Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
gurakarcem,
Allah CC sizden de razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zariyat suresi ayet 3
Sonra kolaylıkla akıp gidenlere,

Kudreti ile gerek suya gerek gemilere ve gerekse tüm kainata vermiş olduğu rahatça akıp gitmeyi sağlayan özellik sonucu suyun yüzünde rahatça akıp giden "gemilere"
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zariyat suresi ayet 4
Sonra işleri taksim edenlere andolsun.

"Fel Mukassimati Emran" ile "Allah'ın emrine uygun olarak mahlukata kısmetini dağıtan melekler kastedilmektedir" derler.
Bir rivayete göre Hz. Ömer (r.a) bu iki ayetin bu mânâya geldiğini söyleyerek şöyle buyurmuştur: "Eğer ben Peygamber'den (s.a) işitmeseydim bunu söylemezdim".
Buna dayanarak büyük alim Alûsî: "Bu ayetin bunun dışında başka bir mânâya geldiğini ileri sürmek doğru değildir. Başka mânâ verenler yersiz bir cüret sergilemiş olurlar" demiştir. Ancak İbni Kesir, "Bu rivayetin senedi zayıftır" demektedir. Bu bakımdan Rasulullah böyle söylemiştir diyemeyiz.
Sahabe ve Tabiinden sayılan bir topluluğun bu ikinci yorumu naklettiğinde de şüphe yoktur. Fakat müfessirlerden büyük bir topluluk da ilk tefsiri yapmışlardır. Ve bu tefsir, söz dizisine, bu sözün ahengine, ifadenin düzenine daha çok uygunluk göstermektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zariyat suresi ayet 5
Size va'dedilmekte olan, hiç tartışmasız doğrudur.

"Tûadûne": Bu iki anlama gelir. Birincisi, "Size va'dedilen", ikincisi, "Kendisiyle tehdit olunduğunuz" şeklindedir. Lüğavi bakımdan her ikisi de geçerlidir. Ancak ikinci anlam, mahal itibariyle daha uygundur. Çünkü burada, hesap gününe inanmayan müşriklere, kafirlere, münafık ve fasıklara seslenilmektedir. Dolayısıyla biz bu fiili, tehdit, ikaz, uyarı anlamında şöyle tercüme ettik: "(Kendisiyle) tehdit olduğunuz muhakkak doğrudur."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
abı_hayat,
Teşekkür ederim. Allah CC razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zariyat suresi ayet 6
Şüphesiz (din) hesap ve ceza da mutlaka gerçekleşecektir.

İşte üzerine yemin edilen o söz budur. Bu yeminden maksat da; emsalsiz bir düzen ve sistemle gözleriniz önünde cereyan eden yağmur yağmasındaki muazzam kanun ve bu kanunda açık bir şekilde müşahede edilen hikmet ve maslahatlar, bu dünyanın milyonlarca seneden beri körükörüne oynanan gayesiz ve mânâsız bir evcilik oyunu olmadığına, bilakis gerçekte her şeyin bir gaye ve maslahata dayalı, son derece hikmetli bir düzen olduğuna şehadet etmektedir. Bu düzende hiçbir şekilde insan gibi bir varlığa akıl, şuur, mantık ve idare tercihlerini vererek insanda iyilik ve kötülüğün ahlaki duygusunu yaratarak ve ona her çeşit iyi, kötü, doğru ve yanlış iş yapma fırsatlarını vererek; sergerdelik, vurdu kaçtılık, mânâsız ve lüzumsuz olarak gönderilmesi mümkün değildir. Ve kendisine verilen kalp, beyin ve beden güçlerinin kendisinden sorulmaması, bunlarla yaptıklarından hesaba çekilmemesi, dünyada iş yapması için kendisine verilen geniş imkanları ve Allah'ın sayısız yaratıklarına hükmetmek için kendisine verilen yetkileri nasıl kullandığından da sorumlu tutulmaması yine mümkün değildir. Her şeyin bir yaratılış gayesi olan bu kainat düzeninde, sadece insan gibi büyük bir varlığın yaratılması nasıl gayesiz olabilir? Herşeyin bir hikmete bağlı olduğu düzende, yalnızca insanın yaratılması nasıl lüzumsuz ve sebepsiz olabilir? Akıl ve şuur taşımayan yaratık türlerinin yaratılmasına sebep ve maslahatı, bu fani alemde tamamlanıp bitmektedir. Bu bakımdan onun hayatı bittikten sonra yok edilmesi tamamen akla uygundur. Çünkü onlara hiçbir irade verilmemiştir ki, hesaba çekilmeleri için yeniden dirilsinler.
Ama akıl, şuur ve irade taşıyan bir yaratık olan insanın yaptığı hareketler sadece bu fani dünya ile sınırlı değil, bilakis ahlaki bir karakter de taşır. Ve bu ahlaki sonuçları doğrudan hareketler dizisi sadece hayatın son demine kadar sürüp, ondan sonra bitmez, öldükten sonra da o hareketlerin ahlâki sonuçlarından sorumlu olur. Sadece onun normal dünya hayatının tükenmesinden sonra, o hayvanlar ve bitkiler gibi nasıl yok edilebilir? Onun kendi iradesiyle yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını hak ve adalete tam uygun şekilde bulması gerekir. Çünkü bu diğer varlıkların aksine irade sahibi bir varlık olarak yaratılmasının hikmetinin icabıdır. Onun hesaba çekilmemesi, onun ahlaki hareketlerinin ceza ve mükafatının verilmemesi ve iradesiz yaratıklar gibi ömrünün son bulması ile onun da yok edilmesi halinde şüphesiz bu insanın yaratılması baştanbaşa mânâsız ve lüzumsuz olacaktır. Halbuki herşeyi bir hikmetle yaratan Allah'tan mânâsız bir iş beklenemez. Bununla birlikte ahiretin, hesaba çekilmenin olacağına, bu dört kainat olayı üzerine yemin edilmesinin bir başka sebebi daha vardır. Ahireti inkar edenler öldükten sonraki hayatı şu iddialarla imkansız kabul etmektedirler. Biz öldükten sonra toprağa karışacağız ve her zerremiz toprak içinde darma dağınık olacak, daha sonra bu darmadağınık olan vücut zerreleri bir araya getirilecek, biz de tekrar meydana geleceğiz, bu nasıl mümkün olur diyorlardı. Bu yanlış şüphe, ahiretin varlığına delil olarak gösterilen o dört kainat olayını dikkatle inceledikten sonra kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.
Güneş ışınları hararetinin ulaştığı yeryüzünün bütün su birikintilerine tesir etmektedir. Bu olayla sayısız su damlaları uçmakta ve kendi birikintilerinde kalmamaktadırlar. Ama onlar bu birikintilerden uçmakla yok olmamakta, buharlaşarak havada tek tek zerreler halinde kalmaktadırlar. Daha sonra Allah'ın emriyle hava bu buhar zerrelerini toplamakta, sıkışmış bulutlar şeklinde bir araya getirmektedir. Bu bulutları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıtmakta ve Allah tarafından belirtilen zamanın gelişi ile daha önce olduğu şekilde damlalar halinde yeryüzüne tekrar dönmektedir. Bu manzarayı insan hergün görmektedir. Bu olay, ölen insanların vücutlarının her parçasının Allah'ın tek bir işareti ile biraraya geleceğine ve o insanların daha önce dünyadaki oldukları şekilde diriltileceklerine şehadet etmektedir. Bu zerreler ister toprak içinde ister su içinde isterse havada olsun, mutlaka şu yeryüzü veya onun çevresinde bulunmaktadırlar. Su buharının zerrelerinin havada dağılmasından sonra hava vasıtası ile yeniden toplayıp, onları su şeklinde yağdırarak tekrar yeryüzüne indiren Allah için, insan vücutlarının dağılmış zerrelerini hava, su, toprak içinde toplayıp bir araya getirerek yeniden eski şekillerinde yaratması niçin zor olsun?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

Tekasür suresi ayet 1
Çoklukla övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi.

Burada "elhakumu't tekâsur" kullanılmıştır. Bunun anlamı o kadar geniştir ki, uzun bir yazıda bile zor açıklanabilir. "Elhakum lehu"nun asıl manası "gaflet"tir. (meşgale) seni o kadar "Elhakum" cezbetmiştir ki, gözünde hiçbir şeyin önemi kalmamıştır. O, senin üzerine musallat olmuştur. Gece gündüz onunla meşgul olarak herşeyden gafil olmuşsunuz."
"Ettekasür", "kesret"tendir. Onun üç anlamı vardır.
Birincisi, insanın en fazla "kesret" elde etmek için çalışmasıdır.
İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbirlerinin üzerine çıkmaya çaba göstermesidir.
Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır.
Dolayısıyla, "elhakumu't tekâsur"un manası, tekâsur size o kadar çekici gelmiştir ki, ondan daha önemli şeylerden gafil olmuşsunuz.
Bu cümlede, tekâsur ile ne kastedildiği açıklanmamıştır. "Elhakum" da hangi şeyden gafil olduğu izah edilmemiştir. "Elhakum" (sizi gafil etmiştir.) sözünün muhatabının kim olduğu belirtilmemiştir. Bunu tasrih etmemesinden dolayı bu kelimelerin ıtlakı çok geniş anlamlara, eğlence ve lezzet vasıtalarına, kuvvet vesilelerine, iktidar sağlama çabasına, ve onu elde etmek için yarışmalarına, elde edince de birbirlerine kibirli davranmalarına şamildir. Aynı zamanda "elhakum"un muhatabları da sınırlı değildir. Her devirde insanlar fert veya toplum olarak da olabilir. "Elhakumu't tekâsur"un insanları bu kadar cezbederek hangi şeyden gafil ettiği tasrih edilmemiştir. Bu nedenle anlamı çok geniştir. Yani bu tekâsur insanlara o kadar musallat olmuştur ki, onlar, daha önemli şeylerden gafil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağına aldırmazlar. Onlar refah, cismanî lezzetler ve çok fazla imkanlar elde etmek isterler. Ancak sonunun ne olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah'ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felaketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünemezler. Kısaca "tekâsur", insanları ve milletleri içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tekasür suresi ayet 2
Öyle ki (bu) mezarı ziyaretinize (Kabire gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü.

Yani siz hayatınızı bu çaba ile tüketiyorsunuz. Hatta son nefesinize kadar bu düşünceden kurtulamıyorsunuz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
gülkoksam,
Sizden de Allah CC razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

Tur suresi ayet 1
Tûr'a andolsun,

"Andolsun Tur’a" buyruğunda sözü edilen "Tur" yüce Allah'ın Musa ile üzerinde konuştuğu dağın adıdır. Yüce Allah bu dağın şerefini yüceltmek, değerini yükseltmek ve ondaki bazı âyetleri (mucize) hatırlatmak üzere ona yemin etmektedir. Tur, cennet dağlarından birisidir.

İsmail b. İshak rivayetle dedi ki: Bize İsmail b. Ebi Üveys anlattı, dedi ki: Bize Ke^sir b. Abdullah b. Amr b. Avf babasından naklen anlattı. Babası de*desinden şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasûlullah (sav) buyurdu ki:
"Dört dağ cennetin dağlarından, dört nehir cennetin nehirlerinden, dört savaş cennetin savaş lanndandır." Dağlar hangileridir? diye soruldu, o: "Bizi seven, bizim de kendisini sevdiğimiz Uhud dağı, Tur dağı cennet dağlarından bir dağ, Lübnan cennet dağlarından bir dağ, Cudi de cennet dağlarından bir dağdır" deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Biz bu hadisi bütünüyle "et-Tezkire" adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Mücahİd dedi ki:
Tur, Süryanicede dağ demektir. Bununla kastedilen de Tur-u Sina'dır. es-Süddî de böyle demiştir.

Mukatil b. Hayyan dedi ki:
Tur diye anılan dağlar iki tanedir. Bunlardan birisine Tur-u Sina, diğerine ise Tur-u Zita denilir. Çünkü bu dağlarda İncir ve zeytin yetişir.

Tur'un Medyen'de bir dağ olup adının da Zebir olduğu söylenmiştir, el-Cevheri dedi ki: Zebir, yüce Allah'ın üzerinde Musa ile konuştuğu dağdır.

Derim ki: Medyen, arz-ı mukaddeste bir yer olup, Şuayb (a.s)'ın kasabasıdır

Tur'un bitki yetişen dağ olduğu söylenmiştir. Eğer bitki yetişmiyorsa ona Tur denilmez. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tur suresi ayet 2
Satır (satır) dizili kitaba,

Eski zamanlarda, uzun zaman korunması, elde bulundurulması istenen kitaplar kağıt yerine ceylan derisi üzerine yazılırdı. Bu deri, özel olarak yazmak için ince deri ya da zar şekline getirilir ve konuşma dilinde de ona "Rakk" denilirdi. Semavi kitaplara inananlar uzun müddet korunsun ve devam etsin diye genellikle Tevrat, Zebur, İncil ve Peygamberlerin getirdikleri sahifeleri işte bu "Rakk" (çok ince deri) üzerine yazarlardı. Buradaki "açık kitaptan" maksat: Kitap Ehli olanların yanında bulunan mukaddes kitaplar topluluğudur. Onlar kaybolmadıkları, okudukları ve içinde ne yazdığı kolaylıkla öğrenilebildiği için ona "açık kitap" denilmiştir.

Tur suresi ayet 3
Yayılmış ince deri üzerine;

 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tur suresi ayet 4
Ma'mur eve,

"Mamur Ev" den Hasan Basri hazretlerine göre: Hac, Umre ve Ziyaret tavafı yapmak için bu gibi sebeplerle hiçbir zaman boş kalmayan, "Beytullah", yani "Kâbe" kastedilmektedir. Hz. Ali, İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Katade, Dahhâk, İbn Zeyd ve diğer müfessirler bundan, Mirac sırasında peygamberimizin zikrettiği, duvarında perdelenmiş olarak Hz. İbrahim'i gördüğü mamur ev kastedilmiştir, demektedirler.
Mücahid, Katâde ve İbn Zeyd demektedirler ki: Nasıl Kâbe yeryüzündekiler için Allah'a tapanların merkezi ve dönüş yeri ise, bunun gibi her gökte oradakiler için bir Kâbe vardır. Allah'a ibadet edenler için yeryüzü Kâbe'si gibi merkez ve dönüş yeri olma görevi yapmaktadır.
Bunlardan bir Kâbe de duvarında perde gerilmiş olarak Peygamberimiz'in Hz. İbrahim'i gördüğü Kâbe idi. Peygamberimiz'in Hz. İbrahim ile ilgisi tabiidir. Çünkü o yeryüzü Kâbe'sinin inşacısıdır.
Bu geniş bilgiler göz önüne alınınca bu ikinci tefsirin, Hasan Basri hazretlerinin tefsirine ters düşmediğini hatta ikisini birleştirerek, sadece yer yüzü Kâbesi'ne yemin edilmemiş olduğuna, bu yeminin kainatta var olan bütün Kâbelerin hepsini içine aldığını da düşünebiliriz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tur suresi ayet 5
Yükseltilmiş tavana,

Yüksek Tavan"dan, yeryüzünü bir kubbe gibi çevrelemiş gözüken gökyüzü kastedilmektedir. Ve ayette bu kelime bütün yüce alem için kullanılmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tur suresi ayet 6
Kabarıp, tutuşan denize,

Ayette Mescur kelimesi geçmektedir. Çeşitli mânâları açıklanmış, bazı müfessirler buna "Ateşle dolu" demektir demişler, bazıları suyu yer altına inerek kaybolmuş boş ve ıssız yer mânâsını vermişler, bir kısmı "Hapsedilmiş" mânâsına almış ve denizin suyu yer altına giderek kaybolmasın ve kara üzerine yayılarak da yeryüzünde yaşayanların hepsini birden boğmasın diye, deniz tutulmuştur, (hapsedilmiştir) demektir demişlerdir. Bazıları tatlı ve tuzlu, sıcak ve soğuk her çeşit su gelip içine katıldığı için ona karışık mânâsı verirken, bazıları da ona dopdolu ve dalgalı mânâsını vermişlerdir.
Bunlardan ilk ikisinin yer ve durumla hiç ilgisi yoktur. Denizin tabanı yarılarak suyunun yer altına inmesi, onun ateşle dolması gibi iki durumu da kıyamet koparken meydana gelecek hallerdir. (Tekvir Suresi: 6, İnfitar: 3'te de böyle açıklanmıştır.) İleride meydana gelecek olan durumlar bu gün yoktur ki onlara yemin edilerek, insanlara, ahiretin vuku bulacağına dair kesin bilgi verilsin. Bu sebeple bu iki mânâyı atarak burada "Mescur" kelimesi hapsedilmiş, tutulmuş, karışık, dopdolu ve dalgalı mânâlarına alınabilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tur suresi ayet 7
Şüphesiz senin Rabbinin azabı kesin olarak gerçekleşecek olandır;

Tur suresi ayet 8
Onu uzaklaştırıp engel olacak yoktur.

Kendisinden dolayı o beş şey üzerine yemin edilen hakikat budur. Rabbin azabından murad ahirettir. Çünkü burada muhatap, ona iman edenler değil, onu inkar edenlerdir. Ve onlar hakkında da o ahiretin gelişi elbetteki bir azaptır. Bu bakımdan ona kıyamet veya ahiret ya da ceza günü denmesi yerine "Rabbin azabı" denmiştir. Kendileri ile yemin edilen o beş şeyin ahiretin meydana gelişine nasıl delâlet ettiğini artık iyice düşününüz. Tûr; ayak altına alınmış ve ezilmiş bir halkın ayağa kaldırıldığı, galip ve çok güçlü bir halkın da ayak altına alınmaya karar verildiği bir yerdir. Bu karar tabiat kanunlarına bağlı olarak değil, ruhani kanunlar ve hakların ele geçirilmesi, herkesin hakettiğini alması prensiplerine göre verilmiştir. Bu bakımdan ahiret hakkında, tarihi olaylarla ispatlama şeklinde Tûr bir delil ve alâmet olarak ileri sürülmüştür. Denmek istenen de, İsrailoğulları gibi güçsüz ve zayıf bir kavmin ayağa kaldırılması, Firavun gibi çok güçlü bir diktatörün de askerleri ile toptan suda boğdurulmasıdır. Bu olayın karar ve hükmü ise, ıssız bir gecede Tur Dağı'nda verilmişti. Kainat nizamının karakterinin, insan gibi akıllı ve iradeli bir yaratık hakkında nasıl manevî bir hesaba çekilmeyi ve amellerin karşılığını görmeyi gerektirdiğini, bu gereğin yerine gelmesi için de bütün insanlığın bir araya getirilerek sorguya çekileceği hesap gününün mutlaka olması gerektiğine bu en açık bir misaldir. (Geniş bilgi için bakınız: Zariyat an: 21.)
Kainatın yaratıcısı tarafından dünyaya ne kadar peygamber gelmişse, onlar da ne kadar kitap getirmişse hepsi, her devirde Hz. Muhammed'in (s.a.) verdiği haberi verdiklerinden dolayı mukaddes kitapların topuna birden and içilmiştir. O haber de şudur: Bütün gelmiş geçmiş insanlar birgün yeniden diriltilerek Rab'leri karşısına getirilecek ve amellerine uygun olarak ceza veya mükafat bulacaklardır. Kıyamet gününü haber vermeyen, ya da bunun tam tersine, insana, "bu dünya hayatından başka hiçbir hayat yoktur" diye öğreten ve "İnsan öldükten sonra toprak olacaktır, ondan sonra da ne hesap, ne kitap vardır" diyen tek semavi kitap yoktur.
O devirde Kâbe, Araplar için Allah'ın Peygamberi'nin doğruluğunun, Allah Teala'nın yüce hikmetinin ve muazzam kudretinin onlarla birlikte olduğunun açık delili oluşundan dolayı mamur eve yemin edildiğini açıkça ispat etmekteydi.
Bu ayetlerin inişinden 2500 sene önce susuz, bitkisiz ve insanların yaşamadığı dağlara, yanına asker ve malzeme almadan bir kişi geliyor, karısı ve bir emzikli çocuğu tamamen yalnız bırakıp gidiyor. Bir müddet sonra da aynı kişi gelerek bu ıssız yerde Allah Teala'ya ibadet için bir ev inşa ediyor ve "Ey insanlar! Gelin bu evi ziyaret ederek haccedin" diye çağırıyor. Bu inşaat, arkasından bu çağrı, hayret edilecek şekilde bütün Arapların merkezi haline gelen ev olacak biçimde benimseniyor.
Bu çağrıya Arabistan'ın her köşesinden insanlar "Lebbeyk Lebbeyk (duydum ve geldim) diyerek kalabalıklar halinde geliyorlar. İki bin beş yüz seneden beri "bu ev" etrafında bütün memlekette kan gövdeyi götürürken onun hudutları içine girince kimsenin kimseye el kaldırmaya cesareti olmadığı bir emniyet ve huzur yuvası olmuştur. Bu ev sayesinde her sene dört ay boyunca Arabistan'a huzur nasib olmuş, bu müddet içinde kervanlar emniyet içinde yolculuk yapmış, panayırlar kurulmuş, ticaret devam etmiştir.
Hatta bu evin öyle bir azameti olmuştur ki, bu ikibin beşyüz senelik zaman zarfında, hiçbir büyük diktatör bile ona tecavüze, bir taşını oynatmaya cesaret edememişti. Cesaret eden de Allah'ın gazabına uğrayıp aleme ibret olmuştur. Bu olayı, bu ayetlerin nüzulünden sadece kırk beş sene önce kendi gözleri ile görmüşlerdi. Onu görenlerden birçokları da Mekkelilere bu ayetler duyurulduğu sıralarda, hayatta idiler. Allah'ın Peygamberi'nin rastgele ve asılsız konuşmayacağına bundan daha büyük delil ne olabilirdi? Başkalarının görmediğini onlar görmüşler, başkalarının akıllarının ermediği hakikatler onların dilinde okunur olmuştu. Görünüşte onlar, bir devrin insanları gördüklerinde delilik zannedecekleri ve yüzlerce seneden sonraki insanlar onu görünce gözlerinin hayrete düşeceği bir iş yapıyorlardı. Bu şerefe ulaşan insanlar her zaman ittifakla kıyametin geleceğini, haşır ve neşrin olacağını haber verirlerken bunu delilerin saçmalığı kabul etmek, deliliğin ta kendisidir.
Yüksek kubbe (Gökyüzü) ve dalgalarla dolu denize, ikisi de Allah'ın hikmet ve kudretine delâlet ettiklerinden dolayı yemin edilmiştir. İşte bu hikmet ve kudretler ahiretin mümkün olduğunu gerçekleştiriyor, meydana geleceğinin kesinliğini ve meydana gelmesinin gerekliliğini de ispat etmiş oluyor.
Gökyüzünün delâleti üzerinde, biz bundan önce Kaf Suresi'nin tefsirinin 7. açıklama notunda izahlarda bulunduk. Bir kimse, inkarcılığın peşin hükmüne saplanmadan iyice incelerse kalbi şunu tasdik eder: "Yer üzerinde bu kadar büyük miktarda su kütlesinin toplanması hiçbir tesadüf sonucu olmayan, kendi başına, san'atkarane ve düzenle yapılmış bir olaydır. Hem de bununla o kadar sayısız hikmetler ilgilidir ki tesadüfen böyle hikmetlice, çok ince hesaplarla hazırlanmış bir sistemin kurulması mümkün değildir. Bu denizde sayısız hayvanlar yaratılmıştır.
Bunlardan her cinsin vücut düzeni, içinde yaşaması gerektiği derinliğe tam uygun olarak yaratılmıştır. Hergün içinde ölen yüzbinlerce hayvan cüsseleri, bozulup kokuşmasın diye suyu tuzlu yaratılmıştır. Yerin yarıklarından geçerek derinliklerine inmesin, ne de kara üstüne yayılarak onu suya boğmasın diye suyu belli ölçüde doldurmuştur. Hatta milyonlarca seneden beri o, bu ölçüde durdurulmuştur. Bu muazzam su kütlesinin var ve sürekli oluşundan dolayı yeryüzünün kuru bölgelerine düzenli yağmur ulaşıyor. Bu sisteme güneşin sıcaklığı, havanın esişi tam bir kaide içerisinde yardımcı oluyor. Denizin boş olmaması ve çeşitli yaratıkların onun içinde bulunmasından dolayı insan, gıdasının ve ihtiyaç duyduğu pekçok şeylerin büyük bir miktarını elde ediyor. Denizin bir ölçüde durmasından dolayı üzerinde insanların yerleştiği kıt'a ve adalar meydana geliyor. Denizin değişmeyen sabit bir takım kaidelerine uyarak burada gemicilik yapabilmesi de mümkün olmuştur. Bir hikmet sahibinin hikmeti ve bir Kadiri Mutlak'ın muhteşem kudreti olmadan bu ahenkli deniz sistemi düşünülemez. Ve ne de insan ve yeryüzünün diğer yaratıklarının çıkarlarının denizin bu düzeni ile derin ilgisinin rasgele kurulduğu da düşünülemez. Bundan sonra artık, bir kimse Hakim ve Kadir olan Allah'ın, insanın yeryüzüne yerleşmesi için sayısız düzenlemelerle birlikte bu tuzlu denizi de o düzene uygun olarak yarattığını kabul eder, bu düzenden yararlanır ve fakat hesaba inanmazsa eğer ahmaklık etmiş olur. Çünkü bu hikmet sahibi Allah, denizlerle insanoğlunun tarlalarını sulayacak, onunla da insana rızık verecek, ama "Benim verdiğim rızkı yedin de hakkını nasıl verdin?" diye asla sormayacak mı? Ve o Allah, bu denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insana verecek ama, "Bu gemiyi sen hak ve doğrulukla mı dolaştırdın ya da onunla dünyada vurgunculuk mu yaptın?" diye hesaba çekmeyecek mi? Kudretinin en küçük bir tezahürü, bu muazzam denizin yaratılması olan bir Kadir'i Mutlak'ın, gökyüzünde dolaşan bu boşluktaki küre üzerine bu kadar büyük miktarda suyu sabit tutanın, bu kadar büyük miktarda tuzu bu deniz içinde eritenin, çeşit çeşit, sayısız yaratıkları onun içinde yaratıp sonra da hepsinin rızkını onun içinde hazırlayanın ve her sene orada milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekerek milyonlarca kilometre kare kuru bölgelere onu sistemli bir şekilde yağdıranın insanı bir kere yarattıktan sonra onu yeniden yaratmak istese de yaratamayıp aciz kalacağını düşünmek de büyük bir geri zekalılıktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

İhlas suresi ayet 1
De ki: O Allah, birdir.

Bu emrin muhatabı Rasulullah'tır. Çünkü "Rabbin nasıldır?" sorusu Rasulullah'a sorulmuştur. Allah (c.c.) da bu nedenle "şöyle cevap veririz." demiştir. Ama Rasulullah'tan sonra her mü'min bu emrin muhatabıdır. Rasulullah'a bu soru sorulduğunda nasıl cevap verdiyse, onlar da öyle cevap vermelidirler.

Yani, bilmek istediğiniz Rabbim yeni bir ilah değil, Allah'tır. Bu, soru soranlara ilk cevaptır. Bunun anlamı, benim Rabbim, diğer mabudları bırakarak kendisine ibadet edeceğiniz yeni bir Rab değildir. Aslında o Rab, Allah (c.c.) dediğiniz Rabbın aynısıdır. Allah (c.c.) kelimesi, Araplara yabancı değildi. Eskiden beri, kainatın yaratıcısı için "Allah" kelimesini kullanıyorlardı. Bu kelimeyi, başka bir mabuda isim olarak vermiyorlardı. Allah (c.c.) hakkındaki inançları Ebrehe Ka'be'ye saldırdığında netleşmişti. O zamanlar Ka'be'de 360 adet put olmasına rağmen, müşrikler, bunların hepsini bırakarak sözkonusu afetten kurtulmak için sadece Allah'a yalvarmışlardı. Onlar kalben çok iyi biliyorlardı ki, bu gibi nazik durumlarda onlara Allah'tan başkası yardım edemezdi. Ka'be'yi de bu ilahlarına değil, Allah'a nisbet ediyor ve "Beytullah" diyorlardı. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde Arap müşriklerin Allah (c.c.) hakkındaki düşünceleri zikredilmiştir.
Meselâ Zuhruf suresinde:
"Eğer onlara sizi kim yarattı? diye sorsan, Allah (c.c.) derler"
(Zuhruf: 87)
buyurmuştur.
Ankebut suresinde şöyle buyurulmuştur: "Eğer onlara göğü ve yeri kim yarattı, ay'ı ve güneşi kim musahhar kıldı diye sorsan, Allah (c.c.) derler... Eğer onlara, gökten kim yağmur yağdırıyor ve onun vasıtasıyla ölmüş toprağı kim canlandırıyor desen, Allah (c.c.) derler."
(Ankebut: 61-63)
Mü'minun suresinde şöyle buyurulmuştur: "Onlara deki: Eğer biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve üzerindekiler kimindir? Derler ki Allah'ındır.... Onlara sorsan, yedi gök ve büyük arşın sahibi kimdir? Derler ki Allah'tır... Onlara de ki: Biliyorsanız söyleyin: Herşeye kadir olan kimdir? De ki: O halde sakınmaz mısınız? De ki: Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü ve tasarrufu kimin elindedir? Allah'ın elindedir, diyecekler"...
(Mü'minun 84-89) .
Yunus suresinde şöyle buyurulmuştur: "Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kimdir? Bu kainatın nizamını kim idare etmektedir".... (Yunus 31)
Yine Yunus suresinde başka bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Sizi karada da, denizde de gezdiren O'dur. O kadar ki gemide bulunduğunuz bir sırada gemiler okşayıcı hoş bir hava içinde seyredip yol alırken, yolcular da bununla ferahlık ve neşe duyarlarken ansızın şiddetli bir fırtına gelir de dalgalar her yandan onlara yönelir, derken tamamen kuşatıp (yok olacaklarını) sanırlar ve ihlas üzere dini Allah'a, has kılıp O'na dua ederler, eğer bizi bundan kurtarırsa herhalde şükredenlerden oluruz, diye yalvarırlar. Ne zaman ki Allah (c.c.) onları kurtarır, yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve azgınlığa başlarlar..."
(Yunus 22-23) .
Aynı nokta İsra suresinde şöyle tekrarlanmıştır: "Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka taptıklarınız ortadan yok olur; derken O sizi kurtarıp karaya ulaştırınca yüzçevirirsiniz..."
(İsra 67)
Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Rasulullah'a sorulan, "Bizi ibadet için çağırdığın Rab nasıldır? sorusuna cevap verirken "O Allah'tır" demesinin, onları ve kainatı yaratan, sahibi, rızık veren, idare eden olarak kabul ettikleri zatı kasdettiği açıktır. İşte Rasulullah onları bu Rabbe ibadet için davet etmiştir. Bu cevapta Allah'ın bütün sıfatları vardır. Onun için kainatı yaratan, onu idare eden, kainattaki her mahluku rızıklandıran ve afet geldiğinde onlara yardım eden Zat'ın (c.c) diri olmaması, görmemesi, duymaması, Kadir-i Mutlak olmaması, herşeyi bilen ve hikmet sahibi olmaması, Rahim ve Kerim olmaması, her şeyin üzerinde galip olmaması tasavvur edilemez.

Nahiv kurallarına göre, "huvellahu ehad" için müteaddit izahlar yapılmıştır. Bana göre bunun en uygun izahı, "huve" mupteda, "Allah" onun haberi, "ehad" ise ikinci haberidir. İkinci haber bakımından cümlenin anlamı: O (O'nun hakkında Resulullah'a soruyorsunuz) Allah'tır, birdir, şeklindedir. Diğer bir anlam da şöyle olabilir ve dil bakımından da yanlış olmaz: "O Allah (c.c.) birdir."
Burada şu iyice anlaşılmalıdır: Bu cümlede "Allah" için, "ehad" kelimesi kullanılmıştır. Arapça'da bu kelimenin genellikle bu şekilde kullanılması istisnaîdir. Bu kelime genellikle muzaf (tamlayan) , ya da muzafun ileyh (tamlanan) olarak kullanılır. Mesela "yevmul ehad" haftanın birinci gününü veya "feb'asu raculun ehadeküm" (adamlarınızdan birini gönderin) ya da genel bir nehiy (olumsuzluk) anlamında kullanılır.
Mesela, "hel indeke ehadun" (yanında kimse var mı?) Yine genellikle şart ifade etmek için de kullanılır. Mesela, "ehadin", "isna" veya "ehade aşer" (Bir, iki veya onbir.) Bu gibi kullanımların dışında Arapça'da, bu kelimenin sıfat olarak kullanıldığı bir örnek yoktur; bu kelime hiçbir zaman bir şahıs ya da başka bir şeye sıfat olarak kullanılmamıştır. Kur'an'ın nüzulundan sonra da bu kelime yalnızca Allah'ın Zâtı için kullanılmıştır. Başka hiçbir şey için kullanılmamıştır. Bu istisnaî kullanımdan anlaşılıyor ki, "ehad" (bir) olmak ancak Allah'a ait özel bir sıfattır. Varlıklar arasında başka hiç kimse bu sıfatı taşımaz. Allah (c.c.) birdir ve O'nun benzeri yoktur.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitab'ın Rasulullah'a Rabbi hakkında sordukları soruyu dikkate alarak onlara "huvallahu" dedikten sonra "ehad" diyerek nasıl cevap verdiğini görelim:
Bunun manası, Rab yalnızca O'dur. O'nun rububiyetinde hiç kimsenin payı yoktur. Rab aynı zamanda ilah (mabud) da olmalıdır. Çünkü O'nun uluhiyetinde de hiçbir ortağı yoktur.
İkincisi, bunun anlamı şöyle olabilir: Kainatın yaratıcısı yalnızca O'dur. Mahlukunu rızıklandıran ve zor durumda yardım eden de O'dur. Allah'ın bu özelliklerini sizler de kabul ediyorsunuz. Bu özelliklerde hiç kimsenin payı yoktur.
Üçüncüsü, onlar, "O neyden meydana gelmiştir, nesebi nedir, cinsi nedir, kimden miras almış, varisi kim olacak?" diye soruyorlardı. Allah (c.c.) bütün bu soruları sadece bir kelime ile, "ehad" diyerek cevaplandırmıştır. Bunun manası: a) O Allah (c.c.) ezelidir, ebedidir, O'ndan önce ve sonra hiç kimse yoktur. b) Allah'ın benzeri olmadığı için bir cinsi de yoktur. O tektir. c) O'nun Zat'ı vahid değil, ehadtır. O'nda çokluk olmadığına dair hiçbir şüphe yoktur. O'nda parçalanma da mümkün değildir. Hiçbir şekil ve sureti olmadığı için zaman ve mekâna da ihtiyacı yoktur. Rengi ve organları yoktur. O'nda değişiklik de yoktur. O her türlü kesretten pâk ve münezzehtir. Her bakımdan ehadtir. Arapça'da "vahid" kelimesi tek manada kullanılır. Çokluk bir şeyden bir tanesi kastedildiğinde bu kelime kullanılır. Meselâ bir kavim, bir ülke, bir dünya ya da bir kainat gibi. Topluca bir şeyin her parçasına da ayrı ayrı "vahid" denir. Mesela bir kavimden bir insan gibi. Ancak "ehad" kelimesi Allah'tan başkası için kullanılmız. Onun için Kur'an'da nerede "Vahid kelimesi kullanılmışsa, (Ancak bir ilahtır) veya "Allahu vahidu'l kahhar" (Ancak Allah (c.c.) tek kahhardır.) şeklindedir. "Vahid", hiçbir yerde yalnız olarak kullanılmamıştır. Çünkü bu kelime çokluk teşkil eden şeyler için de kullanılır. Bunun tersine, "ehad" kelimesi mutlak olarak yalnız Allah (c.c.) için kullanılmıştır; çünkü yalnız O'nun (c.c) varlığında çokluk yoktur. O'nun vahdaniyeti her bakımdan kamildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İhlas suresi ayet 2
Allah, Samed 'dir (her şey O'na muhtaçtır, daimdir, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır)

Burada "samed" kelimesi kullanılmıştır. Kelimenin harfleri "Sad, mim ve dal"dır. Bu kelimeyi incelediğimizde Arapça'da ne kadar geniş anlam taşıdığını görürüz.
es-Samed: Kastetmek, geniş ve yüksek makam, yüksek satıh, savaşta açlık ve susuzluk hissetmeyen, zor durumda başvurulan reis.
es-Samed: Herşeyden yüksek kısım, kendisinden üstün kimse olmayan en üstün şahıs, itaat edilen ve kendisine danışılmadan hiçbir karara varılamayan reis, ihtiyaç zamanı insanların rücu ettiği reis, daim, yüksek mertebe, hiçbir eksiği olmayan, içine bir şey girmeyen ve çıkmayan sağlam katı bir şey, savaşta açlık ve susuzluk hissetmeyen bir kimse.
el-Musmed: Eksikliği olmayan katı şey.
el-Musammed: Gitmeyi amaçladığı maksad, eksikliği bulunmayan sert bir şey.
Beytun Musammedun: İhtiyaç zamanında rücu edilen ev.
Binaun Musammedun: Yüksek bina.
Samedehu ve Samede ileyhi samden: O şahsa gitmeyi kastetmek.
Asmede ileyhi'l-emr: Muamele ona havale edilmiştir. Muamele, itimat edilen kişiye havale edilmiştir. (Sıhah, Kamus, Lisanu'l-Arab)
Bu lugavî manalara dayanarak, "Allahu es-samed" ayetinin tefsirini sahabe, tabiîn ve sonraki ehl-i ilm aşağıdaki şekillerde yapmışlardır:
Hz. Ali, İkrime ve Ka'b b. Ahbar'a göre "Samed", kendinden üstün hiç kimse olmayan kişi anlamındadır.
Abdullah b. Mesud, İbn Abbas, Ebu Vâil Şakik b. Selma'ya göre, önderliği kâmil olan bir reis anlamındadır.
İbn Abbas'ın diğer bir kavline göre "Samed", musibet veya bir afet geldiğinde herkesin yardım için koştuğu zâtdır. Diğer bir kavline göre, liderliği, şerefi, azameti, cÖmertliği, ilmi ve hikmeti bakımından kâmil olan zâtdır.
Ebu Hureyre'ye göre "Samed"in anlamı, hiç kimseye muhtaç olmayan ve fakat herkesin muhtaç olduğu mustağni bir kimsedir.
İkrime'nin diğer bir kavline göre, bir şeyden türememiş ve kendisinden de bir şey türemeyen kimsedir. Diğer kavline göre, yemeyen ve içmeyen kimsedir. Aynı anlamı taşıyan kavil, Şa'bi ve Muhammed b. Ka'b el-Kurzi'den de menkuldur.
Süddi'ye göre, istenen bir şeyi elde etmek ve musibet sırasında yardım istemek için başvurulan kimsedir.
Saîd b. Cübeyr'e göre, sıfat ve amel bakımından mükemmel kimsedir.
Rubey b. Enes'e göre, üzerine afet gelmeyen kimsedir.
Mukatil b. Hayyan'a göre, eksiği olmayan kimsedir.
İbn Keysan'a göre, sıfatları ile bir başkasının muttasıf olmadığı kimsedir.
Hasan Basrî ve Katade'ye göre, bâki ve zevalsiz olandır. Bunun benzeri bir kavil Mücahid, Muammer ve Murretu'l Hemedanî'den mervidir.
Murretu'l Hemedanî'nin bir diğer kavline göre, ne karar verirse ve ne isterse yapan kimsedir. Onun emir ve kararını kimse gözden geçiremez.
İbrahim Nehaî'ye göre, ihtiyaç zamanında başvurulan kimsedir.
Ebubekir el-Embârî, ehl-i lugat arasında "Samed" kelimesi için, "kendisinden üstünü bulunmayan reis" denildiği konusunda ihtilaf olmadığını söyler. İhtiyaç anında ve zor durumda insanların rücu ettiği reistir. Buna berzer bir kavil ez-Zeccac'dan da nakledilmiştir. Buna göre "Samed", üstünde hiç kimsenin olmadığı ve ihtiyaç olduğunda herkesin güvendiği kimsedir.
Şimdi, birinci cümlede "Allahu ehadun" denilmesinin sebebini düşünelim. "Ehad" kelimesi yalnız Allah'ın Zâtına mahsus olduğun ve başkası için kullanılmayacağından bu kelime "ehadun" yani nekre (belirsiz) şekilde kullanılmıştır. Ama "Samed" kelimesi mahluk için de kullanılabildiğinden "Allah'u es-Samedu", yeni ma'rife (belirli) şekilde "el" takısı ile kullanılmıştır. Yani "gerçek Samed Allah'tır" şeklindedir. Mahluk bir yönden samed olsa da, başka yönden değildir; çünkü fânidir, bâki değildir, parçalara ayrılabilir, taksim edilebilir, bileşik bir yapısı vardır, organları parçalanabilir. Bazı mahluklar ona muhtaç olsa da, o da bir başka bakımdan diğer mahluklara muhtaçtır. Önderliği izafidir, mutlak değildir. Bazılarından üstün olmasına rağmen, bazıları da ondan üstündür. Bazı mahlukun ihtiyaçlarına cevap verse de herkesin ihtiyacını karşılamaya gücü yetmez. Bütün bunların tersine Allah'ın samed olması her bakımından kâmildir. Bütün dünya O'na muhtaçtır. O hiç kimseye muhtaç değildir. Dünyada herşey, her varlık, beka ve ihtiyaç için, şuurlu ve şuursuz olarak O'na rücu eder. Herkesin ihtiyacını O karşılar. O bâkidir, zevalsizdir. Rızklandırır, rızka muhtaç değildir. Tektir, bileşik olmadığı için parçalanamaz ve taksim edilemez. Hâkimiyeti bütün kâinat üzerindedir ve herşeyden üstündür. Onun için Allah (c.c.) sadece Samed değil, asıl samed olandır, "es-Samed"tir. Yani gerçek samed olmak, tüm kemaliyle O'na aittir.
O'nun es-Samed olması, benzersiz ve bir tek olması, hiç kimseye muhtaç olmayıp herkesin O'na muhtaç olması gereken kimse demektir. "Es-Samed" iki ya da ikiden fazla zât olsa, herşeyden müstağni olması ve herkesin ihtiyacına cevap vermesi mümkün olamaz. Ayrıca, O'nun es-Samed olması, mabud olarak da tek olduğunu gösterir. Çünkü insan, ancak muhtaç olduğu kimseyi mabud olarak kabul eder. Bir zât ihtiyaca cevap vermiyorsa, aklı başında hiç kimse ona ibadet etmez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İhlas suresi ayet 3
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.

Müşrikler her devirde, İlah'ın da insan cinsinden olduğu düşüncesine sahip olmuşlardır. O düşünceye göre, birçok tanrı vardır. Bunlar, tanrı ve tanrıça şeklinde iki cinstir. İnsanlar gibi evlenirler ve çocuklara sahip olarak nesillerini devam ettirirler. Müşrikler, Alemlerin Rabbı Allah'ı da bu cahilane düşünceler dışında bırakmamışlardır. Allah'a da evlat nispet etmişlerdi. Arapların bu akidesi Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır: Onlar melekleri Allah'ın kızları zannederlerdi. Diğer enbiyanın ümmetleri de bu cehaletten kurtulamamışlardı. Onlar, bazı salih insanları Allah'ın oğulları olarak kabul etmişlerdi. Bu hurafeler her zaman iki tip düşünceyle ifade edilmişti. Bazıları, kimi insanların Allah (c.c.) ile nesebî ilişkileri olduğuna inanmışlardı. Bazıları da kimi insanları Allah'ın evlatığı olarak görmüş, bu yönden oğlu olarak kabul etmişlerdi. Onlar bir kimseyi Allah'ın babası olarak nitelendirmeye ise hiçbir zaman cesaret edememişlerdir. Ancak apaçıktır ve mantıklarının da zarurî sonucudur ki, eğer onlar Allah'ın üremeden münezzeh olduğuna inanmıyorlarsa ve O'nun evladı olmadığı için bir başkasını evlatlık edinmek ihtiyacında olduğunu zannediyorlarsa; o zaman ister istemez Allah'ın da bir kimsenin (hâşâ) evlâdı olabileceğini kabul etmeleri gerekir. Onlar, ilah konusundaki düşünceleri nedeniyle Rasulullah'a önce Allah'ın nesebini, ikinci olarak da bu dünyayı kimden miras aldığını ve varislerinin kim olacağını sormuşlardır.
Bu cahilane düşünceyi tahlil edersek, bunu kabullenen kişinin başka zanları da kabul etmesi gerektiğini anlarız:
a) Eğer Allah (c.c.) bir değilse ve pek çok cins ilahtan biriyse, ayrıca onların ilahlıkları Allah'ın sıfat, fiil ve yetkilerine ortak olmak şeklindeyse, bu durumda Allah'ın sadece evladı değil, evlatlığını da ilah kabul etmek gerekir; çünkü evlatlık ancak aynı cinsten olabilir. Bunun sonucu olarak, Allah'ın cinsinden olan kimsenin de sıfatları inkar edilemez.
b) Eğer erkek ve dişi ilah varsa, çocuk meydana gelebilmesi için aralarında cinsel birleşme olmalıdır. Hâşâ, bu kabul edilirse Allah'ın maddî olduğunu ve bu maddeden bir de karısının bulunduğunu kabul etmek gerekir.
c) İnsanlar fânidir. Bu nedenle nesillerinin devamı için cinsî birleşme yaparak ürerler. Eğer Allah'ın da ürediğine inanılıyorsa, O'nun da (c.c) fâni olduğu (hâşâ) kabul edilmek zorunda kalınır. Bunun yanısıra, üreyen cinslerin bir başlangıç ve sonları vardır. Onlar ne ezelî ne de ebedîdirler. Allah'ın ürediğine inanılırsa, O'nun da bir başlangıcı ve sonu olduğunu kabul etmek zorunda kalınır.
d) Evlatsız bir kimse, kendisine yardımcı olarak bir evlatlık alır. Böylece ölümden sonra kendisine varis olmasını sağlar. Dolayısıyla, eğer Allah (c.c.) için evlatlık kabul edilirse, evlatlık edinmek zorunda kalan insanların taşıdığı bütün zaafları Allah (c.c.) için de kabul etmek zorunda kalınır.
Bütün bu varsayımlar Allah'a "ehad" ve "es-Samed" denilerek kökten çürütülmüştür. Buna rağmen surenin devamında ayrıca "doğurmamış, doğurulmamıştır" denilerek şüpheye hiç mahal bırakılmamıştır. Çünkü bunlar, Allah'ın Zâtı hakkındaki şirkin en önemli sebepleriydi. Onun için Allah, İhlas suresinde bu şirkleri reddetmekle kalmadı, Kur'an'ın değişik yerlerinde çeşitli üsluplar ile bu konuya tekrar tekrar değindi ki, gerçek yerleşsin. Meselâ Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: "Ey Kitap Ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah (c.c.) hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur. Allah'a ve elçilerine inanın. Allah (c.c.) üçtür demeyin. Kendi yararınıza olarak buna son verin. Çünkü Allah (c.c.) yalnız bir tek tanrıdır. (Hâşâ) O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir..." (Nisa:171) . Saffat suresinde de şöyle buyurulmuştur: "İyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki, Allah (c.c.) doğurdu; Onlar elbette yalancıdırlar" (Saffat: 151-152) . Yine Saffat suresinde şöyle buyurulmuştur: "O'nunla cinler arasında bir nesep uydurdular. Halbuki cinlere de onların getireceklerini bildirmiştir." (Saffat:158) . Zuhruf suresinde şöyle buyurulmuştur: "Kullarından kendisine bir parça tasarladılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür." (Zuhruf:15) . En'am suresinde de: "Cinleri Allah'a ortak yaptılar. Halbuki onları O yaratmıştır. Bilmeden O'na oğullar ve kızlar icat ettiler. Hâşâ, O onların ileri sürdüğü niteliklerden münezzehtir. Gökleri ve yeri yoktan var edendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir ki? Kendisinin bir eşi yoktur. Herşeyi o yaratmıştır. Ve O herşeyi bilendir." (En'am:100-101) . Enbiya suresinde şöyle buyurulmuştur. "Rahman çocuk edindi, dediler. O yücedir. Hayır onlar, ikram edilmiş kullarıdır." (Enbiya:26) . Yunus suresinde şöyle buyurulmuştur: "Allah çocuk edindi dediler. Hâşâ, Allah (c.c.) bundan uzaktır.
O zengindir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Bu hususta hiçbir deliliniz yok. Allah (c.c.) hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?" (Yunus:68) İsra suresinde de: "Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı bulunmayan Allah'a hamdolsun de ve O'nu gereği gibi tekbir et." (İsra:111) . Mü'minun suresinde: "Allah onların koştukları vasıflardan uzaktır." (Mü'minun:91) buyurulmuştur.
Bu ayetlerde, Allah'a evlat ve evlatlık nispet edenlerin akideleri her yönüyle reddedilmiştir. Bu akidenin yanlışlığının delilleri de açıklanmıştır. Aynı konuda bu ve diğer ayetler, İhlas suresinin en iyi tefsirleridirler.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt