Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Tefsir dersleri (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa- 29. “Ey İnananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşı­lıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder.”
Ey mü’minler mallarınızı aranızda haram yollarla yemeyiniz. Ha­ram yollar bellidir. Fâizinden rüşvetine, hırsızlığından aldatmacasına, borç alıp vermemekten borcunu tehire, ondan ihanete, vermeye almaya dikkat etmemeye varıncaya kadar haram yollarla birbirinizin mallarını yemeyin.
Ey iman edenler sakın ha mallarınızı bâtıl yollarla yemeye kalkışmayın. Mallarınızı haksız yollarla yemeye kalkışmayın. Ancak kar­şılıklı rıza ve anlaşmaya dayanan ve yasaları Allah ve Resûlü tarafın­dan belirlenmiş ticaret sonucu yemeniz bunun dışındadır. Tabi nasıl ticaret yapılacağı da belirlenmiştir. Anlaşarak ve yasayı da delmeden, yasayı da çiğnemeden, Allah ve Resûlünün yasakladığı, riba, fâiz, ih­tikar gibi yasa dışı yollara gitmeden gönül rızasıyla yapılan ticaret so­nucu yenenler helâldir. Değilse Allah ve Resûlünün yasakladığı ha­ram yollara girerek, efendim işte biz ikimiz de bundan razıyız, alan da razı veren de razı diyerek İslâmî olmayan bir kısım yollarla insanların birbirlerinin mallarını yemeleri de yasaktır.
Bir de nefislerinizi öldürmeyin. Ya intihar edip kendi canlarınıza kıymayın veya yukarısıyla irtibatlı söyleyecek olursak haksız ve haram yollardan birbirlerinizin mallarını yiyerek hem dünyada hem de Ukba’da kendi sonlarınızı hazırlamayın. Veya haksızlık yaparak, top­lumdaki ekonomik dengeyi dinamitleyerek sonunda kendinizin de toplumunuzun da yıkılışını hazırlamayın. Allah yasalarını çiğneyerek kendi kendinizi cehenneme atmayın.
Unutmayın ki mal mülk hayatın tamamı değildir. Tamam, evlenmek için mal mülk lâzımdır, mehir için lâzımdır, yemek içmek ve güzel bir hayat yaşamak için mal mülk lâzımdır ama bunun için de ha­ram yollara gitmeye, Allah yasalarını çiğnemeye gerek yoktur. Unut­mayalım ki Rabbimizin bu dünyada bize takdir ettiği mutlaka bize ula­şacaktır. Kendi kendimize ihtiyaç felsefeleri belirleyerek, kendi ken­dimize hayat standartları belirleyerek ve bu hayatı gerçekleştirebilmek için, bu evliliğe ulaşabilmek için de işte şu kadar ekonomik güce ihti­yaç vardır, şöyle yapmalı, böyle kazanmalı diyerek kendi kendimize hayatımızı zorlaştırıp zindan etmeye hakkımız yoktur. Kendi kafamız­dan belirlediğimiz bir geçim standardı, kendi kafamızdan belirlediği­miz bir evlilik standardı, bir mehir anlayışı, bir eşya anlayışı, bir yeme içme anlayışı, bir giyim kuşam anlayışı belirlemeye kalkışırsak elbette Allah’ın istediği normal bir çalışma temposu ve kazanma yoluyla bunu gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.
O zaman elbette aman ne yapıp yapalım da şu kadar parayı kazanalım diyecek, bir ömür boyu bunun için çırpınacak, helâl olmayan yollara tevessül edecek ve hayatımızı zehir zindan edeceğiz. Öyleyse gelin ey Müslümanlar, evlenme standartlarımızı, ev kurma standartlarımızı, geçim standartlarımızı, mehir standartlarımızı, yeme içme, giyinme kuşanma standartlarımızı belirleme konusunda örne­ğimiz, önderimiz Hz. Muhammed (a.s)’ı örnek alalım. O ne demişse, nasıl yaşamışsa, ne kadarıyla iktifa etmişse, ne kadarına izin ver­mişse böyle bir hayatı yakalayıp hem dünyamızı, hem de âhiretimizi güzelleştirelim. Onun tanıdığı, izin verdiği ruhsat istikâmetinde bir ha­yat yaşayalım da dünyamızı da âhiretimizi de berbat etmeyelim.
Bir bakın şu insanlara, bir bakın kendinize, ekonomik insan olup çıktık yahu! Gecemiz gündüzümüz, aklımız fikrimiz, kalbimiz, gö­zümüz, kulağımız, düşüncemiz her şeyimiz paraya endeksli. Paradan başka bir şey düşünemez olmuşuz. Hakkımız yok buna ya! Biz dün­yaya bunun için gelmedik. Dünyaya ve dünyalıklara kul köle olmak yerine, dünyaya ve dünyalıklara efendilik makamında Allah’a kul köle olmaya geldik biz buraya
30. “Bunu kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa, onu ateşe soka­cağız. Bu, Allah'a kolaydır.”
Hal böyle iken kim de Allah’ın belirlediği hududu aşarak böyle yapmaya kalkışırsa, Allah’ın sınırlarını çiğneyerek bir hayat yaşamaya kalkışırsa, Allah’ın dinini bırakır da kendi kendine belirlediği bir dün­yayı yaşamaya kalkışırsa, yâni gerek Allah’ın anlattığı bu konularda gerekse tüm hayat programında Allah’a sormadan bir hayat yaşa­maya kalkışırsa biz onu ateşe göndereceğiz buyuruyor Rabbimiz. Yâni düşünün ki bir adam Allah yasalarını görmezden gelerek kendi kendine belirlediği bir hayatı, kendi kendine hedeflediği bir dünyayı gerçekleştirebilmek için helâl haram yasalarını dinlemeden, sanki dünyaya sadece ekonomi için gelmiş gibi, Allah’ın kendisinden bekle­diği öteki kulluk görevlerini görmezden gelerek gecesini gündüzüne katarak ekonomik bir insan olup çıkmışsa biz onu ateşe göndereceğiz diyor Rabbimiz. Bu konuda hiçbir mâzeretimiz yoktur.
Efendim ben bu hayat programımla zekât verecek konuma gelmeye çalışıyorum, ben dükkanımda şu kadar işçi çalıştırıyorum, yıllık, Müslümanlara şu kadar dağıtıyorum diyerek Allah’ın istemediği bir hayatı yaşayan, Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye çalışan kişi kendi kendine ne kadar da fetvalar bulursa bulsun Allah’ın ateşine gitmekten asla kurtulamayacaktır. Eğer dünyalık elde edeceğiz diye Allah’ın bizden istediği öteki görevlerimizi ihmâl edecek bir duruma düşmüşsek, kitap ve sünnetten uzaklaşmış, çocuklarımızın dinî haya­tıyla ilgilenemeyecek bir duruma düşmüş, mutfak masraflarımız Rasulullah’ınkinden 30-40 misli fazla, günlük gecelik harcamalarımız 5-10 garibanın normal harcamasına denkse Allah için düşünmek zo­rundayız. Bizim için örnek olarak gönderilmiş olan Rasulullah Efendi­mizin ölçülerini unutmadan yaşamak zorundayız.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa- 31. “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurla­rınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.”
Evet günahların büyüklerinden sakınıldığı sürece Rabbimiz ku­surlarımızın örtüleceğini, ufak tefek işlenen günahların sıfırlanaca­ğını anlatıyor. Bu konuda Resûl-i Ekrem efendimizin pek çok hadisi vardır. Bunlardan bazılarını okumaya çalışayım inşallah.
Aynı ifadenin geçtiği hadislerden bir kısmında ise Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: Abdullah b. Mes'ud anlatıyor: Rasûlullah'a "Allah indinde en büyük günah nedir?" dedim. "Seni yaratan Allah'a şirk koşmandır." buyurdu. "Bu gerçekten pek büyük, bundan sonra nedir?" dedim. "Seninle beraber yemek yemesinden, tüketici olmasından korkarak evlâdını öldürmendir." dedi. "Ondan sonra nedir?" dedim. "Ondan sonra komşunun hanımı ile zina etmendir" buyurdu.
Yine Abdullah b. Mesud'dan değişik bir senetle aynı hadis rivayet edildikten sonra şu ayetin nazil olduğu ilâve edilmiştir. "Allah'ın (halis) kulları o kimselerdir ki, Allah'tan başka ilâha dua etmezler; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmezler; meğer ki hakla ola. Zina da etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarptırılır. " (Furkân, 25/68).
Abdurrahman b. Ebû Bekir, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında idik. Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allah'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve yalancı şahitliği yapmak.." (Buharî, Edeb 6; İman, 16)
Başka bir hadiste, büyük günahlar, "el-Mubîkât: helâk edici" kelimesiyle ifadelendirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yedi helâk edici Şeyden kaçının." Bunlar nedir ya Rasûlallah diye sorulunca: "Allah'a şirk koşmak; sihir yapmak; Allah'ın haram kıldığı halde bir kimseyi haksız yere öldürmek; yetim malı yemek; faiz yemek; düşmana hücum anında harpten kaçmak: namuslu, kendi halinde mümin kadınlara zina iftirası atmaktır" buyurdular. Diğer bir hadiste ise: "Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk koşmak; haksız yere adam öldürmek; temiz bir kadına kötülük isnat etmek; zina yapmak; düşmana hücum esnasında firar etmek; sihirbazlık; yetim malı yemek; müslüman ana babaya asî olmak; emredilenleri yapmamak ve yasakları yapmak sûretiyle aileye karşı doğruluğu terk etmektir. " Diğer hadislerde yukarıdaki maddelere faiz yemek, hırsızlık ve şarap içmek de ilâve edilmiştir. (Buhârî, Vasâya 23; Müslim, İman 141-146)
Kebâir kelimesiyle ifade edilmediği halde, yukarıdaki hadislerde bildirilen fiillerin dışında bir çok suçlar daha vardır ki, onlar İslâm âlimlerince, ayet ve hadisler doğrultusunda, büyük günah kabul edilmiştir: Bilerek ve kasten İslâm'ın şartlarını terk etmek; içki içmek; kumar oynamak; hırsızlık yapmak; adaletten ayrılmak gibi. İslâm âlimlerinden bir kısmı genel hatlarıyla "büyük günah"ları şöyle tarif etmişlerdir: İbn Abbâs'a göre: "Allah'ın yasak ettiği her şey büyük günahtır.
Ayrıca büyük ve küçük günah arasındaki fark şudur: Allah'ın cehennem, gazap, lânet veya azap gibi ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür. Diğerleri küçüktür." Hasan Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ebû Amr İbn Salâh'a göre: "Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle vasıflanan her günah büyüktür." Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri vardır. "Şer'i cezayı icap ettirmek; cehennem azabıyla tehdit olunmak; yapana fâsık denilmek; lânet olunmak
Hepsi bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı cezalar takdir edilmiştir: "Allah'a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak" (Bakara,219); haram aylarda harp etmek (Bakara,217); bakmakla yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın yemek (Nisa,2; İs-râ,34); fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsrâ, 31); insanlar arasında fitne çıkarmak (Bakara,217); faiz yemek (Bakara,275); Allah'tan başkasına ibadet etmek (İsrâ,23); ana-babaya isyan etmek (İsrâ,23), akrabaya miras hakkını vermemek (Nisa,7,13; İsrâ,26); malı gereksiz yere israf etmek (İsrâ,27); zina yapmak (İsrâ,32; Nisa,15-16); haksız yere adam öldürmek (İsrâ, 33); ölçü ve tartıyı tam yapmamak (İsrâ,35); kibirlenmek (İsrâ,37); iffetli kadına zina isnat etmek (Nisa,23); tesettüre riayet etmemek (Nur,31 ); yalan yere yemin; Peygamber'e (s.a.s.) yalan hadis uydurmak (Peygamber'e yalan yere hadis uydurmak, büyük günah olmanın ötesinde, küfür sayılabilir. Çünkü şerîat'ın temel kaynaklarından ikincisi "sünnettir". Sünnete yalan isnat etmek; bazı konularda İslâm'ı temelinden yıkabilir); insanları diliyle çekiştirmek; kaş göz hareketleriyle alay etmek (Hümeze,1) İşte bunlar büyük günahlardır. Rabbimiz buyurur ki, bunlardan sakındığımız müddetçe sizin ufak tefek kusurlarınızı örmezden gelir, örter, örtbas eder ve sizi çok yüce, çok şerefli, çok cömert bir makama, yani cennete idhal ederiz. Sizi çok büyük mükâfatlarla mükâfatlandırırız.
“Bir kul beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutar, malının zekâtını verir ve yedi büyük haramdan da sakınırsa ona cennetin bütün kapıları açılır ve o kul dile­diği kapıdan girer” (Nesâî, İbni Hıbban’dan)
Buyurmaktadır. Bu yedi büyük günahla alâkalı olarak da şunlar sayılır: Zina, içki, sihir, iffetli bir mü’mine zina iftirası, haksız yere bir Müslümanı öldürmek, fâiz yemek, savaşta düşman karşısın­dan kaçmak. Tabi büyük günahlar bunlarla sınırlı değildir, başka ha­dislerde başkalarının da sayıldığını biliyoruz. Tabi kimileri buna karşı gelmekte ve itiraz etmektedir. Efendim Allah’a karşı işlenen günahın büyüğü küçüğü olmaz, günahın kime karşı işlendiği önemlidir filan demeye çalışıyorlarsa da hadislerde geçtiği için böyle diyoruz. Hadislerde kebair diye bir kavram vardır. Tabi bu büyük günahlar bir tek hadiste sıralanıp anlatılmamış. Değişik hadislerde Resûl-i Ekrem efendimiz bu günahlardan söz etmiş ve bizleri bunlardan uzak durmaya çağırmıştır. İşte Kur’an’da da Rabbimiz bu âyetinde genel bir ifadeyle kebairden (büyük günahlardan) sakınmamızı, bunun neticesi olarak da ufak tefek kusurlarımızın bağışlanacağını ve kerim bir makama, cennete ulaşacağımızı haber veriyor.
Abdullah b. Mes’ud anlatıyor: Rasûlullah’a, ‘Allah’ın katında en büyük günah hangisidir?’ diye sordum. “Allah seni yarattığı halde O’na bir şeyi şirk (ortak) koşmandır.” buyurdu. Ben: ‘Bu şüphesiz büyüktür, sonra hangisi?’ dedim. Şöyle buyurdu: ‘Seninle birlikte yemek yiyeceği korkusuyla çocuğunu öldürmendir.’ ‘Sonra hangisi?’ dedim. Şöyle dedi: ‘Komşunun hanımıyla zina etmendir.’
(Müslim, İman/141
Büyük günahları kimileri 17, kimileri 70, kimileri 100, kimileri daha çok saymışlardır. Büyük günahların kaç tane olduğundan daha önemlisi İslâm’ın davranışlara getirdiği ölçülerdir. Hakkında kesin delil ile yasak olan şeyi yapmak günahtır ve insana vebal kazandırır. İster büyük olsun ister küçük olsun günahları çekinmeden işlemek, insandaki takva duygusunun (Allah’a karşı sorumluluk bilincinin) azlığındandır. Şüphesiz, büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmaktır. Şirk koşanın ‘küfre düşeceği açıktır. Diğer büyük günahları işleyenlere ‘fasık’ denilmiştir. Onlar günahın haramlığını inkâr etmedikleri müddetçe müslümanlardır ve onlar için tevbe kapısı açıktır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-32. “Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan bol nîmet isteyin. Doğrusu Allah her şeyi bilir.”
Yine ekonomik hayatla alâkalı bir yasa koyuyor Rabbimiz. Ba­kın buyurur ki sakın ha sakın Rabbinizin bir kısmınıza fazla olarak vermiş olduğu, farklı olarak vermiş olduğu, bir kısmınızı diğerlerinize tercih ederek üstün kıldığı, gerek ekonomik hayatta, gerekse erkek ve kadın olarak sizlere verdiklerini temenni etmeyin. Birinize Rabbiniz fazladan bir şey vermişse niye Rabbim ona verdi de bana vermedi? demeyin. Kardeşlerinize Allah tarafından verilmiş mallara arzu ve kıs­kançlık duyarak göz dikmeyin. Bu durum önceki âyetlerde yasaklanan insanların haksız yere insanların mallarını yemelerini ve birbirlerini haksız yere öldürmelerini doğuracaktır. Bugün insanlar arasında zu­hur eden pek çok hastalıkların kaynağı budur. Yeryüzünde ilk kan da bu yüzden akıtılmıştı. Adem’in oğullarından Kabil habil’i bunun için öl­dürmüştü.
Allah herkesi eşit yaratmamıştır. İnsanlara farklı özellikler vermiştir. Kimisi erkek kimisi kadın, kimisi zengin kimisi fakir, kimisi güzel kimisi az güzel, kimisi güçlü kimisi zayıf, kimisi boylu kimisi kısa. Bu fıtrî farklılıkları ortadan kaldırmaya da, bunlara itiraz etmeye de hak­kımız ve gücümüz yoktur. Kimimizi babalı analı imtihan ederken, ki­mimizi yetim imtihan ediyor.
Bu Allah’ın yeryüzünde koyduğu bir ya­sadır. Öyleyse insanın kendisine verilmeyeni elde etmek için karşı­sındakine savaş açması Allah’ın takdirine karşı gelmesi anlamına ge­lir. Öyleyse insanlar birbirlerini, erkekler kadınları, kadınlar da er­kekleri onlara verilenler konusunda kıskanarak birbirlerine savaş aç­mamalıdırlar. Biz niye erkekler gibi yaratılmadık? Niye onlar gibi güçlü değiliz? Niye cihada iştirak edip şehâdetle şereflenemiyoruz? Gibi iddialarla Allah’ın takdirine karşı gelmenin anlamı yoktur. İşte şu anda görüyoruz. Kadın hakları adı altında uluyuşlarıyla pek çok kadın bu yüzden mürted olmaktadırlar. Halbuki:
Kadınların kazandıklarından kendilerine bir nasip vardır, erkekle­rin kazandıklarından da kendilerine bir nasip vardır. Herkesin kazandıklarından kendisine bir nasip vardır. Kadın erkek herkes ame­line göre, yaşadığı hayatına göre ve çalışması nisbetinde bir karşılık verecektir. Kadın erkek herkesin durumuna göre sorumlulukları ve gö­revleri vardır. Öyleyse kadınlar kendi görevleri, kendi sorumlulukla­rıyla uğraşsınlar, erkekler de kendilerininkiyle meşgul olsunlar. Baş­kalarının durumuna özlem duymasınlar. Başkalarının imtihan konula­rına göz dikmek yerine isteyeceklerini sadece Allah’tan istesinler. Çünkü Allah’ın fazlı geniştir. Birilerimize fazla bir şeyler veriliyor diye, birilerimize bize verilmeyenler veriliyor diye diğerlerimiz onları kıs­kanmayalım, haset etmeyelim. Kendimizi içinde bulunduğumuz top­lumda kendimizden üstün olanlarla kıyaslamayalım.
Elbette birilerine göre bize verilenler azdır ama birilerine bakış da fazladır. Öyleyse gelin ey Müslümanlar, birilerine göre malımız az diye bizimkine nazaran malı fazla olanların mallarına göz dikmeyelim. Allah’ın takdirine itiraz etmeyelim. İsteyeceklerimizi Allah’tan isteye­lim. Allah her şeyi en iyi bilendir. Kime ne vereceğini, kime ne kadar vereceğini, kime hangi soruları göndereceğini, kimi neyle imtihan edeceğini, kimi kime üstün kılacağını en iyi bilendir Allah.
Unutmayalım ki kime ne verilmişse, kimden ne esirgenmişse bu bir imtihan konusudur. Ne çok verilenler sevinsin, ne de az veri­lenler dövünsün. Ne çok verilenler imtihanı kazandı da onun için ve­rildi, ne de az verilenler imtihanı kaybettiler de onun için az verildi. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacak. Hem dün çok zengin olanların bugün çok fakir, fakir olanların da zengin bir konuma getirildiklerini de görmekteyiz. Öyleyse böyle kalplerimizde kinin, çe­kemezliğin ve nefretin hâkim olduğu bir hayatı asla yaşamayalım. Bakın Resûl-i Ekrem Efendimiz Riyazus Salihin’de yer alan bir hadislerinde bu hususu anlatırken şöyle buyuruyor:
“Dünya konusunda hep kendinizden aşağıda olanlara bakınız, sizden üstün olanlara bakmayınız. Bu elinizde olan nimeti hor görmemenize en uygun yoldur”
Bizden üstün olanlar, bizden aşağı olanlar… Bizden daha çok verilenler, bizden daha çok huzurlu gibi görülenler, bizden dünyası çok, malı çok, dünyadan kendisine ayrılan payı bizden daha fazla olanlar, bizden daha az olanlar var. Biz de bizden daha aşağı olanlara bakıverelim. Ne fark eder? Niye üstümüzdekilere, niye bizden fazla verilenlere bakacakmışız? Rahatımızı kaçırmak mı istiyoruz? Ne kârımız olacak da? Bize hiçbir faydası olmayacak böyle bir bakışa neden teşebbüs edelim? Bizden daha az olanlara bakacağız, böylece Allah’ın bizde olan, elimizde olan nimetlerini hor görmeyeceğiz. Nelere sahip olduğumuzu daha iyi anlamış, görmüş olacağız. Benim aylık gelirim şu kadar, eh onu da bulamayanlar var ya. Ben yılda şu kadar et yiyebiliyorum, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim elbisemin kalitesi, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim evimin tefrişi, ısınma ya da barınma şeklim, eh onu da bulamayanlar var ya desek ne kadar rahat olacağız değil mi? Yâni kendimizden daha aşağıdakileri gördükçe egosunu tatmin edecek; “oh olsun size! Sizler benden aşağıdasınız! Mahvolun, kahrolun!” mu diyeceğiz? Hayır, ama Allah’ın bize verdiği nimetleri hor görmeyecek, o nimetlerle kulluk yapmaya çalışacağız Rabbimize. Aa! Meğer bende onlardan daha çokmuş, ben de birazını bu kardeşlerime vereyim diyebilecektir o zaman kişi.
 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
50
Ayrıca büyük ve küçük günah arasındaki fark şudur: ALLAH'ın cehennem, gazap, lânet veya azap gibi ifadelerle sona erdirdiği her günah büyüktür. Diğerleri küçüktür." Hasan Basrî de buna yakın bir ifade kullanmıştır. Ebû Amr İbn Salâh'a göre: "Büyük ismi verilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyüklükle vasıflanan her günah büyüktür." Buna göre büyük günahların bazı alâmetleri vardır. "Şer'i cezayı icap ettirmek; cehennem azabıyla tehdit olunmak; yapana fâsık denilmek; lânet olunmak


Hepsi bu kadar olmamakla birlikte aşağıda sıralayacağımız suçlar, İslâm'da büyük günahlar olarak kabul edilmiş ve bunlardan bir kısmına İslâm hukukuna göre bazı cezalar takdir edilmiştir: "ALLAH'a şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak" (Bakara,219); haram aylarda harp etmek (Bakara,217); bakmakla yükümlü olduğu yetimin malını kendi malına katarak O'nun rızası olmaksızın yemek (Nisa,2; İs-râ,34); fakirlik korkusuyla kendi çocuğunu öldürmek (İsrâ, 31); insanlar arasında fitne çıkarmak (Bakara,217); faiz yemek (Bakara,275); ALLAH'tan başkasına ibadet etmek (İsrâ,23); ana-babaya isyan etmek (İsrâ,23), akrabaya miras hakkını vermemek (Nisa,7,13; İsrâ,26); malı gereksiz yere israf etmek (İsrâ,27); zina yapmak (İsrâ,32; Nisa,15-16); haksız yere adam öldürmek (İsrâ, 33); ölçü ve tartıyı tam yapmamak (İsrâ,35); kibirlenmek (İsrâ,37); iffetli kadına zina isnat etmek (Nisa,23); tesettüre riayet etmemek (Nur,31 ); yalan yere yemin; Peygamber'e (s.a.s.) yalan hadis uydurmak (Peygamber'e yalan yere hadis uydurmak, büyük günah olmanın ötesinde, küfür sayılabilir. Çünkü şerîat'ın temel kaynaklarından ikincisi "sünnettir". Sünnete yalan isnat etmek; bazı konularda İslâm'ı temelinden yıkabilir); insanları diliyle çekiştirmek; kaş göz hareketleriyle alay etmek (Hümeze,1) İşte bunlar büyük günahlardır. Rabbimiz buyurur ki, bunlardan sakındığımız müddetçe sizin ufak tefek kusurlarınızı örmezden gelir, örter, örtbas eder ve sizi çok yüce, çok şerefli, çok cömert bir makama, yani cennete idhal ederiz. Sizi çok büyük mükâfatlarla mükâfatlandırırız.
 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
50
“Dünya konusunda hep kendinizden aşağıda olanlara bakınız, sizden üstün olanlara bakmayınız. Bu elinizde olan nimeti hor görmemenize en uygun yoldur”

Bizden üstün olanlar, bizden aşağı olanlar…
Bizden daha çok verilenler, bizden daha çok huzurlu gibi görülenler, bizden dünyası çok, malı çok, dünyadan kendisine ayrılan payı bizden daha fazla olanlar, bizden daha az olanlar var. Biz de bizden daha aşağı olanlara bakıverelim. Ne fark eder? Niye üstümüzdekilere, niye bizden fazla verilenlere bakacakmışız? Rahatımızı kaçırmak mı istiyoruz? Ne kârımız olacak da? Bize hiçbir faydası olmayacak böyle bir bakışa neden teşebbüs edelim? Bizden daha az olanlara bakacağız, böylece ALLAH’ın bizde olan, elimizde olan nimetlerini hor görmeyeceğiz. Nelere sahip olduğumuzu daha iyi anlamış, görmüş olacağız.


Benim aylık gelirim şu kadar, eh onu da bulamayanlar var ya. Ben yılda şu kadar et yiyebiliyorum, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim elbisemin kalitesi, eh onu da bulamayanlar var ya. Benim evimin tefrişi, ısınma ya da barınma şeklim, eh onu da bulamayanlar var ya desek ne kadar rahat olacağız değil mi? Yâni kendimizden daha aşağıdakileri gördükçe egosunu tatmin edecek; “oh olsun size! Sizler benden aşağıdasınız! Mahvolun, kahrolun!” mu diyeceğiz? Hayır, ama ALLAH’ın bize verdiği nimetleri hor görmeyecek, o nimetlerle kulluk yapmaya çalışacağız Rabbimize. Aa! Meğer bende onlardan daha çokmuş, ben de birazını bu kardeşlerime vereyim diyebilecektir o zaman kişi.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa- 29. “Ey İnananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin. ALLAH şüphesiz ki size merhamet eder.”

Gelin ey Müslümanlar, evlenme standartlarımızı, ev kurma standartlarımızı, geçim standartlarımızı, mehir standartlarımızı, yeme içme, giyinme kuşanma standartlarımızı belirleme konusunda örneğimiz, önderimiz Hz. Muhammed (a.s)’ı örnek alalım. O ne demişse, nasıl yaşamışsa, ne kadarıyla iktifa etmişse, ne kadarına izin vermişse böyle bir hayatı yakalayıp hem dünyamızı, hem de âhiretimizi güzelleştirelim. Onun tanıdığı, izin verdiği ruhsat istikâmetinde bir hayat yaşayalım da dünyamızı da âhiretimizi de berbat etmeyelim.

30. “Bunu kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa, onu ateşe sokacağız. Bu, ALLAH'a kolaydır.”

Eğer dünyalık elde edeceğiz diye ALLAH’ın bizden istediği öteki görevlerimizi ihmâl edecek bir duruma düşmüşsek, kitap ve sünnetten uzaklaşmış, çocuklarımızın dinî hayatıyla ilgilenemeyecek bir duruma düşmüş, mutfak masraflarımız Rasulullah’ınkinden 30-40 misli fazla, günlük gecelik harcamalarımız 5-10 garibanın normal harcamasına denkse ALLAH için düşünmek zorundayız. Bizim için örnek olarak gönderilmiş olan Rasulullah Efendimizin ölçülerini unutmadan yaşamak zorundayız.

Nisa- 31. “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz.”

Abdurrahman b. Ebû Bekir, babasından, şöyle dediğini rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında idik. Üç defa şöyle buyurdu: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? ALLAH'a Şirk koşmak, anaya babaya itaatsizlik etmek ve yalancı şahitliği yapmak.." (Buharî, Edeb 6; İman, 16)

Nisa-32. “ALLAH'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. ALLAH'tan bol nîmet isteyin. Doğrusu ALLAH her şeyi bilir.”

Elbette birilerine göre bize verilenler azdır ama birilerine bakış da fazladır. Öyleyse gelin ey Müslümanlar, birilerine göre malımız az diye bizimkine nazaran malı fazla olanların mallarına göz dikmeyelim. ALLAH’ın takdirine itiraz etmeyelim. İsteyeceklerimizi ALLAH’tan isteyelim. ALLAH her şeyi en iyi bilendir. Kime ne vereceğini, kime ne kadar vereceğini, kime hangi soruları göndereceğini, kimi neyle imtihan edeceğini, kimi kime üstün kılacağını en iyi bilendir ALLAH.

Unutmayalım ki kime ne verilmişse, kimden ne esirgenmişse bu bir imtihan konusudur. Ne çok verilenler sevinsin, ne de az verilenler dövünsün. Ne çok verilenler imtihanı kazandı da onun için verildi, ne de az verilenler imtihanı kaybettiler de onun için az verildi. Kimin kazandığı, kimin kaybettiği yarın belli olacak.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-33. “Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından her birine varisler kıldık. Kendileriyle yeminleştiğiniz kimse­lere hisselerini veriniz. Doğrusu Allah her şeye şahittir.”

Anne babanın ve yakınların geride bıraktıklarından her birine, biz mîrasçılar kıldık. Evet önceki âyetlerde de demeye çalıştığımız gibi ölen kişinin varislerini tayin eden Rabbimizdir. Kimin kimden ne kadar mîras alacağını Rabbimiz bildiriyor.
Yine yeminlerinizle, yahut sözlerinizle bağladığınız, yahut nikah akidlerinizle bağladığınız, yahut daha önceleri evlâtlık kaldırılma­dan önceki dönemlerde kendinize evlâtlık edindiğiniz, evlâtlık aldığı­nız kimseler için de onların nasiplerini verin.
Anlayabildiğimiz kadarıyla bu âyet eskiden Araplarda var olan bir geleneğin kaldırılmasıyla alâkalıdır. Eskiden Araplar birbirleriyle dost olurlar ve birbirlerinin mallarına varis olurlardı. Manevî bir kardeş manevî kardeşine, manevî bir evlât manevî babasına, manevî bir baba manevî evlâdına varis olurdu. Ama işte bu sûredeki miras âyetiyle kimlerin varis olacakları ortaya konunca onlara da bir şeyler verilmesini istiyor Rabbimiz. Yani ey müslümanlar, vefatınızdan sonra geriye bıraktığınız mallarınıza bunlar varis olamayacaklarına göre hayatta iken onlara bir şeyler verin. Çünkü kişinin hayatta iken, ölüp de malı Allah’ın belirlediği varislerine intikal etmeden önce dilediklerine verme yetkisi vardır.
Yine bu âyetlerin gelişinden önce ensâr ve muhacir Müslümanlar birbirlerine varis oluyorlardı. İşte bu âyetleriyle Rabbimiz artık eski anlayışları kaldırıp mîrasın sadece Al­lah’ın belirlediği varisler arasında geçerli olduğunu ortaya koyuyordu. Kişi hayatta iken istediği kimselere malını verebilme hakkına sahip olmakla birlikte öldüğü andan itibaren sadece malını anne, baba, dede, nene, evlât, kavim, kardeş, birbirlerine akrabalık bağı olan va­risleri alacaklardır. Bunların birbirlerine nasıl varis olacakları? Mîras­tan ne miktar pay alacakları Allah tarafından belirlenmiştir.
Şüphesiz ki Allah, bilendir, haberdar olandır. İşte akrabaların, anne ve babaların, oğulların, kızların birbirlerine karşı nasıl mîrasçı olacakları açıklandıktan sonra, hukukî durum ortaya konduktan sonra işin kendisi tarafından gözetim altında olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Unutmayın ki Allah her şeyi bilmekte ve her şeyden haberdar olmak­tadır. Unutmayın ki her an Rabbinizin gözetimi altında bulunmaktası­nız. Rabbiniz yaptıklarınız konusunda yarın sizi hesaba çekecektir. Öyleyse mîras konusunda ve tüm hayat programınız konusunda, evli­lik konusunda, boşanma konusunda, birbirlerinize davranışlarınız ko­nusunda Allah’ın dinine uygun hareket edin. Allah gözetiminde olduğunuzu unutmayın. Yaptıklarınızı Ona lâyık yapmaya çalışın. Yarın yaptıklarınızın tümünden hesaba çekileceğinizi bilerek bir hayat yaşayın.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Nisa-33. “Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından her birine varisler kıldık. Kendileriyle yeminleştiğiniz kimselere hisselerini veriniz. Doğrusu ALLAH her şeye şahittir.”

Unutmayın ki ALLAH her şeyi bilmekte ve her şeyden haberdar olmaktadır. Unutmayın ki her an Rabbinizin gözetimi altında bulunmaktasınız. Rabbiniz yaptıklarınız konusunda yarın sizi hesaba çekecektir. Öyleyse mîras konusunda ve tüm hayat programınız konusunda, evlilik konusunda, boşanma konusunda, birbirlerinize davranışlarınız konusunda ALLAH’ın dinine uygun hareket edin. ALLAH gözetiminde olduğunuzu unutmayın.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-34. “Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar. İyi kadınlar, gönülden boyun eğenler ve Allah'ın korunmasını emret­tiği, kocasının bulunmadığı zaman da koruyandır. Serkeş­lik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakın, nihâyet dövün. Size itaat ediyorlarsa aleyhlerine yol aramayın. Doğrusu Allah Yücedir, Büyüktür.”
Allah’ın bazısını bazısına (Cihad, imamet ve mîras gibi konularda) üstün kılması sebebiyle, bir de erkekler mallarından aile fertlerine harcama yaptıkları için, erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar. Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler.
Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz bizim hepimizin bir erkek ve dişiden yaratıldığımızı anlatmıştı. Sonra yine Rabbimizin izniyle evlenme hakkına sahip kılındığımız ortaya konulmuştu. As­lında birbirlerine haram olan erkek ve kadının Allah’ın belirlediği bi­çimde nikâh bağıyla bir araya geldikleri takdirde helâl yollarla birbirle­rinden istifade edebileceklerini, helâl yollarla birlikteliklerini sürdüre­bileceklerini anlatmıştı. Evet nikâhla, Allah’ın istediği biçimde hayatla­rını birleştirmiş bir kadın ve erkek huzur içinde birlikte yaşayabilecek­leri, birlikte Allah’a kulluklarını gerçekleştirebilecekleri, birlikte cenneti kazanabilecekleri bir aile yapısı oluşturmuşlardır. Allah onlara sevgile­rinin meyvesi olarak nûr topu evlâtlar da verecektir.
İşte elbette şimdi bu kadından, erkekten ve çocuklardan müte­şekkil bu aile yapısında, bu aile düzeninde Allah’ın istediği düzenin sağlanabilmesi ve Allah’a Allah’ın istediği kulluğun en güzel bir bi­çimde icra edilebilmesi için bir reise ihtiyaç olacaktır. Zira toplum ola­rak yaşamak zorunda olan insan gruplarının en küçük biriminden en büyük birimine kadar intizamın sağlanabilmesi için mutlaka bir reisleri, bir idarecileri olacaktır. Hani Rasulullah Efendimiz iki kişi de olsanız yola çıkmışsanız mutlaka biriniz imam olsun buyuruyordu ya. Toplum için nasıl bu gerekliyse, toplumun en küçük birimi olan aile için de bu gereklidir. Mutlaka aile fertlerinden birinin reis olması gerekecektir.
Öyle değil mi? Şu anda yeryüzünde hangi toplum neye inanırsa inansın Rabbimizin koyduğu bu genel yasanın dışına çıka­mamaktadır. Rabbimiz insanların fıtratları gereği bunu bir sisteme bağlamıştır. İslâm’ın dışındaki toplumlarda da mutlaka bir reise bağ­lanma yasası var, ama onlar bu reisi seçme ve bu reise bağlanma konusunda kendilerince bir düzen oluşturmuşlar. Kendilerince koy­dukları kurallarla seçtikleri bir idarecinin, bir kralın, bir hükümdarın buyrukları altında yaşamak zorundadırlar.
İşte devlet, toplum, kabile, aşiret gibi toplumsal olguların en küçük birimi olan aile için de aynı yasa geçerlidir. Bir ailede de mutlak sûrette bir reis olacak, bakın bu âyetinde de Rabbimiz buyuruyor ki ailede erkekler kadınlar üzerinde kavvamdırlar, reistirler. Bu tayini, bu tespiti bizzat Rabbimiz yapmıştır. İşte bakın bu âyetinde de Rabbimiz buyuruyor ki ailede erkek­ler kadınlar üzerinde kavvamdırlar, reistirler.
Tabi şu anda dünyada bunun tartışması sürmektedir. Vahyi tanımayan ve feminizm hareketlerinden etkilenen dünyada şu anda er­kek kadın eşitliği üzerinde ısrarla durulmaktadır. Yürüyüşler yapılıyor, tartışmalar yapılıyor, hak arayışları sürüp gidiyor. Kâfir dünyanın dü­şünceleri İslâm dünyasına taşınmak isteniyor. Müslümanlar da kâfir dünyanın bu hareketlerinden etkilenerek kadın ve erkeği Allah’ın ve peygamberin yerli yerine oturttuğu konumundan, makamından farklı konumlara çekme ihtiyacı hissediyorlar.
Dikkat ederseniz sûrenin başında Rabbimiz insanlığın atası ola­rak bir Adem’den ve hemen arkasından da Adem’e bir eşten söz etti. Adem’e bir Havva’dan söz edildi. Yâni yaratılan bu Adem’in yanı başında bir de Havva var. Bir kadın var. Çünkü Adem için Havva’sız bir hayat, hayat değildir. Havva Adem’i, Adem de Havva’yı tamamlar. Ne Adem’siz Havva, ne de Havva’sız Adem düşünülemez. Bunun içindir ki kesinlikle İslâm kadınla erkeği karşı karşıya getirmez. İslâm ka­dınla erkeği böyle karşı karşıya getirmediği gibi asla kadın erkek eşit­liği, kadın erkek eşitsizliği gibi zırvaları da gündeme getirmez. Hiçbir zaman konu etmez bunu. İslâm’a göre böyle bir problem yoktur. Yâni kadın erkeğe eşit midir? Değil midir? Nasıl eşit olur? Nasıl olmaz? Zerre kadar bunu problem etmez İslâm. Zira bu iki varlığı ayrı düşün­mez İslâm. Bu ikisi bir varlıktır. Bu iki varlığı ayrı ayrı düşündüğünüz zaman, ayrı ayrı hiçbirisi bir değer ifade etmez yâni.
Meselâ yüz tane Adem insan değildir Havva’sız. Veya yüz tane Havva da insan değildir Adem’siz. Bu ikisini karşı karşıya getirmek ye­rine bu ikisini birlikte düşünmek zorundayız.
Hadîselere kitap ve sünnetin gözlüğüyle bakmak zorunda olan bizler kesinlikle küfrün kendi içinde yaşadığı çelişkilerini İslâm’a taşı­mamalıyız. Bu konuyla alâkalı kâfir dünyanın çıkmazlarını İslâm’ın meselesiymiş gibi İslâm’a sokmamalıyız. İslâm’a göre kadın ve erkek ayrı ayrı varlıklardır ama ikisi birden insandır. Yalnız başına ne erkek insandır ne de kadın insandır. İkisi birlikte insandır. İşte problemi böylece çözümlemek zorundayız. Erkek ve kadını karşı karşıya ge­tirmek İslâm’ın ve Müslümanların problemi değildir.
Meselâ bakın bir şehre yüz bin tane erkek yerleştirin, eğer orada kadın yoksa onlar öldükten sonra hayat bitecektir orada. Öyleyse orada insan yoktur demek zorunda kalacağız. Aksi de böyledir tabii. Yâni sanki kadınla erkek bir bütünün parçaları gibidir. Bir bütü­nün ikiye parçalanmış ve sonra da fonksiyonel olarak birleşmesi gibi­dir. Allah’ın da zaten erkeğin yanı başında hemen kadını da yaratma­sının hikmeti de buradadır. Başka bir âyetinde Rabbimiz:
"Onda sükûnete eresiniz diye içinizden eşler yaratması da Onun âyetlerindendir." (Rum: 21)
Onunla hayat bulasınız diye buyururken bu iki parçanın birbiri­nin tamamlayıcısı olduğunu anlatır. Hayat bulmak. Yâni bin erkekten bir insan dünyaya getirebilir misiniz? Veya bin kadından bir canlı çıkarabilir misiniz? İşte meseleye böyle bakmak zorundayız ve küfür dünyasının şirk dünyasının, Allah’ı tanımadan, vahye müracaat etmeden problemlere çözüm getirmeye kalkışan kâfirlerin ürettiklerini İslâm’a taşımanın hiç mi hiç anlamı yoktur bunu böylece bilelim in­şallah. Müslümanların böyle bir problemleri yoktur.
Kadın ve erkeğin birlikte oluşturabilecekleri bir aile düzeninde ne kadın olmasa erkek yalnız başına bir ailedir, ne de erkek olmasa kadın tek başına bir ailedir. Neden bu böyledir? Çünkü Allah öyle bu­yuruyor. Kiminizi kiminizin üzerine üstün kıldık, kiminizi kiminize kavvam kıldık.
Bu üstün kılınma, kavvam kılınma, reis kılınma konusunu biraz açalım. Arkadaşlar, bu erkeğin kadınlar üzerine üstün kılınması, kavvam kılınması erkeğin cennete gideceği, ya da önce cennete gideceği anlamına gelmiyor. Reislik durumuyla, önderlik haliyle erkek cennete gidecek, kadın gidemeyecek anlamına değildir bu. Peki nedir bu kavvam? Erkekler kadınlar üzerine kavvamdırlar. Peki nedir bu kavvam oluş? Zalimdir! Despottur! Ezicidir! Aşağılayıcıdır! Horlayıcı­dır! Üsttedir! Alttadır! Yandadır! Kenardadır! değil. Ya ne? Hani İs­lâm’ın toplumun nüvesi dediği aile var ya, bunu bir birim kabul eder ya İslâm toplumda, işte o ailede erkeğe bir fonksiyon yükler ya İslâm, işte bu anlamadır kavvam. Yâni rol anlamına, şeref anlamına, kahır anlamına ve görev anlamınadır bu kavvam.
Yâni kadınlar üzerinde bekçi ve muhafız anlamınadır bu kavvam. Yâni kadınlar üzerinde hizmetçi olmadır bunun mânâsı. Kadınları eğitme, onları yetiştirme ve ateşten koruma görevidir. Kadınla­rın hayatına karışma ama onların Allah’ın emâneti olduklarını bilmedir kavvam. Veya onlardan sorumlu olma görevini üstlenmedir. Bakın bu kelime Nisâ sûresinde bir daha kullanılır:
"Ey iman edenler! Hak üzere durup adâleti yerine getirmeye ça­lışan kavvamlar olun!" (Nisâ: 135)
Yâni ey iman edenler, siz de toplumda bulunduğunuz ko­numda, bulunduğunuz makamda kavvamlar olun! İnsanlara, hayvan­lara, bitkilere, hattâ taşlara cansız cemadatlara karşı kavvamlar olun. Onlar nerede kullanılmalıysa, hangi konumda tutulmalıysa onları o makamda tutarak kavvamlar olun! buyurulmaktadır.
Öyleyse erkeklerin kadınlar üzerine kavvam oluşunu böyle anlı­yoruz. Hani Rasulullah Efendimizin: “Seyyid’ül kavmi hadimuhum” hadisinin muhtevası çerçevesinde anlıyoruz bunu. De­ğilse kadın erkek İslâmî sorumluluk noktasında aynı konumdadırlar. Allah’ın kendilerinden istediği emirler, farzlar ve haramlar hususunda insan olarak kadının erkekten hiçbir farkı ve eksikliği yoktur. Kur’an’ın ifadesine göre zina eden, hırsızlık yapan bir kadın, bunları yapan er­kek gibidir. Her ikisine de aynı had cezası uygulanır. Yine saliha bir kadın salih bir erkek gibidir. Yaptıkları karşılığında her ikisine de ha­zırlanan cennet aynı cennettir. Erkeğin namazının, orucunun, sada­katinin ve iffetinin karşılığı kadınınkinin karşılığından faklı değildir.
Yâni kullukları ve sorumlulukları açısından kadın ve erkek bir­birine eşittir. Lâkin aile içindeki müşterek sorumluluklarına gelince Rabbimiz her birine ayrı ayrı roller biçmiştir. İşte Rabbimiz tarafından kendilerine biçilen bu rol gereği olarak erkeğe şahsi ve malî konu­mundan ötürü bir imtiyaz vermiştir. Riyasete, imamete, reisliğe lâyık kılınmıştır.
Öyle değil mi? Şu anda toplumda toplum üzerine reis olanların cennete gitmeleri, ya da cennete önce gitmeleri diye bir durum söz konusu değildir değil mi? Kim Allah’a daha iyi kulluk ederse, kim daha muttaki olursa ister reislerden olsun, isterse tebaadan olsun, ister ai­lenin reisi olan erkek olsun, isterse kadın, çoluk çocuk olsun cennete gidecek olan odur. Hattâ bir köle, bir câriye Allah’a en güzel bir kulluk yapar da ötekilerden önce cennete gider. Kadın kocasından daha gü­zel kulluk yapar, kocasından daha muttaki bir hayat yaşar da ondan önce cennete gider.
Öyleyse bu üstünlük hiçbir zaman o anlama bir üstünlük değildir. Erkeğin kadın üzerine böyle kavvam oluşu cennet üzerinde böyle yasal bir hak kazanması anlamına değildir. Bu konuda kimsenin kimseye bir üstünlüğü, bir önceliği yoktur. Veya bu şeref ve fazilet olarak erkeklerin kadınlar üzerine bir üstünlük değildir.
Ancak Allah hayatı böyle istemektedir. Hayatın yoğun işleri er­kekler üzerindedir. Sosyal hayatta çalışıp çabalayıp kadınının ve ço­cuklarının nafakasını, geçimini sağlama görevi erkek üzerindedir. Ge­rek kendi rızkını, gerekse kocasının ve çocuklarının rızkını temin yü­künü, ailenin geçimini sağlama yükünü Allah kadına yüklememiştir. Fiziki güçlülükleri ve dayanıklılıkları sebebiyle, durumlarına ve kapa­sitelerine göre Rabbimiz bu yükü erkeklere yüklerken kadınlara da durumlarına göre erkeklerin asla yapamayacakları bir görevi yükle­mektedir ki o da çocuk doğurma ve analık fonksiyonlarını icra etme işidir. Veya hayatta bir erkeğin dünya hayatına bağlanmasını, dünya hayatında doyuma ulaşıp sükuna ermesini sağlama görevidir.
İyi kadınlar, saliha kadınlar gönülden Allah’a itaat eden, kocala­rının meşru isteklerine itaat eden, kendileri üzerindeki Allah’ın be­lirlediği Allah’ın haklarına hukuklarına, kocalarının haklarına hukuk­la­rına riâyet eden kadınlardır. Saliha kadınlar, Rasulullah Efendimizin bir hadislerinde de beyan buyurdukları veçhile:
“En iyi kadın, gördüğünüzde sizi hoşnut eden, emirlerinizi dinleyen, evde olmadığınız zaman sizin malı­nızı ve kendi namusunu koruyan kadındır.”
Allah ve Resûlünün beyanları gereği kadın kocasının meşru arzularına itaat edecek. Ama unutmayalım ki Allah’a itaat kocaya ita­atten önceliklidir. Allah’a itaat eden kocaya itaat edilir. Karısından Al­lah’ın istediklerini isteyen kocanın istekleri yerine getirilir. Allah’ın emirlerine aykırı isteklerde bulunan kocaya itaat yoktur. Allah’a isyan konusunda hiçbir beşere itaat yoktur. Allah’a isyan konusunda koca­nın arzularına, emirlerine itaat kadını günahkâr yapar. Meselâ kadının tesettürünü, namazını, orucunu engelleyen, onu günah işlemeye teş­vik eden bir kocanın bu emirlerine karşı çıkmayan kadın günahkârdır. Ancak nafile ibâdetlerden engelleme hakkı vardır kocanın.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-34-devamı...
Demek ki saliha kadın, en iyi kadın Allah’ın haklarına, kocasının haklarına riâyet eden ve Allah onların kendilerini ve haklarını nasıl korumuşsa kendileri de gizliyi, görünmeyeni koruyan kadınlardır. Giz­liyi koruyan, gaybı koruyandır o kadınlar. Yâni kocaları yanlarınday­ken onların haklarını koruyup onlara Allah’ın istediği gibi davrandıkları gibi, kocalarının olmadığı ortamlarda da korunması gerekenleri ko­rurlar. Allah’ın haklarını korurlar, ırzlarını, namuslarını korurlar, kocala­rının mallarını korurlar, kocalarının sırlarını korurlar. Allah’ın kendile­rini muhafaza edip koruduğu gibi onlar da bunları muhafaza edecek­lerdir. Allah’ın kendilerini koruduğu gibi onlar da kendilerini koruya­caklardır.
Sürekli Allah’ın emirlerine, yasaklarına riâyet ederek, Al­lah’ın hukukunu gözeterek Allah’ın koruması altında olacaklardır. Al­lah’ın hukukuna riâyet ederek Allah’ın koruması altında olan kimseyi Allah korur. Ama Allah’ın yasalarını çiğneyerek, Allah’ın emirlerine ters düşerek Onun korumasından çıkan kimseden Allah korumasını kaldırıverir. Bir kadın Allah’ın yasak kıldığı birtakım yerlere gider, bir­takım ilişkiler içine girerse Allah da onu korumasından çıkarıverir ve böyle bir kadının kendisini koruması da mümkün değildir artık. Onun başına her türlü belâ gelir.
Eğer kadınların nüşûzundan korkarsanız. Nüşuz yükselmek, ha­valanmak demektir. Allah’ın bu takdirine, bu kavvamlık, bu reislik yasasına, bu itaat emrine karşı gelerek kendilerine kavvam olan kocalarına karşı yükseklik, üstünlük taslamalarından, başkaldırmaların­dan, kocalarının meşru dairedeki emirlerini yerine getirmeme konu­sunda yüz çevirmelerinden, diretmelerinden, serkeşlik yapmaların­dan, itaatten çıkmalarından korkarsanız. İşte nüşuz budur.
Onların size karşı itaatsizliklerini görürseniz, Allah’ın hukukunu, sizin hukukunuzu korumaları konusunda veya Allah’ın koruma­sını istediği hem sizin hem de kendilerinin ırz ve namuslarını koru­maları konusunda bir korkunuz varsa. Tabii bütün bu konularda erkek de serkeşlik yaparsa aynı durum onun için de geçerlidir. Aynı yanlışı yapan erkekse o zaman aynı şeyler onun için de yapılacaktır. Peki ne yapılacakmış böyle bir durumda?
Onlara vazedip öğüt verin. Evet böyle durumdaki kadın ve erkeklere ilk önce yapılacak şey onlara önce öğüt verip uyarmaktır. İşte bu, bu durumdaki kadınları ve erkekleri bu hastalıktan kurtarmak için Rabbimizin tavsiye buyurduğu ilk tedavi yöntemidir. Onlara Allah’tan korkmaları, Allah’ın yasalarına saygılı olmaları hatırlatılarak nasihatte bulunulacak. Eğer bu yöntem fayda vermişse ikinci usule adım atıl­mayacaktır. Ama bu birincisi kâr etmezse o zaman ikinci kademede:
Onların yataklarını ayırın. Evet onların yataklarının ayrılması söz konusu olacak. Allah diyor ki yatakta onlardan uzak durun. Aynı odada, aynı yatakta yatmakla birlikte onlarla cinsel ilişkide bulunulmayacak. Aynı yatakta sırtınızı dönüp yatın, onlarla konuşup, oynaşıp sohbet etmeyin. Dikkat ederseniz yataklarınızı ayırın, yahut da ya­taklarınızdan uzak durun denmemiş de, yataklarınızda onlardan uzak durun denmiş. Aynı yatakta kadınla ilgilenmemek psikolojik olarak ona çok ağır gelecektir. Bu durum onun ağırına gidecek ve uslana­caktır. Eğer bu yöntem de kâr etmemişse o zaman üçüncü kademede Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Sünnette iz bırakmamak, yüzüne vurmamak ve takbih edip izzeti nefsini kırıp dökmemek kayd u şartıyla kadının dövülebileceği sı­nırlandırılmıştır. Ama unutmamalıyız ki bu dövme işi üçüncü merha­lede olacaktır. Birinci ve ikinci merhalede Rabbimizin anlattığı yöntem uygulanmadan direkt dövmek caiz değildir. Bir suç işleyince hemen dövmeye kalkışmak caiz değildir.
Bugün kâfir ve müşrik dünya Müslümanları sorgularken diyorlar ki bu Müslümanlar vahşi insanlardır, kaba ve barbardırlar bun­lar. Çünkü bu Müslümanlar hanımlarını dövüyorlar. Bu din de onun müntesipleri de işte böyle vahşi insanlardır demeye çalışıyorlar. İs­lâm’ın kadınlar için de erkekler için de ayrı cezaları vardır, meselâ ölüm cezaları vardır diyerek İslâm’ı ve Müslümanları çok kötü bir şe­kilde karikatürize etmeye çalışıyorlar hainler. Böylece Allah’ın dinini gönüllerden düşürmeye çalışıyorlar. Halbuki kimse kimseyi dövme­melidir, kimse kimseyi öldürmemelidir, kimse kimseye vurmamalı, haksızlık etmemelidir diyorlar. Halbuki kendileri sürekli dövüyorlar, sü­rekli öldürüyorlar ve zulmediyorlar alçaklar.
Şu anda tüm dünyaya çok çağdaş ülkeler diye takdim ettikleri Amerika’sını, Almanya’sını, İngiltere’sini, Rusya’sını herkes biliyor. Demokrat dedikleri, insancıl dedikleri, adâletin, eşitliğin, insanlığın beşiği dedikleri ülkeleri gözlemleyin. Gerek sosyal hayatlarında, gerek caddelerinde, gerek hapishanelerinde, nezarethanelerinde polislerin, askerlerin nasıl zalimce davrandıklarını göreceksiniz. Tüm dünyanın gözleri önünde nasıl insanları öldürdüklerini, nasıl zulmettiklerini, na­sıl yargısız infazların yapıldığını görürsünüz. Bunlar sadece televiz­yonlardan ve filmlerinden intikal edendir. Bir de içlerine gidip de bizzat işlenenleri görseniz aklınız durur.
Üç merhale anlatıyor Rabbimiz. Ama tabii bunların üçünün de aynı anda yapılması gerekmeyebilecektir. Yâni birinci merhalede sonuç alınmışsa ötekilere gerek kalmayacaktır. İşte bunlar bizi bizden iyi bilen, bizi bizden daha çok düşünen, bize bizden daha merhametli olan Rabbimizin bizim mutluluğumuz için koyduğu yasalarıdır. Ve bu, bir iman meselesidir. İster bunlara aynen iman eder mü’min olursu­nuz, isterse reddeder kâfir olursunuz. Bu sizin probleminizdir.
Bize gelince biz aynen Rabbimizin dediklerinin doğruluğuna iman ediyoruz. Kâfir ve müşrik dünya karşısında asla komplekslere kapılmadan Rabbimizden gelenlerin hak olduğuna iman ediyoruz. Kur’an ve sünnet doğrultusunda bir eğitimden geçmemenin, Allah’ı ve peygamberi tanımamanın verdiği cehalet ve sıkıntı ile kâfir ve müşrik dünyanın saldırıları karşısında Müslümanlığımızdan eziklik duyanlar­dan olmayalım inşallah.
Yâni kâfir ve müşrik dünyanın empoze etmeye çalıştığı efendim, işte İslâm’da kadın hakları şöyledir, erkek hakları böyledir, mîras şöyledir, evlenme boşanma böyledir diyerek yaptıkları alçakça saldırılar karşısında aşağılık duygusuna kapılarak Allah’ın kitabını ve Resûlünün sünnetini değiştirmeye hiçbir zaman hakkımızın olmadığını bilelim. İşte çok rahat baş vuran herkesin anlayabileceği biçimde Kur’an nasları ortadadır. Peygamberimizin uygulamaları ayan beyan ortadadır.
Öyleyse başka yerlerde hak aramaya, hukuk aramaya gerek yoktur. Tıpkı Allah düşmanı bu yahudi ve hıristiyanların yaptıkları gibi Allah’ın kitabını ve peygamberin sünnetini tahrif etmeye kimsenin hakkı yoktur. Zaten bunların tek dertleri budur. İsterler ki sizler de kendileri gibi kitabınızı değiştirip, peygamberinizin yolunu tahrif edip kendileri gibi sapıklığa düşesiniz, kendileri gibi kâfir olasınız.
Eğer aldığınız bu tedbirler, uyguladığınız bu yöntemler sonucunda o kadınlar uslanıp ta size itaate, Allah’ın yasalarına iaate yönelirlerse artık onlar üzerine bir yol aramayın. Yâni artık onlara ezi­yet etmeyin, onlara iyi davranın. Unutmayın ki Allah Âlî ve Kebirdir. Allah çok yüce ve çok büyüktür.
Arkadaşlar âyetin sonunda gelen bu ifadeler, Allah’ın gün­deme getirdiği bu isimleri, bu sıfatları gerçekten erkeklere çok büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Hanımlarına karşı haksız yere zulmeden, onlara insanca davranmayan erkeklere çok büyük bir tehditte bulunu­yor Rabbimiz. Burada kendisinin çok âlî, çok yüce ve büyük oluşunu hatırlatması erkeklere şunu ihsas ettirmesi içindir: Ey erkekler! Ey ko­calar! Eğer şu anda Rabbinizin yaratışı gereği, Rabbinizin takdiri ge­reği fiziksel yönden kadınlardan üstün olduğunuz için onlara zulmet­meye kalkışırsanız, unutmayın ki Rabbinizin size Kâdir oluşu, sizin onlara kadir oluşunuzdan daha yücedir. Rabbinizin size güç yetir­mesi, sizin onlara güç yetirmenizden daha üstündür. Onun için sakın ha Allah’ın size verdiği gücünüze kuvvetinize güvenerek kadınlarınıza zulmetmeye, hayatlarını burunlarından getirmeye kalkışmayın. Al­lah’ın bu tehdidinden korunmak için onlara insanca muamele edin. Onların da insan olduklarını unutmayın.
Unutmayın ki şu anda siz o kadınların üzerindeyseniz, sizin üze­rinizde de Allah vardır. Efendileri olarak kadınlarınızdan Allah’a ve kendinize itaat isteyen sizler kendi efendiniz olan Allah’a ne kadar itaat ettiğinize bir bakın. Sizler efendiniz olan Allah’a nasıl davrandı­ğınıza bir bakın da efendisi olduğunuz kadınlarınızdan kendinize o tür davranışlar bekleyin. Unutmayın ki sizler efendinize ne kadar itaat ediyorsanız kadınlarınız da size ancak o kadar itaat edeceklerdir.
Öyleyse kadınlarından, çocuklarından kendilerine itaat bekleyen ba­balar ve kocalar, efendileri olan Allah’a itaatlerini artırmalıdırlar ki be­rikilerden itaat beklemeye hakları olsun. Bir de sizler efendinize karşı kusurlar işleyip de özür dileyip tevbe ettiğiniz zaman, efendinizin size olan af ve mağfiret tavrına bakın da sizler de efendisi olduğunuz ka­dınlarınızın özürlerini, kusurlarını aftan yana, örtmeden yana olun. İşte Rabbimiz anlayabildiğimiz kadarıyla bunları diyor bu âyetinde bize.
Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz her türlü tedbire baş vurmalarına rağmen yine de aralarında anlaşma sağlanamamış bir aile probleminin çok güzel bir çözüm önerisini anlatacak
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-35.“Karı kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Doğ­rusu Allah her şeyi bilen ve haberdar olandır.”
Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız. Yâni di­yelim ki bir kadınla kocası kendi aralarında anlaşamayarak problemli bir duruma düştüler. Birbirlerini çekemeyecek, birbirlerine ta­hammül edemeyecek bir duruma geldiler. Birliktelikleri birbirlerine hu­zur ve sükun yerine ıstırap verecek noktaya geldi ve işin en önemli yönü, bu beraberlikleri Allah’a kulluklarını ters yönde etkilemeye baş­ladı. İşte böyle bir durumda bu problemi çözecek Allah'ça bir çözüm yolu, bir imkân var. Ama onu söylemeden önce bir noktaya dikkat çe­keyim inşallah.
Arkadaşlar, genelde bizim toplumda bu konudaki Allah ve Resûlünün tavsiyeleri pek uygulanmaz. Bizim toplumda Allah ve Resû­lünün emirleri bilhassa bu karı koca kavgalarında en sonda hatırlanır. Karı koca aralarında bir kavga, bir anlaşmazlık baş gösterdiği anda bunu hemen kendi ailelerine aktarıp birbirlerine olmadık hakaretlerde bulunmaya, birbirlerine zulüm etmeye başlarlar. Bu çok yanlış bir şeydir. Bakın Rasulullah Efendimiz bir hadislerinde buyurur ki:
“Kadın veya erkek kesinlikle birlikte yaşadıkları karı koca hayatını, cinsel ilişkilerini kimseye anlatmasın.”
Evet bu böyledir. Bu iş mahremdir. Ama görüyoruz ki karı koca arasında şu veya bu şekilde bir anlaşmazlık çıkmışsa, yâni erkek ve kadın olarak Allah’ın istediği bir hayatı gerçekleştirmek üzere kurduk­ları sıcak bir aile yuvasında güzel güzel yaşayıp giderlerken bir prob­lemleri çıkmışsa. Neden çıkar bu problemler? Neden bozulur bu sıcak ilişki? Eh olabilir, Müslüman bir toplumda da, Müslüman bir ailede de bu olabilir, hayat budur, insanlar budur. Böyle problemler çıktığı za­man da insanlar iki tür yanlış yapıyorlar. Birincisi az evvel ifade et­meye çalıştığım gibi bu konuda Allah’ın çözüm önerisine bakmadan hemen birbirlerine veryansın etmeye başlıyorlar.
Bazen bunun tamamen aksine karı koca aralarındaki bu problemleri yutmaya, içlerine atmaya ve hiç kimseye açmamaya çalışıyorlar. İçlerinde bir sır olarak kalıp gidiyor. Bu da çok yanlıştır. Çünkü iki tarafın da problemleri çözüme kavuşturulmadan bir sır ola­rak kendi içlerinde kalınca probleme çözüm de bulunamıyor. Koca bir problemin içinde, kadın bir yanlışın ve çözümsüzlüğün içinde, erkek kendi kendine problemi büyütüyor, kadın kendi kendine handikaplara giriyor. Ne erkek kendi velîsine, kendi büyüklerine, dostlarına açıyor, ne de kadın velîsine veya Müslümanların velîsine açıyor. Kendi ken­dilerine, kendi aralarında çözüm bulsalar neyse, ama onu da yapamı­yorlar, sonra problem büyüyor, büyüyor, bir haftalık evliliklerinde az olan, ama bir aylık olduklarında çoğalan, bir senelik olduklarında had safhaya ulaşan problem bu sefer öyle bir noktaya geliyor ki artık çö­zümlenemez hale geliyor. Kadın ayrılıktan dem vurmaya, koca bo­şanmadan bahsetmeye başlıyor.
Yâni belki ilk günlerde çok basit çözümlenebilecek bir problemi sır haline getiriyorlar, kimseye açmıyorlar ama sonunda problem büyüye büyüye ailenin dağılmasına sebep oluyor. Bu gerçekten çok kötü bir şeydir. Buna hiçbirimizin hakkı yoktur. Çünkü bu sadece ferdi bir olay değildir. Unutmamalıyız ki bu tür bozukluklardan İslâm top­lumu, İslâm ailesi yara almaktadır. Toplumu yaralamaya, toplumu rencide etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Öyleyse gelin ey Müslümanlar, bu konuda Rabbimiz ne diyor? Bu konuda örneğimiz nasıl bir yol tarif ediyor ona bir bakalım. Gelin çok mahrem olmayan ki elbette onları da anlatabilecek akrabalar bulunur problemlerimizi İslâm’ın anlatmaya müsaade ettiği bir biçimde ki bunu Rasulullah Efendimizin uygulama­larından, sahâbenin hayatından öğreneceğiz onların anlatabildikleri kadarıyla problemlerimiz en küçük şeklindeyken anlatabileceklerimize anlatalım ve Rabbimizin şimdi okuyacağım çözüm önerisine havale edelim inşallah.
Böyle bir problem anında erkek tarafından bir hakem seçin, ka­dın tarafından da bir hakem seçin. Her iki taraftan da birer hakem seçip gönderin. Bu hitap aralarında problem bulunan karı kocaya, onların ailelerine, velîlerine olduğu gibi aynı zamanda tüm Müslü­manlaradır da. Eğer onların aralarına giren bu anlaşmazlıktan dolayı birbirlerine düşmanlık ederek ayrılmalarından, boşanmalarından kor­karsanız o zaman her iki taraftan da birer hakem gönderin diyor Rabbimiz. Karı kocanın tensip edecekleri, ya da ailelerinin kabullene­cekleri, görevlendirecekleri birer aracı gönderin.
Eğer bu hakemler samimi bir niyetle arayı düzeltmeyi murad ederlerse Allah da onların aralarında başarı sağlayacaktır. Yâni eğer bu aracıların her ikisi de samimi bir niyetle karı kocanın aralarını ıslah etmeyi düşünürlerse, buna sa’y ederlerse Allah da onların bu samimi niyetlerinden ve hasbi çabalarından ötürü karı kocanın arasını bula­caktır, kalplerini birbirlerine kaynaştıracak, aralarına sevgi ve muhab­bet koyacaktır.
Veya bunun bir başka mânâsı eğer bu hakemleri seçerken, gönderirken karı koca samimi bir niyetle aralarının ıslahını murad ederlerse, barışmayı, bir araya gelmeyi arzu ederlerse Allah onların kalplerini birleştirip barışmalarında başarı lütfedecektir. Veya âyetin bir başka mânâsı da, eğer bu hakemlerden her ikisi de bu konuda âdil davranmayı ve tarafları birleştirmeyi niyetlerine alırlarsa Allah her iki hakemin de kalplerini birleştirecek, yâni onları sözbirliği ettirecektir ve arzulanan şey gerçekleşene kadar Allah onların yardımında olacaktır.
Evet iki hakem seçilecek ve bu iki hakem durumu araştıracaklar. Her iki tarafa da, kadına da, erkeğe de nasihat edecekler. Her iki tarafa da sorumlulukları, hakları ve görevleri hatırlatılacak. Cennet ve cehennem anlatılacak. Karı koca arasında Allah’ın koyduğu hukuklar anlatılacak ve her iki tarafın da bunlara uyması istenecek. Yâni ger­çekten şu anda öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki ne erkeklerimiz Allah’ın erkek hukukundan haberdar, ne de kadınlarımız kadın huku­kundan haberdar. Ne erkeklerimiz Allah yasalarını biliyorlar ne de ka­dınlarımız. Gerçekten garip bir toplum. Kadınlarımız ve erkeklerimiz doğru dürüst bir aile yaşantısını bile bilmiyorlar. Bir aile içinde gusül, abdest, namaz gibi Müslümanlığın olmazsa olmaz vecibelerinden bile habersiz bir toplum içindeyiz şu anda.
Yâni böyle bir toplum içinde belki erkek karısından Allah’ın ve peygamberinin istemediği şeyleri isteyerek ona zulmediyor. Veya belki de kadının erkeğinden beklediklerinin İslâm’la uzak ve yakından hiç bir ilgisi yoktur.
Veya meselâ erkeğin karısından istedikleri çok meşru şeylerdir de ama kadıncağız İslâmî bir eğitim almadığı için, İs­lâm’ın temel kaynaklarından habersiz büyüdüğü, ailesinden, ya da geleneklerden öğrendiği, ya da içinde bulunduğu toplumun kendisine empoze ettiği değer yargılarıyla kocasının son derece meşru isteklerine şiddetle karşı çıkmaktadır.
Veya aynı durumda karısının kendi­sinden beklediği son derece meşru bir hakkına karşı erkek erkekliği­nin gururuna kapılarak, kazaklık mı? Yoksa süveterlik mi? diyorlar, işte öyle yaparak veya ailesinden, toplumundan aldığı İslâm dışı bil­gilerle kadının en haklı isteklerine karşı geliyor. Ama kadınlarımız da erkeklerimiz de birlikte bir vahiy eğitimine teslim olurlarsa, kadın da erkek de kendi haklarını ve sorumluluklarını bilecek noktaya gelirlerse o zaman bu problemler elbette azalacaktır.
Ama yine de birtakım problemler çıkacak olursa o zaman da işte bu hakem hadîsesine başvurulacaktır. Böylece eğer kadın ve erkek birleşmeyi murad ederler ve de kadın ve erkeğin birer parçası ko­numunda olan bu akraba hakemler samimiyetle onların arasını ıslah etmeyi düşünürler ve buna sa’y ederlerse Allah yardımcı olacaktır. Elbette bu hakemler durumu araştıracaklar, karı kocadan her ikisini de dinleyecekler, hangi tarafın suçlu olduğunu veya suçsuz olduğunu anlayacaklar, problemin derinine inerek ne olduğunu ortaya çıkara­caklar ve bir karar verecekler. Onun içindir ki bu hakemler akrabalar­dan seçiliyor. Zira onların iç hallerine muttali olabilecek olanlar onların akrabaları olacaktır.
Evet hakemlerin araştırmaları sonucu verdikleri karar her ki ta­raf için de bağlayıcı olacaktır. Gerek bu karı kocanın yeniden birleşti­rilmeleri konusunda, gerekse artık bu evlilikte bir hayır kalmadığı ka­naatine varmaları halinde boşanmaları konusunda verdikleri karara her iki tarafın da uyma zorunluluğu vardır.
Meselâ araştırmaları sonu­cunda eğer bu hakemler erkeğin suçlu olduğunu tespit etmişlerse hemen o kadını ondan ayırırlar ve erkeğe o kadına nafaka ödemesini emrederler. Yok eğer suçlunun kadın olduğunu tespit etmişlerse o zaman o kadını kocasına itaate zorlarlar, aksi takdirde onu nafakadan mahrum ederler. Eğer karı koca olarak taraflardan herhangi birisi bu hakemlerin kararına uymayacak olursa, karara uyan uymayana varis olurken, uymayanın uyana veraseti geçersiz hale gelir.
Unutmayın ki Allah karı kocadan her iki tarafın da birbirlerine na­sıl davrandıklarını, hangi niyeti taşıdıklarını bildiği gibi, hakemler­den her birinin de ne istediğini, nasıl bir niyet taşıdığını, onları birleş­tirmek için mi? Yoksa ayırmak için mi sa’y ettiğinden haberdardır. Karı kocadan ve hakemlerden hangisinin zalim, hangisinin âdil olduğunu bilmektedir Allah.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-36. “Allah'a kulluk edin, O'na bir şeyi ortak koşma­yın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah, ken­dini beğenip öğünenleri elbette sevmez.”
Bu bölümde Allah’ın bu kadar âyetini duyan kullarına Rabbimizden genel bir dâvet, bir çağrı geliyor. Ey kullarım! Haydi öyleyse Allah’a kulluk yapın. Hayatınızın tümünde, 24 saatinizin tamamında, evlenmenizde, boşanmanızda, mîrasınızda, alışverişinizde, hukuku­nuzda, eğitiminizde, yemenizde, içmenizde, giyinmenizde, kuşanma­nızda, sevmenizde, küsmenizde, itaatinizde, isyanınızda, kadınlığı­nızda, erkekliğinizde, babalığınızda, evlâtlığınızda sadece Allah’ı dinleyin. Sadece Allah’ın yasalarını uygulayın. Sadece Allah’ın gös­terdiği gibi hareket edin. Allah’a hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi, hiçbir ku­rumu, hiç bir müesseseyi ortak koşmayın. Hayatınızı parçalamadan yana olmayın. Hayatınızı parçalara ayırıp o parçalardan bir bölü­münde Allah’ın, öteki bölümlerinde de başkalarının yasalarını uygula­yarak şirke düşmeyin. Namaz konusunda Allah’ı, hukuk konusunda başkalarını dinleyerek şirke düşmeyin. Oruç konusunda Allah’ın ya­salarını, kılık kıyafet konusunda başkalarının yasalarını uygulayarak müşrik olmayın.
Anaya babaya karşı da muhsin davranın. Anaya ve babaya karşı ihsanda bulunmak, muhsin davranmak ana baba karşısında Allah karşısında olma şuurunu taşımak demektir. İhsan neydi? İhsan Allah’ın her an bizi gördüğü şuuru içinde olmaktı değil mi? Yâni kişinin yaptığını Allah huzurunda, Allah kontrolünde yapma şuuru içinde olmasıdır ihsan.
Öyleyse bakın burada hem anaya babaya itaat iste­niyor bir anlamda, ama ana babaya itaat ederken, itaat ortamında da Allah karşısında olma şuurunu kaybetmememiz isteniyor. Onlar biz­den bir şey isterken Allah huzurunda olduğumuzu unutmayacağız. Bu işi yaparken Allah kontrolünde olduğumuzu hep hatırımızda canlı tutacağız. Yâni ya Rabbi! Sen bana anana şöyle davran dedin diye ya­pıyorum bunu! Babana böyle yap dedin diye böyle yapıyorum! diyerek hem Allah huzurunda olacağız, hem de onlara itaat edeceğiz.
Yâni anamız babamız bizden bir şey istedikleri zaman o anda Allah huzurunda olma şuuru içinde önce Rabbimize dönüp bir soracağız. Ya Rabbi! Şu anda babam, anam benden bir şey yapmamı is­tiyorlar. Ne yapayım? Nasıl davranayım? Sen bunların benden iste­diklerinden razı mısın? Eğer Allah razıysa tamam yapacağız. Allah huzurundayız ya. Her şeyimizle onun kontrolü altındayız ya.
Ama eğer onların bizden istedikleri Allah’ı gücendirecek, kızdıracak veya gazabını gerektirecek noktaya ulaşmışsa da o zaman onlara itaat et­meyeceğiz. Hemen o anda vazgeçivereceğiz. Anamız babamız da ol­salar dinlemeyeceğiz onları. Niye? Çünkü Allah huzurundayız ya. Al­lah kontrolündeyiz ya. Ne yapacaksak, nasıl yapacaksak onun rıza­sını aşmayacak şekilde yapmak zorunda olduğumuzu asla unutma­yacağız.
İşte ihsan budur. İşte Muhsin budur. Ana baba karşısında Allah huzurunda olduğunun bilincinde olmak. Biz tüm hayatımızda, zamanın tümünde, mekanın tamamında hep Allah huzurunda, Allah murakabesinde bulunmaktayız. Bir an bile bizden gafil değildir o.
Dikkat ediyorsanız itaat değil, ihsan isteniyor bizden. Âyet-i ke­rîmede anaya babaya itaat edin denmiyor da ihsanda bulunun deniyor. Yâni ananız babanız karşısında Allah huzurunda olduğunuzu unutmayın deniyor. Bir kere varlık sebebiyle anamız babamız itaate lâyıktır. Çünkü annemiz babamız bizim sebebi vücudumuzdur. Yâni annemiz babamız bizim varlığımıza sebep mi? Tamam onlara itaat edeceğiz. Bunun için anamızın babamızın iyi bir Müslüman olmaları şart değildir. Onlar bizim babamız anamız mı? Tamam onlara itaat şarttır. Bu mutlak bir ölçüdür. Çünkü onların itaate hak kazanmaları bizim anamız babamız olmalarıdır. Bunun için iyi bir Müslüman olup olmamaları önemli değildir.
Ama eğer anamız babamız bizden Allah’ın istemediklerini istemeye kalkışmışlar ya da bizi Allah’a isyana, Allah’a şirk koşmaya zorlamışlarsa o zaman Allah huzurunda olma şuuru içinde onları dinlemeyecek, onlara itaat etmeyeceğiz. Ama bizi şirke düşürmeyecek, bizim Müslümanlığımızı etkilemeyecek, bizi Allah’la çatışır hale getir­meyecek dünya işlerine gelince dünya işlerinde de onlarla iyi geçine­ceğiz. Dediklerini gücümüz nisbetinde yapmaya çalışacağız. Çünkü bakın Lokman sûresi der ki:
“Eğer anan bana seni körü körüne bana şirk koşmaya zorlarlarsa onlara itaat etme. Ama dünya işlerinde de maruf veç hile onlarla geçin.” (Lokman: 15)
Evet dünya işlerinde onlarla iyi geçineceğim ama itaat derken benden şirk isterlerse o zaman ben yan çizeceğim, yok kabul edeceğim, dinlemeyeceğim, duymayıvereceğim, anlamayıvereceğim, unu­tuvereceğim. Ama ısrar ederlerse engel koyacağım. Çünkü ben o anda Allah huzurundayım, önce Rabbimin hatırını düşüneceğim. Onları putlaştırarak, Allah’a ters düşen arzularını yerine getirerek Rabbimi küstürmeyeceğim. Yâni anam, babam illa da bizim dediğimiz olacak diyerek enaniyetlerini putlaştırma noktasına vardırmışlarsa o zaman onları dinlemek şöyle dursun, onların bu zulümlerine engel olmaya da çalışacağız. Çünkü onların bu hareketleri kendilerini Rab makamında görmelerinden ötürü bir zulümdür.
Öyle olunca da artık burada konu anneye babaya itaat konusu değil, annenin babanın kötülüğüne engel olma konusudur. Evet ana balarımıza karşı iyi davranmamızı istiyor Rabbimiz. Onlarla birlikte onların hukukuna riâyet ederek Allah’ın istediği şekilde bir hayat ya­şamamızı istiyor.
Allah korusun da şu anda içinde yaşadığımız toplum tıpkı kâfir dünyada olduğu gibi sadece karı kocanın birlikte yaşadıkları bir aile tipine dönüştü. İslâmî aile tipi dağılıp ana baba ile ilgi hemen hemen kesildi. Kadın ve erkek tıpkı yahudi ve hıristiyan dünyada olduğu gibi ana babayla irtibatlarını kesip, hattâ çocuklarıyla bile ilgilerini koparıp materyalistçe bir hayat yaşamaya, hayatlarını kimseyle paylaşma­maya başladı. Hattâ kimileri, kimi karı kocalar materyalist bir felse­feyle birbirlerine bile tahammül edemeyerek, birbirleriyle bile irtibatla­rını keserek yine batıda olduğu gibi, müşrik aile düzeninde olduğu gibi ayrı ayrı bir hayatı yaşıyorlar.
Gelin ey Müslümanlar, Rabbimizin bize en uygun olarak gönderdiği yasalarına kulak verelim. Rabbimizin istediği bir hayatı yaşa­maya çalışalım. Anne babayla, dede nineyle, çoluk çocukla, karı ko­cayla mutlu bir hayat yaşayalım. Akrabalarımızla ilgimizi kesmeyelim. Kâfirce, materyalistçe bir anlayışla akrabalarımızı çok kötü bir du­rumda bırakmayalım. Asla kâfirler gibi ben merkezli bir hayat yaşa­mayacağız. Benim ekonomik gücüm var, benim siyasal gücüm var, benim hocalığım, hacılığım var, benim çevrem, kredim var, benim kimseye eyvallahım yoktur, ben kendi dünyamı yaşarım, diyerek kendi kendimize bir hayat yaşamadan yana olmayacağız. Bizim ya­şadığımız hayatta babamız olacak, anamız olacak, dedemiz olacak, ninemiz olacak, çocuklarımız olacak, hattâ fakir fukara garibanlar ola­cak. Bir ekmeğimiz varsa, yarım ekmeğimiz varsa onlarla birlikte ye­mek zorundayız.
Akrabaya karşı da ihsanda bulunun. Akrabaya iyilikte bulunmak ta aynı mânâlara gelmektedir. Malla, lisânla, bilgiyle onları cen­nete götürmeye çalışın demektir. Akrabalarınızı kendi hallerine bı­rakmayın ve sürekli onlarla görüşerek hak yolda olmalarını sağlayın demektir. Onlara emr-i bil’ma’ruf yaparak, kitap sünnet duyurarak, onlarla ilgiyi kesmeyerek onları cennet yolunda tutun demektir. Onları Allah dinine aboneler yapın demektir. Onları cehennemden koruyabilmek için elinizden geleni arkanıza bırakmayın demektir.
Yetim ve miskinlere de ihsanda bulunun. Yâni sûrenin evve­linde de ifade buyurulduğu gibi yetim ve miskinler karşısında da Allah huzurunda olduğunuzu unutmayın. Onlara davranışlarınızı huzurunda bulunduğunuz Rabbinizin istediği gibi ayarlayın. Onlara karşı yaptıkla­rınız da Allah’a lâyık şeyler olsun. Onlara karşı Rabbinizi küstürecek tavırlardan kaçının.
Yâni yetimlere, toplumda analı babalı olanlar gibi bir dünyada yaşatılmaları konusunda ihsanda bulunun. Sanki top­lumda kendilerini analı babalılar gibi hissedecekleri bir hayat sunup yaralarını sarmadan, işlerini görmeden yana olun. Miskinlerin de top­lumda paralı pullu olanlar gibi yaşatılmalarını sağlamak üzere ihsanda bulunun onlara. Yediğinizden yedirip giydiğinizden giydirip onların hu­zurlarını sağlamaya ve onları kendi hayat standartlarınıza çıkarmaya gayret edin diyor Rabbimiz.
Yâni eğer yetimleri analı babalılar gibi yaşatamayacak olursak kendimiz yetimler gibi bir hayat yaşamaya, fakirleri de paralılar gibi bir hayata ulaştıramazsak kendimiz fakirler gibi bir hayat yaşamaya yö­nelmek zorundayız. Çünkü unutmayın ki bizler onlara karşı yaptıkla­rımız konusunda Allah huzurundayız. Allah ne yaptığımızı her an görmektedir.
Yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yol­cuya ve elinizin altında bulunan kimselere de iyilik edip ihsanda bulu­nun.
Yakın komşu, ya kapı dibi komşudur, ya da akrabalığı olan kom­şudur. Uzak komşu da ya evi uzak olan komşudur, ya da akrabalığı olmayan komşudur. Yakın arkadaş ya kişiye en yakın olan, en ya­kın hayat arkadaşı olan eşidir, ya da yolculukta arkadaş olan kişidir veya kendisinden ilim öğrenilen, kendisinden ilim öğrendiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz kimsedir. Veya bir ilim meclisinde kendi­siyle birlikte oturduğumuz kimsedir. Uzak komşu hakkında kimileri ki­şinin yahudi ve hıristiyan olan, kâfir olan komşularıdır da demişler. İşte komşularımızla ilişkilerimizde de muhsin davranıp Allah huzu­runda olduğumuzu unutmayacağız.
Evet Rabbimizin beyanıyla:
1- Akraba olan mü’min komşuya,
2- Akraba olmayan mü’min komşuya,
3- Kâfir komşuya ihsanda bulunacağız. Müslüman ve akraba olan komşunun komşusu üzerinde üç hakkı vardır. İslâm kardeşliği hakkı, akrabalık hakkı ve komşuluk hakkı. Müslüman olup da akrabalığı olmayan komşunun da iki hakkı vardır. Bir din kardeşliği hakkı, iki komşuluk hakkı. Kâfir olan komşunun da komşusu üzerinde sadece komşuluk hakkı vardır. İşte bütün bu haklara riâyet ederek onları cen­nete kazandırma kavgası vermek zorundayız.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-36 Devamı...
Gerçekten komşularımıza karşı Allah’ın istediği davranma ve ihsan konusunda bugün hepimiz çok yaya ve yavanız. Ailemizden sonra en yakın sosyal çevremizi komşularımız meydana getirir. İyi veya kötü günlerimizde şartlar en yakın çevre ile temas halinde bulunmayı gerektirir. Darlık zamanında yardımlaşma, normal zamanlarda ziyaretleşme, sır sayılabilen halleri gizleme birbirinin hâlinden etkilenme, hatta komşunun mülkünü satın almada öncelik hakkına sahip olma (şûf'a) komşulukla ilgili bir dizi hak ve sorumlulukların kaynağım teşkil etmiştir. Komşu deyiminin kapsamı ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a) çevrede "sesi işitilenlerin" komşu olduğu görüşündedir. Hz. Aişe (r.a) da her taraftan kırk evin komşu olduğunu ve bunların komşuluk hakkına sahip bulunduklarını bildirmiştir. Ayrıca, komşu tabiri, hiç bir ayırım yapılmadan, müslüman-kâfir, âbid-fâsık, dost-düşman, yerli-misafir, iyi-kötü, yakın-uzak bütün komşuları içine alır.(Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 130)
Hz. Peygamber: "Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi. Bu sıkı tavsiyeden, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim" (Buhârî, Edeb, 28)
"Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü'min olamaz" (Buhârî, Edeb, 29)
“Mü'minin, kendi nâil olduğu nimetlere diğer mü'min komşularının da nâil olmasını, kendisi için istemediği şeyleri mü'min komşusu için de arzu etmemesi esastır” (Buhâri,İman,5)
Bu prensipten hareket edilince komşu komşuyu rahatsız edemez. Burada, herkese uygulanabilen objektif bir ölçü sunulmuştur. Görüntü yaparak veya balkon, saçak vb. yapılarla komşunun arsasına taşarak zarar veren kimse, aynı davranış kendisine yapılsa razı olmayacaksa, kalbine danışarak doğruyu bulabilecektir. Allah Resulü bu ölçüyü Vâbisa (r.a)'ya hitap ederek şöyle açıklamıştır: "Ey Vâbisa insanlar sana fetvâ verse bile bir de kalbine danış. Birr (iyi, güzel olan şey), yaptığın zaman kalbini rahatlatan, günah ise kalbini rahatsız eden şeydir"
(Dârimi, Büyû', 2)
Komşusunun, kendisinde ne gibi hakları bulunduğunu soran bir sahabeye Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle cevap vermiştir: "Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın. Senden borç isterse borç verirsin. Darda kalırsa yardım edersin. Başına bir felâket gelirse teselli edersin. Evinin damını onunkinden yüksek tutma ki, onun rüzgârını kesmeyesin. Ya senin ne pişirdiğini bilmesin, ya da pişirdiğinden ona da ver"
(Y.Kandehlevi, Hayâtü's-Sahâbe, III, 1068).
Bu hadisin ışığında komşularımıza karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizin neler olduğuna gelince: Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı, onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı, hâl hatır sormayı, neşe ve kederlerini paylaşmayı ihmal etmemeliyiz. Sağlık ve hastalıklarında, üzüntü ve sevinçli anlarında, düğün ve bayramlarda kendilerini ziyaret etmek, onlardan biri vefat etmek, onlardan biri vefat ederse yakınlarına başsağlığı dilemek, kendilerine destek olmak, cenazenin kaldırılmasında yardımcı olmak, dâvetlerini kabûl etmek, çocuklarını kendi çocuklarımız gibi sevmek, koruyup gözetmek de komşuluk görevlerindendir. Peygamberimiz: "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna iyilik etsin" (Buhârî, Edeb, 31)
Allah katında dostların en iyisi arkadaşına, komşuların en iyisi de komşusuna en iyi davrananıdır" (Buhârî, İman, 31)
Komşularımıza ikramda bulunmak dâ ahlâkî görevlerimizdendir. Rasûlullah (s.a.s): "Allah'a ve âhiret gününe iman eden komşusuna ikramda bulunsun" demiştir. (Buhârî, Edeb, 31)
Yine Peygamber "Ya Ebâ Zerr! Çorba pişirdiğin zaman suyunu çoğalt ve komşularını da unutma," tavsiyesinde bulunmuş, ayrıca "Komşusu açken tok olarak yatan kimse bizden değildir" (Müslim, iman, 74)
Fakir ve muhtaç komşuların yardımına koşmak, gerekirse onlara maddi yardımda bulunmak, ödünç para vermek, çalışabilecek durumda olanlara, geçimlerini sağlayacak bir iş sağlamak müslümanın görevidir. Kimsesiz ve yaşlı komşularımızın, işlerini takip etmek, yapmak veya yaptırma da çok güzel bir davranıştır.(Ebû Dâvud, Zekât, 25)
“İbnü’s sebil” de yolcu olan misafirdir. Yolcu olup da bize uğrayan misafire de iyi davranacağız. Rasulullah Efendimizin başka ha­dislerinden öğreniyoruz ki misafirlik üç gündür. Üç günden sonrası ise sadakadır. Allah’a ve âhiret gününe iman eden her Müslüman misafi­rini üç gün ağırlamak, yedirmek, içirmek zorundadır. Bu, Müslüman olarak onun sorumluluğudur, ama misafir eğer üç günden fazla kal­mışsa o zaman onun ikramı kendisine sadaka sevabı olarak yazıla­caktır. Yolda kalmış ve kalacak, yatacak, yiyip içecek yeri olmayan mü’minlere ikram etmek yardımda bulunmak farzdır. Bunu Rabbimiz Kur’an-ı Kerîmde anlatır. Hattâ Buhârî ve Müslim’in Ukbe Bin Amirin rivâyet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü şöyle buyurur:
“Eğer bir beldeye iner de o beldedekiler size misafirlik hakkınızı vermezlerse onlardan zorla bu hakkınızı alın!” Buyurmaktadır. Evet bu Allah’ın hakkıdır, kim onu vermezse zorla ondan alınacaktır. Abdullah Bin Amir der ki:
“Misafirine ikram etmeyen kimse Muhammed ve İb­rahim (a.s)’dan değildir” der.
Elimizin altındaki kölelerimize, câriyelerimize, hizmetçilerimize, memurlarımıza, işçilerimize de muhsin davranacağız. Onlara yediği­mizden yedirecek, giydiğimizden giydirecek, güçlerinin yetmeyeceği yükler yüklemeyecek, doyumsuz olmayacak, kulluklarına yardımcı olacak, cennet yollarını açacak, cehennem yollarına barikatlar koya­cak, bize yönelik hizmetleri aksamış olsa da, işimiz bozulsa da onları Müslümanlaştırma derdini ön plana alacağız. Onların müslümanca eğitimleri için imkânlar hazırlayacağız.
Âyetin devamında, Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez. Evet kim de kibirlenip yanındakileri insan görmeyecek, onlara zulmedecek, te­peden bakacak olursa, bilesiniz ki Allah asla onları sevmez. Allah böyle şımarıkları, böyle müstekbirleri asla sevmez.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa- 37. “Onlar cimrilik ederler, insanlara cimrilik tavsiye­sinde bulunurlar, Allah'ın bol nîmetlerinden ken­dilerine verdiğini gizlerler. Kâfirlere aşağılık bir azap ha­zırlamışızdır.”
Cimrilik yapıyorlar. Allah’ın kendilerine verdiklerini, babaların­dan, analarından, akrabalarından, arkadaşlarından, komşularından, fakirlerden, yetimlerden, misafirlerden garibanlardan kıskanırlar. Kendileri cimrilik yaptıkları gibi başkalarına da cimriliği emrederler. Elbette Allah’ı hesaba katmayan kişi O’nun mahlukâtını da hesaba katmaz. Allah’ı kale almayan kişi elbette mahlukâtına hiç değer ver­mez. Allah’a karşı sorumluluk duymayan kişi elbette kullarına karşı hiç sorumluluk duymayacaktır. Allah’la iyi ilişki içinde olmayanın kul­larla iyi ilişkiler içinde olması elbette beklenemez.
Cimrilik, bencillik öyle kötü bir hastalıktır ki, onun bulunduğu yerde ne kardeşlik, ne dostluk, ne cemaat, ne yardımlaşma mümkün değildir. Eğer kalplerden hayır yapma düşüncesi silinir, cimrilik yayılırsa hiçbir meşru hizmet görülmez. Cimriliğin hakim olduğu bir ortamda cihad da yapılmaz. Cimriliğin hakim olduğu bir ortamda ne kadının kadınlık görevlerini yapması, ne de babanın babalık görevlerini yerine getirmesi mümkün değildir.
Bunun içindir ki Kur’an-ı kerimdeki infak ve paylaşmayı tavsiye eden âyetlerin hemen hemen hepsinde cimrilikten sakındırdığını görmekteyiz. Bakın Teğâbûn sûresinin 16. âyetinde bu hususu anlatırken Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah'a karşı gelmekten gücünüzün yettiği kadar sakının, buyruklarını dinleyin, itaat edin; kendinizin iyiliğine olarak mallarınızdan sarf edin; nefsinin tamahkârlığından korunan kimseler, işte onlar saadete erenlerdir.”(Teğâbûn 16)
Gücünüz yettiği kadar, becerebildiğiniz kadar Allah’tan ittika edin. Takatiniz kadar Allah konusunda takvalı olun. Allah’ın koruması altına girin. Allah’la yol bulun. Yolunuzu Allah belirlesin. Hayatınızı Allah için yaşayın. Kendinizi Allah’ın beğenisine harcayın. Eşinizi, oğlunuzu, kızınızı, malınızı Allah’ın istediği yerlerde kullanın. Sahip olduklarınızın tümünü Müslümanlık yolunda tutun. Allah’ın helâl ve haram sınırlarına riâyet edin. Allah’ın dur dediği yerde durun. Gücünüz nispetinde Allah’tan ittika edin.
Dinleyin. İşitin, kulak verin Allah’ın kitabına. Kulak verin Resû-l’ün dâvetine. İtaat ediniz, okuyunuz, duyunuz, öğreniniz Allah’ın âyetlerini, peygamberin dâvetini, sonra da uygulamak üzere itaat ediniz. İşitmeden, duymadan itaat ettik diyenlerden olmayınız. İnfak ediniz. Hayatınızı paylaşmadan yana olunuz. Allah’ın size verdiklerini Müslümanlara bol bol dağıtmadan yana olunuz.
İşte böyle yaparsanız, bilesiniz ki bu nefisleriniz için hayır olur. Kim ki nefsinin cimriliğinden korunursa, kim cömert olur, özveride bulunur, kardeşlerini kendi yerine koymayı becerebilirse, kendisi muhtaç olduğu halde kardeşlerine verebilirse işte felaha erenler, kurtuluşa erenler onlardır.
Kim ki sadece kendi menfaatini düşünmez, sadece kendi dünyasını, kendi zevklerini düşünmeyip Müslüman kardeşlerini de düşünürse, Rabbinin bir imtihan sebebiyle kendisine verdiklerinden Müslüman kardeşlerinin evine de gitmesini isterse, kendi zevkinden, kendi arzularından, kendi rahatından fedâkârlık yapmayı becerebilirse, işte dünyada da ukbâda da kurtulanlar onlardır.
Rabbimiz, Allah’ın kitabına ve Resûl’ünün sünnetine kulak veren, oradan aldığı emir ve yasaklara riâyet eden, kendi nefsini cimrilik hastalığından kurtarıp sahip olduklarını Müslüman kardeşleriyle paylaşmanın kavgasını veren kimseler kurtulanlardır, diyor. Yine Âl-i İmrân sûresinde de şöyle buyurulur:
“Allah'ın bol nimetinden verdiklerinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu san­masınlar, bilâkis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yap­tıkları şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktır. Gökle­rin ve yerin mîrası Allah'ındır. Allah işlediklerinizden ha­berdardır.” (Âl-i İmrân 180)
Müslim’de Cabir (r.a) dan Resûl-i Ekrem efendimiz de şöyle buyurur: “Aman cimrilikten son derece sakının, zira sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik, onları kan dökmeğe ve haramı helâl tanımaya, sılayı rahmi kesmeye, akrabalarıyla alâkayı kesmeye sürüklemiştir.”
(Tirmizî, Ebu Said’den) “Cimrilikle iman bir kalpte toplanmaz” (Nesâî)
Dikkat ediyor musunuz ifadeye? Cimrilikle iman bir mü’minin kalbinde birlikte bulunamaz buyuruyor Allah’ın Resûlü. Bir mü’min kalbinde iman varsa cimriliğe yer bırakmaz, cimrilik varsa da imana yer bırakmaz. Gerçekten çok müthiş bir ifade.
Harcanması gereken malı sarf etmekten kaçınmak, para ve malı çok sevdiğinden dolayı, başkasına bir şey vermekten çekinmek. Dinimiz, başta zekât olmak üzere bazı malî harcamalarda bulunmamızı emretmiştir. Aile bireylerinin bakımı, akrabaların görülüp gözetilmesi de bu emirler arasındadır. Çevremizdeki yoksullara imkân ölçüsünde malî yardım ise bir insanlık görevidir. Parası ve malı olduğu halde bir insan bu görevlerini yapmaz ve malını sarf etmekten çekinirse, cimrilik yapmış demektir.
Cimriliğin başlıca sebebi aşırı mal hırsı ve gelecekte yoksul kalma korkusudur. Peygamberimiz: "Çocuk, cimrilik ve korkaklık sebebidir" buyurmuştur. Aşırı mal hırsı ve cimriliği yüzünden durmadan mal biriktiren ve tükenir endişesi ile hastalıklarında bile harcamayıp, dünyayı kendilerine zindan eden cimriler vardır. Halbuki mal Allah'ın nimetidir ve bu nimet yerli yerince harcanırsa Allah onu artırır. Cimriler, insanlar arasında da, Allah katında da sevimsiz ve aşağılık kişiler olarak görülür.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) de şöyle buyurmaktadır:
"Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: -İlâhi İnfak edene karşılığını ver; diğeri: -Allah'ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler." (Riyazü's-Salihin, I, 253).
"...Cimri kişi Allah'a uzak, Cennet'e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır" (Tirmizî, Birr, 40).
Cimriler hakkında söylenen sözler, cimrilerin insanlar arasındaki durumunu, çok güzel anlatmaktadır. Bişr b. el-Haris, cimriler hakkında şöyle demiştir: "Cimrinin yüzüne bakmak, insanın kalbini katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak müminler için belâdır"
Yahya b. Muaz da şöyle demiştir: "Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır." İbnu'l-Mutez'in cimrilik hakkındaki görüşü de şudur: "İnsan malına cimrilik ettiği nispette şerefinden kaybeder."
Mallarını kendileri için bile harcamaktan çekinen cimriler, Allah Teâlâ'nın kendilerine verdiği nimeti harcamamakla sadece kendilerini değil, eş ve çocuklarını da sıkıntıya sokarlar. Çevrelerindeki diğer insanlara fenalık yapmış olurlar. Çünkü, Allah'ın verdiği bu nimetlerde nafaka veya sadaka olarak diğer insanların da hakkı vardır. Bu hakkın sahiplerine verilmemesi zulümden başka bir şey değildir. Servet, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıdır. Allah (c.c.), serveti dilediğine verir, dilediğinden alır. Mal ve mülkün gerçek sahibi O'dur. Cimriler, bu şuura eremeyen insanlardır.
Beşer nefsi zayıftır, muhteristir. Ancak Allah'ın koruduğu kimseler bundan müstesnadır. Ancak imanla kendilerini mâmur edenler, bu cimrilik cehaletinden temizlenebilir, yeryüzünün zaruretlerinden kurtulabilir, menfaate karşı duydukları hırs kaydından vazgeçebilirler. Çünkü iman sahipleri, Allah’tan, maldan da üstün bir şey umabilirler. Bu umulan şey Allah'ın rızasıdır. Mümin kalp; mal ile değil, iman ile mutmain olur; Allah yolunda infak etmekle fakir düşeceğinden korkmaz. Kendi hiç bir şey değilken Allah onu meydana getirmiş, vücut, göz, kalp, lisan ve sayısız nimetler bağışlamış ve mal sahibi yapmıştır. Bunlar Allah'a aittir. Öyle ise Allah'a güvenen birisi Allah yolunda ve Allah rızası için malını infak etmekten çekinmez.
Ama kalp gerçek imandan yoksun olunca, infak etmeye veya sadaka vermeye teşebbüs ettiği zaman, her defasında, nefsinde bir cimrilik duygusu dalgalanmaya başlar, fakir düşeceğinden korkar. Böylece infak etmekten vazgeçer. Sonra onun hayatı emniyetsiz ve istikrarsız bir korku ve ihtiras cehennemi haline gelir. Allah'a söz verdiği halde ahdine ihanet eden, verdiği söze vefa göstermeyip Allah'a karşı yalan söyleyen, hiç bir zaman kalbini münafıklıktan kurtaramaz.
Evet, ölçülü hareket etmek İslâm nizamının temel esaslarından birisidir. Aşırı müsrif davranmak da cimri davranmak kadar dengeyi bozar. İslâm, dengenin bozulmamasını öngörür: "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur açıkta kalırsın." (İsrâ,29) Ayet-i Celilede cimrilik, ellerini boynuna bağlıyan bir insan gibi tasvir ediliyor. İsraf ise, elini son haddine kadar açıp elinde ve avucunda ne varsa dağıtmak şeklinde ifade ediliyor.
Cimri insanın da, müsrif insanın da varacağı netice aynıdır. Cimriliğin de israfın da sonu pişmanlık duygusudur. Her şeyin en iyisi orta hallisidir. Orta yol, iman ahlâkı ile küfür ahlâkının sınırıdır: Cimrilik cehaletten gelen kara bir lekedir. İsraf ise şeytanın işini yapmaktır. Müsrifler şeytanın kardeşleri olarak tanıtılmaktadır. Cimrilik kelimesinin Kur'an'daki diğer bir karşılığı katur kelimesidir. Bu kelime, Türkçe'deki hasis kelimesini karşılamaktadır. Anlamı, eli sıkı, yahut çok cimri demektir. Kur'an'da, kişinin elindeki şeyleri çarçur etmesi demek olan israfın zıddı olarak kullanılmıştır. "Ve onlar ki harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik ederler; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur." (Furkan,67).
Cimrilik konusu, Allah'ın çok kötülediği bir haslettir. İman eden bir kimse asla cimri davranıp mal yığmaz. Tamahkâr davranmaz. Nefsinin cimriliğinden kendini kurtarır. Cimriliğin ve tamahkârlığın son derecesi olarak Kur'an'da bir kelime daha vardır. Bu kelime şih, şuh veya şihh'dir. Kelime güçlü bir kötüleme anlamında tamahkârlık ve cimrilik demektir. "O halde gücünüz yettiği kadar Allah'tan korkun. (O'nun öğütlerini) dinleyin. İtaat edin. Kendi iyiliğinize olarak harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden (şuhhe nefsihi) korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir." (Tegabün,16).
Bu ayete göre, cimrilik, nefsin kendisinde bulunan bir belâdır. Allah’ın kendilerine fazl u kereminden lütfettiği nimetleri gizliyorlar, nimeti üzerlerinde göstermiyorlar. Halbuki Allah, bir kuluna hangi nimeti vermişse o kulunun üzerinde o nimetin eserinin görülmesini sever buyuruyor peygamberimiz. Eğer üzerinizde Allah’ın ilim nimeti varsa, Allah size kitap ve sünnet bilgisi lütfetmişse, bulunduğunuz ortamlarda onu göstermek, onu ortaya koymak zorundasınız. Bilginizi ona muhtaç müslümanların istifadesine sunmak zorundasınız. Her bir ortamda Allah o nimeti sizin üzerinizde göstermenizi sever. Eğer bir mecliste insanlar attan, avrattan, fiyattan, murattan, marktan, dolardan, saptan, samandan konuşuyorlar ve siz de orada Allah’ın size verdiği ilmi ortaya koyup onların gündemlerini Müslümanlaştırma gayreti içine girmemişseniz bu nimeti gizliyorsunuz demektir.
Veya İslâmî bir hizmet için insanların sizden maddi yardım istemeye geldikleri bir ortamda kırk dereden kırk su getirerek, borcum, derdim, çekim, senedim, yandım, bittim diyerek Allah’ın sana fazlından lütfettiği imkânlarını gizlemeye kalkarsan Allah’ın gazabını hak ediyorsun demektir. O anda üzerindeki Allah nimetini ortaya koymak ve göstermek zorundasın.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-38. “Mallarını insanlara gösteriş için sarf edip, Al­lah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı var­dır!”
Mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ediyorlar. Allah tara­fından Allah’ın istediği bir hayatı yaşayarak Allah’ın rızasını ve cenneti kazanmak için verilmiş o mallarını onu verenin yolunda harcayarak Müslümanca bir hayat yaşamaları gerekirken insanlar için, toplum için yaşıyorlar. Toplumun değer yargılarına göre bir hayat ya­şıyorlar. Toplum istedi diye mal harcıyorlar. Rububiyeti ona ehil olmayanlara, ibadeti ona lâyık olmayanlara sunmaya çalışıyorlar. Allah korusun bu gizli şirktir. Yaptıkları amellerinde sadece Allah’ın rızasını gözetmeyerek kendi kendilerini helâke sürüklemeye çalışıyorlar. Böyle riyakârların cehenneme gideceklerini anlatan pek çok hadis var. Bu sahih hadislerden bir tanesi de, bu ümmetten günahkârlar arasında cehenneme gidecek üç grubu bildiren hadistir. Bunlar riyâ için cihad yapan, riyâ için Kur’an okuyan ve yine riyâ için mal harcayanlardır.
Bazıları yaptıkları ibadetlerinde Allah’tan hiçbir mükâfat beklemeden sadece insanlar duysunlar, bilsinler ve görsünler diye yaparlar. Sadece insanlar kendisine cömert desinler diye mal harcarlar. Kimsenin görmeyeceği bir ortamda, yani kendilerine bir övgü sağlamayacak bir durumda zırnık bile vermezler. Gerçekten bu çok kötü bir şirktir.
Bazıları da hem insanlar bilsin, görsün, hem de Allah sevap versin diye yaparlar. Yani yaptığı ibadetten gösterişin yanında bir de Allah rızası niyeti taşırlar. Hadis-i kutsilerde böyle kendisine başkalarının ortak edildiği ibadetleri Rabbimizin asla kabul etmeyeceği ortaya konulmaktadır. “Ben ortaklıktan müstağniyim” buyuruyor Rabbimiz.
İnsanı riyakârlığa sevk eden sebepler bildiğim kadarıyla üçtür. Bunlardan biricisi; övülmeyi sevmek, ikincisi zemmedilmekten korkmak, üçüncüsü de insanların elinde olan şeylere tama etmektir. Buhâri’de rivayet edilen bir hadislerinde Resûl-i Ekrem efendimiz buyurur ki; “Kim gaza eder de, gazasından maksadı bir deve yuları olursa, onun için o gazadan sadece niyet ettiği vardır.”
Allah’a da, âhirete de iman etmiyorlar. Zaten Allah’a ve ahirete, âhiretin hesabına kitabına inanmayan bir kimseden başkası da beklenemez. Böyle yaşayanlar bir kere mecburen şeytanla dost olmak zorundadırlar. Hayatlarını Allah için değil de insanlar için, top­lum için yaşayanların değişmez dostları şeytanlardır. Çünkü şeytan kendi dünyasında Allah’la giriştiği kavgada kendine bir hak tanımış ve ben Allah için bir hayat yaşamayacağım, Allah’ın istediği bir hayatı değil, kendi istediğim bir hayatı yaşayacağım, hayatıma Allah’ı karış­tırmayarak kendim belirleyeceğim diyerek, Allah’a kafa tutarak Adem’e secde emrini yerine getirmemişti. Allah’ın emrine boyun bükmemiş, Allah’a teslim olmamıştı.
Allah’ın emrine teslim olmayan mutlaka kendi emrine teslim olacaktır. Allah yasalarını beğenmeyen mutlaka kendi hevâ ve he­veslerini din kabul edecek, hayat programı kabul edecektir. İşte böyle Rabbi ile kavgaya tutuşan şeytan elbette kıyamete kadar kendi tanrı­lığının kavgasını sürdürecek, insanları Allah’a kulluktan koparıp, tıpkı kendisi gibi kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşamaya sevk edecekti. Gelin ey insanlar dinlemeyin o Allah’ı. Kimmiş o Allah? Ne­den dinleyecekmişsiniz onu? Bu dünyada hayat programlarınızı kendi kendinize yaparak, kendi keyfinize göre özgürce bir hayat yaşamak dururken, özgürce istediğiniz her şeyi yapmak dururken neden Al­lah’ın emirlerine boyun büküp onun kulu kölesi yapacaksınız kendi­nizi?
Allah diyor ki, siz bilirsiniz. İsterseniz Rabbinizi dinlemeyip şey­tanı dinleyin. Rabbinizin istediği hayatı değil de şeytanın gösterdiği hayatı yaşayın. Ama unutmayın ki kimi şeytan böylece aldat­mışsa, kimi ayartıp bana kulluktan koparıp kendisine kul köle edin­mişse, kim şeytanı dost edinmişse bilsin ki o ne kötü bir dosttur? Bil­sin ki o insanı cehenneme götürücü, kendi ebedî azap mahalline gö­türücü bir dosttur.
İnsanlar mallarını şeytanların gösterdiği yollarda değil Allah’ın gösterdiği yollarda ve Allah için harcamalıdırlar. Eğer mal harcamada değer yargısı olarak insanlar Allah’ın değer yargılarını değil de toplu­mun, ya da şeytanın değer yargılarını kabul etmişlerse bu işten hiçbir hayır göremeyeceklerdir. Ama bana bu hayatı, bu ömrü, bu imkânları, bu malları veren Allah’tır. Öyleyse ben de bu ömrümü, bu ekonomik gücümü Allah için harcayacağım diyen kişi yaptığı harcamalarının karşılığını görecektir.
39. “Bunlar Allah'a, âhiret gününe inanmış, Allah­'ın verdiği rızklardan sarf etmiş olsalardı ne zararı olurdu? Oysa Allah onları bilir.”
Ne olurdu, keşke bunlar şeytanı dinlemeyerek Rablerini dinle­selerdi de, Allah’a ve âhiret gününe iman ederek Allah’ın kendilerine verdiği mallarını Allah yolunda, Allah’ın istediği şekilde infak etselerdi aleyhlerine mi olurdu? Ne kaybederlerdi böyle yapsalardı? Zaten o mallar Allah’ın değil miydi? Sonunda onlar ölecek ve o malları Allah’a kalmayacak mıydı? Göklerin ve yerin mîrası sonunda Allah’a kalma­yacak mıydı? Öyleyse niye tutuyorlar o malları ellerinde? Niye harcamıyorlar Allah yolunda onları? Mezara mı götürecekler? Sonunda onları hesaba çekecek olan Allah değil miydi? Allah onların yaptıklarını en iyi bilen değil miydi?
Ne oluyor bu insanlara? Kimin adına yaşıyorlar hayatlarını? Ki­min adına harcıyorlar mallarını? Niye iman etmiyorlar Allah’a? Niye yaşadıkları bu hayatlarını Allah’a ve âhirete iman esasına bina etmi­yorlar? Niye hayatlarında Allah’ı hüküm mercii kabul etmiyorlar? Niye harcamalarını harcadıklarını Allah’ın verdiği bilinci içinde yapmıyor­lar? Bu malları kendilerinin mi yoksa? Bu ne bozuk bir anlayış böyle?
40. “Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir.”
Gerçek şu ki, Allah kullarına zerre kadar haksızlık yapıp zulmetmez. Kulunun zerre ağırlığınca bir iyiliği varsa onu kat kat artırır ve kendi yanından çok büyük bir ecir verir. Gerçekten Allah kullarına karşı çok merhametlidir. Rabbimizin kullarıyla ilişkisi rahmet esasına dayanmaktadır. Allah kullarına yönelik ilişkilerinde kendisine rahmetini yazmıştır.
Ama unutmayalım ki onun gazabı da vardır. Ceza da vere­bilir kullarına. Hiçbir güç ve kuvvet ona karşı gelip, onunla çatışma içine giremez. Bu kadar Kahhâr, bu kadar Cebbâr, bu kadar güç kud­ret sahibi olduğu halde rahmeti bol olan Rabbimiz kullarının amellerini değerlendirirken onlara zerre kadar zulmetmiyor. Zerre ağırlığınca bile onlara haksızlık yapmıyor.
Ne kullarının amellerini zayi etmek şeklinde, ne işlemediklerinden ötürü onlara ceza vermek şeklinde, ne birilerinin suçunu bir başkasına yüklemek şeklinde, ne de birileri sebebiyle birilerine zul­metmek şeklinde kimseye zerre kadar bir haksızlık yapmaz Allah. Herkesin imanı neyse, ameli neyse, nasıl bir hayat yaşamışsa, iyi ya da kötü zerre kadar da olsa kim ne yapmışsa onu mutlak sûrette de­ğerlendirmeye tabi tutar Allah. Mü’minlerin işledikleri zerre ağırlığınca bir hayırları karşılığında onlara mükafatlarını verirken, kâfirlerin de zerre kadar bir günahlarının cezasını verecektir.
Ama iyilik yapanların iyiliklerinin karşılığını kat kat verirken, Kur’an’ın başka yerlerinden öğreniyoruz ki o iyiliği yaparken kişinin taşıdığı niyetin derecesine göre bazen bire on, bazen bire yedi yüz, bazen da sonsuz mükafat verir.
Evet iyiliğin katsayısı böyle iken kö­tülüklerin katsayısı da sadece bire birdir. Bir kötülük işleyene sadece bir kötülük yazılmaktadır. Hattâ bir kötülük yapmaya niyetlenip de Al­lah korkusundan ötürü onu işlemekten vazgeçenlere bir iyilik yazılmaktadır. Yine bir iyilik yapmaya niyet edip de onu yapamayanlara da bir iyilik sevabı yazılmaktadır. Yine iyiliklerimiz kötülüklerimizi gider­diği halde kötülüklerimiz iyiliklerimizi gidermemektedir. Rabbimiz hep bizim lehimizde takdirde bulunuyor.
Bakın kütüb-i sitte’nin tamamında rivayet edilen bir hadislerinde Resûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kim gönül hoşnutluğu ile helâlinden bir sadaka verirse, hemen onu Rahmân sağ eline alır. Verilen bu sadaka bir hurma bile olsa, Rahmân’ın elide büyüyüp çoğalır, nihayet dağ gibi olur; tıpkı sizden birinin atını veya buzağısını büyütmesi gibi”(Rûdâni 2/24)
Evet, unutmayalım ki İslâm’da determinizm yoktur. Yani bir milyon lira infak eden bir milyonluk sevap kazanır, bir milyar veren de bir milyarlık sevap kazanır diye bir şey yoktur. İslâm’da oran önemlidir. Meselâ benim cebimde bir milyonum var, onun beş yüz bin lirasını bir fakire infak ediyorum. Benim alacağım sevaba ulaşabilmesi için bir trilyonu olan kişinin beş yüz milyarını infak etmesi gerekmektedir. Bakın Hz Ali efendimizin rivayet ettikleri bir hadislerinde Allah’ın Resûlü bu hususu şöyle anlatır:
“Resulullaha üç grup geldi. Onlardan biri: “Benim yüz dinarım vardı, onunu tasadduk ettim” dedi. Öbürü: “Benim on dinarım vardı, birini tasadduk ettim” dedi. Diğeri de: “Benim benim tek bir dinarım vardı, onun on da birini tasadduk ettim” dedi. Bunun üzerine peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Hepiniz sevapta eşitsiniz. Çünkü her bireriniz malının onda birini sadaka olarak vermiştir.”
41. “Her ümmete bir şahit getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şahit getirdiğimiz vakit du­rumları nasıl olacak?”
Evet bütün ümmetler kendilerinin şahitleri olan peygamberleriyle geldikleri ve ey peygamberim seni de kendi ümmetine, tüm in­sanlığa şahit olarak getirdiğimiz zaman haliniz nice olacak? İnsanların halleri nasıl olacak o zaman? Evet her ümmeti, her topluluğu şahitle­riyle beraber getirdiğimiz, seni de onların üzerine şahit olarak getirdi­ğimiz zaman nice olur haliniz?
Eğer şu anda yaşadığımız hayatta bunun bilinci içinde olur, Rabbimizi razı edecek bir dünya yaşarsak inşallah o günde Rabbimiz bizi utandırmaz. O gün herkes şahitlerle birlikte Allah’ın huzuruna ge­tirilecek. O gün öyle sıkıntılar, öyle dehşetler olacak ki kâfirler isterler ki:
 

ayşe-rana

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Tem 2008
Mesajlar
1,732
Tepki puanı
46
Puanları
48
Yaş
50
selamün aleyküm,yusuf kardeşim devamlı takip ediyorum ama geçtiğimiz hafta fırsat olmadı.Allah gayretinizin mükafatını versin.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
selamün aleyküm,yusuf kardeşim devamlı takip ediyorum ama geçtiğimiz hafta fırsat olmadı.Allah gayretinizin mükafatını versin.
Ve Aleykümselam kardeşim
Mevla hiç şüphesiz zerre kadar amelın karsılıgı verecektır.
İnşaAllah takibe devam edin cok faydalanaksınız
Selam ve dua ıle kalın
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
42
Nisa-42. “O gün, inkâr edip peygambere baş kaldırmış olanlar, yerle bir olmayı ne kadar isterler ve Allah'tan bir söz gizleyemezler.”
Yaşadıkları bu dünya hayatında Allah’ı örtmüş, Allah’ın âyetlerini örtmüş, Allah’ın gönderdiği hayat programını ve bu hayat programının yeryüzünde pratiği olan Allah’ın elçilerini gündemlerinden düşürerek, yok farz ederek bir hayat yaşamış olan, peygamberlere is­yan içinde bir hayat yaşamış olan, peygamberleri ve onların getirdik­leri hidâyeti diskalifiye ederek bir hayat yaşamış olan kâfirler isteye­cekler ki keşke yerle bir olsak, keşke toprak olsak, yok olup gitsek. Keşke şu anda yok olup gitsek de sözümüz, ismimiz, esamemiz okunmasa diyecekler. Toprakla özdeş olmayı, toprak olup gitmeyi is­teyecekler.
Nebe’ sûresinde de böyle bir ifade vardı: Kâfir insan hesabın, kitabın korkunçluğunu görünce, amellerinin, hayatlarının, hayat programlarının kitaba uygunsuzluğunu görünce diyecekler ki, bugün ne cennet, ne de cehennem görmeden hayvanlar gibi keşke toprak olsaydım. Çünkü o gün hayvanlar da dirilecek ve onların hesabı, kitabı kolay bitecek. Çünkü onlara: Sizi insanlar için yaratmıştım diyecek Allah, onlar da toprak olacaklar. Onların böyle kolay bir hesapla işlerinin bittiğini gören kâfir de böyle diyecek. Keşke bizler de hayvan olsaydık da hesabımız böyle kolayca görülseydi, diyecekler.
İşte böyle bir durumda, böyle bir ortamda insanların hali nice olur diyor Rabbimiz.Yaşadıkları bir dünya hayatını Allah için değil de toplum için, in­sanlar için yaşamış olanlar, yaşadıkları hayatta Allah’ı hesaba kat­madan yaşamış olanlar, Allah’ın kitabından ve Allah’ın elçilerinin ör­nekliklerinden habersizce bir hayat yaşamış olanlar, peygamberlere isyan içinde bir hayat yaşamış olanlar, mallarını Allah için değil de toplum için, toplumun değer yargıları istikâmetinde harcamış olanlar o gün eyvah diyecekler, ama geçmiş olsun. O gün nasıl yanıldıklarını, nasıl hata ettiklerini anlayacaklar ama anlamaz komaz olsunlar. Çünkü ne kıymeti olacak da bu anlamalarının? Zorunlu olarak anla­yacakları ve karşı gelemeyecekleri bir ortamdan önce burada anlaya­caklardı bunu. Burada anlayacaklardı da ona göre bir hayat yaşaya­caklardı.
Bakın Rahmeti bol olan Rabbimiz merhameti gereği yarın olacakları bugünden bize haber veriyor. Yarın iş işten geçtikten sonra eyvah demeyelim diye o günün görüntülerini bugünden bizim gözle­rimizin önüne seriyor. Artık bize düşen bugünden Allah’ın razı olacağı bir hayatı yaşayarak yarın perişan bir duruma düşmemektir. Onlar Allah’tan hiçbir sözü de gizleyemezler. Hiçbir söz, hiçbir tavır, hiçbir amel, hiçbir isyan unutulmayacak, zayi olmayacaktır. Şa­hitlerin huzurunda her şey açığa çıkarılacak, her şey ortaya dökülecektir. Hiçbir kimse yaptığı bir şeyi ben bunu yapmadım diyemeyecek, yaptıklarından kaçıp kurtulamayacaktır. Çünkü melekler şahit, peygamberler şahit, azalarımız şahit, arz şahittir tüm yaptıklarımıza.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt