Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tefsir dersleri (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-43. “Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünüpken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolcu iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaş­mışsanız ve bu durumda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.”
Ey mü’minler, sarhoşken namaza yaklaşmayın. Tâ ki ne dediğinizi bilene kadar. İnsanlara sarhoşluk veren içki belli merhaleler sonucunda haram kılınmıştır. Bu konuda ilk gelen âyet-i kerîme şu­dur:
"Hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının meyvelerinden hem bir sarhoşluk verici şey çıkarırsınız hem de güzel bir rızık." (Nahl: 67)
Âyeti gelmiş. Bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz içkinin haram ol­duğunu bildirmemekle beraber diğer rızıklar için kullandığı güzel ifa­desini kullanmamıştır. Bu kadarcık bir işareti kavrayan sahâbenin bir kısmı içkiyi terk ettiler ama yine içmeye devam edenler de vardı. Sonra ikinci merhalede Hz. Muaz ve beraberlerindeki bir kısım sahâ­beyle gelmişler Allah’ın Resûlüne ve: "Ey Allah’ın Resûlü! Bize içkiyle alâkalı bir şeyler söyle! Biz bunlardan çok rahatsız oluyoruz! İçki aklı giderdiği için çok çirkin şeyler oluyor! Bu konuda bize bir şeyler de­meyecek misin? Bir fetva vermeyecek misin?" deyince Bakara sûre­sindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Peygamberim sen deki onlara içki ve kumarda hem büyük günah vardır hem de insanlara birtakım faydalar vardır. Bu âyet-i kerimede de içkinin yasaklığı belli olmakla birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bu kadarcık bir açıklamayla da olsa sahâbeden pek çoğu da içkiyi terk etti. Ama kesin yasak olmadığı için içenler de vardı.
Sonra sahâbe arasında cereyan eden bir namaz olayında sahâbeden birisi içkili olması sebebiyle Kâfirûn sûresini yanlış okuması sonucunda hemen akabinde Nisâ sûresindeki bu âyet geliyordu. Ey iman edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın! Ta ki ne dediğinizi bilinceye kadar. Buradaki emrin biraz daha sertleşme­sinden sonra sahâbe arasında içkiyi terk edenlerin sayısı artarken, içmeye devam edenlerin sayısı da yok denecek kadar azaldı. Bir ara içki yüzünden pek çok densizliklerin yaşandığından rahatsız olan Sad Bin Ebi Vakkas Rasulullah’a gelerek şikâyette bulunmuş ve Allah’ın Resûlü de:
"Allah’ım! Şarap hakkında bize yeterli beyanda bu­lun!"
Diyerek dua etti ve hemen arkasından Mâide sûresindeki:
"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (put­lar) fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz...." (Mâide: 90,91)
Âyeti inmiş ve böylece kesin olarak şarabın haramlığı ortaya konmuştur. Rabbimiz buyuruyor ki sarhoşken, ne dediğinizi bilmez bir vazi­yette namaza yaklaşmayın. Aynen sarhoşluk gibi uykusu gelen kimseyi de Allah’ın Resûlü namazdan menetmiştir. Bakın Rasulullah Efendimiz bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Sizden birinizin namaz kılarken uykusu geldiği zaman namazı bıraksın ve ne dediğini bilene kadar uyu­sun. Çünkü böyle bir durumda kişi istiğfar edeceğim der­ken kendi kendisine hakaret edebilir.”
İçkili olan, ya da namazda uyuklayan kişi ne dediğini bilmez bir vaziyette Allah’a teslimiyet bildirirken belki isyan içine düşebilir. Sar­hoşken Allah’ı övecekken belki de Allah’ın gazabını celp edecek sözler söyleyebilir. İşte insan eğer namazda ne dediğini, ne okudu­ğunu bilemeyecek kadar sarhoşsa namaza yaklaşmayacak. Namaz kılamayacak kadar aklı olmayan kişi namaza duramaz. Böyle bir adamın namaz kılması caiz olmadığı gibi ona bir şey de anlatılamaz. Tıpkı uyuyan bir kimseye bir şeyler anlatmaya benzer buna anlatmak. Zira sarhoştur o.
Tabi herkes içki sarhoşu değildir. Hattâ hayatta insanı sarhoş eden öyle şeyler vardır ki içkiden daha beterdir. Çünkü içkinin tesiri geçince insan ayıkır ama onların tesiri ölünceye kadar geçmez. Meselâ adam mal sarhoşudur, makam sar­hoşudur, kadın sarhoşudur, ben bilirim sarhoşudur ki ölünceye kadar bu sarhoşluklarının tesiri geçmez. İşte görüyoruz, kimi insanlar dünyalık elde edeceğiz diye na­mazda ne dediklerinin, ne okuduklarının farkında değiller. Okudukları sûrelerin ne anlama geldiğini? O sûrelerle Allah’a nasıl bir taahhütte bulunduklarını? Allah’tan hayatlarını düzenlemek üzere ne tür mesaj­lar aldıklarını bilmemektedirler. Yâni namazda ne dediklerini, ne oku­duklarını bilmeden, kalplerinde, kafalarında, akıllarında, dünyalarında Allah huzurunda olmanın şuurundan uzak altın, gümüş, para, pul, çek, senet düşünceleri olduğu halde sarhoşça bir namaz kılmakta­dırlar.
Ekonomik sarhoşluklar, siyasal sarhoşluklar, ailevi sarhoşluklar içinde kılınan bir namaz da herhalde bu yasağın kapsamı içine gire­cektir. Bu sarhoşluklardan kurtulup okuduğumuz sûrelerin ne anlama geldiğini, o anda Allah’la nasıl bir diyalog halinde olduğumuzu anla­yacak bir noktaya gelmek zorundayız. Dünyada bu kadar şeylere za­man bulabilen bir Müslüman okuduğu sûreleri tanıyacak kadar bir zamanı kalmamışsa sarhoş değil de nedir bu adam? Elbette dünyaya verdiği değeri dinine vermeyen bir Müslüman dünyada sarhoşluğun daniskasını yaşıyor demektir.
Namaza başlarken “Allahu Ekber”derken, “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” derken, “Sübhanallah” derken, “İyyake nabudu ve iyyake nesteiynu” derken bunların ne an­lama geldiği bilmeden bir namaz kılıyorsa bir Müslüman, onun kıldığı namaz sarhoşun kıldığı namazdan farksızdır. Allah için bu konuda kendimizi bir daha gözden geçirelim. Allah için birkaç hafta, birkaç ay tüm işlerimizi bırakalım, tüm meşgalelerimizi terk edelim ve namazla­rımızda Allah’ı hamd etme, Allah’ı tesbih etme, Allah’ı yüceltme, Al­lah’ı zikretme, Allah’tan mesaj alma, Allah’a tekmil verme sözlerimizin ne anlama geldiğini öğrenelim. Bu din işi yahu. Dünya işine benze­mez. Tüm dünyayı kaybetseniz bile ne önemi var? Dünyanın da âhiretin de en büyük değer ölçüsü olan namazı düzgün kılarak ebedî hayatımızı kurtarmaya çalışalım. Düzgün bir namaz kılarak dünya ha­yatımızı da düzene koyalım. Namaza özdeş bir hayat, hayata özdeş bir namaz kılalım inşallah.
Ben böyle deyince kimi müslümanları şöyle serzenişlerde bulunduklarına şahit oluyoruz. Ne yani şimdi işimizi, aşımızı bırakalım mı? Dükkanlarımızı mı kapatalım? Böyle diyenlere diyorum ki: vallahi siz bu kitabı kapatıp bir hayat yaşarken dükkanı kapatmışsınız, açmışsınız ne fark eder? Allah için bir düşünün; on yıl öncesine oranla bugünkü mal varlığınız ne kadar arttı? Bir de Kur’an sünnet bilginize bakın. Bu on yıl içinde ne kadar artmış? Allah’tan korkun.
Arkadaşlar, bir de âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki sarhoş olan birisinin irtidatı da geçersizdir. Çünkü az evvel ifade ettiğim gibi sahâ­beden bir zatın sarhoş iken kıldırdığı namazda Kâfirun sûresinde ki “La a’büdu ma ta’büdun” ”Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam” âyetindeki “La” yı nafiyeyi hazfederek okuduğu halde, yâni “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza taparım” şeklinde okuduğu halde sahâbeden hiç kimse onun küfrüne hükmetmemiştir. Ve işte bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz de: “Ey İman edenler! Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın” buyurarak onların mü’min olduklarını tescil buyurmuştur.
Ve cünüp iken de yolculukta olmanız hariç gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Evet demek ki bir Müslüman cünüp iken de, abdestsiz iken de namaza yaklaşmayacak. Abdestsiz iken abdest alıncaya, cünüp iken de gusledip cünüplükten temizleninceye kadar namaza yaklaşmayacak. Ancak yolculuk müstesnadır. Yolculukta olanlar yıkanma imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle teyemmüm ile namazlarını kılabileceklerdir.
Eğer hasta veya yolculukta iseniz, veya biriniz ayak yolundan (Hacet yerinden) gelmişseniz, yahut kadınlara dokunmuş, helâl yoldan kadınlarıyla beraber olmuş da gusledeceği yahut abdest alacağı bir dönemde su bulamamışsanız, bu durumda temiz bir toprakla te­yemmüm edin. Hafifçe yüzlerinize ve ellerinize sürün. Muhakkak ki Allah sizin için çok afuv ve Ğafûr olandır. Sizin için çok affedici ve ğufran sahibidir. Görüyor musunuz Rabbiniz ne kadar affedici, ne ka­dar ve kusurlarınızı, eksiklerini görmezden gelicidir.
Evet kadınlara dokunmuşsanız. Buradaki dokunma anlamına gelen “Lemese” kelimesinin anlamı konusunda ihtilaf edilmiştir. Hz. Ali, Abdullah İbni Abbas, Ebu Mûsâ El Eş’ari, Übey Bin Ka’b gibi kimi selefimiz bunun kadınlarla cinsel ilişki anlamına geldiğini ki Ebu Hanife bunu tercih etmiştir. İbni Mes’ud, Hz. Ömer, ve İbni Ömer gibi kimi sahâbe de kadına elle dokunmak mânâsına anlamışlardır ki İmam Şâfiî de bu anlayışı tercih etmiştir. Bu konuda bir üçüncü görüşü de İmam Mâlik Efendimiz tercih etmiştir ki o da kadınlara cinsel haz veren bir dokunuşla dokunmadır şeklindedir. Ama hiçbir cinsel arzu hissetmeksizin gerçekleşen dokunmalar bunun dışındadır der İmam Mâlik.
Hastasınız, yahut seferdesiniz ve su bulamadınız. Bu hadîse­nin ilk başlangıcı da Hz. Ayşe annemiz sebebiyledir. Ayşe annemizin bir seferde gerdanlığı kayboldu da onu arama sebebiyle Müslümanlar namazlarını geciktirdiler, sonra su da bulamadılar, Mevlâ’mız teyem­mümü meşru kılıverdi. Rabbimiz kullarına böylece bir lütufta bulunu­verdi. İşte Ayşe annemiz sebebiyle o günkü Müslümanlara gelen bu lütuf böylece kıyamete kadar tüm Müslümanlara bir lütuf olarak de­vam ediverdi. Mâide sûresinin 6. âyetinde de aynı husus anlatılır. Te­yemmüm bir şeye niyet etmek, kast etmek anlamına gelir. Bilirsiniz niyetle eller iki kere toprağa vurulur, yüz ve eller dirseklere kadar sü­rülüp meshedilir.
Şâfiîler bu âyetin mânâsını şöyle anlamışlar: Namaz kılınan yerlere yâni mescitlere cünüp haldeyken yaklaşmayınız. Ancak oradan geçmek hali müstesnadır şeklinde anlamışlardır. Yâni bir iş için, bir zaruret için oradan geçmeniz müstesna o haldeyken mescitlere girmeyin şeklinde anlamışlardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-44. “Kendilerine Kitaptan bir pay verilenlerin sapık­lığı satın aldıklarını ve sizin yolu sapıtmanızı istediklerini görmüyor musun?”
Görmedin mi? Şu kitaptan kendilerine nasip verilenlere bir bak­sana peygamberim. Bunlar ehl-i kitabın bilginleridir. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş, kitap bilgisine sahip oldukları halde, kitap­tan haberdar kılındıkları halde, kitabı yüklendikleri halde ona taham­mül edememiş, kitabı kaybetmiş, kitapla amelden uzaklaşmış, kitap­tan habersiz bir hayat yaşayanlar kast edilmektedir.
Evet, bir baksana ey peygamberim. Adamların kitapları var. Elle­rinde Tevratları, İncilleri var. Ellerinde hayatlarını düzenleyebile­cekleri Kur’an’ları var. Ama adamlar satmışlar kitaplarını, satmışlar imanlarını, satmışlar kitap bilgilerini, satmışlar peygamber bilgilerini, satmışlar hidâyetlerini, satmışlar hakkı, satmışlar cenneti. Dünya menfaati sebebiyle hakkı, hidâyeti satmışlar da sapıklığı, dalâleti satın almışlar. Kendileri saptıkları gibi aynı zamanda sizin de sapmanızı istemektedirler. Adamlar Îsâ (a.s)’ı tanımışlar, İncil’i tanımışlar, Al­lah'ın elçisine, Allah’ın kitabına inanmışlar, kitap ve peygamber bilgi­sine ulaşmışlar, Tevrat’ı tanımışlar, Mûsâ (a.s)’ı tanımışlar, iman et­mişler ama dünya menfaati sebebiyle Allah’ı, kitabı, peygamberi sat­mışlar da sapıklığa talip olmuşlar. Cenneti satmışlar da cehenneme talip olmuşlar.
Evet, gerek ben Tevrat’ın mü’miniyim, ben İncil’in mü’miniyim, ben Kur’an’ın mü’miniyim, ben kitap ehliyim, benim kitabım var, ben Allah’ın peygamberine inandım, Mûsâ (a.s) benim peygamberimdir, Îsâ (a.s) benim peygamberimdir, Muhammed (a.s) benim peygamberimdir diyen, bu kitaplara, bu peygamberlere inandığını iddia ettikleri halde, bu kitapları ve bu peygamberleri tanıyıp iman ettikleri halde dünya menfaatleri sebebiyle sapan ve kendileri saptığı gibi başkala­rını da saptırmaya çalışan insanlar anlatılıyor burada. Din bilenler anlatılıyor. Din bilgisine, kitap ve peygamber bilgisine sahip oldukları halde yamukluk yapanlar ve insanları da yamultanlar anlatılıyor. Bunların Allah’ın lânetine maruz kalmış kimseler olduğu ortaya kon­duktan sonra bakın Rabbimiz buyurur ki:
45. “Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir. Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.”
Allah düşmanlarınızı en iyi bilendir. Allah kendileri sapmış ve sizi de saptırmak isteyen bu tür sapıkları çok iyi bilmektedir ve bu bilgisini size açarak sizi de bilgilendirmektedir. Öyleyse ey Müslümanlar bu tipleri çok iyi tanıyın. Sizi İslâm’dan, kitaptan ve Resulden uzak­laştırmak isteyen, sizi vahiyden koparıp kendi sapıklıklarına çekmek isteyen bu insanları Allah en iyi biliyor ve sûreleriyle, âyetleriyle size de böylece tanıtıyor. Eğer sizler sürekli Rabbinizin kitabına, Rabbinizin âyetlerine kulak verir, O’nun kitabı ve peygamberinin uya­rılarıyla hareket ederseniz asla sapıtmaz, yanlışa düşmezsiniz.
Ama unutmayın ki kendinizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine tes­lim edip bir hayat yaşayacak yerde kitaptan sünnetten uzaklaşıp bu tip insanlara kulak verecek olursanız, dünya menfaatleri sebebiyle dinle­rini satma özelliğine sahip olan din adamlarına teslim olacak olursa­nız o zaman bilesiniz ki sapmak zorunda kalacaksınız.
Öyleyse bizler sapmamak için, sapıtmamak için, aklımızı, fikrimizi, duyularımızı başkalarına teslim etmek yerine sadece Allah’a ve Resûlüne teslim etmek zorundayız. Kitap ve sünnete teslim olmak zo­rundayız. Kitap ve sünnetle birlikte olduğumuz sürece Allah bize bu tür düşmanlarımızı da tanıtacak ve bizler de Rabbimizin yardımıyla bu tür sapıklardan korunma imkânı bulmuş olacağız inşallah.
Gerek yahudi ve hıristiyan âlimlerinden, gerekse Kur’an’a inandıklarını, Kur’an bilgisine sahip olduklarını iddia eden bu tip insanların velâyetinden uzaklaşıp sadece Rabbimizin velâyetini kabul etmek zorundayız. Çünkü dost ve yardımcı olarak, velî olarak Allah bize yeter. Eğer şu anda dünya üzerinde egemen güçler olan, hâkim güçler olan bu sapıkları bırakır da sadece Allah’ı velî kabul edersek, onların bizim adımıza aldığı kararları reddederek sadece Rabbimizin bizim adımıza aldığı kararlarını uygulayarak, sadece Rabbimize gü­venir dayanırsak Rabbimiz bize yardım edecek, bizi koruyacaktır.
Evet şu anda yeryüzünde egemen gibi görünen, güçlü gibi görünen İslâm düşmanı yahudi ve hıristiyanları, kâfirleri ve müşrikleri dinlemez, onlar onaylı bir hayata değil de Allah onaylı bir hayata razı olursak, Allah bize yardım edecek ve bizi koruyacaktır. Bütün mesele velimiz olan Allah’ın bizim hayatımızı düzenlemek üzere bize gönderdiği kitabından ve o kitabın pratik uygulaması olan peygamberinin sünnetinden, hayatından, uygulamalarından haberdar olmaktır. Eğer gece gündüz bu kitabı ve bu peygamberinin hadislerini elimizden bırakmaz, her an en doğru bilgilere ulaşmamızı sürdürür, Rabbimizin rahmeti gereği bize açtığı bu bilgilerle beraber olursak, kesinlikle bilelim ki tüm yeryüzü kâfirleri bizi saptırmak için bir araya gelseler bile bize hiçbir şey yapamayacaklardır.
Ama velîmiz olan ve bizim adımıza aldığı kararlarla bizi dünyada da, ukba’da da huzur ve saâdete ulaştıracak olan Rabbimizin velâyetinden çıkar da bu kâfir dünyanın velâyeti altında bir hayattan yana olursak kesinlikle bilelim ki dünyada onlar gibi rezil bir hayatın sahibi olurken âhirette de onların gittiği yere gitmek zorunda kalacağız. Çünkü bu kâfirlerin yeryüzünde bir tek dertleri var, o da ne yapıp yapıp müslümanları saptırmak, müslümanları kâfirleştrmek ve onları da kendi cehennemlerine götürmektir. Kitabımızın hemen hemen her sûresinde ısrarla Rabbimizin bizi uyardığı en önemli konulardan birisi işte budur. Öyleyse buna çok dikkat edeceğiz. Bu sapıkları asla dost bilmeyeceğiz. Hiçbir konuda onları dinlemeyecğiz. Çünkü bizim velîmiz Allah’tır ve o ne güzel bir vekil, ne güzel dost ve ne güzel bir yardımcıdır.
 

_Zeyneb_00

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 May 2009
Mesajlar
3
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
30
Nisa-44. “Kendilerine Kitaptan bir pay verilenlerin sapık*lığı satın aldıklarını ve sizin yolu sapıtmanızı istediklerini görmüyor musun?”
Görmedin mi? Şu kitaptan kendilerine nasip verilenlere bir bak*sana peygamberim. Bunlar ehl-i kitabın bilginleridir. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş, kitap bilgisine sahip oldukları halde, kitap*tan haberdar kılındıkları halde, kitabı yüklendikleri halde ona taham*mül edememiş, kitabı kaybetmiş, kitapla amelden uzaklaşmış, kitap*tan habersiz bir hayat yaşayanlar kast edilmektedir.
Evet, bir baksana ey peygamberim. Adamların kitapları var. Elle*rinde Tevratları, İncilleri var. Ellerinde hayatlarını düzenleyebile*cekleri Kur’an’ları var. Ama adamlar satmışlar kitaplarını, satmışlar imanlarını, satmışlar kitap bilgilerini, satmışlar peygamber bilgilerini, satmışlar hidâyetlerini, satmışlar hakkı, satmışlar cenneti. Dünya menfaati sebebiyle hakkı, hidâyeti satmışlar da sapıklığı, dalâleti satın almışlar. Kendileri saptıkları gibi aynı zamanda sizin de sapmanızı istemektedirler. Adamlar Îsâ (a.s)’ı tanımışlar, İncil’i tanımışlar, Al*lah'ın elçisine, Allah’ın kitabına inanmışlar, kitap ve peygamber bilgi*sine ulaşmışlar, Tevrat’ı tanımışlar, Mûsâ (a.s)’ı tanımışlar, iman et*mişler ama dünya menfaati sebebiyle Allah’ı, kitabı, peygamberi sat*mışlar da sapıklığa talip olmuşlar. Cenneti satmışlar da cehenneme talip olmuşlar.
Evet, gerek ben Tevrat’ın mü’miniyim, ben İncil’in mü’miniyim, ben Kur’an’ın mü’miniyim, ben kitap ehliyim, benim kitabım var, ben Allah’ın peygamberine inandım, Mûsâ (a.s) benim peygamberimdir, Îsâ (a.s) benim peygamberimdir, Muhammed (a.s) benim peygamberimdir diyen, bu kitaplara, bu peygamberlere inandığını iddia ettikleri halde, bu kitapları ve bu peygamberleri tanıyıp iman ettikleri halde dünya menfaatleri sebebiyle sapan ve kendileri saptığı gibi başkala*rını da saptırmaya çalışan insanlar anlatılıyor burada. Din bilenler anlatılıyor. Din bilgisine, kitap ve peygamber bilgisine sahip oldukları halde yamukluk yapanlar ve insanları da yamultanlar anlatılıyor. Bunların Allah’ın lânetine maruz kalmış kimseler olduğu ortaya kon*duktan sonra bakın Rabbimiz buyurur ki:
45. “Allah, düşmanlarınızı çok iyi bilir. Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.”
Allah düşmanlarınızı en iyi bilendir. Allah kendileri sapmış ve sizi de saptırmak isteyen bu tür sapıkları çok iyi bilmektedir ve bu bilgisini size açarak sizi de bilgilendirmektedir. Öyleyse ey Müslümanlar bu tipleri çok iyi tanıyın. Sizi İslâm’dan, kitaptan ve Resulden uzak*laştırmak isteyen, sizi vahiyden koparıp kendi sapıklıklarına çekmek isteyen bu insanları Allah en iyi biliyor ve sûreleriyle, âyetleriyle size de böylece tanıtıyor. Eğer sizler sürekli Rabbinizin kitabına, Rabbinizin âyetlerine kulak verir, O’nun kitabı ve peygamberinin uya*rılarıyla hareket ederseniz asla sapıtmaz, yanlışa düşmezsiniz.
Ama unutmayın ki kendinizi Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine tes*lim edip bir hayat yaşayacak yerde kitaptan sünnetten uzaklaşıp bu tip insanlara kulak verecek olursanız, dünya menfaatleri sebebiyle dinle*rini satma özelliğine sahip olan din adamlarına teslim olacak olursa*nız o zaman bilesiniz ki sapmak zorunda kalacaksınız.
Öyleyse bizler sapmamak için, sapıtmamak için, aklımızı, fikrimizi, duyularımızı başkalarına teslim etmek yerine sadece Allah’a ve Resûlüne teslim etmek zorundayız. Kitap ve sünnete teslim olmak zo*rundayız. Kitap ve sünnetle birlikte olduğumuz sürece Allah bize bu tür düşmanlarımızı da tanıtacak ve bizler de Rabbimizin yardımıyla bu tür sapıklardan korunma imkânı bulmuş olacağız inşallah.
Gerek yahudi ve hıristiyan âlimlerinden, gerekse Kur’an’a inandıklarını, Kur’an bilgisine sahip olduklarını iddia eden bu tip insanların velâyetinden uzaklaşıp sadece Rabbimizin velâyetini kabul etmek zorundayız. Çünkü dost ve yardımcı olarak, velî olarak Allah bize yeter. Eğer şu anda dünya üzerinde egemen güçler olan, hâkim güçler olan bu sapıkları bırakır da sadece Allah’ı velî kabul edersek, onların bizim adımıza aldığı kararları reddederek sadece Rabbimizin bizim adımıza aldığı kararlarını uygulayarak, sadece Rabbimize gü*venir dayanırsak Rabbimiz bize yardım edecek, bizi koruyacaktır.
Evet şu anda yeryüzünde egemen gibi görünen, güçlü gibi görünen İslâm düşmanı yahudi ve hıristiyanları, kâfirleri ve müşrikleri dinlemez, onlar onaylı bir hayata değil de Allah onaylı bir hayata razı olursak, Allah bize yardım edecek ve bizi koruyacaktır. Bütün mesele velimiz olan Allah’ın bizim hayatımızı düzenlemek üzere bize gönderdiği kitabından ve o kitabın pratik uygulaması olan peygamberinin sünnetinden, hayatından, uygulamalarından haberdar olmaktır. Eğer gece gündüz bu kitabı ve bu peygamberinin hadislerini elimizden bırakmaz, her an en doğru bilgilere ulaşmamızı sürdürür, Rabbimizin rahmeti gereği bize açtığı bu bilgilerle beraber olursak, kesinlikle bilelim ki tüm yeryüzü kâfirleri bizi saptırmak için bir araya gelseler bile bize hiçbir şey yapamayacaklardır.
Ama velîmiz olan ve bizim adımıza aldığı kararlarla bizi dünyada da, ukba’da da huzur ve saâdete ulaştıracak olan Rabbimizin velâyetinden çıkar da bu kâfir dünyanın velâyeti altında bir hayattan yana olursak kesinlikle bilelim ki dünyada onlar gibi rezil bir hayatın sahibi olurken âhirette de onların gittiği yere gitmek zorunda kalacağız. Çünkü bu kâfirlerin yeryüzünde bir tek dertleri var, o da ne yapıp yapıp müslümanları saptırmak, müslümanları kâfirleştrmek ve onları da kendi cehennemlerine götürmektir. Kitabımızın hemen hemen her sûresinde ısrarla Rabbimizin bizi uyardığı en önemli konulardan birisi işte budur. Öyleyse buna çok dikkat edeceğiz. Bu sapıkları asla dost bilmeyeceğiz. Hiçbir konuda onları dinlemeyecğiz. Çünkü bizim velîmiz Allah’tır ve o ne güzel bir vekil, ne güzel dost ve ne güzel bir yardımcıdır.

Bu kadar açık iki ayeti anlamak bu kadar zor olmamalı​
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Doğrusu size rabbinizden apaçık basiretler gelmiştir; kim görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin bekçiniz değilim” (en’am 104)


[sıze=3]
bu kadar açık iki ayeti anlamak bu kadar zor olmamalı​

[/sıze]
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-46. “Yahudilerden, sözleri yerlerinden değiştirip: “İşittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle” ve dille­rini eğip bükerek ve dine saldırarak: “Bizi de dinle" di­yenler vardır. Şâyet: "İşittik ve itaat ettik, dinle ve bizi gö­zet” demiş olsalardı, onlar için daha iyi daha doğru olurdu. İşte Allah inkârları yüzünden onlara lânet etmiştir. Onların ancak pek azı inanır.”
Bu Allah düşmanı yahudilerden bir grup Allah’ın kelâmını tahrif ediyorlar, kitabın âyetlerini değiştiriyorlar, kelâmı vaz olundukları mâ­nâlarının dışına çıkarıyorlar, Allah’ın muradını farklı yorumlayarak de­ğiştiriyorlar. Allah’ın demediğine dedi, dediklerine de demedi diyerek âyetleri alt üst ediyorlar, tahrifat yapıyorlar, hafriyat yapıyorlar, gizli­yorlar, üstünü örtüyorlar. Kelâmı yerinden oynatıyorlar, sağa sola çe­kip sündürüyorlar, haramını helâl, helâlini haram yapıyorlar. Kitapla­rındaki gelecek ahir zaman peygamberinin sıfatlarıyla alâkalı, son ki­tap Kur’an’la alâkalı haberleri gizleyip değiştiriyorlar. Yahudiler bunu kendi kitapları olan Tevrat’a yaptıkları gibi, aynısını İncil’e de yaptılar ve şu anda aynısını Allah’ın son kitabı Kur’an’a da yapmaya çalışı­yorlar.
Allah yasası gereği Kur’an’ın âyetlerine dokunamıyorlar, değiştiremiyorlar ama yorumunu değiştirmeye çalışıyorlar. İçimizdeki çömezleri vasıtasıyla olmadık yorumlar getirmeye ve Müslümanların zihinlerini idlâl etmeye çalışıyorlar. Müslümanların kitaba karşı, sün­nete karşı bakışlarını bozmaya çalışıyorlar. Kitap şöyle olmalıdır, sünnet böyle olmalıdır, din şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, kitabın fonksiyonu şöyle olmalıdır, peygamberin dindeki yeri şudur, sünnet dinde şu anlama gelmelidir diyerek yorumlarda bulunuyorlar. Kitap bir tarafta onların yorumları bir tarafta insanların karşısına çıkmaya çalı­şıyorlar. Allah bir tarafta, din bir tarafta onların yorumları bir tarafta. İnşallah kitaplarına ve peygamberlerine sahip çıkan bu ümmet bu sa­pıkların yorumlarına itibar etmeyecektir.
Dün peygamber (as), bugün de bizler onları imana çağırdığımızda derler ki “Semi’na ve asayna.” İşittik ve isyan ettik derler.
Tevrat’ı ve İncili okuduktan sonra, kendilerine Tevrat’ın ve İnci­lin bilgisi verildikten sonra aynı kaynaktan ve kitaplarının ve peygam­berlerinin her bir dönemde kendisine iman konusunda kendilerinden ahit aldıkları, avuçlarının içi gibi bildikleri, kendi öz evlâtlarından daha yakın tanıdıkları son elçinin dâvetini duydukları zaman da işittik ve itaat ettik, işittik ve iman ettik, işittik ve gereğini yerine getirmeye yö­neldik diyecekleri yerde diyorlar ki:
Dinle sözü dinlenilmeyesi. Dinle sözü dinlenmez olası. Dinle sözü dinlenilmez adam. İşit bizim sözlerimizi, işitmemesi, duymaması için hakkında bedduada bulunduğumuz kişi. İşit sözü dinlenmez olası. Duy dâveti kabul edilmez olası, dâveti insanlar tarafından hüsnü ka­bul görmeyesi, dâveti icabet görmeyesi.
Alçaklar peygamberle alay edebilmek için, peygambere hakaret edebilmek için birkaç mânâya gelen ifadeler kullanıyorlar. Ey Muhammed sen o kadar saygın bir kimsesin ki, senin bulunduğun mecliste senin sözünün üzerine kimse söz söyleyemez.
Veya hoşuna gitmeyecek söz duyasın gibi anlam­lara geldiği gibi, sen söz söylemeye değmez birisin, sözü dinlenil­meyecek, dâveti kale alınmayacak birisin, veya Allah senin belânı versin gibi anlamlara da gelebilen bir ifade kullanıyorlar, peygamber (a.s)’a bedduada bulunuyorlardı.
Bize çoban ol, bize çobanlık et diyorlar. Dillerini de eğip bükü­yorlar. Ve de dine tan ederek, dini kötüleyerek, Allah’ın dinine saldıra­rak, dillerini eğip bükerek, dillerini haktan bâtıla çevirerek zâhiren ta­zim ifade eden, saygı ifade eden ama aslında peygamber (a.s)’a ha­karet kastıyla söylüyorlardı bunları.
Arkadaşlar, bu "RAİNA" kelimesi yahudilerin kendi aralarında bir tür sövme anlamına kullandıkları bir kelimeydi. Ey bizim çoban! Ey bizim çobanımız! Güdücümüz anlamına kullanıyorlardı bunu. Ra’y, raiy, hayvanlarla ilgili bir sözdür. Yahudiler peygambere bu kelimeyi kullanırlarken şöyle demeye getiriyorlardı: Ey çoban, ey bizim çoba­nımız, sen çoban bizlerse sürüleriz, biz senin ne dediğini, bizi neye çağırdığını anlamıyoruz, anlayamıyoruz. Biz senin bizi kendisine imana çağırdığın mesajını anlayamıyoruz, senin okuduğun kitabı an­lamaktan uzağız demeye getiriyorlardı. Sen çoban bizlerse sürüleriz demeye getiriyorlardı.
Tıpkı şu anda onların ağzını kullanan, peygamber karşısında, peygamberin dâveti karşısında, peygamberin sünneti karşısında, peygamberin getirdiği kitap karşısında biz kim bunları anlamak kim? Bunları bizler anlayamayız. Bunları ancak âlimler ve büyük zatlar an­lar diyerek sürüler kesilmeye çalışan kimi zavallı Müslümanlar gibi. Onların bu kitap karşısında, peygamber karşısında takındıkları bozuk tavırlarını gündeme getirerek Rabbimiz Bakara sûresinde Müslü­manlara buyurdu ki: Ey Müslümanlar! Sizler bu yahudiler gibi, bu Al­lah düşmanları gibi Peygamber karşısında sürüler kesilmeyin! Pey­gamberi çoban, kendinizi sürü makamında görmeyin! Sizler peygam­beri dinleyin! Peygamberin okuduğu kitabı ve onun dâvetini dinleyin, söze iyice kulak verin! Onun ne dediğini? Neye çağırdığını anlaya­caksınız. Ve onların kullandıkları bu başka mânâlara çekilebilecek ke­limeleri kullanmayın! buyuruyordu.
Veya “raina ey Muhammed” Yâni sen bize riâyet et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riâyet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim şeklinde pazarlıklı bir ifade anlamına geliyormuş. Yâni böyle Pey­gamberin konumunu rencide edici, anlaşmalı, pazarlıklı, eşit bir riâyet talep ediyorlar. Halbuki Rasulullah’ın ümmeti arasındaki ilişkisi, öğ­retmen öğrenci, usta çırak ilişkisine asla benzemez.
Ehl-i kitabın sapıtanları Kur’an’la, Kur’an gerçeğiyle, peygamber gerçeğiyle karşı karşıya geldikleri zaman bunların devri geçti artık, bunların modası geçti, artık bunlara itibar edilmez diyorlar. Bizim ehl-i kitap, bizden olan ehl-i kitap da aynı şeyleri söylüyorlar bugün. Kur’an’a ve peygambere inandığını iddia eden bizim kitap ehlinden kimileri de Allah’ı peygamberden, peygamberi Allah’tan, kitabı sün­netten, sünneti kitaptan ayırmaya çalışıyorlar. Kur’anla peygamberin arasını açmamaya çalışıyorlar. Bize sadece Kur’an yeter, Kur’an’dan başka kaynağa ihtiyacımız yoktur ve zaten peygamberden bize hiçbir şey ulaşmamıştır. Ulaşmış olsa bile senin sözün dinlenmez diyorlar. Peygamberin sözü dinlenmez diyorlar.
Yâni peygamberin sözü, peygamberin uygulaması sadece kendisini, kendi dönemini, kendi dönemindekileri bağlar, bizi bağlamaz diyorlar. Peygamberin din konusunda söz söylemeye hakkı yok­tur, o sadece bize kitabı ulaştırmıştır o kadar diyorlar. Tıpkı ehl-i kita­bın kâfirleri gibi davranıyorlar. “Semi’na ve asayna” İşittik ve is­yan ettik diyorlar. Sözü dinlenmezin sözlerini işittik ama isyan ettik di­yorlar. Çünkü peygamberin sözü itaat edilecek bir söz değildir diyor­lar. İtaat edilecek, gereği yerine getirilecek söz sadece Allah sözüdür, sadece Kur’andır diyorlar. Halbuki:
Eğer gerçekten böyle diyeceklerine, böyle yapacaklarına “Semi’na ve eta’na” İşittik ve itaat ettik, işittik ve iman ettik, işittik ve gereğini yerine getirmeye yöneldik deselerdi, Rasulullah’ı hayatla­rında diskalifiye etmek, onun örnekliliğini reddetmek, onu sözü din­lenmez kabul etmek yerine onun örnekliliğinde bir hayata talip olsa­lardı onlar için daha hayırlı olacaktı.
Ey Allah’ın Resûlü bizi dinle, bizi gözet, bize mühlet tanı, biz anlayıncaya, kavrayıncaya ve istenilene ulaşıncaya kadar bize yardımcı olup yol göster deselerdi, kendileri hakkında daha hayırlı ola­caktı.
Evet şu anda da peygamberle, peygamber gerçeğiyle, peygamber sünnetiyle, peygamber uygulamalarıyla karşı karşıya gelen bir Müslüman bunu demek zorundadır. Peygamberin getirdiği kitapla, peygamberin anlayıp pratikte uyguladığı o kitabın pratiği olan sünnet istikâmetinde bir hayat yaşayan kişinin hayatı hakkında hayırlı olan budur. Ben bu kitabın mü’miniyim, ben bu peygamberin müminiyim diyen bir Müslümana, ben kitap ehliyim, benim kitabım ve peygambe­rim vardır diyen bir Müslümana yakışan da budur.
Bir Müslümana yakışan “La İlâhe illallah Muhammedün Rasulullah”sözüne, ahd-ü peymanına yakışır bir şekilde Allah’tan başka İlâh olmadığı gerçeğine ve bu gerçeği pratikte en gü­zel bir biçimde uygulayıp gösteren Muhammed (a.s) örnekliliğinde bir hayata sahip çıkmaktır.
Değilse ben Mûsâ (a.s)’a inanıyorum, ben Îsâ (a.s)’ı kabul ediyorum, ben Muhammed (a.s)’ı peygamber ve örnek kabul ediyorum deyip de, ne Mûsâ (a.s) nın , ne Îsâ (a.s) nın ne de Muhammed (a.s) in örnekliğinde bir hayatı yaşamayanlar adları ne olursa olsun, ken­dilerini neye nisbet ederlerse etsinler, ister kendilerine yahudi, hıristiyan desinler, isterse Müslüman olduklarını iddia etsinler kesin­likle onların cennete girmeleri mümkün olmayacaktır. Ben yahudi’yim dedikleri halde Müslümanca hareket etmeyenler, ben hıristiyanım de­dikleri halde Müslümanca hareket etmeyenler, ben Müslümanım de­dikleri halde Müslümanca hareket etmeyenler, Muhammed (a.s) in gösterdiği hayatı yaşamayanlara Allah lânet etmektedir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-47

Nisa-47

“Ey Kitap verilenler! Yüzleri silip arkaya çevire­rek enseler gibi dümdüz yapmadan, yahut cumartesi gün­cüleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden önce, elinizdeki Kitabı tasdik ederek indirdiğimiz Kur’an'a inanın; Allah­'ın emri daima yapıla gelmiştir.”
Ey kitap ehli! Ey kitaba iman iddiasında olanlar! Ey bizim de ki­tabımız var, biz de kitaplıyız diyenler! Ey biz kitapsız değiliz diyenler! Ey biz hayatımızı kitap kaynaklı düzenliyoruz diye hava atanlar! Ey kitabımız Tevrat, kitabımız İncil, kitabımız Kuran’dır diyenler! Ey yahudiler, ey hıristiyanlar ve ey Müslümanlar iman edin kitaba! İman edin indirdiğimize.
Rabbimiz herkesi kitaba imana, kitap kaynaklı bir hayat yaşa­maya çağırıyor. Kitabım var dedikleri halde, biz de, ben de kitap ehli­yim dedikleri halde, biz kitapsız değiliz dedikleri halde gece gündüz kitabın okuyucusu, kitabın anlayıcısı, kitabın amel edicisi olmaları ge­rekirken, kitapla hayatlarını düzenlemeleri, kitap kaynaklı bir hayat yaşamaları gerekirken ve kitabın en büyük yorumcusu olan Hz. Muhammed (a.s) in gösterdiği şekilde bir hayat yaşamaları gerekir­ken, kitabı da peygamberin sünnetini de bir kenara bırakıp o kitabın yorumlayıcılarının oluşturdukları kitaplara yönelerek, o kitabın önüne başka şeyleri geçirerek, o kitabı az bakılır bir konuma indirgeyerek kendilerince bir dünya yaşayanlara sesleniyor Rabbimiz. Gerek yahudi, gerek hıristiyan ve gerekse Müslümanlardan kitaplarıyla ve peygamberleriyle diyalogu kesenlere sesleniyor Rabbimiz. İman edin bu kitaba. Taabi olun bu kitaba. Hayatınızı sorun bu kitaba. Kitap kaynaklı yaşayın. Kitap tarif etsin siz yapın. Takip edin kitabı. Elinizden düşürmeyin onu. Öyle bir kitap ki:
Yanınızdakini tasdikçi olarak indirdiğimiz bu kitaba inanın! Siz­ler sizden başkalarının yanında olmayan bir bilgiye sahipken, kitap bilgisine, peygamber bilgisine sahipken sakın bu kitaba inanmazlık yapmayın! Elinizdeki Tevrat’ı ve İncil’i doğrulayan, tasdik eden bu ki­taba iman edin. Ya da Tevrat ve İncil’e inandığını iddia eden, Mûsâ (a.s)’a ve Îsâ (a.s)’a iman ettiğini iddia eden sizler, onları gönderen aynı kaynaktan gelen ve üstelik de onları reddetmeyen bu mesajın yeryüzündeki insanların hayatını düzenleme konusunda en doğru yol olduğunu bile bile, bu bilgiye sahipken bu kitaba iman etmemek size yakışmaz.
Evet Rabbimiz yahudilere sesleniyor. Halbuki bu kitap kendi yanlarındakini kabul ediyor ve reddetmiyordu. İşte Rabbimiz bundan dolayı elinizdekini tasdik edici ve ondaki bozulmuşları düzel­tici, eksikleri tamamlayıcı ve kıyamete kadar değişmeyecek bir özel­liğe sahip kılınmış olan Kur’an-ı Kerîmi kabul edin! Ona inanın! di­yordu. Hemen ona iman edin, o kitabın istediği Müslüman’ca bir hayata yönelin. Hayatınızı o kitaba sorarak yaşayın. Yaptıklarınızı kitap kaynaklı yapın. Kitabı hayat programı yapın. Hayatınızı kitapla özdeşleştirin. Kitaptan habersiz bir hayat yaşamaktan vazgeçin. Kendi kendinize hayat programı yapmaktan vazgeçin.
Yüzleri dümdüz edeceğimiz bir gün gelmeden önce. Birtakım yüzleri silip, dümdüz edip enseler haline getirmeden önce. Yüzleri yüz kılığından, o yüzlerin sahiplerini insanlıktan çıkarmadan önce, veya Yâsîn 66. âyetinde ifade edildiği gibi gözlerini silme görmez hale ge­tirmeden önce. Yüzdeki göz, kaş, burun, ağız gibi organlarınızı, çiz­gilerinizi silmeden, yüzlerinizi enselerinize çevirmeden önce.
Veya yüzlerinizdeki kullanmadığınız o organlarınızı geri alıp hakkı göremez, hakkı duyamaz, hakkı söyleyemez ve hidâyete yönelemez bir duruma getirmeden önce. Ve de cumartesi ashabını, cumartesi yasağını ihlâl edip de lânetlediklerimiz gibi sizleri de lânetlemeden önce gelin bu kitaba iman edin. İnsanlıktan çıkıp hayvanlık derekesine düşürülme­den önce gelin bu kitabın hayatınızdaki kıymetini bilip hayatınızı onun istediği gibi düzenleyin.
Gelin bu kitabın önüne başka şeyleri geçirmeyin. Gelin bu kitabı arkaya almayın. Kim tarafından yazılmış olursa olsun hiçbir kitap bu kitabın yerini tutamaz. Hiçbir kitap bu kitabın önüne geçirilemez. Hiçbir kitap bu kitaba tercih edilemez. Ve Muhammed (a.s) da Allah’ın onayladığı, Allah’ın tescil buyurduğu yasal örnektir. Hiçbir insan, hiç­bir lider, hiçbir önder, hiçbir reis, hiçbir şeyh, hiçbir büyük, hiçbir hoca, hacı bu peygamberin önüne geçirilip yasal örnek kabul edilemez. En güzel yaşantı, en güzel hayat, en güzel örnek Rasulullah Efendimizin hayatıdır.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz Allah’ın dediğinin dışında bir ha­yat yaşayın. Ama unutmayın ki Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek­tir. Öyle yaparsanız insanlıktan çıkarılacak, maymunlaşacak, Allah dı­şında her şeyden etkilenen, her sese kulak veren, her rüzgardan et­kilenen, her bâtılın peşine düşen, her çobanın kavalına yönelen hay­vanlar gibi bir hayata razı olmak zorunda kalacaksınız. Zaten bugüne kadar tarih boyunca Allah’ın emri hep olagelmiştir. Kimse Allah’ın em­rinin önüne geçemez. Tarih boyunca Allah’ın kendilerine hayatlarını düzenlemeleri için kitap gönderdiği kimseler her ne zamanki bu kitabı terk etmişler, her ne zamanki peygamberlerinden habersiz bir hayat yaşamaya yönelmişlerse Allah onları bu tehditleriyle yakalamış ve yeryüzünün en zelil varlıklar haline getirmiştir.
Ama her ne zaman da, ne durumda, hangi konumda olurlarsa olsunlar Rablerine dönmüşlerse Rablerini affedici bulmuşlar, bulacaklardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-48

Nisa-48

“Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.”
Allah sadece şirki bağışlamaz. Sadece müşriki affetmez, ama onun dışında tüm günahları kullarından dilediği için bağışlar. Kim Allah’a şirk koşmuşsa o da Allah’a iftira ederek büyük bir günah işlemiş olur.
Rabbimiz tüm günahları affedeceğini müjdeliyor ama bir şartla. Şirk olmayacak. Kişi Allah’ın huzuruna şirk koşmadan, Allah’a ortak koşmadan, Allah’ın yetkilerini başkalarına vermeden, Allah’a yetki sınırlaması getirmeden gelmiş olacak. Değilse şirki asla affetmem diyor Rabbimiz. Şirkin dışında hangi tür günah olursa olsun, ne kadar büyük olursa olsun affederim diyor Allah.
Zaten kul günaha girerken Allah’ın kulu olarak yapmıştır bu gü­nahları. Allah’ı, Allah olarak, Rab olarak, Rahmân ve Rahîm olarak bildiği ve kabul ettiği müddetçe kulun işleyeceği günahların büyüklüğü, Allah’ın büyüklüğü yanında ne olabilir ki? Allah’ı böylesine tüm günahları affedebilecek bir Rab olarak kabul eden bir kişinin günah­ları Allah’ın büyüklüğü yanında ne kadar olabilir de? Ama kişi şirk ko­şar, böyle kendisini anlattığı biçimde Allah’ı kabul etmez, kendi sıfat­larıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olarak Allah’a inanmaz ve şirke düşünce, her konuda, hayatın her alanında söz sahibi ve egemen olarak yalnız Allah’ı değil de başka Rableri, başka ilâhları, başka efendileri de kabul edince, işte o zaman iş değişmiştir.
Çünkü bu durumda onun günahlarını affedebilecek büyük­lükte, otoritede, hâkimiyette bir tek Allah’ı yoktur artık. Onun inandığı Allah bölünmüş, parçalanmış, gücünü kaybetmiş, yerdeki otoritesini yitirmiş bir Allah’ı vardır onun. Hayatında tek başına egemen olmayan, hayatın bazı alanlarında yetkilerini, gücünü, kuvvetini başkala­rına devretmiş bir Allah. Böyle bir Allah nasıl affedebilir onu? Zira müşrik hep böyle bir Allah inancı içindedir. Onun inandığı Allah kanun yapmasını bilmez, kanunu insanlar yapmalıdır. Onun inandığı Allah hukuktan anlamaz, bu konuda onun bu eksikliğini giderecek, ona yar­dım edecek yerde bir kısım hukuk tanrıları olmalıdır. Eğitim konu­sunda bilgisi ve gücü yoktur o Allah’ın, ona bu konuda yardımcılar ge­rekir, eğitim uzmanlarına ihtiyacı vardır. onun inandığı Allah onun ha­yatının pek çok bölümüne karışmaz.
Meselâ düğününe, derneğine, kazanmasına, harcamasına, kı­lık kıyafetine, yemesine, içmesine, karışmaz o Allah. Tüm bu konu­larda sadece Allah yetkili değildir. Allah’tan başka dinlemesi gereken varlıklar vardır. Nefsini, çevresini, toplumu, âdetleri, modayı, yönet­melikleri, yasaları, tâğutları da dinlemelidir bu konuda. Ne okuyaca­ğına, ne yiyeceğine, nerede kazanıp nerede harcayacağına, çocukla­rını nasıl eğiteceğine karışmaz o Allah. Bunlara kendisi karar vermeli­dir. Veya Allah ve Resûlüne değil de başkalarına sormalıdır. İşte böyle müşrikçe Allah’a inanan, inandığı Allah’ın yeryüzünde bir çok konuda ortakları bulunabileceğini düşünen kişinin inandığı bu Allah güçsüz, kuvvetsiz, yetkileri parçalanmış olduğu için böyle bir Allah nasıl o kadar günahı affedebilir? Nasıl güç yetirebilir buna?
Meselâ rızık konusunda Allah’a tümüyle güvenmeyip de ikinci üçüncü derecedeki Rezzâklarının korkusundan ötürü bir kısım görevlerini yapmaktan çekinen kişinin inandığı Allah nasıl affedebilecek de günahları? Veya ilimde Allah’a tam olarak güvenmeyip yerde onun eksikliğini tamamlamak üzere birtakım gayb biliciler aramaya kalkışan bir adamın inandığı böyle aciz ve bilgisiz bir Allah nasıl affedebilir onu? Rubûbiyette Allah’a güvenmeyip yerde Allah’ın bu eksiğini ta­mamlamak üzere bir kısım kanun koyucular arayan, bir kısım prog­ram yapıcılar arayan ve bunların, bu yapay tanrıların ve tanrıçaların kanunlarını da kanun bilen bir insanın inandığı bu Allah ne yapabilir de? Şifa konusunda Allah’a güvenmeyip, Allah’ı tek Şafi bilmeyip yerde bir kısım şifa dağıtıcılar arayan kişinin inandığı bu Allah’ın ne gücü olabilir de?
Öldürmede diriltmede, ruh vermede Allah’a güvenmeyen birinin Allah’ı ne becerebilir de? Veya Allah’ı Azîz bilmeyip, izzeti sa­dece Allah’ta değil de başkalarında, malda, mülkte, makamda mansıpta arayan birinin inandığı bu Allah elbette kendisini affedebilecek bir Allah değildir. Mağfirette afta tevbede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracılara sığınmaya çalışan birinin ya Allah’ı elbette onu affedemeyecektir. Veya kendi kendisini kontrol etmede murakabe etmede Allah’ı ikinci plana atarak bir kısım aracıları etkin ve yetkin bilen ve onların koltuğunun altına girmeye, onlara sığınmaya çalışan birisinin Allah’ı elbette onu koruyamayacak ve kurtaramayacaktır. Ama şirk koşmadan Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanan mü’minlerin gü­nahlarını affedecektir O Allah.
Buradan anlıyoruz ki büyük günah işlemiş olanlar Allah’a şirk koşmadıkları sürece, yâni bu günahlarını şirke dönüştürmedikleri sürece dilerse Allah onu affeder, dilerse de cezalandırır. Bu Onun dile­mesine kalmıştır. Ama yanlış anlamayalım bu şirkin dışındaki büyük günahların işlenebileceğine bir ruhsat değildir. Bu ifade şirkin ne bü­yük bir günah olduğunu vurgulamak içindir.
Evet Allah şirkin dışındaki günahları affediyor, şirki de affediyor. Kitabımızın başka bir ayetinin beyanına göre kâfir tevbe edip Müslümanlığa yöneldiği zaman tıpkı anasından doğmuş gibi tertemiz günahlarından arınmış olur. Müşrik de şirkinden vazgeçer ve İslâm’a yönelirse onun da önceki hayatı af­fedilecektir.
Küfrün de, şirkin de affı bunları bırakıp tevhide yönelmektir. Müslüman olan bir kimsenin işlediği günahlar da tevbe ederek, yönünü değiştirerek Allah’a yönelmekle affolunur. Allah büyük merha­met sahibidir. Müslümanlar da affediyor, kâfiri ve müşriki de affediyor Rabbimiz. Şu anda yeryüzünde hiç kimsenin, hiçbir kulun önü kapalı değildir. Herkes için yollar açıktır. Herkes istediği takdirde Müslümanca bir hayata ve Allah’ın affına ulaşabilir.
Ama kim de Rabbimizin bu rahmetini, bu affını istismar ederek, görmezden ve duymazdan gelerek Allah’a şirk koşmaya devam edecek olursa, yalnız Allah’a kulluk etmeyerek başkalarına da kulluğa yönelecek olursa, sadece Allah’ı dinlemeyerek başkalarını da dinle­meden yana, başkalarının yasalarını da uygulamadan yana bir tavır sergileyecek olursa, Allah’la birlikte Allah’la çatışan modayı da, âdet­leri de, toplumu da, çevreyi de, yönetmelikleri de, amiri, müdürü de dinleyip, onları da razı etmeye çalışacak olursa, 24 saatlik bir gece ve gündüz hayatının bir bölümünü Allah’a verip, öteki bölümlerini Al­lahtan başkalarına verecek olursa, Allah’ın hakkına tecavüz edecek olursa gerçekten o Allah’a en büyük bir iftirada bulunmuş demektir Allah korusun.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Allah celle celalüh razı olsun..Emeklerinizin karşılığını kat kat alınız inşaAllah..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-49

Nisa-49

“Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Al­lah dilediğini temize çıkarır ve kendilerine kıl kadar haksızlık yapmaz.”
Peygamberim! Şu kendilerini tezkiye edip temize çıkaranları görmedin mi? Hem Allah’a iftira edip, Allah’ın istemediği bir hayatı ya­şayıp, Allah’ın kitabından peygamberinin örnekliğinden habersiz bir hayat yaşayıp hem de kendilerini biz şu anda Allah’ın istediği hayatı yaşıyoruz, bizler Allah’ın sevgili kullarıyız, bizler cennetin ta ortasına lâyık kimseleriz diyerek tezkiye edenleri görmedin mi?
Biz kitap ehliyiz, bizim kitabımız var, bizim Tevrat’ımız, bizim İn­cilimiz, bizim Kur’an’ımız var diyerek kendilerini temize çıkardıkları halde, biz kitapsız değiliz dedikleri halde kitaplarıyla uzaktan ve ya­kından hiçbir ilgileri olmayan insanları görmedin mi?
Aman kendimizi temize çıkarmadan yana, tezkiye etmeden yana, durumumuzdan mutmain olmadan yana olmayalım. Kendimize güvenmeden yana olmayalım. Ben şu yaptığım konuşmalarımla, siz­ler haftada bir kere gelip beni dinlemelerinizle veya infaklarınızla, ikramlarınızla, berikiler cemaatlarıyla, ötekiler hocalarıyla, hacılarıyla kesin cennete gideceğimizi iddia ederek kendi kendimizi tezkiyeden yana olmayalım.
İşte bilelim ki bizim bu mutmain halimiz değişimin önündeki en büyük engeldir. Bizim değişimimizin önündeki en büyük engel budur. Yahudinin değişiminin önündeki en büyük engel buydu çünkü. Onlar bu inançlarından dolayı değişmeye gerek görmediler. Mutmaindiler çünkü bu konuda. O halleriyle cennete girecek olan bu insanlar, İslâm’ı kabule gerek görmediler.
İşte bakın bu mutmain ve değişime gerek duymayan, deği­şime razı olmayan, statik ve durağan hayatlarını, geleneklerini devam ettirmeden yana olan bu insanları reddediyor Allah. Öyleyse şunu ke­sinlikle kabul etmek zorundayız ki hiçbirimiz kendi durumumuzdan mutmain olmamalıyız. Hiçbirimiz kendi kendimizi tezkiyeden yana ol­mamalıyız. Hiç birimiz statükodan yana olmamalıyız. Çünkü bu deği­şimin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Ben iyiyim! Biz iyiyiz! Putu bilelim ki değişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir. Çünkü bugün hiçbirimizin, hiçbir grubun, hiçbir ailenin, hiçbir cemaatın elinde cen­netlik olduklarına dair bir senet bir garanti yoktur. İşte âyetler bunu anlatıyor. Hiçbir kimsenin ölünceye kadar da nasıl bir çizgi takip ede­ceğine dair elinde bir garanti olmadığına göre öyleyse kendimizi ga­ranti cennetlik görmeyelim, halimize mutmain olmayarak sürekli Al­lah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti ışığında hayatımızı sağlamaya ala­lım inşallah.
Hiçbir zaman unutmayalım ki tezkiye Allah’a aittir. Allah’a karşı kendi kendimizi tezkiye etmeye cüret etmediğimiz gibi başkalarını da tezkiye etmeye hakkımızın olmadığını bilelim. Buhârî ve Müslim’in bu konuda Rasulullah Efendimizden rivâyet ettikleri hadisler çoktur. Bir hadislerinde Allah’ın Resûlü:
“Bir kimseyi tezkiye edip cennetlik olduğunu söyle­yen kişinin yüzüne toprak atın.”
Buyurur. Yine bir defasında bir kişinin bir kişiyi övüp tezkiye ettiğini gördü de Allah’ın Resûlü ona şöyle buyurdu:
“Yazık sana! Bu yaptığınla kardeşinin boynunu ko­pardın.”
Buyurdu ve sözlerine şunları ekledi:
“Herhangi biriniz birini övecekse bari böyle oldu­ğunu zannediyorum desin ve Allah’a karşı hiç kimseyi tez­kiye etmesin.”
Buyurdu.
Tezkiye Allah’a aittir. Allah dilediğini temizler, temize çıkarır. Hiç kimse ben Müslümanım, ben cennetliğim diyerek kendi kendini temize çıkarma hakkına sahip değildir. Hiçbir yahudi ben Mûsâ (a.s) nın yolundayım diyerek, hiçbir hıristiyan ben Îsâ (a.s)’ın izindeyim diyerek, hiçbir Müslüman da ben Hz. Muhammed (a.s) in yolunu ta­kip ediyorum diyerek kendisini tezkiye etmeye yetkili değildir. Bu yetki sadece Allah’a aittir. Allah kimin için temizdir demişse o temizdir, ki­min için murdardır demişse o murdardır. Allah’ın kitabında temiz de­dikleri Allah’a Allah’ın istediği biçimde ve peygamber örnekliliğinde iman etmiş Müslümanlardır. Değilse Allah’ın kıstaslarına uymadan bir kişi ben Müslümanım demekle kendisini demize çıkarma hakkına sa­hip değildir. Kur’an’ın öngördüğü, Rasulullah Efendimizin örneklediği şekilde yaşayanlar ancak temizdirler. Allah’ın istemediği bir hayatı ya­şayanlara Allah necis demişse, pis demişse onlar istedikleri kadar kendilerini tezkiye etmeye çalışsınlar onlar pistirler.
Allah dilediği kimseyi temizler ve Allah hiç kimseye hurma çekir­değindeki iplik kadar zulmetmez, haksızlığa uğratmaz. Zerre ka­dar işlediği bir amelini bile zayi edip karşılıksız bırakmaz.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
“Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Allah dilediğini temize çıkarır ve kendilerine kıl kadar haksızlık yapmaz.”


ALLAH kimin için temizdir demişse o temizdir, kimin için murdardır demişse o murdardır. ALLAH’ın kitabında temiz dedikleri ALLAH’a ALLAH’ın istediği biçimde ve peygamber örnekliliğinde iman etmiş Müslümanlardır.

ALLAH dilediği kimseyi temizler ve ALLAH hiç kimseye hurma çekirdeğindeki iplik kadar zulmetmez, haksızlığa uğratmaz. Zerre kadar işlediği bir amelini bile zayi edip karşılıksız bırakmaz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-50

Nisa-50

“Allah'a nasıl yalan yere iftira ettiklerine bir bak. Bu, apaçık bir günah olarak yeter.”
Baksana Allah’a nasıl da yalan iftirada bulunuyorlar. Allah’a na­sıl da yol göstermeye, akıl vermeye çalışıyorlar. Allah konusun da böyle düşünmeleri, kendilerini Allah karşısında temize çıkarıp, bizler Allah’ın sevgili kullarıyız, Allah kesinlikle bizim hayatımızdan razıdır ve kesinlikle bizleri cehennemine atmayacaktır şeklindeki iftiraları apaçık bir günah olarak onlara yetmektedir.
51. “Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: "Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi?”
Şu kendilerine kitap verilenlere bir baksana peygamberim, on­lar cibt ve tâğuta iman ediyorlar. Arkadaşlar cibt konusunda sihirdir, Allah sisteminin dışındaki sistemlerdir, Allah yasalarının dışında ya­salardır, putlardır, şeytandır, Allah yerine ikâme edilip kendisine itaat edilen Ka’b Bin Eşreftir deniyor.
Tâğut da Allah yasalarını beğenme­yerek, Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunan ve Allah kullarını Allah’a kulluktan koparıp zorla kendisine kulluğa, kendi yasalarına itaate çağıran azgın kimselerdir, insanlar üzerinde ege­menlik iddiasında bulunan tanrı taslaklarıdır deniyor.
Yâni bu adamlar hem Allah’a inandıklarını söylüyorlar, hem Allah bize kitap gönderdi, bizim kitabımız var diyorlar, bizim peygamberimiz var diyorlar, biz Mûsâ’nın, Îsâ’nın aleyhimesselâm yolundayız diyorlar, biz Muhammed (a.s) in izindeyiz diyorlar hem de utanmadan cibt ve tâğuta iman ediyorlar. Allah’tan başka kendilerinin egemen oldukla­rını, ilâh olduklarını, tanrı olduklarını iddia eden, hâkimiyet bizdedir diyen bir kısım tanrı taslaklarına da iman ediyorlar. Onların da ege­menliklerini kabul edip, hayatlarına karışma yetkisi veriyorlar. Ve bir de üstelik:
Kâfirlere, inkâr edenlere bunlar, inananlardan daha doğru yolda­dırlar diyorlar. Kâfirleri, müşrikleri Müslümanlara tercih edip üs­tün tutuyorlar. Âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı tefsir kitaplarında şöyle bir rivâyet var: Bir ara yahudi âlimlerinden İslâm düşmanı zalim Ka’b Bin Eşref müşriklere geliyor ve peygambere karşı tavır almış bulunan müşrikler bu kâfire soruyorlar. Ey Ka’b! Bu Muhammed ve beraberin­deki ona inanmış Müslümanlarla aramız şöyledir. Sizler kitap ehli kimselersiniz. Din konusunda, Allah konusunda, peygamber konu­sunda bilgi sahibi bizim üstatlarımızsınız. Bize söyler misin biz mi ha­yırlıyız, yoksa bu Müslümanlar mı? Biz mi doğru yoldayız, yoksa Müslümanlar mı? Alçak diyor ki hayır, siz onlardan daha hayırlı ve daha doğrusunuz.
Görüyor musunuz? Güya Allah’a inandığını, Tev­rat’a inandığını, Mûsâ (a.s) in yolunda olduğunu iddia eden adam kâ­firleri Müslümanlardan hayırlı ve üstün kabul ediyor. Alçak herif kendi inanç sistemini reddediyor, kendi bindiği dalı kesiyor. Sebep ne? Sebep, bu son elçi kendi ırklarından, kendi familyalarından çıkmadı. Bu peygamber İsrail oğullarından değil de ümmîlerden çıktı diye.
Yâni öyle bir insan tiplemesi çıkıyor ki karşımıza, benim kitabım var diyor. Benim Tevrat’ım, benim İncil’im, benim Kur’an’ım var diyor, benim peygamberim var diyor, ama öyle bir düşüncenin sahibi oluyor, öyle bir hayat yaşıyor ki yaşadığı hayat mahza kâfirlere, müşriklere endeksli. Kâfir ve müşrik dünyadan kaynaklanan bir inancın, bir yaşantının içinde. Allah’a inanıyorum dediği halde kendisine kendisi gibi iman eden mü’minler daha yakın olması gerekirken yaşadığı pislik içindeki hayatından dolayı, kâfir ve müşrik dünyadan devşireceği menfaatle­rinden dolayı Müslümanları kötü kâfirleri daha hayırlı görüyor.
Ger­çekten şu anda bunun örneklerini çok görüyoruz. Müslümanlara ol­madık iftiralarda bulunan, olmadık isimler takarak, onları terörist, kan dökücü ilân eden yahudi ve hıristiyan dünyanın, kâfir ve müşrik dün­yanın güdümünde hareket eden, güya adı Müslüman olan kimi zaval­lıların Müslümanları haksız, karşılarındaki kâfirleri haklı gördüklerini, kâfirlerin daha doğru yolda olduklarını söyleyebiliyorlar, yazıp çizebili­yorlar. Kâfirler daha doğru yoldadırlar ve zaten dünyada onlarsız bir hayat yaşamak mümkün değildir diyebiliyorlar zavallılığın zirvesinde olanlar.
Hayır hayır, kim ne derse desin, doğru yolda olanlar, hakta olan­lar Müslümanlardır. Her ne kadar güçsüz olmaları sebebiyle, zayıf oldukları için seslerini duyuramasalar da. Allah yeryüzünde Müs­lümanları seviyor, Müslümanlardan razıdır ve kâfirlere, müşriklere de, adı ne olursa olsun, ister yahudi, ister hıristiyan kâfirlere de lânet edi­yor Rabbimiz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-52

Nisa-52

“İşte Allah'ın lânetledikleri onlardır. Allah'ın lâ­netlediği kişiye asla yardımcı bulamayacaksın.”
Allah kâfirlere lânet ediyor. İşte bunlar Allah’ın rahmetinden kovduğu, uzaklaştırdığı kimselerdir. Allah kime lânet edip de merhametinden mahrum etmişse artık ona kim yardımcı olabilir? Kim onu Allah’ın gazabından, azabından kurtarabilir?
Rabbimiz Nisâ sûresinin bu âyetlerinde bizi bir grubun karşı­sında durdurdu, bize bir grup tanıttı ve ısrarla bizim onlara bakma­mızı, onlar üzerinde düşünmemizi, onları yakından tanımamızı istedi. Bunlar kendilerine kitap verildiği halde, Allah bilgisine ulaştırıldıkları halde Allah’a iman etmeleri gerekirken, Rablerinin istediği bir hayatı yaşamaları gerekirken, Allah’ı bırakıp da Allah berisinde birtakım cibt ve tâğutlara iman eden, bunları dinlemeye, bunlara ibâdet etmeye yönelen ve kâfirleri Müslümanlara tercih eden, menfaatleri sebebiyle kâfirleri Müslümanlardan daha Medenî, daha doğru yolda göre gören insanlardır. Gerek yahudilerden, gerek hıristiyanlardan gerekse Müs­lümanlardan olan ehl-i kitap insanlardır bunlar. İşte Rabbimiz onlar için yine şöyle buyuruyor:
53. “Yoksa onların hükümranlıktan bir payları mı var? O zaman insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler.”
Yoksa onların mülkten bir nasipleri mi var? Mülkten bir payları mı var? Yâni Allah onlara İlâhi otoritesinden, mülkünden bir yetki mi vermiş? Yoksa Allah egemenliğinin, rubûbiyet ve ulûhiyetinin bir kıs­mını onlara mı devretmiş ki, kimin doğru yolda, kimin eğri yolda oldu­ğunu kararlaştırmaya kalkışıyorlar? Nereden almışlar bu yetkiyi? Hangi yetkiyle tezkiye ediyorlar kâfirleri? Hangi yetkiyle yargılıyorlar mü’minleri? Eğer onlara bu konuda bir yetki verilmiş olsaydı cimrilikle­rinden başkalarına zerre kadar bir pay vermezlerdi. Eğer bu ehl-i kita­bın elinde herhangi bir yetki olsaydı, insanlara zırnık bile koklatmaz­lardı.
Çünkü bunlar cimridirler, Allah’ın kendilerine lütfettiği nîmetle­rine karşı çok nankör davranıyorlar. Allah kendilerine iman ve kitap nîmeti verdiği halde menfaatleri sebebiyle Müslümanlardan kaçıp kâfir ve müşrik dünya ile birlikte hareket etmeye çalışıyorlar. Ellerindeki kitaplarını tasdik ederek gelen Kur’an’a ve son elçiye inanmıyorlar. Bu son elçiye verilen nîmetleri çekemiyorlar. Halbuki Allah kendilerine de aynı nîmetleri vermişti. İbrahim (a.s) in oğlu Yâkub (a.s)’a kendilerini nisbet eden bu insanlara peygamberleri vasıtasıyla sayısız nîmetler lütfedilmişti. Mısır’da çok mutlu bir hayat yaşamışlardı. Sonra kendi amelleri sebebiyle özgürlüklerini yitirip köleleştirildikleri bir dönemde Mûsâ (a.s) ve Harun (a.s) rehberliğinde kölelikten kurtarılmışlardı. Allah onları çölün ortasında akla hayale gelmedik nîmetlerle doyurmuştu. Sonra Dâvûd (a.s) ve Süleyman (a.s) döneminde gerçekten dünyanın en büyük nîmetlerine nail olmuşlardı. Ama eğer bu İsrâil oğulları yine Müslümanca bir hayata devam etmiş olsalardı, Allah’ın kendilerine gönderdiği Îsâ (a.s), Zekeriyya ve Yahya (a.s) döneminde de Müslümanlıklarını devam ettirebilselerdi ve son elçi geldiği zaman da ona iman etmiş olsalardı, Muhammed (a.s) in de mü’mini olarak Kur’an’ın pratikte uygulayıcıları olsalardı elbette eski konumlarını ye­niden kazanacaklar ve Müslümanların içinde dünyanın en üstün in­sanları olma şerefini kazanacaklardı. Ama ne yazık ki bu adamlar bunca nîmete sahipken, atalarının yolunu terk etmişler, Peygamberle­rinin getirdiği kitaplarının sistematik hayat tarzını reddetmişler, kendi kendilerine yahudilik diye bir yol ihdas etmişler, hıristiyanlık diye bir yol çıkarmışlar ve böylece yeryüzünde küfrün iki kanadını oluşturarak ataları İbrahim (a.s) in torunu olarak kendilerine gönderilen Muhammed (a.s)’a ve ona iman eden İsmail oğullarına hasetlerinden düşman olarak kâfir ve müşrik dünyayla birlikte hareket etmeye baş­lamışlar.
54. “Yoksa Allah’ın bol nîmetlerinden verdiği kimse­leri mi çekemiyorlar? Oysa İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik. Onlara büyük hükümranlık bahşettik.”
Yoksa onlar Allah’ın lütfundan verdiği şeyler konusunda insanları kıskanıyorlar mı? Allah’ın Muhammed (a.s)’a peygamberlik vermesini, Müslümanlara bu sayede nimetlerini ulaştırmasını kıskanıyorlar mı? Allah’ın Müslümanları izzet ve şerefe ulaştırmasını kıs­kanıyorlar mı? Yoksa onlara mı soracaktı Allah nîmetini kime verece­ğini? Onların keyiflerine mi kalmıştı bu iş? Kendi sapıklıkları sebebiyle peygamberlik ellerinden alındı da İsmail oğullarına verildi diye kıs­kançlıklarından onu reddetmeye mi kalkışıyorlar? Bu yüzden mi Müslümanlara düşman kesilerek kâfirlerle, müşriklerle beraber hare­ket etmeye çalışıyorlar bu adamlar?
Halbuki İbrahim’in soyundan olan atalarınıza biz peygamberlik verdik, onlara kitaplar indirdik, onlardan Dâvûd ve Süleyman (a.s) lara peygamberlikle birlikte büyük bir mülk ve saltanat verdik. O halde niye önceki peygamberleri kabul ediyorsunuz da son elçiyi reddediyorsu­nuz? Neden Allah’ın nîmetini lütfettiği diğer elçileri değil de sadece Muhammed (a.s)’ı kıskanıyorsunuz? Ey Allah’ın tarih içinde kendile­rine sayısız nîmetler lütfettiği ehl-i kitap! Sizler şunu çok iyi bilmek zorundasınız ki Allah biz İbrahim (a.s) in ailesine çok büyük nîmetler verdik derken hem az evvel de ifade ettiğim gibi, önceki dönemlerde İbrahim ailesinden İshak ve Yâkub’un oğulları olan İsrail oğullarına verdiği nîmetlerini gündeme getiriyor, hem de İbrahim (a.s) in İsmail isimli oğlunun torunlarından olan son elçiye, Muhammed (a.s)’a veri­len kitap ve peygamberlik nîmetleri gündeme getiriliyor. Unutmayın ki bizim peygamberlerimiz dediğiniz İshak (a.s) Yâkub (a.s) ne kadar İbrahim (a.s)’a yakınsa İsmail (a.s) da o kadar yakındır. İshak (a.s) ve Yâkub (a.s) ne kadar İbrahim (a.s) in yolundaysa İsmail (a.s) da o kadar Onun yolundadır. Mûsâ, Harun, Dâvûd, Yahya, Zekeriyya ve Îsâ (a.s) lar ne kadar İbrahim (a.s) in yolundalarsa Muhammed (a.s) da o kadar İbrahim (a.s) in yolundadır. Bu son elçiye iman etmedikleri sürece bu İsrâil oğullarının, bu yahudi ve hıristiyanların önceki peygamberlere iman ediyoruz demelerinin hiçbir mânâsı kalmayacaktır. Çünkü önceki her bir peygamber kendi döneminde onlardan son elçiye iman etmeleri konusunda ahit almış­tır. Bu ahitlerini yerine getirmeyenler asla mü’min değillerdir. Ama ge­lin görün ki:
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-55,56

Nisa-55,56

“Onlardan ona inananlar ve yüz çevirenler vardı. Çılgın bir alev olarak cehennem yeter. Doğrusu, âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız; derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle de­ğiştireceğiz. Allah Güçlüdür, Hakîmdir.”
O yahudi ve hıristiyanlardan kimileri o kitaba ve peygambere iman ederlerken kimileri de hasetlerinden ötürü sırt çevirmektedir. Çok azı iman etmiş, pek çoğu da fâsıklar olmuşlardır. İşte bu ifade İs­râil oğullarının kıskançlık dolu konuşmalarına ve tavırlarına bir cevap­tır. Küfür ve inatlarına karşılık, kıskançlık ve yoldan çıkışlarına karşılık cehennem çılgın bir ateş olarak onlara yeter.
Âyetlerimizi örtenleri, örtbas edenleri, âyetlerimizi gündemlerinden düşürenleri, âyetlerimizi yok farz edenleri, âyetlerimizden habersiz bir hayat yaşayanları işaret levhalârımızı kamufle ederek yollarına devam edenleri, uyarılarımıza aldırış etmeden burunları doğrusuna gidenleri ateşe sokacağız, ateşe yaslayacağız, cehenneme sallayıvereceğiz diyor Rabbimiz. Aman Allah’ım! Bizi böyle bir ateşle, bizi böyle bir cehennemle karşı karşıya bırakma! Bizi böyle bedbahtlardan kılma ya Rabbi! Kimmiş bunlar? Kimmiş bu cehennemin ashabı? Allah kendilerine hayatlarını düzenlesinler diye bir kitap gön­derdiği halde, Allah kendilerine yeryüzünde rahmet kapıları açtığı halde, Allah’ın âyetlerini örtüp örtbas edenler, hayatlarını Allah’ın âyetleriyle düzenlemeye yanaşmayanlar, sanki böyle bir kitap gel­memiş gibi hareket edenler, hayat programlarını Allah’ın kitabına sormadan ya­şayanlar, kitapsız bir hayattan yana olanlar, kitaplarıyla ilgilerini ke­senler.
Öyleyse anlıyoruz ki bir dönemler İbrahim (a.s) ile beraber ol­mak, bir dönemler İshak (a.s) ile, Yâkub (a.s) ile, Dâvûd (a.s), Süleyman (a.s), Mûsâ ve Îsâ (a.s) larla beraber olmak, bir dönemler Muhammed (a.s)’la beraber olmak, eğer bu beraberlik son döneme kadar, ölüme kadar gitmemişse hiçbir değer ifade etmeyecektir. Önceki toplumlar için ilk peygamberden son peygambere kadar iman edilmedikçe bu iman kabul edilmeyeceği gibi bizim için de ölünceye kadar devam etmedikçe iman kabul edilmeyecektir. Allah bizden ölünceye kadar bir iman ve teslimiyet istiyor. Kıyamet kopuncaya ka­dar bütün peygamberlerin yolunu takip etmemizi istiyor. Hiçbir zaman bu yoldan ayrılma hakkına sahip değiliz. Evet özgürlüğümüz var, dile­diğimiz zaman bu yolu terk edip başka yollara gidebiliriz diyorlarsa bu ehl-i kitap o zaman cehennem onların gideceği yerdir. Hem öyle bir cehennem ki:
Onların derileri yanıp döküldükçe, derileri yanıp, kül olup duyguları kayboldukça, derilerinin ucundaki azabı, acıyı hissetme mer­kezi olan sinirleri özelliğini kaybettikçe, hissetmeleri kayboldukça azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Onların deri­lerini değiştirecek, tekrar onlara hayat verecek, yeni bir direnç ve güç vereceğiz ki azabı tekrar tekrar tatsınlar. Allah korusun dünyadaki ateşlere benzemeyen, dayanılması mümkün olmayan bir ateş. Ve üstelik Rasulullah Efendimizin hadislerinden de öğreniyoruz ki ce­hennemdekilerin vücutları her bir bölgeden azabı tatsınlar diye çok büyük ve dayanıklı yaratılacaktır. Dişlerinin dağ büyüklüğünde, ciltle­rinin farklı uzunlukta yaratılacağını haber veriyor Allah’ın Resûlü. Ve her bir saatte derilerinin yüz kere, yüz yirmi kere değiştirileceğine dair rivayetler vardır.
Muhakkak ki Allah Azîz ve Hakîmdir. Yapacağı azap konusunda kimse onun önüne geçemez, kimse onun azabına engel olamaz ve Allah Hakîmdir, hâkimiyet sahibidir, hikmet sahibidir, kime ne yapacağını bilen hikmet sahibidir. Yaptığını yerli yerince ve adâletle yapandır.
57. “İnanıp yararlı iş işleyenleri, içinde temelli ve ebedî kalacakları, içlerinden ırmaklar akan cennetlere ko­yacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.”
Ama beri tarafta iman eden, Allah’a Allah’ın istediği gibi iman eden ve imanla birlikte salih ameller işleyen kimseleri de zeminlerinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere ithal buyuracaktır Allah. İman eden ve salih ameller işleyenler. İman et­mişler ve imanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı yaşamışlar. Fıtratlarını bozmamışlardır. Allah’ın yarattığı ahsen-i tak­vim oluş özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına uygun ameller işlemişler.
Salih amel, fıtrata uygun amel demektir. Salih amel, Allah’ın razı olduğu, sevdiği ve emrettiği ameldir. Salih amel, Rasulullah efendimizin hayatında, sünnette yeri olan ve mahza Allah için yapılmış amel demektir. Salih amel, salih bir imandan kaynaklanan ameldir.
Evet inanan ve inancını yaşayan, inanan ve imanını hayatında gö­rüntüleyen, inanan ve inancını pratize eden, hayatını iman kaynaklı yaşayan, hayatlarıyla imanları özdeş olan kimseler, içinde ebedî kala­cakları altlarından ırmaklar akan cennettedirler.
Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Bu eşlerin temizliği hem madde olarak kan, idrar, koku, hayız, nifas, dışkı vs gibi maddî pislik­lerden arındırılmış, maddî pislikleri olmayacak şeklinde tertemiz. Hem de mânâ olarak yalan, dolan, cinsinden aldatma cinsinden, ahlâksız­lık geçimsizlik cinsinden de bir kötülüğü, bir pisliği, necisliği, necesliği, bir küfrü, nifakı, inkârı olmayacak tertemiz eşler verilecektir onlara.
Ve onlar ne soğuk ne sıcak tam kararında gölgelerin içindedirler. Evet çok rahat, onların üzerine bir cennet gölgesi, ama tam iste­nen bir gölge var. İstenilen biçimde sarkmış, ihtiyaca cevap verecek özellikte uzatılmış bir gölge. Uzakta değil, yaklaştırılmış, dünüv ka­zandırılmış, böyle insanla sanki içice olmuş, insanın içine nüfuz etmiş bir gölge vardır onlar için. Dünyada bile gölgenin rahatını biliyoruz.
Hani Rasulullah bir gün: “İstifade ettiğiniz tüm nîmetlerden hesaba çekileceksiniz!” buyurunca, sahâbeden biri, üzerinde sa­dece göbeğine kadar avret yerlerini örten bir peştamaldan başka ma­lının olmadığını, ondan da hesaba çekilip çekilmeyeceğini sormuştu da, Allah’ın Resûlü: Evet, sen de hesaba çekileceksin, çünkü gölge ve soğuk su buyurmuştu. Gölge büyük bir nîmettir gerçekten.
Yaz gününü düşünelim. Sıcak iklimleri düşünelim. Mekke, Medine'yi düşünelim, gölgenin ne anlama geldiğini o zaman anlayacağız. Cehennem ortamını yanında cennet ortamıdır âdeta gölge. Evet orada onlar için gölgeler vardır. Cehenneme yaslananlardan farklı bir hayat var onlar için. Rabbim bizi onlardan eylesin inşallah.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-58

Nisa-58

“Hiç şüphesiz Allah size, emânetleri ehline tes­lim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.”
Nisâ sûresinin bu bölümünde Rabbimiz emanetten ve emane­tin tevdî edileceği kimselerden söz edecek. Kur’an’ı hiç tanımayan insanlara anlattığımız bölüm ile, onu biraz tanıyan insanlara anlattığımız bölüm elbette farklı olacaktır. Kaldı ki aynı bölümü kadına anlatırken ayrı, erkeğe anlatırken ayrı, ihtiyara ayrı, gence ayrı, hastaya ayrı an­latıyoruz. Neden? Eh adamın hayatı değişik de ondan. Meselâ diyelim ki, şu anda okuduğumuz bölümlerde içkiyle ilgili bir âyet gelse, aman ha gardaşlar, sakın içki içmeyin! diye bir saat anlatacak değilim el­bette içinizde içki içen birileri yoksa. Ama adam meyhaneden gelmiş kokusu ağzındaysa henüz ve ben onu yakalamışsam, bir ayık zama­nını ele geçirmişsem iyi kötü sağdan soldan vurmaya çalışırım, den­gede dursun diye. Çünkü sallanıyordur zaten o.
Ona öyle yaparım, ama sizin de başka sarhoşluklarınız varsa ki; insanların çeşitli sarhoşlukları vardır. Meselâ kimisi mal sarhoşudur, aman malsız olmaz diyordur. Kimisi makam sarhoşudur, illa da koltuk lâzım diyordur. Kimisi kadın sarhoşudur, kadın peşindedir. Ki­minde yükseklik hastalığı vardır, adam azıcık cüzdanının üzerinde yükselmeye başladı mı sendelemeye başlayıverir. Cüzdanı önce in­ceciktir, sonra azıcık yükselmeye başlar, o kadarcık yükseklik bile adamı sendeletiverir. Adam biraz daha yükseldi mi, meselâ koltuk ka­dar filan yükseldi mi daha fazla havalara girip yalpalamaya başlayıve­recektir
Muhakkak ki Allah emânetleri ehline vermenizi, emânetleri eh­line tevdi etmenizi, emânetleri ehlinde tutmanızı, emânetleri ehline vermenizi, emâneti ehline, sahibine göndermenizi, emâneti yerine ulaştırmanızı, ehline gönderme yapmanızı emreder size.
Emânet bir tesbih mi almıştın arkadaşından? Yerine, ehline, sa­hibine gönder onu. Para mı almıştın bir arkadaşından emânet? Yerine ulaştır, ehline, sahibine tevdi et onu. Kız mı almıştın Allah’tan emânet? Kız mı almıştın bir Müslümandan nikâhla? Evlenmek üzere emânet bir kadın mı almıştın Allah’tan ve kardeşinden emânet olarak? Sahibine gönder onu. Sahibinin istediği yerde tut o emâneti. Sahibinin istediği gibi davran o emânete. Satma onu! Ya da harcama onu! Ka­dınını yanında emânet bil ve onunla ilişkin konusunu emânetin sahi­bine sor. Ya Rabbi! Bu hanımım senin bende emânetindir. Emânetin sahibi olarak bu kadınıma nasıl davranmamı istersin? Onu nasıl giy­dirmemi, onunla nasıl bir ilişki içinde olmamı istersin? diyerek emâne­tin sahibine sormak zorundasın.
Onu Allah’la peygamberle tanıştırarak, kitapla sünnetle tanıştı­rarak yerine, cennete göndermek zorundasın. Çünkü hanımın sana emânettir. Nerede olmalıydı o? Nerede tutmalıydın onu? Eh koluna takacaksın, çarşı pazar gezip, âleme teşhir edeceksin! ise öyle yap! Yok eğer eve hapsedeceksin, hiç günyüzü göstermeyeceksin ise öyle yap. Ama Allah öyle değil de şöyle yap! demişse o zaman Allah’ın de­diği gibi yapmaya çalışacaksın.
Allah sana emânet olarak para mı verdi? Onu nereden kazanacağını, nerelerde harcayacağını emânetin sahibine sormak zorundasın. Allah sana emânet olarak çocuklar mı verdi? Onlara vere­ceğin isimden tut da, onlara ulaştıracağın günlük eğitime varıncaya kadar emânetin sahibine sormak zorundasın. Yanında Allah’ın sana verdiği boş zaman mı var emânet olarak? Onu emânetin sahibinin is­tediği yerde kullanmak, emâneti sahibine vermek zorundasın. Veya emânet olarak senin yanında göz, kulak, el, ayak, kafa, kalp mi vardı? Onları yerinde kullan. Onları emânetin sahibinin razı olduğu yerlerde kullanarak emânetin sahibine teslim et.
Emâneti emânet bilmemizi, emâneti sahibine vermemizi, emâneti emânetin sahibinin istediği gibi kullanmamızı istiyor Rabbimiz. Emânetle ilişkilerimizi emânetin sahibinin istediği şekilde ayarlama­mızı istiyor. Allah emânet olarak bize ne vermişse. Akıl mı verdi Allah emânet olarak? Sıhhat mı verdi? Zaman mı verdi? Mal, mülk, fırsat, imkân mı verdi? Ev, araba, arsa mı verdi? Evlât mı verdi? Hanım mı verdi? Veya din mi gönderdi? Kitap, peygamber mi gönderdi? İrade mi verdi emânet olarak? Bunların tümünü emânetin sahibinin razı ol­duğu yerlerde kullanarak emânetlerimizi yerine getirmemiz isteniyor. Öyleyse burada anlatılan emâneti iki türlü anlıyoruz:
a- Bu emânet Ahzâb sûresindeki emânettir.
“Doğrusu Biz, emâneti (sorumluluğu) göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çe­kinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan onu yüklenmiştir.” (Ahzâb 72)
Emânet işte bu âyette anlatılan emânettir. Yâni âyetin ifade etti­ğine göre emânet tekâlif-i İlâhiyedir. Dindir, imandır, hidâyettir, Kur’andır, sünnettir, candır, bedendir, iradedir. Allah’ın bize emânet ettiği şeylerdir. Meâric sûresinin ifadesine göre namazcılar bu emânetlere riâyet ederler. Bu emânetlere sahip çıkarlar. Bu emânetlerle ilişkilerini Allah’ın istediği biçimde ayarlarlar. Bu emânetlere asla hıya­nette bulunmazlar. Bunları zayi etmezler.
Meselâ Allah bu mânâda Kur’an’ı bize emânet göndermiş. Kimileri bu emâneti Allah bana bunu güzel yazsın diye gönderdi zannetmiş ve nefis yazılarla, sülüs yazılarla onu ortaya koymaya çalış­mış. Kimileri Allah onu bana bassın diye gönderdi zannedip basmaya, kimileri Allah onu bana satsın diye gönderdi zannedip satmaya çalış­mış. Kimileri çok güzel okuyup insanları onunla mest etsin diye gön­derdi zannedip emâneti ifa icralarına başlamış. Kimileri onu bana para kazanmam için gönderdi zannedip onunla bol para kazanma yolunu tutmuş, kimileri harcasın diye göndermiş Allah onu bana demiş, onu günbegün harcama yolunu tutmuş. Halbuki Allah emâneti nerede tut­mamızı istemişse onu orada tutmamızı emreder.
Bakara emânet size, Âl-i İmrân emânet, Nisâ, Mâide, Zuhruf, Câsiye Hadîd emânet size. Allah için meselâ Câsiye’yi nerede kullandınız bugüne kadar? Biliyor musunuz bu sûreyi? Var mı sizin kitapta böyle bir sûre? Zümer’i nerede harcadınız? Yâsîni nereye yerleştirdiniz? Eh yerinde duruyor işte, emânet sandığına yerleştirdik, elli yıldır bekliyor mu? Eyvah! Eyvah emâneti sahibine vermemişiz! Emâ­neti ehline teslim etmemişiz.
Meselâ ağız emâneti vermiş Allah. Ne için vermiş? Peynirin küf­lüsünü, turşunun modelini tespit için veya onunla peynir ekmek ye­sin diye, laf edelim, çay içmede kullanalım diye mi? Yoksa onunla âyet anlatalım, çoluk çocuğumuzun âyet hadis ihtiyacında kullanalım diye mi? Bunları nerelerde kullandığımızı bir düşünelim yâni. Halbuki İnsana verilen bu azalar, bu irade, bu güç, bu bilgi, bu akıl bu enerji mahza emânettir. Allah’ın emânetidir bunlar. İnsan Allah tarafından kendisine emâneten verilen bu gücü, bu enerjiyi, bu aklı dondurmak, dumura uğratmak, kullanmamak hakkına sahip değildir. Bunları ha­yata hiçbir şey kazandırmayacak ve hayatı bir adım daha ileri götür­meyecek boş şeylerde kullanamaz.
b- Bir de emânet, insanların kendi aralarında birbirlerine emâ­net ettiği, emânet verdiği şeylerdir. Hattâ bu mânâda kâfirin emâneti­dir de. İşte buna karşı da riâyetkar davranmamız, nezih davranmamız isteniyor. Emânet sahiplerine karşı sahtekârlık yapmamamız, hıya­nette bulunmamamız isteniyor.
Evet emânetlere dikkat edelim inşallah. Bakın A’râf sûresinde Rabbimiz buyurur ki: “Pek az şükrediyorsunuz” (A’râf 10)
Ne kadar da az şükrediyorsunuz? Bütün bunları, Allah’ın size verdiği bütün bu emânetleri ne kadar da az kullukta kullanıyorsunuz? Ne kadar da az yerinde kullanıyorsunuz? diyor Allah. Bugün meselâ sabahtan akşama kadar ağzınızı nerelerde kullandınız? bir düşünün. Ağzınızı hep paradan puldan, işten aştan söz etmede mi kullandınız? Yoksa Allah’ın vahyinin sözcülüğünde mi kullandınız? Kimilerimiz sanki üzerinde böyle bir ağız nîmeti yok da, tatmış gibi efendim ben nasıl becereyim vahiy anlatmayı? diyor.
Bakın Rasulullah Efendimiz bana dedi ki: Size de dedi mi? Bilmem. Çünkü ben gidip sorduğum için bana dedi, siz de gidip sorduysanız size de demiştir. Ama ömrünüzde bir defa gitmemişseniz dememiştir tabii. Kim Kur’an okurken, Kur’an anlatırken zorlanırsa ona iki sevap vardır diyor peygamberim. Yâni şimdi sen benim kadar rahat okuyamıyor musun? Veya çocuklarına onu anlatırken benim kadar rahat anlatamıyor musun? Al sana iki sevap. Ne kadar güzel değil mi? Birisi okumanın, anlatmanın sevabı, ötekisi de zorlanmanın sevabı. Öyleyse ne duruyoruz? Niye bu emâneti sahibine iade etmeye koş­muyoruz? Neden bu ağızlarımızı vahyin sözcülüğünde kullanarak emânetin sahibine teslim etmiyoruz?
İnşallah Allah’ın size verdiği birkaç emânetten daha söz edelim, ondan sonra âyetin devamına geçelim. Vakit emâneti ve mal, can emâneti, ömür emâneti, eylem emâneti. Acaba onları ne ettiniz? Ne­relerde tuttunuz? Allah, verdiği tüm emânetler konusunda basîret ver­sin bize, yolunda kullanma imkânı lütfetsin inşallah.
Demek ki aile emânettir, din emânettir, hayat emânettir, mal mülk emânettir, Kur’an sünnet emânettir ve bunlar ehline verilecek. Emâneti yerinde kullanmak zorundayız.
Bir de insanlar arasında görev verme konusunda ehil insanların seçilmesi gerekmektedir. Ehil olmayan kimselere görev verilmemelidir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-58 devamı...

Nisa-58 devamı...

Riyazus Salihîn’de Abdullah ibni Abbas’tan şu rivayet vardır:
“Kim ki ümmet içinde o işe kendisinden daha ehil kimseler varken bir kişiye bir görev verirse, Allah’a, Resûlüne ve mü’minlere ihanet etmiştir.”
“Kim ki bir adama görev verirse, yetkili bir adamdan söz ediliyor. Bir adama toplumsal bir görev veriyor. Üstelik o grup içinde Allah’ın daha çok razı olacağı bir kimse vardır. Veya başkaları vardır. Ama buna rağmen o idareci ondan daha alt kademede, Allah’ın rızasına daha az yakın olan birisini görevlendiriyorsa, tayin ediyor, istihdam ediyorsa, işte o zaman o adam, o toplumun sorumlusu, o grubun reisi Allah’a da, Resûlüne de, mü’minlere de hıyanet etmiştir haberi ola.
Bir grupsunuz. Çocuklarınızla birlikte bir aile grubusunuz. Bir mahallede yaşıyorsunuz, mahalledekiler içinde siz sözü dinlenen reis durumundasınız. Bir cami cemaatisiniz. Bir arkadaş grubusunuz. Onların içinde siz söz sahibi durumundasınız. Veya bir yerlerde siz söz sahibisiniz. O grubun içinden birisini bir göreve atadınız. Onu bir yerlerde istihdam ettiniz. Şu iş senin işin, haydi bakalım grup adına sen bu konumdasın dediniz. Kendi bireysel yaşantısıyla ilgili değil, o grup adına görevlendirdiniz. Ama o grup içinde sizin görevlendirdiğiniz o kişiden daha ehil, Allah adına daha lâyık, Allah’ı daha çok razı edecek, Allah’ın daha çok razı olduğu birileri var. Buna rağmen siz onlardan daha alt kademede birilerine görev verdiniz. Emretme görevi, hükmetme görevi, yönetme, yönlendirme görevi, eğitme görevi, namaz kıldırma görevi, zekât toplama görevi gibi bir görev verdiniz. Dikkat edin, işte o zaman siz Allah’a, Resûlüne ve müslümanlara hıyanet ettiniz. İstemiyorsanız böyle bir duruma düşmeyi, o zaman lâyık olanlara verin o görevi.
Tabi bundan kurtuluşun belki de aklıma gelen en güzel çaresi istişare edin. Bir kere toplumu tanıyın. Tanımıyorsanız zaten o durumda olmayın. Tanıyorsanız buna rağmen istişare edin, istişareden sonra aldığınız karar en azından yanlışınıza bir mazeret olacaktır. Ama geri dönüşü olan bir yanlış olacak ve siz pişmanlığınızı, tevbenizi ortaya koyacaksınız.
Bir de insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmet­menizi emreder Allah. Yâni insanlara bir şeyler dediğinizde, yap! Ya da yapma! Dediğinizde, git! gitme! Dediğinizde, otur! Kalk! gel! Gelme! Al! Alma! Ver! Verme! Oku! Okuma! Yaz! Yazma! Dediğinizde. Şunu yeme! Bunu içme! Şunu giy! Bunu giyme! dediğinizde adâletle hükme­din, yâni zulüm olmasın hükmünüz. Yâni insanlardan istedikleriniz Al­lah ve Resûlünün istediklerine uygun olsun demektir bunun mânâsı. Demek ki çevremizden bir şeyler dediğinizde, o konuda sizin deliliniz olsun diyor Rabbimiz. Konya’nın mümtaz hocalarından birisi Mekke’de Kâbe’nin avlu­sunda otururken, ayaklarını Kâbe’ye doğru uzatarak yatan bir ço­cuk gördü de: Evlâdım, edeptir, öyle yapma! Ayaklarını toparla! filan deyince o çocuk dedi ki: Med delil? Delilin ne bu konuda? Var mı ki­taptan ya da sünnetten bunu meneden bir delil? Varsa söyle hemen vazgeçeyim bundan, deyiverince hoca efendi başını yere eğmek zo­runda kaldı. Bunu her zaman soralım kendimize. Ne yapmıştın? sor kendine: Med delil? Sabah ne zaman kalkmıştın niye? Med delil? Kim dedi de öyle yaptın? Hangi tür giyinmiştin neden? Kimlere uğradın bugün, neden? Komşularınla üç aydır ilgin yok, neden? Bugüne kadar İbrahim (a.s)’ı tanımamış mıydın, neden? Nedeni sürekli sorun kendi­nize yâni.
Eğer tüm bu yaptıklarınıza delil olarak kafanızda hiç bir âyet ve hadis canlanmıyorsa, o zaman acaba bütün bunları emreden Rabbim kim de yaptım? Kimin kuluyum şimdi ben? Kimi memnun etmek için yaptım bütün bunları ben? diye bir düşünün. Yoksa Zerdüşt buyurdu da öyle mi yaptık? Allah dediyse evet, Peygamber dediyse evet, ama ya hocalar dedi, hacılar dedi, filanlar dedi, falanlar dedi diyeyse Allah korusun da hani hocanın kulu değildin sen! İşte babam rahmetlik böyle yapardı. Meselâ sabahleyin lavabonun karşısına geç, rahmetlik babam ellerini şöyle yıkardı, ayaklarını da yıkardı galiba hatırlıyorum da, ama arada bir de başını ıslatır mıydı? Yoksa kaşır mıydı başını? Filan dersen se­nin yaptığın abdest filan değildir yâni. Ama istersen rahmetlik baban­dan öğren, istersen ahretlik anandan öğren ama abdesti Peygambere ulaştıracak biçimde öğrenirsen böyle iyi olacaktır işte. Evet:
İnsanlar arasında hükmettiğinizde adâletle hükmediyorsanız, insanlar arasında hükmünüzü gündeme getirdiğiniz zaman âdil davranabiliyorsanız o zaman bu emâneti ehline vermiş olacaksınız. Eğer kendi menfaatimizi, ailemizin menfaatini, anamızın babamızın menfa­atini, toplumumuzun menfaatini, Müslümanların menfaatlerini bile ön plana çıkarıp adâletten ayrılıyorsak emâneti yerine getirmemiş olaca­ğız. Kimin menfaati olursa olsun, hangi tür menfaat olursa olsun hakkı menfaatin üstünde tutarak davranırsak, hükmümüzü buna göre verir­sek o zaman emâneti yerine getirmiş olacağız.
İleride gelecek eğer hak, bir yahudi’ninse, onun olacaktır. Hak bir hıristiyanınsa, onun olacaktır. Yâni bir yahudi’yle, bir hıristiyanla bir Müslüman karşı karşıya geldikleri zaman haklı olan yahudi’yse, haklı olan hıristiyan’sa hak onun olacaktır. Eğer bu toplumda bir Müslüman karşısında hak bir kâfirinse onun olacaktır. Hak onunsa Müslümanların hâkimi kâfirin haklılığına hükmedecektir. Hiçbir zaman Müslümanlardan haksız bir hüküm, bir yargı çıkmayacaktır. Çünkü Rabbimiz emânetlerin yerine verilmesini, ehline verilmesini isterken gerek hak hukukta, gerek mülkte, gerek devlette, gerek toplumda, ge­rek ailede tam bir adâletle hüküm vermemizi istemektedir. Ve bunun tek yolu da Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine uygun karar vermekten geçer. Öyleyse kitabı ve sünneti tanıyacağız, tüm kararla­rımızı kitaba ve sünnete uygun olarak vereceğiz.
Allah ne güzel vaaz ediyor değil mi? Tam bizim için söylüyor Al­lah. Tam bize göre, tam bizim ihtiyaçlarımız için söylüyor. Meselâ yolda giderken siz şöyle bir trafik levhası görmüşsünüzdür: "Bu yolda dağa tırmanmak yasaktır" Var mı öyle bir levha? Olmaz bu yolda böyle bir levha değil mi? Veya: "Bu yolda yüzmek yasaktır" diye An­kara yolunda bir levha gördünüz mü? Olmaz değil mi bunlar. Çünkü o yolda gidenin problemi değildir bunlar.
Demek ki Allah’ın bizim için bu söyledik­leri, bizim yolda gidenlerin problemleridir. Biz bir yola girdik ya, biz Müslümanlarız ya, İslâm yolunda gidiyoruz ya işte Allah’ın anlattıklarının tamamı bizim ihtiyaçlarımız içindir. Allah’tan gelenlerin tamamı bu dünyada bizim kulluğumuz içindir. Kulluğumuz adına bize neler lâzımsa Allah bize onları göndermiştir. Ve unutmamalıyız ki bizim bu dünyada varlık sebebimiz sadece o’na kulluktur. Meselâ Allah size verdiğim emânetleri yerinde tutun diyordu. Meselâ âyet mi öğrendiniz? Onu yerinde tutun, yerinde kullanın, onu hava atmada kullanmayın, yerinde tutun. Nerede? Allah nerede tut­manızı istiyorsa orada tutun, orada kullanın.
Muhakkak ki Allah işiten ve görendir. İsterseniz anlamayın, ister­seniz anlamazdan gelerek Rabbinize isyan içinde bir hayat yaşa­yın, unutmayın ki Allah yarın sizi hesaba çekecek olandır, sakın gaflet etmeyin. Rabbimiz bütün bunları söylüyor ama, öyle bedavadan, çeşit olsun diye, aksesuar olsun diye söylemiyor. Bilesiniz ki yarın sizi bü­tün bunlardan hesaba çekecektir ona göre.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa-34. “ALLAH'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve ALLAH'ın korunmasını emrettiği, kocasının bulunmadığı zaman da koruyandır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu ALLAH Yücedir, Büyüktür.”

Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz insanlığın atası olarak bir Adem’den ve hemen arkasından da Adem’e bir eşten söz etti. Adem’e bir Havva’dan söz edildi. Yâni yaratılan bu Adem’in yanı başında bir de Havva var. Bir kadın var. Çünkü Adem için Havva’sız bir hayat, hayat değildir. Havva Adem’i, Adem de Havva’yı tamamlar. Ne Adem’siz Havva, ne de Havva’sız Adem düşünülemez. Bunun içindir ki kesinlikle İslâm kadınla erkeği karşı karşıya getirmez. İslâm ka*dınla erkeği böyle karşı karşıya getirmediği gibi asla kadın erkek eşitliği, kadın erkek eşitsizliği gibi zırvaları da gündeme getirmez. Hiçbir zaman konu etmez bunu. İslâm’a göre böyle bir problem yoktur. Yâni kadın erkeğe eşit midir? Değil midir? Nasıl eşit olur? Nasıl olmaz? Zerre kadar bunu problem etmez İslâm. Zira bu iki varlığı ayrı düşünmez İslâm. Bu ikisi bir varlıktır. Bu iki varlığı ayrı ayrı düşündüğünüz zaman, ayrı ayrı hiçbirisi bir değer ifade etmez yâni.
Meselâ yüz tane Adem insan değildir Havva’sız. Veya yüz tane Havva da insan değildir Adem’siz. Bu ikisini karşı karşıya getirmek yerine bu ikisini birlikte düşünmek zorundayız.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-59

Nisa-59

“Ey İnananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, Allah'a ve âhiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve peygambere bırakın. Bu, hayırlı ve ne­tice itibariyle en güzeldir.”
Ey inanalar! Ey inandığını iddia edenler! Neye, neye inanan­lar? Neye inandığını iddia edenler? Abdeste, namaza. Yoo! Öyle bir şey söylemiyor Allah. Ya ne? Az önceki anlatılan konulara inandığını iddia edenler. Emânet konusunda şöyle şöyle davranması gerektiğine inandığını iddia edenler. Hâkimiyet konusunda böyle inanmaya evet diyenler, ey inandığını iddia edenler. Ey Kur’an’ın bu bölümde dedikle­rinin kendi hayatında görüntülenmesine inandığını iddia edenler. Ey Allah’ın bu konuda dediklerinin kendi hayatlarında görüntülenmesine inandığını iddia edenler.
Öyle değil mi? Meselâ namaza iman öyle değil mi? Ben na­maza inanıyorum. Ben namazın kılınması gerektiğine inanıyorum. Namazsız din olmaz. Ben Müslümanların namaz kılmaları gerektiğine inanıyorum. Birileri mutlaka namazı kılmalı efendim. Böyle bir iman var. Bir de ben namaz kılmam gerektiğine inanıyorum. Ben namazın kendi hayatımda görüntülenmesine inanıyorum şeklinde bir iman var. Hangisi imandır bunun? Hangisi İslâm’ın imanıdır? İkincisi değil mi? Ben namazın kılınması gerektiğine inanıyorum, kılınmalı efendim, herkes kılmalı efendim, namazsız din olmaz ki. Peki kim kılacak? Eh birileri kılsın işte. Ben de bunun sözcülüğünü yapıyorum.
Bu, İslâm’ın istediği bir iman değildir. Meselâ bir adam diyor ki; “ben Kur’anın yaşanmasına inanıyorum. Ben Kur’anın okunup, anlaşı­lıp, anlatılmasına inanıyorum” Kendisine; “hadi buyur öyleyse! Ne du­ruyorsun? Niye yapmıyorsun? Sen yapmayacaksın da kim yapacak bunu?” Bunun üzerine diyor ki adam: “Birileri okusun! Birileri yaşasın! Birileri yapsın efendim! Boş kalmasın! Birileri meşgul olsun bu işlerle!” Bu tür bir iman, Allah’ın istediği iman değildir. Veya meselâ; Ben Müslümanların cihad etmesine inanıyorum. Ben mutlaka emr-i bil'maru-f’un yapılmasına inanıyorum. Ben Müslümanların örtünmesi gerektiğine inanıyorum, dedikleri halde inandım dedikleri konunun amelini gündeme getirmeyenlerin imanları Allah’ın istediği bir iman değildir. Allah korusun, bakıyoruz da hep birinci imandan yana bugün insanlar. Allah’ın asla kabul etmeyeceği bir imandan yanalar.
Ey inandığını iddia edenler. Eğer siz de buraya kadar anlattığım şu bir âyetin anlattığının hayatınızda görüntülenmesine iman edi­yorsanız Allah size de söylüyor: Meselâ siz gözlüklü arkadaşım! de­ni­lince, gözünde gözlük olmayan adam bu sözün kendisine ait ol­duğunu kabul eder mi? Etmez değil mi? Ey iman edenler! Öyleyse ben de iman ediyorsam, Rabbim bana da söylüyor olarak kabul ede­ceğim ve öylece dinleyeceğim. Öyleyse kulak verelim söze. Bugüne kadar kimlere, nelere vermedik ki bu kulağı? Allah bize kulak vermiş, biz kimlere kulak veriyoruz? Allah’a sıra bile gelmiyor neredeyse Allah korusun. Ey inanalar! Mademki inandık diyorsunuz, öyleyse:
Denileni yapmak üzere itaat edin Allah’a! İstediklerini yapmak üzere itaat edin Allah’a! Peki ne ister o Allah bizden? Ne diyor Allah bize? Ne diyorsa, sayamam şimdi onları. Sabah şöyle kalk diyorsa, akşam şöyle yat diyorsa, şunu giy, bunu giyme diyorsa, şunu iç, bunu yeme diyorsa o konuda Allah’a itaat edin!
Bakın burada ben size bir soru sorayım: Şöyle bir kağıt kâlem alın elinize ve “Rabbim benden ne istiyor?” diye bir cümle yazın baka­lım. Yazın bakalım ne çıkacak? Kaç tane çıkacak bakalım. Ben bu işin tahsilini yapmış kimilerine şöyle bir soru sormuştum: Ebu Bekir Efen­dimizi tanıyoruz demişlerdi de, söyleyin bakalım, Ebu Bekir Efendimiz kimdir? dedim. İlk Müslümandır dediler, yazdık. Peygamberimiz Efen­dimizin kayın pederidir dediler, yazdık. Birisi dedi ki, Hz. Ayşe’nin ba­basıdır, A! olur mu canım? dedim, öncekinin aynıdır yâni, olmazsa dön bir daha söyle, nerdeyse Esmanın da babasıdır diyeceksiniz, dedim. Yâni söyleyecekseniz mutlak özellik söyleyin dedim. Birisi dedi ki, Kur’an kendi zamanında toplanandır, tamam dedik, yazdık. Hic­rette Peygamberle birlik yola çıkandır, yazdık. İlk halifedir dediler, yazdık. Başka? Başka yok.
İşte üç beş maddelik bir Ebu Bekir. Dedim ya Allah’tan korkun, Ebu Bekir bu mu? Üç beş maddelik bilgi ve Ebu Bekir. Halbuki insan­lığın en şereflilerinden biri, en şereflinin en yakın arkadaşı için bu kadarcık bir bilgi züldür yahu. Falanı anlat, filanı tanıt desem 100, 200 maddelik bilgi çıkarabilecekken üç beş maddelik bir bilgi. Peygamberi de böyle tanıyoruz biz. Evet kitabı tanırsak Allah’ın bizden neler iste­diğini bilebileceğiz, değilse kitapla ilgimiz yoksa Allah’ın bizden iste­dikleri itaat konularını da birkaç maddeyle bitireceğiz demektir. Evet Allah’a itaat edin.
Peygambere de itaat edin. Yâni Allah ne demişse, Allah sizden ne istemişse Peygamber örnekliliğinde onu uygulayın. Allah ne demişse onu Peygamber örnekliğinde yapmaya çalışın. Çünkü model adam, motif adam, form dilekçedir peygamber. Allah’ın bizden istediği her bir kulluk biriminde örnek alacağımız varlıktır Peygamber. Meselâ demişse ki Allah tevbe edin! Nasıl ya Rabbi? Nasıl tevbe edeyim? Kim gibi ya Rabbi? Şekilde görüldüğü gibi. Kim o? Hz. Adem. Allah Adem’i anlatmasaydı tevbeyi nasıl bilebilirdik biz? Hem öyle güzel an­latmış ki Allah ona tevbeyi, Bakara’da anlatılır Rabbimiz Hz. Ademe tevbenin modelini öğretmiş, sözlerini öğretmiş, o da buna teslim ol­muş.
Evet Allah bütün istediklerini Peygamberlerle şekillendirmiştir yâni. Aslında bugün çevrelerinde örnek şahsiyet arayanlar peygam­berleri tanıma zahmetinden kaçan insanlardır. Bu zahmete yanaşma­yan insanlardır.
Ve de Müslüman olup size bir şeyler emredenler de olursa onlara da itaat edin, onları da dinleyin. Arkadaşlar zinhar Kur’an-ı Ke­rîmle ilgili kavramları dışardan, Kur’an dışı kaynaklardan öğrenip, sonra da onu Kur’an-ı Kerîme adapte etmeyin! Bu büyük bir cinâyettir. Kur’an hakkındaki bir kavramı, Kur’an’ın ortaya koyduğu bir kavramı yine Kur’an’la öğrenmek, Kuranla tanımak ve dışarıdaki kavramları da bununla yargılamak zorundayız. Kur’an temeldir, Kur’an asıldır bunu unutmayalım. Allah korusun da bugün Müslümanlar tam tersini yapı­yorlar. Şimdi bakın Rabbimiz şöyle buyuruyor.
Ülü’l emir diye bir kavram, herkes söyler, herkes anlatır bunu. Allah için söyleyin, bu âyet geldiğinde yeryüzünde Ülü’l emir var mıydı? Mümkün değil! O gün yeryüzünde bugün Müslümanların dilindeki Ülü’l emir olmalıdır iddiası var mıydı? Asla! Çünkü o gün Pey­gamber vardı. O gün peygamber hayattaydı, O baştaydı. O ne isterse emrederdi ve sahâbe-i kirâm efendilerimiz de ona tabi olurlardı. Bir problemi olan gelip Allah’ın Resûlüne sorardı ve Rasulullah ne bu­yurmuşsa ona teslim olurlardı. Peki bu ne ya? Bunun Türkçe’si emir sahibi demektir. Bize bir şeyler emreden kişi, ya da kişiler demektir. Bir üstteki âyeti hatırlayın.
Ne demişti Allah? İnsanlar arasında hükmederken âdil olun. İnsanlara bir şeyler emrederken adâletli emredin. İnsanlardan bir şeyler isterken Allah ve Resûlünün isteğinin dışında bir şeyler isteme­yin diyordu ya. İşte, size bir şeyler emredenleri de dinleyin! diyor Allah. Arkadaşın, eşin, dostun, kocan, baban eğer senden bir şeyler istiyor, sana bir şeyler emrediyorsa onları da dinle. Ama önce Allah’ı dinle! Mutlak, kayıtsız şartsız dinle onu! Ama ya Rabbi! diyerek O’na akıl vermeye kalkma! Ama ya Rabbi, tamam da şunu şunu da düşündün mü? Tamam ya Rabbi anladım, yapacağım da bana bunu emreder­ken, benden bunu isterken benim şartlarımı da düşündün mü? Benim ortamımı da biliyor musun? filan demeye kalkma ona.
Peygamber de senden bir şeyler istemişse peygamberi de dinle. Kesin dinle onu da. Peygambere de akıl vermeye yol göster­meye kalkışma, onu da mutlak dinle. Ama bir de bir üçüncü grup senden bir şeyler isteyenler olacak. Yarın şuraya gidelim, şöyle giyinelim, şu işi yapma, önce şunu yapalım, önce şunları okuyalım, çocukları­mızı şöyle eğitelim, çevreye karşı şöyle bir tavır takınalım, şuradan kazanıp burada harcamayalım diye sana bir şeyler emredenler ola­caktır, bu emredenleri de dinle, ama burada bir kayıt var. Bakın bun­ları dinlemek mutlak değildir. Burada bir kayıt var. O da bu emir sa­hipleri Allah ve Resûlüne itaat edecek ve senden istedikleri de Allah ve Resûlünün istekleriyle çatışmayacak. İşte bu şartla onlara itaat edilir.
Yâni Allah’a ve onun peygamberine yapılacak itaat mutlak bir itaattir, lâkin sahiplerine istenen itaat ise mukayyet bir itaattir. Yâni emir sahipleri Allah’a ve Resûlüne itaat ettikleri sürece ve de kendile­rine itaat beklediklerinden istedikleri Allah’ın ve Resûlünün istedikle­rine ters düşmediği sürece onlara da itaat söz konusudur. Onlara itaat ancak bununla kayıtlıdır. Allah ve Resûlüne itaat etmeyen kim olursa olsun onlara itaat haramdır. Hiç kimsenin bu Kur’anî kavramları yamultmaya, tahrif etmeye ve istedikleri anlamlar yüklemeye hakkı yoktur.
Bakın Allah’ın Resûlü bir emire itaatin şartlarını bir hadislerinde şöyle açıklar:
“Allah’a isyan konusunda hiç bir beşere itaat söz ko­nusu değildir, itaat ancak maruf olandadır.” (Buhârî 8/ 132)
Yine Rasulullah Efendimiz şöyle buyurur:
“Yaratıcıya isyan hususunda hiç bir yaratılmışa itaat yoktur.” (Ahmed)
Bütün bu ve benzeri hadislerden anlıyoruz ki Müslümanların Al­lah’a itaat etmeyen ve Allah’a isyanı emreden yöneticilere itaat et­meleri haramdır. Onlara ancak maruf hususlarda itaat söz konusudur. Bunlar ister babamız anamız makamında olsunlar, ister devlet baş­kanı olsunlar, ister amir müdür konumunda olsunlar, ister koca, ister ilim adamı makamında bulunsunlar Allah’a itaat etmeyene kesinlikle itaat haramdır. Efendim onlar ne yaparlarsa yapsınlar, ne ederlerse etsinler, mutlaka bir hikmete mebni yaparlar, binaenaleyh bize düşen onların yaptıklarını sorgulamadan yerine getirmektir diyenlerin, efen­dilerine kayıtsız şartsız teslimiyet göstermeden yana olanların sapık­lıkları da anlatılıyor bu âyet-i kerîmede.
Evet kendisine itaat edilecek yöneticinin bizzat kendisi Allah’a ve peygamberine itaat eden, Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet eden birisi olmasının yanında aynı zamanda insanlardan istedikleri de Allah ve Resûlünün isteklerine ters düşmemelidir. Kendisi Allah ve Resû­lüne itaat eden iyi bir Müslüman olsa bile insanlardan istediği Allah ve Resûlünün istediklerine ters düşerse yine o kimseye itaat edilmez. Meselâ Allah ve Resûlü aksini söylediği halde başınızı şöyle açacak­sınız, kılık kıyafetiniz şöyle olacak, hukukunuz böyle olacak, eğitiminiz ekonominiz böyle olacak, mîrasınız şöyle olacak, hayatınız böyle ola­cak diyorsa ona itaat haramdır diyor Rabbimiz.
O halde kitabı ve sünneti bilmeliyiz ki onu bize ulaştırıp bizden itaat bekleyenin kitap ve sünnete uyup uymadığını bilme ve anlama imkânımız olsun. Değilse kitap sünnet bilgisinden mahrum olursak bizden itaat isteyenlerin itaat istedikleri konuların Allah ve Resûlünün arzularıyla çatışıp çatışmadığını bilemeyiz ve sonunda belki isyan edilmesi gereken konuya itaat, itaat edilmesi gerekenlere de isyan içinde olabiliriz Allah korusun.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-59 devamı...

Nisa-59 devamı...

Demek ki birincide, yâni Allah’a itaat konusunda, Allah bir konuda bir şey dedi mi senin için, senin o konuda önceki bildiklerinin hepsini bir kenara at! Allah’ın dediğini yap! Çünkü Allah’a itaat mutlak itaattir. İkinci itaat konusu Peygamberdi. Peygamber bir konuda bir şey dedi mi, benim dünkü bildiklerim, bileceklerim geçersizdir, bitti ar­tık. Peygamber (a.s) ne demişse o doğrudur, mutlak doğrudur ve ona itaat etmem gerekecektir. Çünkü ona itaat da mutlak itaattir.
Allah ve Resûlünün arasını ayırmaya kimsenin hakkı yoktur. Ben Allah’a itaat ederim, Allah’ın kitabına itaat ederim ama Resûlüne itaat etmem, Resûlünün sünnetine itaat etmem demeye hiç kimsenin hakkı ve yetkisi yoktur. Allah’a itaat O’nun kitabıyla mümkündür, Re­sûlüne itaat onun sünnetiyle mümkündür. Şu anda dünya üzerinde Allah’ın kitabı da Resûlünün sünneti de vardır. Allah’ın kitabı da Resûlünün sünneti de dimdik ayaktadır. Kimileri Rasulullah’ın sünnetine bir kısım uydurmalar, birtakım yalan yanlış şeyler karışmıştır, binae­n aleyh onlara güvenilmez filan demeye çalışıyorlarsa da uydurmalar bellidir, mevzu hadisler, yalanlar ayıklanmıştır, ayıklanmaktadır. Doğ­rular da, sahihler de bellidir.
Yâni Rasulullah Efendimizin pratik hayatı da dimdik ayaktadır. Samimiyetle kitaba ve sünnete yönelen herkes onlara ulaşma imkâ­nına sahiptir. Yeter ki insanlar Müslümanca bir yönelişle yönelsinler, her ikisine de ulaşma imkânı dün de vardı, bugün de vardır, yarın da olacaktır Allah’ın izniyle.
Allah’ın hükmü mutlaktır, Rasulullah’ın hükmü de mutlaktır. Allah şeriat ortaya kor, peygamber şeriat ortaya kor, bu şeriatın ismi İs­lâm’dır, bu yolun adı İslâm’dır ve buna böylece iman edip teslim olan kişi de Müslümandır. Binaenaleyh bu konuda kendi kendine bir din koyarcasına Allah’la Resûlünün arasını açmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Evet diyor ki Rabbimiz: Eğer bir konuda gerek itaat edilmesi ge­reken emir sahipleriyle gerekse herhangi bir Müslümanların uygulamasıyla senin uygulaman arasında onun anlayışıyla senin anlayışın arasında bir çatışma, bir ihtilaf söz konusu olmuşsa o zaman eğer Al­lah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız onu Allah’ın kitabına ve Resûlü­nün sünnetine havale edin diyor Rabbimiz. Hani üçüncü konu da emir sahiplerine itaatti ya, sen bir konuda bir şeyler biliyorsun, ama bir Müslüman da o konuda sana bir şeyler emrettiyse, onun emrettiği dinle senin daha önceden bildiğin din çatışırsa, senin daha önce bil­diklerinle onun sana emrettikleri ayrı ayrı olursa, o zaman yapacağın iş, ukalalık edip bu konuda kendini, kendi görüşünü putlaştırma! Kar­şıdaki Müslümana hakaret edip onu ve dinini reddetme! Kendininkin­den vazgeçip karşıdakini putlaştırma! İkisini de reddetme! İkisini de kabul etme! Ya ne? O zaman yapacağın iş şudur:
Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman iddianda samimiysen onu, o ihtilaf konusunu Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine döndür. Evet o meseleyi Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünnetine arz edeceğiz.
Meselâ bir Müslüman dedi ki cemaatle kılınıyor da olsa mut­laka Fâtiha okunmalıdır. Bizim önceki dinimiz de Fâtiha’nın imamın arkasında okunmamasından yanaydı. Böyle biliyorduk. Ne yapacağız şimdi? Bu konuyu Allah ve Resûlüne arzedeceğiz. Ama şurası unutulmamalıdır ki onu falana veya filana arzetmek değildir mesele. Din­dir bu yahu! Din herkese arzedilmez ki! Bu dinin temel kaynakları var­dır ve mesele onlara arzedilir. Arzettik meselâ Kur’an’a ve peygamber Efendimizin sünnetine. Rasulullah Efendimizde böyle bir konuda üç tavır görüyoruz:
a- Allah’ın Resûlü böyle bir durumda ikiden birisini haklı görü­yor. Meselâ beni haklı görüyorsa karşımdaki kendi görüşünden vaz­geçecek ve o zaman o bana uyacak. Veya eğer Allah’ın Resûlü kar­şımdakini haklı görmüşse o zaman ben kendi görüşümden vazgeçip bu defa da ben ona uyacağım. b- Veya bazen ikisini de haklı görebilir Allah’ın Resûlü. c- Veya bazen de ikisini de haksız görür. Eğer ikimizi de haksız görmüş ikimizin yaptığı da doğru görülmemişse, ikimiz de görüşümüzden vazgeçip doğruya yöneleceğiz. Ama ikimizin de doğru olduğunu, haklı olduğunu söylemişse, ikini­zinki de doğrudur, sen bildiğin gibi, sen de bildiğin gibi devam et de­mişse o zaman ikimiz de yolumuza devam edeceğiz, ortada bir ihtilaf yoktur diyecek ve birbirimizi yemekten vazgeçeceğiz. Öyleyse mesele Allah ve Resûlüne arzedildikten sonra artık teslimiyetten başka çare kamlıyor.
Yâni Allah’ın Resûlü ikiniz de haksızsınız, cemaatle kılınan bir namazda Fâtiha ne okunur ne de okunmaz diyorsa, oldu mu bu ya Rasulallah? Şu dediğini beğendin mi yâni? Yâni bu bir mantık oyunundan başka bir şey olmadı demenin anlamı yoktur. O ne demişse tamam doğrudur. Okunmalıdır dediyse, okunur diyen haklı okunmaz diyen haksızdır. Veya ikinizinki de doğrudur, sen öyle bil, sen de öyle bil! demişse, tamam o öyle bilir, öbürü de öyle bilir, tamam iş biter. Tekrar ediyorum, Allah bir konuda bir şey dedi mi tamam. Pey­gamber bir şey dedi mi tamam. Ama Allah ve Resûlü dışında birileri sana bir şeyler dedi mi, senin önceden bildiğin dinle onun sana em­rettikleri arasında herhangi bir çatışma konusu çıkmışsa, o zaman ya­pılacak iş bu meseleyi Allah ve Resûlüne arzetmektir. Yâni bu mese­leyi kitap ve sünnete arzetmektir. Kitap ve sünnet seninkini doğru di­yorsa, onunkini de doğru diyorsa sen devam et yoluna, ama seninkini yanlış diyorsa, o zaman inat etme, hemen doğruya uyuver. İşte böylece ihtilaflı konular kitaba ve sünnete arzedildiği za­man ihtilaf olmaktan çıkacak, rahmete dönüşecektir. Rabbimiz ve Re­sûlü böyle durumlarda bizi kitaba ve sünnetine sarılmaya ve çözümü orada aramaya çağırmaktadır.
İşte bu, böyle hareket etmeniz yorumu hoş, neticesi güzel, sizin için hayırlı bir yoldur. Evet, bakın burada Allah’ın ve Resûlünün hükmünü bırakarak başka yerlerde itaat arayanlara, başkalarının hükmüyle muhakeme olmak isteyenlere, tâğutun hükmüne müracaat edenlere bir örnek ve­recek.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-60

Nisa-60

“Ey Muhammed! Sana indirilen Kuran'a ve sen­den önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmü­yor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını is­terler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.”
Baksana! Bakmıyor musun? Farkında değil misin? Görmedin mi? Şu sana indirilen ve senden öncekilere indirilenlere inandığını id­dia edenler var ya. Ben Kur’an’a inanıyorum! Ben Allah’ın vahiy gönderdiğine inanıyorum! Ben Allah’ın benim hayatıma karışmasına ina­nırım! diyenler var ya.
Tağutla muhakeme olmak istiyorlar. Peki tâğut nedir? Tâğut ke­limesinin şer'i mânâsı Allah ve Resûlünün belirlediği ölçülerin dışına çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak insanları Allah kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya zorlayan ve böylece haddini aşan kişi tâğuttur. Allah’a karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine ibâ­det ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi tâğuttur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının önüne geçirilip, onları putlaştırıp insanla­rın ona boyun bükmeleri istenilen her varlık Firavun gibi, Nemrut gibi tâğuttur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları Al­lah dinini öğrenmekten meneden, yâni din eğitimini yasaklayan her program, her sistem tâğuttur.
Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından haber­siz olarak, kitap ve sünnete müracaat etmeyerek kendi hayatını belir­lemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirleyen herkes tâğuttur. Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan, Allah bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim de keyfimiz var! Biz de biliriz kılık kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde harcayaca­ğımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı biz de biliriz nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi diyerek Allah karşısında bilgi iddia­sında bulunan her insan tâğuttur. Sen öyle diyorsan biz de böyle diyo­ruz! Sen kılık kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan biz de böyle olacak di­yoruz! Sen mîrasınız şöyle olsun diyorsan biz de böyle olmalı diyoruz! diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur. Evet Allah’a, Allah’ın gönderdiği kitaplara inandığını iddia eden insanlar:
Tutuyorlar Allah’tan başkalarının hükmüne müracaat etmek dili­yorlar, Allah’tan başkalarının hükmüne başvurmak istiyorlar. İnan­dık dedikleri halde inandıkları Allah’ın hükmüne razı olmayarak an­laşmazlıklarında, ihtilaflarında, muhakemelerinde tâğutun önünde yargılanmak istiyorlar. Uzatmadım. Eğer Allah uzatsaydı ben de uza­tırdım. Elleziyne filan deseydi Allah ben de bir saat tâğutu anlatırdım, kimilerinin yaptığı gibi. Ama yok öyle, burası tâğut anlatmaya gelen bir bölüm değil.
Çünkü Allah’ın indirdiklerine inandım dedikten sonra insanlar, hayatlarına tâğutların karışmasına, karıştırılmasına meyilliler gibi. Peki hayatlarının hangi bölümüne? Unutmayın ki hayatımız eğitim birimidir, kim karışıyor oraya? Bir düşünün. Hayatımız askeri birimidir, sosyal birimdir, siyasal birimdir, ekonomik birimdir, hukuk birimidir, yemek bi­rimidir, içmek birimidir, giyinmek birimidir. Peki şu anda hayatımızın bu birimleriyle alâkalı konularda hükmü kim veriyor? Kim karışıyor ha­yatımızın bu bölümlerine?
Tüm bu konularda hükümleri kim ulaştırıyorsa size, siz onun hükümlerini kabulleniyorsunuz anlamına gelecektir. Meselâ sabah kahvaltısı anlayışınızı size hangi âyet kazandırdı? Veya çocuklarınızı Allah’ın istemediği bir eğitime tabi tutmanızı kim istedi? Kim dedi de böyle yapıyorsunuz? Öğlen yeme modelinizi hangi vahiy biriminden belirlediniz? Neden böyle bir evde, böyle bir şehirde oturuyorsunuz? Neden böyle bir okulda okuyorsunuz? Hangi vahiy birimi hükmetti buna? Neden bu okuldasınız? Neden böyle giyiniyorsunuz? Size böyle bir planı uygulattıran Allah mı? Vahiy mi? Yoksa tâğut mu? Bir düşünün.
Bakın birilerini yıllarca tâğut olarak hep karşımızda gördük, yoksa bu biz miyiz ki? Akşam evde çoluk çocuğunuzla ne yapıyorsunuz? Meselâ bakın Allah kitap karşısında insanları ikiye ayırıyor:
1) Bir, kitapla yol bulanlar. Yollarını kitaba sorarak bulanlar, ha­yatlarını kitap kaynaklı yaşayanlar. Yaptıklarını kitap yap dediği için yapıp, yapmadıklarını da kitap yasakladığı için yapmayanlar.
2) Bir ikinci grup da fark etmez yaşayanlar. Kitap onları ha uyarmış, ha uyarmamış, fark etmez davrananlar. Yâni kendileri için kitabın varlığıyla yokluğu denktir denilen ikinci bir grup. Hani kur'an ne derse desin, Allah ne derse desin ben yine kendi bildiğimi okur, kendi bildiğimi yaparım diyenler var ya, yoksa biz olmayalım onlar? Bir dü­şünelim, belki de biziz onlar.
Ben Firavun değilim demek çok kolaydır, ama benim amelim Firavunun ameline benzemiyor demek gerçekten çok zordur değil mi? Ne diyordu âyet? Allah’ın indirdiğine inandığı halde, Allah’ın indirdiği âyetleri hayatında görüntülemeyen, ama başkalarının indirdiklerini hayatında görüntüleyenlere bakmıyor musun? Yoksa biz miyiz bu anlatılanlar? Yoksa burada anlatılan biziz de hep başkalarına mı atı­yoruz bunu? Bir düşünelim Allah için. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi etkin mi zannediyoruz? Acaba biz de tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz?
Acaba Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda okuyacağımızı kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâni bizim hayat programla­rımızı kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine ilişkin, evimize, malı­mıza ilişkin, dükkanımıza tezgahımıza ilişkin, gündüzümüze gece­mize ilişkin programlarımızı kim yapıyor?
Tüm bu programlarımızı Allah mı belirliyor? Yoksa biz, ya da başkaları mı? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz? Eğer nefislerimiz, arzuları­mız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın diniyle dolduruyorsak o zaman bilelim ki bu­rada anlatılan biziz demektir.
Meselâ bakın, ben Müslüman oldum diyen herkese Allah bir kitap verse. Müslüman oldun mu? Al sana bir kitap. Sen de mi Müslüman oldun? Al sana da. Kitapsız Müslümanlıktan kurtulmak için Allah herkese bir kitap verse. Ama öyle bir kitap ki içi bomboş. Öyle bir kitap ki öğrendiğiniz yer, öğrendiğiniz âyet hemen yazılıyor. Şimdi şu anda neresi yazılıyor? Nisâ 60. Peki bakın bir kitabınıza, kitap mı, yoksa defter mi? Kimisi bomboş defteri kitap diye bağrına basıyor de­ğil mi? Zavallının öpüp alnına koyduğu kitap değil, defter sanki.
Sahi sizin kitapta Nisâ var mı? Câsiye var mı? Zuhruf var mı? Hud da hiç çizik yok mu? Kimilerinin kitabında hiç çizik yok değil mi? Ya da kimilerinin kitap diye bağrına bastığı şey defter değil mi? Bom­boş bir defter. Adam bomboş defteri kitap diye bağrına basmış, benim kitabım var, ben bunun için ölürüm! diyor. Ne garip değil mi? Halbuki bildiğimiz âyetler bizimdir. Uyguladığımız âyetler bizimdir, öğrendiği­miz âyetler bizimdir.
Öğrenmeden kastımın ne olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? O âyetin bizden ne istediğini anlayacak şekilde onu öğrenmek demektir. Tamam, tümüne inanmışız baştan. O külli bir iman. İlk İslâm’a girişteki imandı bu. Kur’an’ın tümüne inanıyoruz. Peki Kur’an’ın tümünün nesine inanıyoruz? Birim birim, bölüm bölüm onu öğrenip hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık, eh hani öyleyse? Tümünün imanı birime dökülmedikçe o imanın anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra deneneceksiniz diyordu Allah Ankebut’ta. Evet inandım dedikleri halde kimi insanlar tâğutların muhakemesine baş­vurmak, tâğutların muhakemesinde yargılanmak istiyorlar.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt