedeline diyet denir. Bilindiği gibi kasten öldürme olayında “kısas” gündeme girer. Kısas cezâsında, hem Allah Teâlâ’nın hukuku, hem kul hukuku bir aradadır. Kısasın icrâ edilebilmesi için, öldürülen kimsenin velîsinin cezânın tatbikini istemesi esastır. Zira Kur’an-ı Kerim’de:
“Kim, mazlum olarak öldürülürse, biz onun (öldürülenin) vesilesine bir salâhiyet vermişizdir. O da (öldürülenin velîsi), öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.”
(17/İsrâ, 33)
Hükmü beyan buyurulmuştur. Öldürülen kimsenin velîsi, kısası talep etmek veya diyete râzı olmak noktasında serbesttir. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)’e “kısas”la ilgili herhangi bir mesele arz olunduğu zaman, maktûlün velîlerine, affetmelerini tavsiye buyurmuştur.
(Ahmed bin Hanbel, III/213)
Dolayısıyla, mü’minlerin emîri, öldürülenin velîlerine affetmelerini veya sulh yapmalarını tavsiye eder. Ancak kesinlikle bu konuda zorlama yapmak veya kendisi af yetkisi kullanma yönünde salâhiyet sahibi değildir. Kısasın tatbiki, affetme veya sulh yapma noktasında tek yetkili, maktûlün velîsidir. Esasen zarara uğrayanların başında da maktûlün velîleri gelir.
Ama bakın ki şu anda Allah’ın kitabından, Allah’ın yasalarından habersiz olan zalim iktidarlar bu yetkiyi kendilerinde görüyorlar. Maktulün ailesi affetmediği halde suçluları affetmeye, onlar için af yasaları çıkarmaya çalışıyorlar. Allah korusun işte bunlar zulümdür. Zalimlerden bundan başkası da beklenemez.
Eğer ölen kimse, öldürülen kimse size düşman olan, sizinle aranızda savaş halinde olan bir topluma ait ama kendisi Müslümansa o zaman öldüren katil bir köle azad eder. Böylece hataen bir Müslüman kardeşini öldüren kişi bir köleyi hayata kazandırmış, hürriyetine kavuşturmuş olur.
Dikkat ederseniz bir öncekinde de vardı köle azadı, ama bu ikincisinde sadece köle azadı var, fakat diyet ödeme şartı yoktur. Neden böyle oluyor? Çünkü diyet mü’minlere ödenir. Ölen kimsenin akrabaları, yakınları ailesi mü’minse ödenir diyet. Berikisinin varisleri kâfir olduğu için onların ekonomik yönden desteklenmeleri düşünülemeyeceği için onlara diyet de ödenmeyecektir. Ailesi düşman olan, düşman tarafından olan kimse için diyet ödenmez.
Ama eğer öldürülen kişi Müslümanların kendi aralarında ahidleştikleri, sözleştiği, sözleşmeli olan bir kavime, bir topluma aitse, yâni İslâm toplumuyla aralarında anlaşma bulunan bir toplumun üye­siyse ve Müslümansa bu kişi o zaman bu sözleşmeden dolayı öldüren kişi hem bir köle azad edecek hem de ölenin ailesine anlaşma gereği diyet ödeyecektir.
Bu âyette anlatılanları şöyle kısaca maddeleştirerek özetleyecek olursak:
a- Eğer öldürülen kişi dar’ul İslâm’da, Müslümanların yurdunda yaşayan bir Müslümansa onu öldüren Müslüman bir köle azad eder­ken, aynı zamanda ölenin ailesine diyet ödeyecektir onlar bu hakla­rından vazgeçmedikleri sürece.
b- Eğer öldürülen Müslüman Müslümanlarla anlaşmalı bir kâfir toplumun içinde yaşıyorsa yine köle azad etmekle birlikte aralarındaki anlaşma gereği bir adamın diyeti neyse onu da ödeyecektir.
c- Ama aralarında herhangi bir anlaşma olmayan bir düşman toplumun üyesiyse o öldürülen kişi o zaman katil sadece bir köle azad edecek, ölenin ailesine diyet ödemeyecektir.
Ama her kim de böyle azad edecek köleyi bulamazsa, köle azad edecek gücü, imkânı bulamazsa ve de diyeti ödeyecek malî gücü yoksa, o zaman o kişi de peş peşe iki ay oruç tutacaktır. İşte Allah’tan size bir tevbe yolu, bir dönüş imkânı. Unutmayın ki Allah her şeyi bilmektedir. Durumunuzu, takatinizi, gücünüzü, imkânınızı Allah çok iyi bilmektedir. Onu kandırma imkânına sahip değilsiniz. Evet böyle bir mü’mini hataen, kazayla, istemeyerek öldürmelerinizin karşılığı budur. Ama:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-93

Nisa-93

“Kim bir mü'mini kasten öldürürse cezası, içinde temelli kala­cağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır.”
Kim de bilerek, isteyerek, kasıtla, taammüden bir Müslümanı öl­dürürse onun cezası da içinde hiç çıkmamacasına, ebediyen kal­macasına cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır Allah korusun Bir Müslümanı öldürmek işte böyle cezası çok büyük bir günah­tır. Öldürülür mü hiç bir Müslüman? Eğer Allah ve Resûlünün be­lirlediği yasalar çerçevesinde bir Müslümanın öldürülmeyi hak etmiş bir cezası varsa onu zaten İslâm öldürecektir. Beriki Müslümanın onu öldürmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Allah insan canına çok büyük de­ğer vermiştir ve Allah’ın verdiği canı almaya sadece kendisi yetkilidir. Bakın Allah diyor ki bile bile, şer’an öldürülmeyi hak etmemiş bir Müslümanın canını alan kişi ebediyen cehennemde kalacaktır.
İslâm’da insanın hayatı işte bu kadar değerlidir, muhteremdir, kimsenin ona kast etmesine İslâm izin vermez. Çünkü biliyoruz ki yer­yüzünde dinin varlığı mü’minin varlığına bağlıdır. Yeryüzünde dinin yaşanması mü'minin varlığına bağlıdır. Yeryüzünde bin mü'min varsa bilelim ki yeryüzünde bin mü’minlik bir din var demektir. Bin bir mü’min varsa yeryüzünde bin bir mü’minlik bir din var demektir. Öy­leyse bunlardan birinin yok edilmesi, yeryüzünde bir mü’minin canına kıyılması demek, yeryüzünde Allah’ın dininin eksiltilmesi demektir ki kimsenin buna hakkı yoktur. şunu da unutmayalım ki Allah katında birle binin farkı yok­tur.
Hattâ yine Kur’an’da anlatıldığına göre yeryüzünde haksız yere bir mü’mini öldüren kişi sanki yeryüzündeki tüm mü’minleri, tüm in­sanları öldürmüş gibidir. Binaenaleyh bir mü’minin canına kastederek yeryüzünde onun Allah’a kulluğunu yok etmeye kimsenin hakkı yok­tur. Allah korusun da menfaatlerle, para için, kinle, gayzla bu se­beplerle mü'min öldürmek dini bunlarla değiştirmek demektir ki bu suçu işleyenin cezası ölümdür ya da ebediyen cehennemde kalmak­tır. Böyle bir mü’minin cehennemden kurtulması kendisine Allah’ın belirlediği biçimde kısasın uygulanmasıyla Allah’ın rahmeti sebebiyle mümkün olabilecektir. Öldüren kişiye Allah’ın istediği biçimde kısas uygulandığı zaman bu onun arınmasına, cehennemden kurtulup cen­nete gitmesine, hayat kazanmasına sebep olacaktır.
Yine öldüren kişiye Allah’ın emrettiği kısas uygulandığı zaman toplumda insan değer kazanacaktır. Ölüm oranları birden bire sıfıra inecektir. Bakıyoruz bugün tavuk kadar adamın değeri yoktur. Yüz bin lira karşılığında adam öldürülüyor. Niye? E sonunda ölüm yok ya! Üç sene yatar, beş sene yatar çıkarım diyor adam ve hiç çekinmeden basit bir şey yüzünden adam öldürebiliyor. Türkiye’de sadece bir se­nede öldürülenlerin sayısı on binleri buluyor. Halbuki eğer kısas uygulansaydı o zaman eller öyle rahat ra­hat tetiğe gidemeyecektir. Adam durup bir düşünecek yoo!! Eğer ben bunu öldürürsem benim kelle de gider, ben bunun dişini kırarsam be­nim diş de kırılır! diyecek ve eller öyle rahat rahat tetiğe gitmeyecektir. Eğer bir toplum kısası uygulamayarak insan hayatına gereken kutsiyeti vermezse, katili korumaya çalışırsa, bu suça pirim vermiş ve binlerce insanın hayatını tehlikeye atmış demektir.
Ölüm cezasını ta­mamen kaldırarak cinâyetleri teşvik etmek insan hayatına karşı iş­lenmiş en büyük insanlık suçlarından biridir. Ve yıllardır şu bizim top­lumda bu suç işlenmektedir. Allah basiret versin, şuur versin bu in­sanlara ne diyelim? Öyleyse ey mü’minler! Ey Allah’ın bu yasalarına muttali olan, Allah’ın bu âyetlerinin bilincine eren müminler:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-94

Nisa-94

“Ey İnananlar: Allah yolunda yürüdüğünüz vakit, her şeyi iyice anlayın. Size, Müslüman olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek: “Sen mü'min değilsin" demeyin. Allah katında bir çok ganîmetler vardır. Evvelce siz de öyleydiniz. Allah size iyilikte bulundu. İyice araştırıp anlayın, Allah işlediklerinizden şüphe­siz haberdardır.”
Ey mü’minler öyleyse Allah yolunda yola çıktığınız zaman, Allah yolunda adım attığınız zaman, Allah yolunda Allah’ın dininin ege­menliğini gerçekleştirmek, yeryüzünde fitneyi kaldırıp Allah’ın istediği adâleti gerçekleştirmek üzere bir kavganın içine girdiğiniz, bir savaşa çıktığınız zaman araştırın. Gerekli tüm araştırmaları yapın. Yâni az evvel size bir yasayı anlattık. Size bir uyarıda bulunduk. Bir Müslümanın bir Müslümanı öldürmesinin ne anlama geldiğini? Ona neye mal olduğunu? Bunun ne kadar önemli olduğunu? Bir Müslümanın hayatının ne kadar değerli olduğunu? Bir Müslümanı öl­dürmenin kâinatı öldürmekle eş değerde olduğunu size anlattık. Bütün bunları bilen sizler, bunun bilincine eren sizler artık çok dikkatli olmak zorundasınız. Onun için Allah adına bir sefere çıktığınızda çok dikkatlice araştırın ve şüpheli olan bir kimseyi sakın öldürmeye kal­kışmayın. Karşınıza çıkan bir kimse diliyle size Müslümanlığını ikrar ettiği andan itibaren, ben de sizin gibi Müslümanım, ben de sizin gibi Allah’a inanıyorum dediği andan itibaren ona hiçbir zaman kılıç kaldı­rılmayacaktır. Hiçbir zaman böyle bir kimse öldürülmeyecektir.
Allah için bir savaşa çıkmış olabilirsiniz. Medine’de Allah Resûlünün etrafında toplanmış Müslümanlar komutanlarının emriyle grup grup, seriyeler halinde savaşa sevk ediliyorlardı. İşte Allah ve Resûlünün emriyle savaşa giden bu Müslümanlara uğrunda yola çıktıkları, yoluna baş koydukları Rabbimiz tarafından bir öğüt, bir nasi­hat, bir uyarı yapılıyordu. Savaşı emreden Allah savaşın kurallarını da beyan ediyordu. Tabii ki sadece o günün savaşçılarına değil, kıya­mete kadar o yolun yolcusu olan, kıyamete kadar yeryüzünde Allah’ın egemenliği adına yola çıkan tüm mücahid Müslümanlara da yapılmış bir uyarıdır bu. Ey iman edenler Allah için bir savaşa çıktığınız zaman iyice araştırın. Size selâm sözünü atanlara, size selâm verenlere, esselâmü aleyküm diyenlere, selâmın ne anlama geldiğini geçen hafta demeye çalışmıştım. Size selâm verenlere, biz de Müslümanız diyenlere, biz de Allah ve Resûlüne itaat ediyoruz, biz sizin için selâ­met ve esenlik diliyoruz, biz de sizin gibi teslim olduk, Müslüman ol­duk diyenlere hayır sen Müslüman değilsin demeyin. Onların bu iman ve İslâm ikrarlarını reddetmeyin diyor Rabbimiz.
Müslüman savaşçılar çıktılar yola. Bir kabileye baskın düzenleyecekler. Ve bu arada karşılarına bir adam çıktı ve dedi ki onlara; ben Müslümanım. İşte o anda Allah diyor ki Müslümanlara, sakın ha sakın ona sen Müslüman değilsin demeyin. Hayır sen Müslüman de­ğilsin, yalan söylüyorsun diyerek sakın onu öldürmeyin, sakın ilişme­yin ona diyor Rabbimiz.
Peki acaba böyle karşısına çıkıp da ben Müslümanım diyen bir kimseye bir Müslüman niçin hayır sen Müslü­man değilsin der? Niye reddeder onun Müslümanlığını? Niye tekfir eder onu? Sebebi ne bunun? Arkadaşlar, bakın bunun sebebini Rabbimiz şöyle anlatıyor:
Şu alçak, şu değersiz dünya hayatının birazcık metaını arzu et­mek. Şu denî hayatın birazcık malına, mülküne, ganîmetine heveslendiğinden dolayı. Evet işte Rabbimiz öyle diyor. Dünyanın geçici, değersiz malına mülküne meylederek, karşınızdakinin elindekilere göz dikerek o size selâm veren, ben de Müslümanım diyen, Müslü­manlığını ikrar eden o adamcağıza sakın ha sakın hayır sen Müslü­man değilsin, sen yalan söylüyorsun, sen korktuğun için böyle söylü­yor ve bizi kandırıyorsun demeyin diyor Rabbimiz.
Evet bir zamanlar öyleydi, inşallah tekrar o günler yakındır. Sa­vaşın İslâm coğrafyasından kâfir ve müşrik dünya coğrafyalarına aktığı dönemlerde, savaşın kâfir coğrafyalarda icra edildiği dönemlerde gerçekten bu tür hadîselere çok sık rastlanacaktır. Allah düş­manı kâfirler, yıllar yılı Müslüman kanına doymayan kâfirler birer birer gebertilirken içlerinden karşınıza çıkan birileri de diyecek ki ben de Müslümanım. Ben de sizdenim. Ben de Allah ve Resûlüne teslim ol­dum. Bu kişi ya ister önceden Müslüman olsun, isterse o savaş orta­mında yiğitliğini gördüğü Müslümanların nefesleriyle dirilmiş olsun, ister o anda Allah’ın Müslümanlara yardımını gözleriyle görerek diri­lenlerden olsun fark etmez bizim yapacağımız iş hemen onun Müslü­manlığını kabul etmek ve bir Müslüman kardeşimiz olarak onu bağrı­mıza basmaktır.
Zaten İslâm’ın savaşının hedefi bu değil miydi? Biz insanların dirilişi için gitmemiş miydik oralara kadar? Öyleyse gel kardeşim, bizi zaten buralara kadar getiren sebep senin bunu demen, bunu anla­mandı. Bizim hedefimiz seni kâfirlerin, zalimlerin, tâğutların egemen­liği altında bir hayattan kurtarıp Allah egemenliği altında cennete ulaştırmaktı diyerek onu bağrımıza basmak zorundayız, uğruna sa­vaştığımız Allah bizden işte bunu istiyor.
Şâyet hayır sen Müslüman değilsin diyerek onu öldürmeye, malını ganîmet olarak almaya veya onu köleleştirmeye yönelip meylederse bir Müslüman, bakın Allah ne diyor:
Allah katında bol ganîmetler var, Allah katında bitmez tükenmez mallar mülkler var, eğer sen bir şeyler isteyeceksen bırak o gari­banın elindekileri de isteyeceğini Allah’tan iste. O gariban, üstelik ben müslümanım da diyor, ben de senin inancını paylaşıyorum diyor, ben de senin inandığın Allah’a teslim oldum diyor. Onun mallarına meyle­dip, onun bu Müslümanlık ikrarını yalan sayıp da mallarına konmak, onu köleleştirmek yerine sen isteyeceğini Rabbinden iste de sana ondan çok daha hayırlı mallardan bol bol versin Rabbin.
Sizler Allah katındakileri bırakır da insanların ellerindekine mi göz dikersiniz? Peygamberinizin gönderiliş gâyesinden ibret almaz mısınız? Peygamberler insanlardan ganîmet toplamak ve cizye almak için gönderilmemişlerdir. Peygamberler insanlara hidâyet rehberi ol­sunlar, insanları hidâyete ve cennete ulaştırsınlar diye gönderilmişler­dir. Öyleyse önemli olan kâfir dünyanın mallarını elinize geçirmeniz, onları köleleştirmeniz değildir. Önemli olan o gittiğiniz kâfir dünya in­sanlarından bir tek kişinin bile sizin soluklarınızla Müslüman olması­dır. Bir tek insanın bile sizin elinizle Müslüman olması tüm dünyanın mallarına ulaşmanızdan sizin için daha hayırlıdır, bunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın buyuruyor Rabbimiz.
Âyetin son kısmı ise gerçekten Müslümanı son derece bağlı­yor, son derece kuşatıyor ve âdeta elini kolunu bağlayıveriyor bu konuda. Bakın Allah şöyle buyuruyor:
Bir düşünsenize. Dün siz de onlar gibi değil miydiniz? Daha önce sizin durumunuz da onların durumları gibi değil miydi? Bir yıl önce, üç ay önce, bir ay önce, bir hafta önce, bir gün önce siz de on­lar gibi değil miydiniz? Müslümanlardan kimileri bir ay önce, bir hafta önce Müslümanlıkla tanışmışlar, hidâyete ermişler ve bir hafta sonra da savaşa çıkmışlar. Şâyet bu savaş bir yıl önce, bir ay önce gerçek­leşmiş olsaydı belki kendiniz de bir kâfir olarak Müslüman kılıçlarına hedef olup gidecektiniz.
Öyle değil mi? Bizler şu anda kendi Müslümanlıklarımızı bir düşünelim. Dün ne haldeydik? Eğer şu anda bizler de kendi Müslü­manlıklarımıza, Müslümanlıkla tanışmamıza, kitap ve sünnetle tanış­mamıza bir tarih versek, beş yıl önce, bir yıl önce, bir ay önce ne du­rumdaydık? Allah’a sonsuz şükürler olsun ki bizi kitap ve sünnetle ta­nıştırdı, bize hidâyetini ulaştırdı. Eh şimdi Allah’ın istediği Müslüman­lığa ulaştık diye hemen elimize kılıcı alıp, ya benim gibi Müslüman olursunuz yahut da hepinizi doğrayacağım diye veya sizin alınlarınıza kâfir damgası vuracağım, sizi tekfir edeceğim diye bugün dünkü bizim durumumuzda olan insanların üzerine gitmeye mi kalkışacağız? Hak­kımız var mı buna? Eğer var diyorsanız o zaman dün birilerinin bu gerçek Müslüman değil diye bizi öldürmeleri de haklıydı. O zaman da belki bir kâfir olarak geberip gidecek, bugünleri göremeyecek, ebedi­yen cehenneme yuvarlanıp gidecektik.
Daha iki hafta önce bir arkadaşımız diyordu ki hocam, Allah sizden razı olsun, iki hafta öncesine kadar ben bir ateisttim. Kur’an’ı, sünneti, Allah’ı, peygamberi tanıdım ve iki haftadır Müslümanım di­yor-du. Eğer Allah bize gerçek tevhidi, gerçek Müslümanlığı, hidâyeti nasip etmeseydi ne yapardık? Öyleyse kendi durumlarımızı düşünelim de, Allah’ın bize lütuflarını düşünelim de, kendimizi karşımızdakinin yerine koyalım da ona öyle muamele edelim.
İşte böyle, Allah sizi vahyiyle tanıştırmasaydı, Allah size lüt-fuyla hidâyetini göndermeseydi, Allah yolunuzu açmasaydı şu anda sizler ve bizler Müslüman olamazdık. Biz Müslüman olmadan önce de birileri gelip bizi öldürmüş olsalardı ebediyen cehennemi boylamış olacaktık.
Bakın Allah’ın Resûlü bir hadislerinde buyurur ki:
“Allah’tan başka İlâh olmadığına ve Muhamme-din Allah'ın Resûlü olduğuna şehâdet edip, namazı ikâme edinceye, zekatı da verinceye kadar insanlarla mu­harebe etmem bana emredildi. Onlar bunu yaparlarsa canlarını ve mallarını benim elimden kurtarırlar. Ancak İslâm’ın hakkı müstesnadır. Onların hesapları Allah’a kalmıştır.” (Buhârî, K. İman 1/11) (Müslim, K. İman 1/53)
Diyor ki Rasulullah, bu adamlar ne zaman Allah’tan başka İlâh olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet ederler, yâni kelime-i şehâdeti söylerler, namazlarını kılarlar ve zekâtlarını verir­ler-se işte o zaman benden canlarını ve mallarını kurtarmış olurlar bu­yur-duktan sonra Allah’ın Resûlü der ki:
"Ancak İslâm’ın hakkı müstesnadır. Ve onların he­sapları artık Allah’a aittir"
Yâni Kelime-i Şehâdeti söyleyip de namaz kılan ve oruç tutan kimse savaştan kurtulur. Benim kendisiyle savaşmamdan kurtulur, canını ve malını emin kılar. Ama hırsızlık, zina, içki, adam öldürme gi-bi suçlar işlerse ayrıca onların cezasını çeker demektir bunun mâ­nâ-sı.
Ya da kim Allah’a ve Resûlüne iman eder, kelime-i tevhide i-man ederek ikrar eder ve namazını kılar zekâtını verirse ve o kişi ken-disini İslâm’a izafe ederse, yani ben müslümanım derse, ben Allah’a ve peygambere, peygamberin Allah’tan getirdiklerinin tamamına iman ediyorum derse, artık ona Müslüman muamelesi yapılır. Biz onun Müslüman olduğuna hükme­deriz. Ama kalbinde başka şeyler varsa artık onun hesabı Allah’a ait­tir. Çünkü biz onun kalbini yarıp içine bak-ma imkânına sahip değiliz. Kalplerde ne olduğunu bilen sadece Allah’tır.
İşte dünyada bu zâhire göre hüküm verilir. Onun kelime-i tevhidi söylerken samimi mi değil mi ol­duğu yarın Rahmânın huzurunda ortaya çıkacaktır. Bu sözü söyleyip mü’min olduğunu ortaya koyan, namazını kılıp zekâtını veren bir kimse mü’min kabul edilir ve kesinlikle öldürülmez ve de tekfir edil­mez.
Nitekim sahâbeden Hz. Üsame Bin Zeyd Efendimiz bir savaş esnasında kelime-i tevhidi söyleyen birisini öldürüp Rasulullah Efen­dimizin huzuruna gelip de Rasulullah Efendimiz tarafından azarlandı­ğında: Ey Allah’ın Resûlü o adam korktuğu için bunu söylemiştir de­yince Allah’ın Resûlü son derece gazaplanmış ve şöyle buyurmuştu: Yazıklar olsun ey Üsame! O adam kelime-i tevhidi söylediği halde öl­dürdün ha? Demek la İlâhe illallah dediği halde onu öldürdün ha? diye defalarca tekrarlayarak üzüntüsünü ortaya koymuştu da Üsame Hz. de: Keşke Müslüman olarak böyle bir günahı işlemektense bu ha-dîseden sonra Müslüman olmuş olsaydım diye mahcubiyetini ve tev-besini dile getirmiştir.
Böyle bir kimseyi öldürmek de onu tekfir etmek de caiz değil-dir. Allah korusun da Rabbimiz ve Resûl-i Ekrem Efendimiz böyle buyurduğu halde, bugün sanki Allah’ın yeryüzünde muhasebe memur-larıymış gibi, sanki insanların küfürlerini ispatla görevlendirilmişler gibi ellerindeki fırçayla insanları kâfir yapmaya çalışan insanlar görü­yoruz. Açıkça ben kâfirim demeyen, ben Müslümanım diyen, kelime-i şehâ-deti söyleyen, namaz kılan zekât veren insanların imanlarına delâlet edebilecek delilleri bulmak yerine küfürlerine delâlet edebile­cek delilleri araştırmadan yana koşturan insanları görüyoruz.
Geliyorlar bir Müslümana; şunu biliyor musun? Buna inanıyor musun? Eğer yargıladıkları konularda bilgi sahibi değilse o Müslü­man, hemen diyorlar ki sen kâfirsin. Bu hakkı nereden ve kimden alı­yor bu adamlar? Halbuki karşılarındaki sorguladıkları Müslüman top­tan inandığı dinin ilkelerinden veya inanç manzumelerinden kimini o anda bilmeyebilir. Sayamayabilir. Ona hemen kâfir demenin ne an­la-mı olacak da?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-95,96

Nisa-95,96

“İnananlardan, özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile mal ve canlariyle Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebece, oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vaâdetmiştir, ama Allah, cihad edenleri oturanlara, büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Savaşa çıkmalarına engel hiçbir özürleri, hiçbir meşru mâzeretleri olmadığı halde Allah yolunda savaşa çıkmayıp kadınlar gibi evlerinde oturup kalanlarla Allah yolunda malları ve canlarıyla savaşa gidenler eşit değildir. Bu ikisi müsavi değildir. Tabii bu değerlendirme unutmamalıyız ki genel bir seferberlik ilanı olmadığı dönemlere aittir. Aksi takdirde peygamber genel bir seferberlik ilan edip, dâvetiyesini çıkarıp, eli silah tutan herkese savaş emrini verdiği anda artık hiçbir Müslümanın evinde oturması caiz değildir. Ama böyle genel bir sefer­berlik emri değil de Allah’ın Resûlü isteyenler savaşa gelsinler dile­yenler de evlerinde oturabilirler şeklinde bir savaş çağrısında bulun­muş, savaşa gelmeyenlere izin çıkarmışsa işte böyle bir durumda malları ve canlarıyla savaşa iştirak edenler, evlerinde oturanlardan daha üstündür, daha hayırlıdır buyuruyor Rabbimiz.
Ancak tabii sa­vaşa iştirak konusunda hiçbir geçerli mâzeretleri olmayıp evlerinde oturanlar kastediliyor âyette. Yâni savaşa katılmak isteyip de meşru mâzeretlerinden dolayı katılamayanlar bunun dışındadır. Hasta ol­dukları için, yaşlı oldukları için veya herhangi bir özürleri sebebiyle savaştan alıkonanlar için Allah’ın Resûlü, onlar da aynen mücahidlerin sevabını alırlar buyurmaktadır.
Allah ve Resûlünün beyanlarından şunu anlıyoruz ki Allah’ın is­tediğine uygun olarak iyi bir niyet taşıyan ama fırsat bulamadığı için bunu gerçekleştiremeyen mü’min bu niyetinden ötürü mükafat ala­caktır. Buhârî ve Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri bir hadislerinde Al­lah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Kim bir iyilik yapmaya niyet eder ama onu yapmaya muvaffak olamazsa, Allah onun için katında tam bir iyilik sevabı yazar. Kim de bir iyilik yapmaya niyet eder ve onu gerçekleştirirse Allah ona on haseneden yüz haseneye ka­dar iyilik yazar.”
Yine Ahmed İbni Hanbel’in Müsnedinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Ümmetimin şehidlerinin çoğu şehidliği gönülden ni­yet ederek yaşayan fakat takdirde olmadığı için yatakla­rında ölen kimselerdir. Savaş ortamlarında çarpışarak ölen niceleri vardır ki onların ne niyetle öldüklerini Allah bilmektedir. “
Yine başka bir hadislerinde:
“Sizin arkanızda kalmış nice kardeşleriniz vardır ki onlar imkânları olmadığı için sizinle birlikte sefere çıka­mamışlardır. Kalplerinde Allah için cihad niyeti taşıdıkları halde şu anda sizinle beraber olamayan bu kardeşleriniz sizin yürüdüğünüz, konakladığınız her bir vadide bilesiniz ki sizlerle beraberdirler”
Buyurur. Başka bir hadislerinde de:
“Malı olup da onu Allah yolunda infak eden bir mü’min kardeşine imrenerek: Eğer benim de bu kardeşim gibi malım olsaydı ben de aynen onun gibi onu Allah yo­lunda harcardım diyen bir Müslüman sevap ta ötekisine müsavidir”
Buyurmaktadır. Evet bu durumda olanlar hariç, hiçbir mâzeretleri olmadığı halde evlerinde oturanlardan Allah yolunda malları ve canlarıyla savaşanlar daha üstündür. Allah o mücahidlere bir derece üstünlük vermiştir. Bu derecenin nasıl bir derece olduğunu bilmiyoruz, ama bu derece kelimesinin nekre olması, sınırsızlığını, eni boyunun belli olmadığını ve çok büyük bir derece olduğunu anlıyoruz. Ama:
Mü’minlerin her birerine, gerek malları ve canlarıyla savaşa gi­denlere, gerekse geride kalıp oturanlara, ama keyfi bir oturma değil geri hizmetleri ifa edenlere çok güzellikler vaâdetmektedir.
Mücahidlere oturanlar üzerine büyük bir ecir ve Allah’tan dere­celer, mağfiret, rahmet vardır. Ya şehâdetle cennete ulaşma, rahmete ulaşma vardır onlar için, yahut da galibiyet, zafer ve bunun sonucu olarak dünyada şerefli bir hayat vardır. Allah Ğafûr ve Rahîmdir. Al­lah’ın mü’min kullarına lütufları boldur. Yeter ki kulları Allah’ın istediği gibi olsunlar. Yeter ki Müslümanlar Allah’ın istediği gibi bir hayat ya­şasınlar, Allah için savaşa çıkıp hayatlarını Allah’a fedâ etmeyi göze alabilsinler.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-97

Nisa-97

“Kendilerine yazık edenlerin canlarını aldıkları zaman on­lara: “Ne yaptınız bakalım?” deyince, “Biz yeryüzünde zavallı kimse­lerdik” diyecekler, melekler de: “Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya! “cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir!”
Melekler kendi kendilerine zulmetmiş, kendi kendilerine yazık etmiş, kendi kendilerine zulmeder oldukları halde o kimselerin canla­rını almaya geldikleri zaman. Müslüman oldukları halde Allah yolunda hicret ederek, peygamberin çağrısına icabet etmeyen, İslâm coğraf­yasında Müslümanlarla birlikte peygamber egemenliğinde bir hayata koşmayan ve geçerli bir mâzeretleri olmadığı halde kendi yurtlarında, kâfir toplumları içinde ikâmet eder oldukları halde ölümleri kendilerini bulan kimselerin kötü sonlarını anlatıyor Rabbimiz burada. Hicret em­rini aldıkları halde imkânları varken hicret edip Müslümanlara katılma­yanların süi âkıbeti.
Allah’ın son peygamberi Mekke döneminde 13 yıl çok zor şartlar altında Allah’ın istediği biçimde dâvetini sürdürdükten, insanları Allah’ın dinine dâvet ettikten sonra Allah’ın emriyle dâvetinin yeni va­tanı Medine’ye hicret buyurur. İslâm’ın bu yeni yurdunda tüm Müslü­manları toplayıp bir güç oluşturmak üzere harekete geçer. Tüm civar kabilelere haber göndererek bütün Müslümanların Medine’de toplan­malarını emreder. Müslümanların kâfir ve müşrik toplumları içinde oturarak onların sayılarını çoğaltmaları ve o müşrik ve kâfir toplum­larla yapılan savaşlarda bilinmeden, yanlışlıkla kendilerine bir Müslü­man okunun isabet ederek kendi kendilerini ziyan etmemeleri için onlara uyarılarda bulunur. Gerçekten de o dönemde buna çok büyük ihtiyaç vardı. Müslümanların Medine’de toplanıp güç birliği yapmaları gerekiyordu. Ama sonradan Mekke feth olduktan sonra artık Medine’ye hicret zorunluluğu ortadan kalkıyordu. Ama Müslümanların güçlenip de kâfirlerin bellerini kıracakları, Mekke’yi fethedip rüştlerini ispat edecekleri ana kadar nerede bir Müslüman varsa Medine’ye hic­ret etmek zorundaydı.
İşte bu hicret emrini aldıkları halde, hicret etme imkânları olduğu halde hicret etmeyerek nefislerine zulmeden, kendi kendilerine yazık eden bu insanların canlarını almak için melekler geldiği zaman derler ki:
Siz neydiniz? Siz ne haldeydiniz? Bu durumlarınız neydi böyle? Dininizle ilgili ne durumdaydınız? İnancınız neydi, hayatınız neydi? Bu nasıl bir hayat ki imanlarınızdan kaynaklanmıyordu? Nasıl bir hayat yaşıyordunuz ki inancınızın eseri görülmüyordu? Nasıl bir hukukunuz vardı ki inancınızın kokusuna bile rastlanmıyordu? Nasıl bir kılık kıyafet içindeydiniz? Nasıl bir eğitime kendinizi teslim etmişti­niz? Nasıl bir ekonomi? Nasıl bir sosyal ve siyasal hayatın içindeydi­niz ki imanlarınızla bağdaşmıyordu? Sizler Müslüman değil miydiniz? Sizler inandığınızı iddia etmiyor muydunuz? Allah ve Resûlüne inanıp itaat ettiğinizi iddia eden Müslümanlar olarak inancınıza ters düşen bu tâğutlar egemenliğinde bir hayata nasıl razı oldunuz?
Kimin dininde olduğunuzu iddia ediyor, kime itaat ediyordunuz? Kimi Rab biliyor, kimin yasalarını uyguluyordunuz? Dillerinizle söylediğiniz neydi? Hayatlarınızla uyguladığınız neydi? Yaşadığınız toplumlarınızda birileri Rablik iddiasında bulunarak, sizi kendi yasala­rına uymaya zorlayarak Allah egemenliğinde Müslümanca bir hayatı yaşamanıza, imanınızı hayatınızda görüntülemenize, iman kaynaklı bir hayat yaşamanıza, Allah’ın yasalarını uygulamanıza izin verme­diyse, onlara teslim olup boyun bükmenize sebep neydi? Niye hicret yurduna gidip orada Müslüman kardeşlerinizle birlikte peygamber egemenliğinde Müslümanca özgürce bir hayata koşmadınız? Bu ne rezil bir hayat ki ölümü hicret yurdunda değil de kâfir yurdunda karşı­lıyorsunuz? Sebep ne buna? O Allah ve Resûlünün dâvetine, mü’minlerin çağrısına icabet ederek özgürce Allah’a kulluklarını yaşa­yabilecekleri Medine’ye hicret etmeyerek ölümü küfür yurdunda kar­şılayanlar meleklerin bu sorusuna karşılık diyecekler ki bakın:
Biz zayıftık, biz mus’taz’aftık, biz yeryüzünde zayıf bırakılmıştık, hicret edip peygamber egemenliğinde bir hayata koşmaya gü­cümüz yetmiyordu. Yaşadığımız coğrafyada da bizi inancımız doğ­rultusunda Allah’ın istediği bir hayatı yaşamaktan engelleyerek ken­dilerine kul köle edinen bu tâğutlarla savaşacak, onlara karşı koyacak gücümüz kuvvetimiz de yoktu. İçinde bulunduğumuz arzda kalmaya ve böyle bir hayatı yaşamaya mahkûm ve mecbur idik, başka çaremiz yoktu. Allah’ın melekleri diyecekler ki:
Peki Allah’ın arzı geniş değil miydi? Ha hicret etseydiniz oraya. Madem ki içinde yaşadığınız coğrafyada sizin Allah’a Allah’ın istediği kulluğunuz engelleniyordu, Müslümanca bir hayat yaşamanıza izin verilmiyordu, madem ki inancınıza ters şeyler yapmanız ko­nusunda zorlanıyordunuz, madem ki hayatınızda imanlarınızı görün­tülemenize müsaade edilmiyordu ve sizler zayıf olduğunuz için bu tâğutlarla bir kavganın içine giremeyecek kadar güçsüzdünüz, öy­leyse niye iman kaynaklı bir hayat yaşayabileceğiniz, dininizi kurtara­bileceğiniz bir yurda hicret etmediniz? Neden hicreti denemediniz? Allah’ın arzı geniş değil miydi? Bakın âyetin devamı gerçekten çok müthiş:
Böylelerinin durağı, barınağı, gidecekleri, sığınakları cehennem­dir ve ne kötü bir dönüş yeridir orası. Evet yaşadıkları coğ­rafya-larda Allah’a kullukları engellendiği halde, Allah’ın yasalarını uy­gula-ma imkânları ellerinden alındığı halde, Allah’tan başkalarına kul köle durumuna düşürülüp inançlarının aksine rezil bir hayata mahkûm edildikleri halde Habeşistan’a, Medine’ye hicret eden Müslümanlar gibi hicret ederek özgür bir hayata gitmeleri de mümkünken, hicret etmeyerek bu rezil hayata boyun büken kimselerin gidecekleri yer ce­hennemdir diyor Allah. Evet hicret imkânları olduğu halde hicret et­meyenler, bu kadar yerlerinde yurtlarında çakılıp kalacak kadar zayıf ve güçsüz olmadıkları halde güçsüzlük psikozuna düşmüş insanlar cehenneme gidecektir. Bundan istisna edilen, yâni onlar gibi kuru bir iddia sahibi olmayıp gerçekten mâzeretleri bulunan ve Rabbimizin affı umulan kimseler de bakın şöyle açıklanıyor:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-98

Nisa-98

“Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve ço­cuklar müstesnadırlar.”
Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan mus’tazaflar olup Allah için hicrete çare bulamayan, yol bilmeyen, yol bulamayan, hastalıkları, fakirlikleri, acizlikleri sebebiyle yerlerinden yurtlarından çıkamayan gerçek mus’taz’aflar bunun dışındadır diyor Rabbimiz.
Müs’taz’aflar, zayıflar, müstekbirler tarafından güçsüzleştirilmişler aciz bırakılmış insanlardır ki eğer bu âyetleri günümüz Müslümanları üzerinde düşünecek olursak Kur’an-ı Kerîmde bunların üç grupta an­latıldıklarına şahit olmaktayız.
1- Birinci gruptakiler elçilerinin tebliğlerinin üzerinden uzun bir süre geçtiği için vahiyden uzaklaşmışlar, müstekbirlerin zulüm ağla­rına düşürülerek Allah’ın kitabından ve Resullerinin sünnetinden uzaklaştırılmışlar, veya müstekbirlerin kendilerine enjekte ettikleri morfin sonucu uzun yıllar dinlerinin temel kaynaklarından koparılmış­lar, toplumlarına ve hayatlarına hâkim olan zalimlerin kendilerine ver­dik-leri eğitim sunucu köleleştirilmiş, dinlerini, imanlarını, kitaplarını, peygamberlerini, namuslarını iffetlerini her şeylerini kaybetmişler. Uzun yıllar böyle geçtikten sonra nihâyet kitaplarıyla, peygamberleri­nin sün-netiyle tanışmaları sonucu azıcık morfinin tesiri geçip kendile­rine gelmeye başlayınca, gözleri açılınca anlamışlar ki her şeylerini kaybetmişler.
Kendilerine egemen olan kâfirler, müstekbirler tüm hayatlarını değiştirmişler. Dinlerini, imanlarını, tarihlerini, takvimlerini, yazılarını alfabelerini, kılıklarını kıyafetlerini, hukuklarını, eğitimlerini, düşünce­lerini, kabullerini, retlerini her şeylerini değiştirmişler. Hayatlarında ne Allah’ın kitabı kalmış, ne Resûlünün sünneti kalmış, ne din kalmış, ne iman kalmış, ne namus kalmış, ne iffet kalmış. Her şeylerini kaybet­mişler. Müstekbirler onların hayatından Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini kaldırmışlar ve onların yerine kendi yasalarını koymuşlar. Onları Allah’a kulluktan koparıp kendi yasalarına kul köle edinmişler.
Bunlar birazcık gözleri açılıp kendilerine geldikleri andan itibaren anlıyorlar ki her şeylerini kaybedip müstekbirlerin zulüm ağla­rına yakalanmışlar. Anlıyorlar ki Allah’ın sisteminden uzaklaştırılıp müstekbirlerin yasalarına kul köle edilmişler. İşte bu gerçeği anlar an-lamaz gecelerini gündüzlerine katarak bu zulüm ağından kurtulmak için, bu esaret zincirlerini kırabilmek ve yeniden Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine dönmek ve Allah’ın yasalarının hâkimiyetinde bir hayat yaşamak için müstekbirlerle, zalimlerle mücadeleye tutuş­muş müs’taz’aflar. Böyle bir hayattan kurtulup Allah’ın istediği hayata ulaşmayı ve bu uğurda malıyla canıyla mücadeleyi hayatında birinci işi bilmiş ve bu olmadan ötekiler olmaz inancıyla gece gündüz çırpı­nan Müslümanlar.
İşte bunlar birinci grupta anlatılan müs’taz’aflardır ki Rabbimiz Kur’an’ın pek çok yerinde bu müs’taz’afları yeryüzünün doğusuna ba­tısına varis kılacağını haber veriyor. Çünkü bunlar gerçeği anlar an­lamaz bu durumdan kurtulmak içim Allah’a güvenerek, sabrederek, Allah düşmanı müstekbirlerle kıyasıya mücadele vererek Allah’ın yer­yüzünde vaz ettiği yasalara riâyet eden müs’taz’aflar ki Allah onlara mutlaka yardım edecek ve onları yeryüzüne egemen kılacağına dair söz veriyor.
2- Kur’an-ı Kerîmde yine uzun uzun durumları anlatılan ikinci grup müs’taz’aflara gelince bunlar da şunlardır. Bunlar da tıpkı birinci gruptakiler gibi kendilerine verilen müşrik bir eğitim sonucu, ya da müstekbirler tarafından kendilerine vurulan uyuşturucular sonucu za­limlerin zulüm ağlarına yakalanmışlar. Her şeylerini kaybetmişler. Her şeyleri ellerinden alınmış. Nihâyet aradan geçen bir zaman sonra gözlerini açınca gerçeği anlamışlar, ama öncekilerden farklı olarak bunlar müstekbirlerden korkuları, müstekbirlerden gelebilecek sorgu­lama, kınama, hapis, meslekten atılma, maaşın kesilmesi gibi korku­ları, Allah’a güvenmemeleri, Allah’a ve Allah’ın yardımına itimat et­me-meleri sebebiyle, birtakım zaafları ve menfaatlerinin elden gitme­mesi sebebiyle zalimlere karşı ses çıkarmamayı, müstekbirlere karşı susmayı tercih etmiş ve böylece âdeta yeryüzündeki, ülkelerindeki istik-bara, zulme fesada karşı göz yummayı yeğleyenler.
İşte bunlar da ikinci grup müs’taz’aflardır ki Kur’an’ın beyanıyla yarın bunlar cehennemi boylayacaklardır. Bunların durağı cehennem­dir ve bunlar müstekbirlerle aynı âkıbeti, zalimlerle aynı ateşi payla­şacaklardır. İbrahim sûresi 21, Sebe’ sûresi 31,33 Nisâ sûresi 97 âyetleri ve daha pek çok âyet bunların cehenneme gideceklerini an­latmaktadır.
3- Mustaz’afların üçüncü gurubunu da işte şu anda okuduğumuz Nisâ sûresinin bu âyetleri haber vermektedir:
Ancak çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve ço­cuklar müstesnadırlar. İşte Allah’ın bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayandır.
Evet toplumda çocuklar vardır henüz mü­kellef değillerdir. Zavallı, hasta yatalak erkekler vardır ve de kadınlar vardır. Bunlar konumları itibariyle ne cihada ne de hicrete yol bulama­yan, imkân bula-mayan insanlardır ve işte Allah’ın affetmesi, bağışla­ması umulan müs’taz’aflar da bunlardır. Çocuklar, kadınlar ve de be­denî, zihinsel, aklî veya cismanî zaafları sebebiyle vahye muhatap olmayan veya vahye muhatap oldukları halde vahyi tanımaya imkân bulamamış doğru yola erememiş hidâyeti bulamamış olanlar. Ya da azalarından kimileri olmadığı için, yatalak durumda hasta oldukları için istikbara ve zulme karşı koyacak bedenî güçleri ve malî imkânları olmayanlar, hicrete güç yetirip yol bulamayanlardır. İşte gerçek müs’taz’aflar, gerçek güçsüzler ve zayıflar bunlardır ve Allah’ın bun­ları affetmesi umulmaktadır. Öyleyse çocuk değilsek, yatalak değilsek, kadın da değilsek peki biz neyiz? Biz hangi gruptanız? Bizim yerimiz neresi? Mustafa, gardaş bu soruyu sadece sen değil hepimiz kendimize sormalıyız. Hani birileri bir köprüyü, bir geçidi tutmuşlar, oradan geçenlerden ver-gi alıyorlarmış. Her bir adem kişiden yüz akçe, her bir merkepten de elli akçe alıyorlarmış. Bir adem kişi gelmiş, oradan geçecek, ce­bine bir el atmış ki sadece elli akçesi var. Ellerini şöyle yere koyup eğilerek elli akçeyi uzatmış. Demişler ki hayrola emmi, biz onu mer­kepten alıyorduk. Adam eğile büküle demiş ki yahu beni de eşşekten sayıverin, zaten ondan bir farkım yok demiş.
Yoksa biz de bizi kadınlardan sayıverin mi diyoruz? Bizim ka­dınlardan bir farkımız yok mu demeye çalışıyoruz yoksa? Öbür odada bizi dinleyen hanım kardeşlerimiz var. Onlardan özür diliyorum. Onları küçümseme adına demedim bunu. Gerçi şu anda onlar belki bizler­den daha ciddi, daha onurlu bir mücadele sergiliyorlar. O zaman bile­lim ki başka çaremiz yoktur, ya birinci grup hicret eden, müstekbir-lerle kıyasıya savaşı sürdüren müs’taz’afların içinde yerimizi alacağız ya da Allah korusun ikinci grubun içindeysek müstekbirlerle aynı azabı paylaşmaya razı olacağız demektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-99

Nisa-99

“İşte Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah Affedendir, Bağışlayandır.”
İşte onları Allah’ın affetmesi umulur. Allah’ın affına mazhar ol­maları umulanlar işte bunlardır. Allah affedendir yarlığayandır. Rivâ­yetlere göre bu âyetin tehdidini duyan Mekke’de ikâmet etmekte olan Müslümanlardan çok yaşlı ve acuze olan Cündüb Bin Damre R.A. oğullarını çağırıp, evlâtlarım beni bir hayvana yükleyin, vallahi ben bu halimle ne güçsüzlerdenim, ne de yolu bilmeyenlerdenim. Allah’a ye­min olsun ki Rabbimin bu tehdidini duyduktan sonra bu gece asla Mekke’de yatamam demiş ve oğulları onu bir sedyeye koyup Me­dine’ye taşıdılar. Ama çok yaşlı olduğu için Medine’ye varamadan yarı yolda vefat etti. Hicret kolay olmayan bir görevdir. Zor bir kulluktur hicret. Ülkeni, yerini, yurdunu terk edeceksin, ananı babanı, eşini dostunu, dükkanını tezgahını terk edeceksin, her şeyini terk edecek ve tercihini Allah ve Resûlünden yana kullanacaksın. Gerçekten zorluğu olan bir şey. Ama işte Rabbimiz kendi rızası uğrunda bu zorluğu üslenebilen­lerin kurtulacağını anlatıyor Rabbimiz.
100. “Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a pey­gamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Gerçekten Allah için her şeyini terk ederek Allah yolunda hic­ret eden, ben Allah için muhacir olacağım diyerek dinini dünyasına tercih ederek yola çıkan bir Müslümanın gözünde dünya adına her şey bitiyor. Böyle Allah için hareket eden bir Müslümanın gözünün önünde sadece ve sadece Allah ve Resûlünün rızası ve cennet var­dır.
Kim Allah yolunda hicrete çıkarsa yeryüzünde pek çok barınacak, yerleşecek yerler ve bolluk ve genişlik bulacaktır. Ayrılırken zorlandığı, zorluk çektiği o ülkesini, kavmini, konumunu, eşini dostunu terk edip giderken kendisini büyük bolluklar, bereketler, genişlikler beklemektedir diyor Rabbimiz. Şu anda bizler de böyle bir duygu var değil mi? Sanki Allah için vatanını, işini, aşını, eşini dostunu terk ede­rek hicrete çıkan birisinin tüm dünyasının yıkılacağını, mahvolacağını, hayatının, düzeninin, huzurunun alt üst olacağını, bir dilim ekmeğe muhtaç olacağını, kimsenin yüzüne bakmayacağını, herkesin kendi­sinden yüz çevirip yalnızlıktan bunalımlara düşeceğini varsayıyoruz.
Ama gerçekten bakıyoruz ki Hz. Adem (a.s)dan bu yana dün­yanın hangi zaman ve mekânında olursa olsun, dünyanın hangi coğ­rafyasında olursa olsun Allah için hicret edenlerin çok büyük bolluk­lara, çok büyük bereket ve hayırlara, çok büyük mülk ve saltanatlara ulaştıklarını görüyoruz.
Meselâ Nuh (a.s)’la birlikte kendisine inanan, tercihini peygamberden yana kullanan, peygamber safında yer alan, gemiye bine­rek toplumlarından, toplumlarının gayri İslâmî yapılarından hicret eden Müslümanlar.
Âd kavmine gönderilen Hud (a.s)ve beraberinde kendisine inanan ve onunla birlikte toplumlarından hicret eden Müslümanlar.
Lût (as) un kendisine inanan kızlarıyla birlikte toplumlarından hicreti, İbrahim (as) in yanında karısı Sara annemizle hicreti, Hacer annemiz ve oğlu İsmail (a.s) la birlikte Harem bölgesine hicretleri, ku­cağında çocuğuyla birlikte adına hicret ettikleri Rabbimiz tarafından ıssız bir çölün ortasında Hacer annemizin ve çocuğunun doyurulması için Rabbimizin zemzem sunması.
Mûsâ (a.s) la birlikte İsrail oğullarının Mısır’dan Sina çölüne hicretleri ve kendisi için hicret eden kullarını Rabbimizin çölün orta­sında bulut, bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslemesi.
Yusuf (as) un ve onun sebebiyle babası Yâkub (as) un çocuklarıyla birlikte Mısıra hicretleri.
Mekke’de dinlerini yaşamalarına izin verilmediği için Rasulullah Efendimizin işaretiyle sahâbenin Habeşistan’a hicretleri ve orada Rabbimizin Habeş kralını kendilerine hizmet ettirmesi. Muhammed (a.s) ve Müslümanların Medine’ye hicretleri ve Rabbimizin Medine’yi onlar için geniş ve müsait bir vatan yapması ve nihâyet o günden bugüne, bu güden de kıyamete kadar bulundukları bölgelerde Müslümanlıklarını rahat bir şekilde yaşayamayan mü’minlerin kulluklarını en güzel bir şekilde icra edebilecekleri me­kânlara hicret etmeleri gerçekten onlar için yolların açılmasına, ha­yatlarının bereketlenmesine, rızıklarının bollaşmasına ve dünyanın en büyük mülk ve saltanatlarının ellerine geçmesine sebep olmuştur.
İşte Rabbimiz diyor ki, kim Allah için, dini için, dininin güzel olması için, âhiretinin güzel olması için, cenneti için hicret ederse o kimse mutlaka hicret ettiği yerde çok büyük genişlikler bulacaktır.
Öyleyse eğer insanlar statükodan, durağan ve kokuşmaya mahkûm bir hayattan vazgeçip, yerleşik bir hayattan kurtulup, hare­ketli, akışkan, dinamik bir hayata talip olursa, Allah yolunda göçler, savaşlar ve hicretleri yaşamayı göze alabilirse o insanlar, o toplumlar Allah’ın izniyle dünyada en büyük medeniyetleri gerçekleştirecekler, dünyanın en büyük mülk ve saltanatlarına ulaşacaklar ve dünyanın neresinde olursa olsun yerleşik ve durağan bir hayatın esiri olan top­lumlar üzerine egemen olabileceklerdir. Tarih bunun örnekleriyle do­ludur.
Kim dünyada dünyaya bağımlılıktan, toprağa bağımlılıktan, eşyaya bağımlılıktan, rahatına bağımlılıktan kendisini kurtarır Allah için akıcı, hareketli bir hayata yönelebilirse Rabbimiz o toplumlara dün­yada mülk verecek, egemenlik verecek, izzet ve şerefli bir hayat nasip edecektir. İşte bu âyetler bize bunu müjdeliyor, bizden böyle bir tavır istiyor.
Kim Allah ve Resûlüne muhacir olarak evinden çıkarsa, Allah ve Resûlüne itaat kastıyla, Allah ve Resûlünün emirlerini icra maksadıyla, kulluk niyetiyle kim ki evinden, şehrinden, köyünden, kentinden, ülkesinden çıkarsa, sonra da kendisine ölüm ulaşırsa, hicret mahal­line, hicret yurduna varmadan, hedefine varmadan, maksuduna er­meden, bu hicretinin sonunda Allah’ın kendisine vaâdettiği dünya mülk ve saltanatına, dünya izzet ve şerefine nail olmadan yarı yolda ölüm vaki olursa, ölüm ona ulaşırsa şüphesiz ki onun ecri, onun ücreti Allah’a aittir. Allah onun ecrini, ücretini tastamam verecektir. Hicre­tinde başarı sağlamış olarak Allah onun ecrini zayi etmeyecektir. Bu Allah’ın kesin va’didir ve Allah’ın va’di haktır. Çünkü Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
İşte Allah yolunda hicret edecek Müslümanların karşı karşıya gelebilecekleri, Müslümana çıkacağı Allah için bir hicrette ayak bağı olabilecek problemlerden, şeytanın öne sürebileceği en büyük mâze­ret ve korkulardan birisi hicret sonucu gerçekleşecek, ama mutlak gündeme gelecek savaştır. Hicretle savaş özdeştir. Hicret varsa mut­laka savaş gündeme gelecektir. Hiçbir kimse, hiçbir toplum yoktur ki Allah için, Allah’a ve Resûlüne itaat için hicret etsin ve hicret ettiği coğrafyada Allah’ın kendisine vaâdettiği bir dünya izzet ve şerefini, Allah ve Resûlünün egemenliğinde bir dünya özgürlüğünü, bir dünya mülk ve saltanatını elde etsin de hemen arkasından kâfirlerle bir sa­vaşla karşı karşıya kalmasın.
Hiçbir Müslüman toplum gösterilemez ki hicrete ve hicret son­rası nîmetlerine ulaşmış olsun da kâfirler ona karşı sessiz kalmış ve onun hayatını hazmetmiş olsunlar. Bu, dünyada mümkün değildir. Çünkü Müslümanın hicretinin en büyük zararı kâfiredir. Allah için Al­lah’ın istediği bir hayatı yaşamaya yönelen bir Müslümanın varlığın­dan elbette ki kendi keyiflerince bir hayat yaşamayı yasallaştırmış kâ­firler rahatsız olacaklardır.
Sûrenin önceki âyetlerinde bunu demeye çalışmıştım. Kâfirler Allah’ı, Allah’ın âyetlerini örterek, Allah’ın yasala­rını gündemlerinden düşürerek kendi hevâ ve heveslerince kurdukları bir dünyada Müslümanları egemenliklerine aldıktan ve kendi küfürle­rine, kendi şirklerine ses çıkarmaz, boyun büker, kendi pisliklerini, pis hayatlarını onaylar ve yaşadıkları bölgede Müslümanca bir hayat ser­gileyerek küfürlerini, cehenneme gidişlerini onlara hatırlatmaz ve ken­dilerini rahatsız et-mez, huzurlarını kaçırmaz bir duruma getirdikten sonra onlar üzerindeki bu egemenliklerinin devamı konusunda elle­rinden gelen her şeyi yaparak Müslümanları bu hayata evet dedirtmek zorundadırlar. Onun içindir ki sürekli Müslümanları yakın takibe alırlar. Müslümanların hürleşerek özgürce bir hayata yürümelerine engel olurlar.
Müslümanların kendi egemenliklerinden kaçıp, kurtulup öz­gürce bir hayata kavuşmalarına asla izin vermezler. Müslümanlar kâ­firlerin egemenliği altında köle bir hayata bir kere evet deyiverdiler mi, Allah egemenliğinde özgür bir hayatın özlemini kaybediverdiler mi Allah korusun ondan sonra dünyada köleliğe razı olmuş, kendilerine egemen olan güçlerin kulluğu altına girmiş, egemen güçlerin dinlerini, inançlarını, düşüncelerini, felsefelerini, hayat anlayışlarını sineye çek-miş, onların eğitimlerine kendilerini, çocuklarını teslim etmişse iş­leri bitmiş demektir. Artık ondan sonra kâfirler onları kendi hayat anla­yış-larına, kendi küfürlerine ve şirklerine mahkûm ederler. İşte kâfirler Müslümanları kendi egemenlikleri altında böyle köle bir hayata boyun büktürme konusunda başarılı oldukları zaman rahat bir nefes alma imkânı bulurlarken Müslümanlar da zillet içinde bir hayatı yaşamak zorunda kalırlar.
Ama ne zamanki böyle kâfirlerin egemenliği altında köle bir hayatı yaşamak zorunda kalan bu Müslümanlar uyanırlar da kâfir ve müşrik dünyanın egemenliğinden kendilerini kurtarıp Allah egemenli­ğinde özgür bir hayata, Müslümanca bir hayata yürürlerse, böyle ken­dilerini kurtuluşa götüren bir yola girerlerse işte bu kâfirlerin bekledik­leri ve her an uykularını kaçıran, onlara hafakanlar yaşatan en korkulu rüyalarıdır. Çünkü kesin biliyorlar ki iğdişleştirdikleri, köleleştirdikleri, kimliksizleştirdikleri insanların dirilişi, özgürlüğe yürüyüşü kendi sonla­rının gelişidir. Kesin bilirler ki artık kendi egemenlikleri, kendi mülk ve saltanatlarının yıkılışının tehlike çanları çalmaya başlamıştır.
Dikkat ederseniz 1400 yıldan beri Bedir savaşı, Uhut, Hendek, Mûte savaşı, Yermük, Kadisiye savaşları, sonra işte Haçlı seferleri, Selahattin-i Eyyubi’nin Kudüs savaşı, sonra küfür ve şirk dünyanın Müslümanlara yönelik diğer savaşlarıyla anlıyoruz ki kâfir ve müşrik dünya Müslümanlara karşı hep bir savaştan yana olmuşlar ve hiçbir zaman savaşı bitirmeden yana değil devam ettirmeden yana bir tavır sergilemişlerdir. Savaşı başlatan, körükleyen hep onlar olmuştur. Tüm dünya bilmektedir bunu.
Bu hıristiyanlık dünyası, bu yahudilik dünyası, bu müşrik dünya son yüzyıla gelinceye kadar Müslümanlara karşı hep savaştan yana olmuşlardır. Ama dikkat ederseniz son yüzyıla gelindiğinde ka­de-rin bir cilvesi olarak dünyanın her yerinde Müslümanlar birer birer egemenliklerini kaybederek, kâfirler karşısında terki silah ederek kâfir ve müşrik dünyanın egemenlikleri altına girdiler. Bundan sonra kâfir dünyanın egemenliği dünyanın her tarafını kuşattı. İşte bu andan iti­baren tüm dünyada egemenliğini gerçekleştiren kâfirler artık bir taktik gereği ağız ve tavır değiştirdiler.
1400 yıldır, İslâm’ın zuhurundan itibaren sürekli Müslümanlara karşı savaşın tüm dünyada kıvılcımlarını tutuşturan, tüm dünyada Müslümanlara karşı savaş yaymak isteyen kâfir ve müşrik dünya bir­denbire yöntem değişikliğine gittiler. Efendim artık dünyamız barış dünyasıdır, sulh ve sükun dünyasıdır, savaşlar artık gerilerde kalmış­tır, gelin artık bir daha savaşlardan söz etmeyelim, gelin artık barış içinde bir dünya kuralım, barış içinde bir dünya yaşayalım. Ne oluyor? Niye savaşlı bir dünyada yaşayalım? Neden şu güzelim dünyayı kana bulayalım? Neden bu dünyayı ölümlü bir dünya yapalım? Gelin sa­vaşlara son verelim de bu dünyayı kan gölüne çevirmeyelim.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-100 devamı...
Ey dünya insanlığı, gelin kardeş kardeş yaşayalım bu dün­yada. Nasıl olsa siz de inanıyorsunuz biz de inanıyoruz. Sizin de dini­niz var bizim de dinimiz var. Siz de kitap ehlisiniz biz de kitap ehliyiz. Nasıl olsa yarın kıyamet günü Müslümanlar da, hıristiyanlar da, yahu-diler de, müşrikler de Allah’ın cennetinde birleşip kardeş kardeş ortak bir hayatı paylaşmayacak mıyız? Öyleyse yarın ortak bir cen­nette buluşacak, ortak bir hayatı paylaşacak şu yeryüzü insanlığı, yeryüzü ailesi şimdi de tıpkı cennet hayatı gibi ortak bir hayata, kar­deş bir hayata razı olalım. Ne fark eder de bir insan ha yahudi olmuş, ha hıristiyan olmuş, ha müşrik, ha Müslüman fark etmez, hepimiz aynı yolun yolcularıyız diyerek köleleştirdikleri, kendi egemenlikleri altına alıp kendi hayat anlayışlarına boyun büktürdükleri İslâm dünyasına kendilerine karşı bir özgürlük ve kurtuluş hareketi başlatmasınlar diye ellerinden gelen tüm propaganda güçlerini kullanmaktadırlar.
Tabii barıştan yana olacaklar. Çünkü egemenlik onların elle­rinde, Müslümanlar köleliği kabul etmişler, işleri tıkırında adamların. Ne yapsınlar da savaşı? Hedeflerine ulaşmışlar adamlar. Tabi iste­mezler savaşı. Savaşı kölelikten kurtulup özgürleşme özlemi duyanlar ister. Elbette bu kâfirler kölelerini sakinleştirip kendilerine itaatlarını sağlayıp isyandan uzaklaştırmak için de böyle barış ninnileri söyleye­cekler. Aman bu kölelerimiz bize itaatten çıkıp da bize karşı kafa tut­maya ve kendilerince bir özgürlük savaşı başlatmasınlar, bu hayatı böylece götürelim diye ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar adamlar.
Be alçaklar, bugün hedefinize ulaştığınız için, dünya egemenli­ğini elinize geçirdiğiniz için barıştan bahsediyorsunuz da, peki yüz yıl önce, iki yüz yıl önce, beş yüz yıl önce en uyuzunuz, en topalınız bile Avrupa’nın bilmem hangi köyünden kalkıp da Müslümanların üzerine niye yürüyordu? Niye sürüler halinde Çanakkale’ye geliyordunuz? Ka­rış, karış niye Anadolu’yu işgal ediyordunuz? O dönemlerinizde niye böyle barıştan söz etmiyordunuz da şimdi aman kölelerimiz uyanma­sınlar diye barıştan söz ediyorsunuz? Niye o zaman ne farkımız var efendim? İster hıristiyan olsun, ister yahudi olsun, isterse Müslüman olsun, hepimiz kardeş değil miyiz? Hepimiz cennete gitmeyecek mi­yiz? Niye o zaman demiyordunuz bunu da şimdilerde söylüyorsunuz?
Niye yazdığınız tüm eserlerinizde Müslümanları ve onların peygamberini cehennemin en alt tabakasına yerleştiriyordunuz? Dün böyle diyen, böyle düşünen insanlar şimdi egemenliklerini kurup Müslümanları esir alınca gelin vazgeçelim savaşlardan diyorlar. Tabi tüm dünyayı Allah’ın egemenliğinden koparıp kendi küfür egemenlik­lerini gerçekleştirenler niye istesinler de savaşı? Niye bir savaşla kö­lelerini ve onlar üzerindeki egemenliklerini kaybetme riskine girsinler de adamlar?
Dikkat ederseniz hem bize gelin bırakalım savaşları da barış içinde bir dünyada yaşayalım diyorlar, bize böyle diyorlar ama kendi­leri bir taraftan geceli gündüzlü yeryüzünde bir tek Müslüman bırak­mayacak biçimde bir savaş hazırlığı içindeler. Tüm yeryüzü Müslü­manlarını yok edecek bir silah hazırlığı içindedirler. Müslümanları si­lahsızlaştırma operasyonları düzenlerlerken kendileri dünyayı silah deposuna çevirmenin gayreti içindeler.
Şu anda dünyanın herhangi bir coğrafyasında, Asya’da, Avrupa’da, ya da Afrika’da bir tek insan ayağa kalkıp da ben Müslümanım! Ben hiç bir küfrün, hiçbir şirkin egemenliğini kabul etmiyorum! Ben bir Müslüman olarak sadece Al­lah’ın egemenliğine boyun bükerim! diye yiğitçe bir tavır ortaya koy­duğu zaman tüm küfür dünya birleşerek onu yok etmek üzere tonlarla bomba yağdırıyor gözümüzün önünde. Barış marış laflarıyla kimi kandırıyor bu zalimler? endileri yeryüzünde bir tek İsmailoğullu kalmayıncaya kadar bizim savaşımız sürecek di-yorlar. Köle durumuna düşürdükleri Müs­lümanlara sulh ve sükun içinde bir hayat önererek, savaşı unutmayı telkin ederek kölelerini yatıştırmaya, kölelerinin hıncını yok etmeye çalışıyorlar.
Ama inşallah yıllar yılı bu ninnilerle uyutulmuş Müslü­manlar uyanmaya başlamışlardır. Dünyanın her yerinde bu uyanışın tezahürleri görülmeye başladı elhamdülillah. Artık bu kâfirlerin ma­salları, kâfirlerin komploları işe yaramamaya başladı. Elhamdülillah ki yeryüzünün mus’taz’af Müslümanları yıllar yılı unuttukları, terk ettikleri Rablerinin kitabına ve peygamberlerinin sünnetine yönelmeye başla­dılar.
İşte böyle bir hayat kaynağı, güç ve kuvvet kaynağı kitaplarıyla yakından diyaloga geçmeleri sonucunda kesin anlayacaklar ki hiçbir zaman bir yahudi’nin, bir hıristiyanın, bir kâfirin egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olunmaz. Bu gerçeği anlayan, bunun bilin­cine eren müslümalar hep bir ağızdan bizim Rabbimiz Allah! diye hay-kıracaklar. Bizim kulluğumuz köleliğimiz ancak Allah’adır! Bizim boy-numuz ancak Allah karşısında eğilir! Biz ancak Allah egemenli­ğinde bir hayata evet deriz! Bizim barışımız ancak Allah’la olabilir! Sulhumuz ancak Allah’la olabilir! Allah’la savaş içinde olanlarla asla bir barışımız olamaz! diyecekler ve inşallah bir gün Allah desteğinde tüm kâfirlerle girişecekleri bir savaşta Allah düşmanlarının boyunlarını kırarak, kâfirlerin zulümlerine son vererek yeryüzünde adâleti tesis ede-cekler, zafere ulaşacaklar, dünyada izzet ve şerefi âhirette de cenneti kazanmış olacaklar. Kesinlikle bilelim ki bu Allah’ın va’didir ve Allah va’dini mutlaka gerçekleştirecektir.
Bu bölümü çok uzattım, ama bu konu gerçekten asrımızın en önemli konusudur. Müslümanların anlaması gereken bugünün en bü­yük konusu budur. Evet işte bir Müslüman, Müslümanlar Allah için bir hicret gerçekleştirir gerçekleştirmez, Allah için Allah’ın istediği bir ha­yata yürür yürümez hemen karşısında kâfirleri bulacaktır. İşte Mekke küfür toplumundan Medine İslâm toplumuna, kölelik hayatından öz­gürlük atmosferine hareket eder etmez karşılarında kâfirleri buluyor­lardı. Kâfir Müslümanın hicretine asla evet demedi. Müslümanın öz­gürlük içinde bir hayat yaşamasına evet diyemedi.
Ve savaş başladı. Ama kâfirle tutuştuğu bir savaşta bile Müs-lümanı kurtaracak olan, Müslümana destek olacak olan yine Allah’la diyalogdur, namazdır. Kâfirlerle giriştikleri bir savaşta Müslüman cemaatı zafere taşıyacak olan cemaat halinde ikâme edecekleri namaz-dır. Müslümanlar bu du­rumda, her durumda namaza çok dikkat etmelidirler. Savaşın en kız­gın anlarında bile, kan revan içinde bulundukları anda bile namazı asla terk etmeyeceklerdir. Çünkü namazlı bir hayat Müslümanın hem dünyasının felahı hem de âhiretinin cenneti olacaktır. Namazsız bir hayat da gerek savaş anlarında, gerekse barış anlarında Müslümanlar için felâketin habercisi olacaktır Allah koru­sun. Müslümanlara dünyalarını da âhiretlerini kaybettirecektir. Evet hayata hâkim olan, hayata egemen olan, hayatı düzenleyen, hayatın düzenlenmesi için Allah’tan mesaj alınan bir namaz Müslümanın her şeyidir. İşte bakın Rabbimiz bundan sonraki âyetlerinde savaş esna­sında bile namazın Müslümanlar tarafından asla terk edilmemesi ge­rektiğini anlatarak bunun önemine dikkat çekecek:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-101

Nisa-101

Yolculuk ettiğinizde, kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur. Zira kâfirler, size apaçık düşman­dırlar.”
Eğer bir yolculuğa, bir sefere çıkmışsanız. Allah adına bir savaş gerçekleştirmek üzere, Allah dinini hâkim kılıp, kelimetullahı yü­celtmek üzere, veya yeryüzünde Allah’ın dinini insanlara tebliğ etmek, ulaştırmak, öğretmek ve böylece Allah’a kullar kazandırmak üzere, cennete aboneler bulmak üzere, cehennemle kullar arasına barikatlar koyup insanların dirilişine sebep olmak üzere veya bir rızık aramak, bir ticaret yapmak maksadıyla yola çıktığınız zaman kasr’us salat yapmanızda, namazı kısaltmanızda sizin için bir beis yoktur. Böyle bir durumda kâfirlerin size bir zarar vermelerinde kâfirlerin sizi bir fitneye düşürüp, bir sıkıntıya sokmasından korkuyorsanız yine namazı kısal­tabilirsiniz. Unutmayın ki kâfirler sizin için apaçık bir düşmandır.
Evet seferde ve düşman korkusu altında namazların kısaltılabi­leceğini anlatıyor Rabbimiz. Bu işin pratik örneklenmesini, pratikte uygulamasını da Rasulullah Efendimizin hayatında görüyoruz. Seferilik konusunu biliyorsunuz. Bir kişinin sürekli ikâmet mahalli olan vatanını terk ederek en az üç günlük, takriben doksan kilometre­lik bir uzaklığa gitmesi ve gittiği yerde de on beş günden daha az bir süre kalması halinde gerek yolda gerekse misafir olarak kaldığı yerde dört rekatlı farz namazları iki rekat olarak kılmasında bir beis yoktur. İki rekatlık sabah namazını yine iki rekat, üç rekatlık akşam namazını yine üç rekat olarak kılarken dört rekatlık farzları iki rekat olarak kıla­caktır. Farzlar böyle. Sünnet namazlara gelince Allah’ın Resûlü sefer halindeyken de sabah namazının iki rekatlık sünnetini ve yatsı nama­zından sonra kılınan üç rekatlık vitir namazını kılmıştır. Diğer sünnet­ler terk edilebilir de kılınabilir de.
Ve yine seferdeyken Rasulullah Efendimizin uygulamalarında şunu da görüyoruz: Öğle namazının dört rekatlık farzıyla ikindi nama­zının dört rekatlık farzını birleştirerek, bazen öğle vaktinde cem’i tak­dim yaparak, bazen de ikindi vaktinde cem’i tehir yaparak kılmıştır. Yine Allah’ın Resûlü akşamla yatsıyı birleştirerek bazen akşam vak­tinde bazen da yatsı vaktinde birlikte kılmıştır. Sünnette bunlar açıkça ortaya konmuştur. Müslümanların bunları uygulamasında da bir beis yoktur.
Bundan sonra yine namaz konusu ama savaş esnasında na­maz konusu anlatılacak:
102. “Ey Muhammed! Sen içlerinde olup da namazla­rını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar; sec­deyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler; kılmayan öbür kısım gelsin, seninle beraber kılsınlar, tedbirli ol­sunlar, silahlarını alsınlar. Kâfirler, size ansızın bir baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursa­nız, silahlarınızı bırakmanıza engel yoktur, fakat dikkatli olun. Allah kâfirlere şüphesiz ağır bir azab hazırlamıştır.”
Sıcak bir savaş ortamında namaz terk edilmeyecek ve şöylece kılınacaktır: Peygamberim bir savaş ortamında sen Müslümanlarla birlikte olup ta onlara namaz kıldırdığın zaman onlardan bir grup, eğer savaş ortamında bulunan Müslümanların sayısı meselâ bin kişiyse beş yüz kişi seninle birlikte namazlarını kılsınlar ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bu birinci grubun peygamberle namazı secdeye kadar devam edecek. Secde ettikten sonra bu birinci grup arkaya ge­çecekler, düşmanla savaşa devam edecekler ve bu sefer ikinci grup gelsin ve onlar da seninle beraber namazlarını kılsınlar. Onlar da ge­rek savaş araç gereçlerini, gerekse silahlarını yanlarına alsınlar. Bu ikinci grup namazın birinci rekatını birinci grupla tamamlayan komuta­nın namazının ikinci rekatına yetişip duracaklar. Ve böylece birinci re­katı birinci grupla tamamlayan peygamber, komutan ikinci rekatı da ikinci grupla kılmış olacak.
Ama birinci rekatı peygamber Efendimizle kılan ve ikinci grup namazını kılıncaya kadar savaşa dönen ilk grup sonradan ikinci rekatı da kılarlar ve yine savaş alanına dönerler ve ikinci rekatı kılan ikinci grup da tekrar kendi kendilerine bir rekat daha kılarlar ve boğuşmanın içine dönerler. Böylece Müslümanlar sıcak bir savaş ortamında bile namazla diyaloglarını, Allah’la ilişkilerini kesmemiş olurlar. Neden böyle yapacaklarmış Müslümanlar? Allah buyurur ki:
Kâfirler isterler ki silahlarınızdan, savaş araç gereçlerinizden, mühimmatınızdan, cephanelerinizden gafil olasınız da, gafletinizden istifade edip bir anda üzerinize çullansınlar ve gafilken sizi tepelesin­ler, öldürsünler, işinizi bitirsinler. Bunu isterler, bunu beklerler onlar.
Öyleyse aman ha namaz kılarken bile silahlarınızı, araç gereçlerinizi bırakmayın, yanınıza alın ve düşmanlarınıza fırsat vermeyin diyor Rabbimiz. Siz kendinizi sağlama alın, korunma tebirlerinizi alın ama eğer yağmurdan zarar görme veya bir hastalık durumunuz varsa si­lahlarınızı bırakmanızda bir engel yoktur. Evet savaş durumunda na­maz böyledir.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
“Kim iyi bir işte aracılık ederse, ona onun sevabından bir pay vardır; kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa, ona o kötülükten bir hisse vardır. ALLAH, her şeyin karşılığını verir.”


Unutmayın ki ALLAH her şey üzerinde mukayyettir. Her şeyi görmekte, gözetmekte ve kaydedip muhafaza etmektedir. Yaptığınız hiçbir şey boşa gitmemektedir, ALLAH’ın kontrolünden kaçmamaktadır. Şu anda bu âyetleri dinlerken sizi, okurken beni de gözetlemektedir Rabbimiz. Hiçbir hareketimiz, hiçbir anımız ALLAH’ın kontrolünden kaçmamaktadır. Öyleyse ALLAH huzurunda olduğumuzu unutmadan yaşayalım, yaptıklarımızı ALLAH’a lâyık yapmaya çalışalım ve insanları hep hayra teşvik edip, hayır konusunda şefaatte, delâlette bulunalım inşALLAH.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-103

Nisa-103

“Namazı kıldıktan başka, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğu­nuzda, namazı gereğince kılın. Namaz şüphesiz, inanan­lara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.”
Namazı ikmal ettikten sonra da Allah’ı zikredin, Allah’ı gün­deme alın, kıyamda, ayakta iken, otururken, yanlarınız üzerinde yatarken Allah’ı zikredin. Allah’ın kitabıyla beraber olun, Allah’ın âyetle­rini gündeminize alın, Allah’ın yasalarını hatırlayıp gündem maddesi yapın. Savaşın içinde de Allah’ın âyetleriyle, Allah’ın zikriyle ilginizi kesmeyin. Gündeminizi Allah belirlesin, hareketlerinizi, tavırlarınızı Allah belirlesin.
Evet savaşta Allah’la beraberiz, savaşın en kızışkın halinde, ölürken öldürürken Allah’la beraberiz, Allah’ın âyetleriyle beraberiz, namazla beraberiz. Hayat memat kavgasının en kritik nokta­sında bile namaz vasıtasıyla Allah’la diyalogumuzu kesmeyeceğiz. Namaz bittikten sonra da Allah’la beraberliğimiz sürecek ve keşme­keş bir hayatın insanı olmayacağız. Allah’ın zikriyle, Allah’ın âyetle­riyle beraberliğimiz devam edecek.
Ama savaştan uzaklaşıp, savaş ortamı bitip de emniyete, güvenliğe kavuştuğunuz zaman da savaş öncesi namazınızı nasıl kılıyor idiyseniz, ağır ağır, yavaş yavaş, namaz içinde okuduğunuz âyetlerin mânâlarını düşüne düşüne, âyetlerin bilincine ere ere, ne dediğinizin ne okuduğunuzun, Allah’tan hangi mesajları aldığınızın ve Allah’a hangi sözleri verdiğiniz farkına vara vara namazlarınızı kılın. Namaz­larınızı vaktinde kılın. Çünkü namaz mü’minlere belirli vakitlerle farz kılınmıştır. Beş vakit namaz olarak emredilmiştir.
Öyleyse seferde ol­madığınız, savaşta olmadığınız, korku içinde bulunmayıp emniyet ve güven içinde bulunduğunuz zamanlarda beş vakit namazın her bire­rini vaktinde ifa edin. Ekonomik kaygılarla, oyun eğlence gibi boş şeyler peşine düşerek, başka sebeplerle acele etmeyerek doğru dü­rüst kılın namazlarınızı.
Bir de:
104. “Düşman milleti kovalamakta gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar; oysa siz Allah'tan onların beklemedikleri şeyleri bekliyor­sunuz. Allah bilendir, Hakîm olandır.”
Düşmanla karşılaşmakta, bir düşman topluluğunu aramakta, düşman topluluğunu takip etmekte gevşeklik yapmayın, gevşek davranmayın. Kâfirlerle karşı karşıya gelme konusunda herhangi bir sı­kıntınız olmasın. Sakın ha biz onların karşısına çıkamayız, biz onlarla savaşamayız, biz onların hakkından gelemeyiz diyerek onlarla savaş konusunda gevşeklik göstermeyin.
Eğer sizler savaş konusunda acı çekiyorsanız, savaşın acıları sizi sarmışsa, savaş korkusu içindeyse­niz bilesiniz ki kâfirler de aynen sizin gibi savaş konusunda sıkıntı çekmektedirler. Savaştan sıkıntı çekenler sadece sizler değilsiniz. Dolayısıyla savaşı sıkıntılı görüp de sakın kâfirlerin egemenliği altında zillet içinde bir hayata razı olmayın. Onlar savaş konusunda acı çek­tikleri halde bâtıl bir davaya sabır gösterirlerken size ne oluyor da hak davanız uğruna sabır göstermeyeceksiniz? Halbuki sabredip dayan­mak onlardan çok size lâyıktır. Çünkü:
Ayrıca sizin onlardan farklı bir tarafınız da var. Sizler onların Al­lah’tan istemediklerini istiyor, onların Allah’tan beklemediklerini bek­liyorsunuz. Allah’ın kâfirlere hiçbir desteği yoktur. Onlar Allah’ın düş­manlarıdırlar. Ama sizler onlardan farklı olarak Allah’ın dostlarısınız ve onlarla girişeceğiniz bir savaşta sürekli Allah desteğindesiniz. Al­lah’ın yardımı sizinle beraberdir. İşte bu sizin için, sizin lehinize en büyük avantajdır. Evet işte Rabbimizin müjdesi. Kâfirlerin, yahudilerin, hıristiyanların, müşrik dünyanın Allah’tan hiçbir yardım ve destekleri yokken, size ayrıca Allah’ın yardımı da var. Eğer onlar eşit şartlar al­tında Müslümanlarla bir savaşa girmiş olsalar bile Müslümanlar hep avantajlıdırlar.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-105

Nisa-105

“Ey Muhammed! Doğrusu, insanlar arasında Allahın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma.”
Kitabın Rasulullah Efendimize hak olarak indirilişi ve hak bir ki­tapla Rasulullah Efendimizin insanlar arasında bu kitapla hak olarak, âdil olarak hükmetmesi gerektiği anlatılıyor. Bir kere bu kitabın indiri­lişi haktır, kitap hak olarak, hukuk olarak, tüm hakları, hukukları belir­leyici olarak, haklı olarak indirilmiştir.
Hak Allah’ın kitabıdır. Hak sadece Allah’tan gelendir. Allah’tan gelen bu hakka istinat etmeyen her şey bâtıldır, her şey haksızlıktır. İnsanlar arasındaki tüm ihtilaflar bu kitapla çözümlenecek, tüm hakları bu kitap belirleyecektir. Kur’an’ın belirlediği hükümlerin dışında kim hüküm verirse, kim bir yasa belirlemeye kalkışırsa o haindir. Hainlerin yasalarına sahip çıkıp onları savunmak ta hakkı terk etmek olduğun­dan küfürdür. Evet ben Müslümanım diyen bir kimseye düşen hakka sarılmak, hakla hükmetmek ve bâtıl ehlini ve onların Hakka istinat et­meyen yasalarını savunmaktan uzak durmaktır.
Allah peygamberine ve onun yolunun yolcusu olan Müslümanlara hak bir kitap göndermiştir. Allah’ın gönderdiği bu hak kitabın savaşın içinde de, savaşın dışında da Müslümanların hayatında ha­kim olması gerekmektedir. Peygamber ve Müslümanlar savaşın içinde de savaşın dışında da bu kitapla hükmedecekler, bu kitaba sa­rılacaklar, savaş ortamında da barış ortamında da kitapsız bir hayat sürmeleri, kitabı ellerine almadan bir hayat yaşamaları, kitaptan ha­bersiz hüküm vermeleri kesinlikle mümkün olmayacaktır. Peygamber ve Müslümanlar kitapla hükmedecekler, kitapla karar verecekler. Ki­tapsız Müslümanların başarıya ulaşmaları, huzur içinde bir hayat ya­şamaları asla mümkün değildir. Kitapsız problemlerin çözümü müm­kün değildir. İşte Allah bu kitabı peygambere bunun için göndermiştir.
Peygamber ve Müslümanlar yaşadıkları hayatın hangi problemiyle karşı karşıya bulunurlarsa bulunsunlar, ister ekonomik bir kavganın, ekonomik bir problemin çözümüyle, ister eğitim problemi, ister hukuk problemi, ister siyasal bir savaşın içinde, ister sıcak bir savaşın, ister soğuk savaşın içinde olsunlar, hangi ortamda, hangi problemin çözümüyle karşı karşıya olurlarsa olsunlar problemlerini ancak Allah’ın kitabıyla çözecekler, Allah’ın kitabıyla hükmedecekler ve başarıya ulaşacaklardır. Allah bu kitabı işte bunun için gönderiğini anlatıyor.
Dikkat ederseniz bu âyette ve bu âyetten sonra gelecek âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimiz peygamber Efendimize kendisiyle hükmetsin, insanlar arasında adâletle hüküm versin diye hem bu ki­tabı gönderiyor hem de aynı zamanda bu kitapla nasıl hükmedilece­ğini, bu kitabın pratik hayatta nasıl uygulanacağını, bu kitabın hayata nasıl indirgeneceğini, bu kitapla hayatın problemlerinin nasıl çözüme kavuşturulacağını da ayrıca peygamberine öğretiyor, gösteriyor. “Bima erakellah” buyuruyor. Allah’ın sana gösterdiği şekilde bu kitapla hükmedeceksin diyor. Dün Allah’ın Resûlü bu kitapla Allah’ın kendi­sine gösterdiği şekilde hükmediyor, hayatın problemlerini çözüyor, in­sanlar arasında adâletle hükmünü gündeme getiriyordu. Elhamdülil­lah ki bugün bizim de elimizde hem kendisiyle hayatı düzenleyeceği­miz Allah’ın kitabı var, hem de şu anda bu kitabın hayatta nasıl uy­gulanacağını, nasıl pratize edileceğini bize gösteren Rasulullah Efen­dimize Allah’ın öğrettiği onun sünneti var.
Öyleyse peygamber yolunun yolcuları olarak bizler de sürekli kitap ve sünnetle beraber olacak, kitap ve sünneti elimizden hiç bırakmayacak ve hayatın hangi problemiyle karşı karşıya bulunursak bulunalım, savaş problemi mi, barış ortamı mı, ekonomik bir proble­min çözümü mü, hukuk probleminin halli mi, kılık kıyafet probleminin halli mi, siyasal bir bakış açısı geliştirme derdi mi, toplumsal bir tavır belirleme, ailevi bir geçimsizliğin çözüme kavuşturulması mı, hayatın nasıl değerlendirileceği, nasıl yorumlanacağı konusu mu, hangi problemle karşı karşıya bulunursak bulunalım Allah’ın kitabı ve onun pratiği olan Resûlünün sünnetine başvurmak zorundayız. İşte Allah kitabı bunun için indirmiştir.
Bu âyetten anlıyoruz ki Rasulullah Efendimizin insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verme, içtihatta bulunma yet­kisi vardır. Ve işte bu bölüm Rasulullah Efendimizin Allah’ın kitabına dayanarak ve Allah’ın kendisine gösterdiği biçimde insanlar arasında verdiği bir hükümle alâkalı inmiştir. O hükümle alâkalı Rabbimizin bir uyarısını ihtiva etmektedir. Rabbimiz burada Rasulullah Efendimize ve kıyamete kadar onun örnekliğinde bir hayat yaşamak zorunda olan bizlere insanlar arasında hükmederken âdil davranmamızı, hainleri asla savunmamamızı, hainlerden yana olmamamızı emrediyor. Ey peygamberim, ve ey peygamber yolunun yolcuları, ben size bu kitabı onunla aranızda hükmedesiniz, bu kitaba sarılasınız ve tüm prob­lemlerinizi onunla çözümleyesiniz diye gönderdim. Sakın ola ki bu ki­tabı bir kenara bırakıp da, bu kitabın pratiği olarak peygambere öğret­tiğim bilileri, peygamberin sünnetini bir kenara alıp ta birilerinden bil­gilenmeye kalkışmayın.
Birilerinin yasalarıyla hükmetmeye, birilerinden çözüm önerileri dilenmeye kalkışmayın. Sakın ha sakın Allah kitabını, Allah yasalarını beğenmeyen zalimlerin hainlerin hükümlerine tabi olmayın. Zalimlerin, hainlerin hayat tarzlarını benimseyerek, onların istedikleri gibi bir ha­yattan yana olarak onları desteklemeyin, onların savunucusu olmayın. Allah’ın gönderdiği hayat programından razı olmayarak kendi hevâ ve heveslerini din kabul edip kendi kendilerine hainlik yapanlardan olma­yın. Onlarla birlik olarak, onların bu tavırlarını kabul ederek onlara destek vermeyin.
Allah diyor ki peygamberim, kesinlikle hainlerin savunucusu olma. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun hainleri savunarak hak sahiplerine düşmanlık etme. Hainlerin avukatlığını yapma. Çünkü kendisini savunmayan birisinin savunulması hiç de doğru değildir. Başkalarına karşı böyle davranan bir kimse aslında kendisine karşı namus dışı davranmış demektir. Kendi vicdanına karşı haince davranan elbette başkalarına karşı da aynı davranışı sergilemekten çekin­meyecektir.
Medine’de Ensâr’dan bir Müslümanın yanında misafir olarak bulunan Zafer oğullarından Tu’me Bin Ümeyrik isminde bir zât komşusu Katade Bin Mumanın evinden bir un dağarcığı ve içinde bir zırh çalar ve onu bir yahudi’ye emânet olarak bırakır. Sonra çalınan bu zırh yahudi’de bulununca, yahudi bunun kendisine Tu’me tarafından teslim edildiğini, kendisinin hırsızlıkla ilgisinin olmadığını söyler. Tu’menin kabilesi, akrabaları da Rasulullah Efendimize gelerek akra­baları olan Tu’menin temiz olduğuna, asla böyle bir şeyi yapmadı­ğına, hırsızın yahudi olduğuna şehâdette bulunurlar. Allah ve Resû­lüne iman etmiş bir Müslüman olan Tu’me ve onun dini adına yahudilerle mücadele etmesi konusunda Rasulullah Efendimizden ricada bulunurlar. Allah’ın Resûlü de onların bu şehâdetlerine inanarak yahudi’nin aleyhine hüküm vermeye yönelince Rabbimiz işte bu âyetleri indiriyordu. Peygamberim sakın hainleri savunma buyurarak Tu’me ve kavminin bu konudaki hainliklerini ilan ediyordu. Bunun üze­rine Tu’me tevbe edip yaptığından dönecek yerde Mekke’ye kaçıp müşriklere katılmıştır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nisa

Nisa

106. “Allah'tan mağfiret dile, Allah bağışlar ve merhamet eder.”
Zâhirdeki Tu’me ve kavminin şehâdetiyle haksız bir haini savunmaya, bir haini savunarak suçsuz ve temiz birisini suçlandırmaya yönelmeden ötürü Rabbine istiğfarda bulun, çünkü Allah kendisine yönelip af dileyenlere karşı Ğafûr ve Rahîmdir. Evet haksız oldukları halde müvekkillerini haklı çıkarmaya çalışan, kanun karşısında hainleri temize çıkarmaya çalışan avukatların durumu da anlatılıyor bu âyet-i kerîmede.
107. “Kendilerine hainlik edenlerden yana uğraşmaya kalkma, Allah, hainlikte direnen suçluyu sevmez.”
Günah işleyerek nefislerine hainlik etmiş olanları asla sa­vunma peygamberim. Onlar günah işleyerek, hainlik yaparak kendi kendilerine zulmetmektedirler. Çünkü Allah hainlik eden, hainliklerinde ısrar eden, tevbe ederek hainliklerinden vazgeçmeyen günah­kârları asla sevmez. Günahta ısrarlı davranan, günahtan vazgeçme­yen hainleri Allah sevmezken, bir Müslüman nasıl sevebilir? Allah’ın müdafaa etmediklerini bir Müslüman nasıl müdafaa edebilir?
Paralarına karşı, mallarına karşı, hanımlarına ve çocuklarına karşı hain davranan, onlarla ilişkilerini Allah’ın istediği gibi ayarlama­yan, Allah’ın kendisine emânet ettiği dine karşı, kitaba karşı, peygam­bere karşı hain davranan, tüm emânetlere hıyanet eden, emânetlerle alâkalı emânetin sahibinin diskalifiye ederek yaşayan insanlara gerek hain davrandıkları konularda, gerekse başka konularda asla destek olmayacağız. Hıyanetlerinde yardımcı olmayacağız.
108. “Allah'ın rızası olmadığı sözü gece kurarlarken, onu insan­lardan gizliyorlar da kendileriyle beraber olan Allah'tan gizlemi­yorlar. Allah işlediklerinin hepsini bilmektedir.”
Bunlar insanlardan hainliklerini gizlerler de Allah’tan gizlemez­ler. İnsanlardan utanırlar, insanlardan korkarlar da Allah’tan utanıp korkmazlar. Bu halleriyle onlar Allah’ın gücünün kuvvetinin olmadığını zannediyorlar. Halbuki Allah’ın razı olmayacağı o komployu geceleyin uydurup düzerlerken Allah onlarla beraberdi. Bilmiyorlar mı ki Allah onları da yaptıklarını da ilmiyle kuşatmıştır.
İşledikleri suçlarını belki insanlardan gizleyebilirler. Belki peygamberi kandırmış, toplumun gö­zünden kaçırmış, işi kılıfına uydurmuş, herkesi diskalifiye etmiş olabi­lirler. Ama Allah’ı diskalifiye etmeleri, Allah’tan gizlemeleri mümkün değildir. Allah her an kendilerini gördüğü halde, her şeylerine muttali olduğu halde hainler insanlardan gizleyip utanıyorlar da Allah’tan utanmıyorlar.
Evet öyleyse her ne kadar bu âyetler münâfıklara bir hitapsa da aynı zamanda kendimize de bir hitap kabul edip sürekli Allah kontrolünde bir hayat yaşadığımızı unutmayacağız. Kendimizi Allah murakabesinden uzak bir hayatın mahkûmu etmemeliyiz.
109. “İşte siz dünya hayatında onları savunuyorsunuz ama, kıyamet günü onları Allah'a karşı kim savunacak? Veya onların vekale­tini kim üzerine alacaktır?”
Bu hainler, bu Allah yasalarını reddedenler, Allah’ı atlattıklarını zannedenler, bu Allah düşmanları Müslümanların aleyhinde gizli gizli komplolar düzenlerlerken, Müslümanların aleyhinde kendi aralarında toplantılar düzenleyerek gizli gizli, haince planlar hazırlarlarken gelin görün ki Müslümanlar halâ bu adamlar hakkında iyi şeyler düşünü­yorlar. Müslümanlar halâ bu insanlar şöyle iyidir, böyle insancıldır fi­lan diyorlar. Onlara dostluktan yana bir tavır sergiliyorlar. Onlarla iyi ilişkiler kurmadan yanalar. Bakın Allah Müslümanlara diyor ki: İşte ey Müslümanlar, sizler öyle kimselersiniz ki bu tür hainleri dünya haya­tında savunuyorsunuz. Farz edin ki bu dünya hayatında bu adamları savundunuz, onlar adına savunmada bulundunuz. Peki ya kıyamet gününde Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut Allah huzurunda kim vekil olabilecek onlara? Allah’ın bu tür hainlere vaki olacak aza­bından kim kurtarabilecek onları? Dünyada avukatlığını yaptığınız bu insanlara Allah huzurunda da avukatlık yapabilecek misiniz? Savuna­bilecek misiniz onları?
Ya da haydi dünya hayatında zâhirlerine bakarak, kalplerindeki size olan kinlerini, size karşı gizli gizli kurdukları komploları bil­mediğiniz için onları savunup onlar lehine bir hüküm verseniz bile ve bu hainler yalan beyanlarıyla sizi kandırarak dünyada kendilerini kur­tarmış olsalar bile öbür tarafta ne yapacaklar? Her şeyin açığa çıktığı bir günde Allah’ın sorgulamasından ve azabından kim kurtaracak on­ları? Neyine güveniyor bu adamlar?
Öyleyse ey haksızları, hainleri, suçluları, günahkârları savunan­lar, bilesiniz ki dünyada onlar adına yaptığınız savunmalarda, mücadelelerde asla onları kurtarmış olmadığınız gibi, aksine onların sorumluluklarına ortak olarak onların veballerini yüklenerek kendi kendinize zulmetmiş olduğunuzu unutmayın diyor Rabbimiz. Bununla beraber böyle bir yanlışlığa düştüğünüz zaman da büsbütün ümitleri­nizi de kesmeyin:
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
“En çok okuduğumuz kitap Kur’an olmalı ,
En çok anlattığımız kitap Kur’an olmalı ,
Yaşadığımız kitap Kur’an olmalıdır .
Hiçbir kitap , Kur’an ’a perde yapılmamalıdır.”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt