Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ölüm-Kabir-Kıyamet (1 Kullanıcı)

azizislam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 May 2006
Mesajlar
1,330
Tepki puanı
0
Puanları
0
Allah razı olsun ölümü unutanlar ahiretide unutmuştur
 

Gök Kubbe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Ara 2008
Mesajlar
3,422
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
29
selamun aleyküm hayran kaldım yazılarınızın hepsini bilgisayarıma ekledim LÜTFEN HAKKINIZI HELAL EDİN emeğinize sağlık ALLAH RAZI OLSUN ECRİNİZİ BOL BOL YAZSIN İNŞALLAH hayırlı günler selametle..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
selamun aleyküm hayran kaldım yazılarınızın hepsini bilgisayarıma ekledim LÜTFEN HAKKINIZI HELAL EDİN emeğinize sağlık ALLAH RAZI OLSUN ECRİNİZİ BOL BOL YAZSIN İNŞALLAH hayırlı günler selametle..

Ve Aleyküm Selam
Tabiki ekleyebilirsiniz hakkımız varsa tabiki helal olsun
Sizde helal ediniz
Sizede hayırlı günler
Selametle kalın
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ölüm anında takınılması güzel haller

ölüm anında takınılması güzel haller

Son demlerini yaşayan bir kimsenin yapması gerekenler; huzur ve sükûn içinde olması; çırpınma, yırtılma, debelenme gibi davranışlarda bulunmaması, kelime-i şehâdet getirmesi ve Allah'a hüsnüzan içinde bulunmasıdır (O'na kavuşacağına sevinmesidir).
Ölüm Anında Azalarda Görülen Güzel Haller
Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuşlardır ki: "Ölen bir kişinin durumunu şu üç hususta inceleyin; alnından terler sızdığı, gözlerinden yaşlar aktığı ve dudakları kuruduğu zaman. İşte bu hal Allah'ın kendisine inen bir rahmetidir. Boğazı sıkılmış biri gibi hırlar, rengi kıpkırmızı olur ve dudakları da morarmış olursa, bu da Allah'ın kendisine inen bir azabıdır. "
Ölüm Anında Dilde Görülen Güzel Haller: Kelime-i Şehâdet
Ölmek üzere olan birinin kelime-i şehâdet getirmesi hayra alâmettir. Ebû Saîd-i Hudrî'den (r.a) rivayet edilen bir hadiste Resûlullah (s.a.v),
"Ölülerinize (ölmek üzere olanlara) lâ ilahe illallah zikrini telkin edin" buyurmuştur.
Huzeyfe'nin (r.a) rivayetinde, "...Çünkü kelime-i tevhid, geçmiş günahları silip yok eder" kısmı da vardır.
Hz. Osman'ın (r.a) rivayetinde ise Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Allah'tan (c.c) başka ilâh olmadığını bilerek ölen kimse cennete girer."
Ubeydullah (r.a) bu rivayete, "Ölmek üzere olan kişi şehâdetgetirirken..." ilâvesini de eklemiştir.
Hz. Osman (r.a) der ki: "Son anlarını geçiren birine, lâ ilahe illallah zikrini telkin edin. Çünkü dünyadaki son anlarını bu kelimelerle bitiren kişinin âhiretteki azığı (mükâfatı) muhakkak cennet olur."
Hz. Ömer (r.a) demiştir ki: "Ölmek üzere olan hastalarınızın yanlarında bulunun, onlara Allah'ı (c.c) hatırlatın. Çünkü onlar sizin göremediklerinizi görürler. Onlara, lâ ilahe iiiallah zikrini telkin edin."
Ebû Hüreyre (r.a) anlatıyor: Resûlullah'ın (s.a.v) şöyle dediğini işittim: "Bir gün Azrail ölmek üzere olan birinin yanında hazır bulunduğu bir sırada kalbini yokladı, orada bir şey bulamayınca çenesini ayırarak diline baktı; onu, ucu bir tarafa yapışmış, kelime-i tevhidi söylerken bulur. İşte o adam ihlâs kelimesini (lâ ilahe illallah zikrini) söylemesi sebebiyle affedildi."
Ölmek üzere bulunan kişiye telkin veren kişi bunda fazla ısrarcı olmamalı, son derece nazik davranmalıdır. Çünkü çoğu zaman bu durumdaki kişilerin dilleri dönmeyebilir ve ona zorla şehâdet veya lâ ilahe illallah kelimesini söyletmeye çalışmak ona ağır gelebilir ve o anda bir şey söylemekten hoşlanmayabilir. Böyle bir zorlama onun için kötü bir ölüme sebep olabilir, bundan kaçınılmalıdır.
Ölmek üzere olan birine, lâ ilahe illallah zikrini telkin etmekten maksat, onun Allah'ı düşünmesini sağlayarak ruhunu teslim etmesini temin etmektir. Kalbinde bir olan Hakk'ı istemekten başka bir şey kalmayınca, ölüm ile beraber dostuna kavuşması kendisi için nimetlerin en büyüğü olur.
Ama o anda kalbi hâlâ dünya muhabbetine bağlı kalmış ve onun lezzetlerini yitirme endişesi taşıyorsa bununla beraber tevhid kelimesi sadece dilinin ucunda dolaşıp kalbine nüfuz etmemişse, işte o zaman kişi ilâhî takdirin tehlikesi altına girer. Çünkü sadece dilin hareket etmesi pek de makbul değildir, fakat Allah (c.c) bir ihsanda bulunup kabul ederse bu müstesnadır.
Ölüm Anında Allah'a Hüsnüzanda Bulunmak
Son nefesleri verirken Allah'a karşı hüsnüzanda bulunmak (O'na kavuşacağı için sevinmek ve Allah'ın rahmet ve ihsanının bol olduğuna inanmak) güzel bir şeydir. Biz bu konuyu Recâ kitabında teferruatıyla anlatmıştık. Ölüm anında Allah'a hüsnüzanda bulunmanın fazileti hakkında rivayet edilen pek çok hadis ve haber vardır.
Sahabeden Vasile b. Eska' (r.a) bir hastanın ziyaretine gitmişti. Ona, "Allah'a olan zannını bana anlatır mısın? O'nun sana ne şekilde muamelede bulunacağını düşünüyorsun?" diye sordu. Hasta, "Günahlarım gırtlağıma kadar dayanmış helak olmak üzereyim, ama hâlâ rabbimin rahmetinden ümidimi kesmiş değilim" diye cevap verince Vasile (r.a) tekbir getirdi, onunla beraber ev halkı da tekbir getirdi. Vasile (r.a) tekrar Allahüekber dedikten sonra, "Ben Resûlullah'ın (s.a.v) şöyle dediği işittim" diyerek şu hadis-i şerifi nakletti:
"Allah Teâlâ buyurur ki: Ben kulumun zannı üzereyim; o halde beni dilediği gibi düşünsün."
Hz. Peygamber (s.a.v) son anlarını yaşamakta olan bir gencin yanına girdi ve ona, "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Genç, "Allah Teâlâ'dan ümidimi kesmedim, lâkin günahlarımdan ötürü korkuyorum" dedi. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Bu korku ile ümit hali, şu ölüm anında hangi kulun kalbinde bir arada bulunursa, Allah Teâlâ ona umduğunu verir, korktuğundan emin kılar."
Sabit b. Eslem-i Bünânî (rah) şöyle anlatmıştır: "Aklı. hep oyun ve eğlencede olan bir genç vardı. Annesi her zaman kendisine öğütlerde bulunur ve, 'Oğlum, senin bir günün vardır, o günü aklından çıkarma!' derdi. Bir gün kendisine Allah'ın emri gelip çatarak ölüm döşeğine düştüğünde annesi onun üzerine kapandı ve, 'Yavrucuğum, işte ben seni her dâim oyun ve eğlenceden sakındırarak, senin bir günün var dediğim gün bugündür' dedi. Oğlu, 'Ey anneciğim! Benim ihsanı ve keremi bol bir rabbim var. Ben öyle ümit ediyorum ki, rabbim beni bugün o ihsanlarının bir kısmından mahrum etmeyecek' dedi."
Sabit b. Eslem-i Bünânî (rah) demiştir ki: "Allah Teâlâ o gence kendisine duyduğu hüsnüzannmdan dolayı mağfiret etti."
Câbir b. Vedâa anlatıyor: "Devamlı hareketli ve neşeli, şen şakrak bir genç vardı. Bir gün geldi ölüm döşeğine düştü. Annesi baş ucuna gelerek, 'Oğlum, bana vasiyet edeceğin bir şey var mı? diye sordu. Oğlu, 'Yüzüğüm anne...Ben öldüğüm zaman sakın onu parmağımdan çıkarmayın. Çünkü onda Allah'ın adı yazılı. Belki onun hürmetine Allah Teâlâ beni bağışlar' dedi.
Delikanlı defnedildikten sonra kendisini rüyasında gören bir kişiye, 'Anneme söyleyin ki, yüzüğümün üzerinde yazılı olan kelimenin faydasını gördüm; Allah Teâlâ beni bağışladı' dedi."
Mu'temir b. Süleyman şöyle anlatmıştır: "Babam son anlarını yaşarken bana, 'Ey Mu'temir! Bana Allah'ın kullarına tanıdığı kolaylıklardan bahset, içimde olan güzel niyetlerimle Allah Teâlâ'ya kavuşmayı arzuluyorum' dedi."
Salih insanlar, ölüm döşeğinde olan kişinin rabbinden güzel beklentiler içinde olmasını sağlamak amacıyla yapmış olduğu iyi amellerinden söz edilmesini güzel bulmuşlardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
RESÛLULLAH'IN (s.a.v) VEFATI

RESÛLULLAH'IN (s.a.v) VEFATI

İbn Mesud (r.a) anlatıyor: Resûlullah'ın (s.a.v) âhirete irtihal etmesine yakın zamanlardı. Hz Âişe'nin (r. anh) evinde kalıyordu, ziyaretine gittik. Bizleri görünce gözleri yaşardı ve şöyle buyurdu:
"Hoş geldiniz. Allah'ın selâmı üzerinize olsun. Allah Teâlâ sizleri korusun ve yardım etsin. Sizlere Allah'tan korkmanızı ve ondan sakınmanızı tavsiye ederim. Sizleri Allah'a emanet ediyorum. Ben O'nun sizlere gönderdiği apaçık bir uyarıcısıyım. Sakın ha Allah'ın beldelerinde ve kulları arasında O'na karşı büyüklük taslamayın. Artık ecelim yaklaştı. Allah'a, sidretü'l-müntehâya, me'vâ cennetine yönelme vakti geldi. Kendinize ve benden sonra dinimize girenlere Allah'ın rahmetini ve benim selâmımı iletiniz."
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) vefat edeceği sıralarda Cebrail'e (a.s),
"Benden sonra ümmetimin başına kim geçecek? Onları kim idare edecek?" diye sordu. Allah Teâlâ Cebrail'e vahyederek,
"Ümmeti hakkında kendisini mahcup etmeyeceğimi habîbime müjdele. Ve yine ona, insanlar dirilecekleri zaman, kabirden en önce kalkacak olanın o olacağını, mahşerde tüm mahlûkatın efendisi olduğunu, kendisi ve ümmeti cennete girmeden önce başka ümmetlerin girmelerinin yasak olduğunu müjdele."
Hz. Peygamber (s.a.v) bu müjdeleri alınca, "Şimdi gözlerim aydın oldu/sevindim"buyurdu.
Hz. Âişe (r.anh) validemiz şöyle anlatmıştır: "Resûlullah (s.a.v) hastalandığında bize yedi ayrı kuyudan alınmış yedi kırba su ile kendisini yıkamamızı emretti. Biz de dediğini yaptık, biraz rahatladı, kalktı mescide gitti ve namaz kıldırdı. Uhud şehidlerine dua ve istiğfarda bulundu. Sonra ensarın hukukuna riayet hususunda şöyle buyurdu:
"Bundan sonra: Ey muhacirler topluluğu, sizler artarsınız, ensar ise bu olduğu halden daha fazlalaşacak değildir. Hiç şüphesiz ensar, benim sırdaşım ve özel dostlarımdır. Onların ihsan sahibi olanlarına ikramda bulunun; kusurlu olanları da affedin."
Sonra, "Kul, dünya ile Allah katında olanlar arasında serbest bırakıldı; o Allah katında olanı tercih etti!" buyurdu.
Hz. Peygamberin (s.a.v) yakında vefat edeceğini işaret eden bu sözleri işiten Hz. Ebû Bekir ağlamaya başladı. Resûlullah (s.a.v), "Ey Ebû Bekir, ağır ol; acele etme" dedi ve ashaba,
"Mescidin dışarı açılan tüm kapılarını kapatın; yalnız Ebû Bekir kapısı kalsın. Çünkü benimle olan dostluğunda Ebû Bekir'den daha üstün birini bilmiyorum"buyurdu.

Hz. PEYGAMBERİN (s.a.v) SON VASİYETLERİ
Hz. Âişe (r.anh) şunları anlatmıştır: "Hz. Resûlullah (s.a.v) benim odamda, benim günümde, benim göğsümde (kollarımın arasında) vefat etti. Vefatı sırasında Allah Teâlâ benim tükürüğüm ile onun tükürüğünü birleştirdi. Şöyle ki: Kardeşim Abdurrahman elinde bir misvakla içeri girmişti. Resûlullah (s.a.v) onun elindeki misvaka bakıyordu. Hoşuna gittiğini anladım ve, 'Senin için o misvakı alayım mı?' diye sordum.
Başıyla işarette bulunarak, 'Evet al' dedi. Ben de misvakı alıp kendisine uzattım, o da ağzına aldı, fakat misvakı çok sert buldu. Ben,
'Onu sizin için yumuşatayım mı?' diye sordum, Hz. ¦ Peygamber (s.a.v) yine başıyla işaret ederek yumuşatmamı söyledi. Ben de misvakı ağzımda çiğneyerek yumuşattım (sonra ona verdim). Hz. Resûlullah'ın önünde içi su dolu bir kap vardı elini içine daldırıyor ve, lâ ilahe illallah, gerçekten ölümün çok şiddetli sancıları varmış' diyordu.
Sonra elini kaldırdı ve, '(Allahım) Refîk-i a'lâya, refîk-i a'lâ'ya' buyurdu. İşte ben o zaman içimden, 'Vallahi kendinden geçti, artık bizi seçemiyor' dedim.
Biraz sonra, 'Elimden tutun\. Onlar da tutarak doğrulttular. Resûlullah (s.a.v), 'Ne diyorsunuz?' dedi. Onlar, 'Ey Allah'ın Resulü, öleceğinizden korkuyoruz. Erkekler mescidin etrafında toplandıkları için kadınları ağlaşmaktalar' dediler. Bunları işiten Allah Resulü (s.a.v) sıçrayarak ayağa kalktı, önünde Abbas, FazI ve Ali'ye dayanarak mescide girdi. Başı bağlıydı, ayaklarını yere sürüyordu, öyle ki hemen minberin ilk-basamağına oturdu. Herkes Resûlullah'ın etrafında toplandı. Resûlullah (s.a.v) Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
'Ey insanlar! Duydum ki öleceğimden endişeleniyormuşsunuz! Sanki ölümden hoşlanmıyor gibisiniz? Peygamberinizin ölümünü neden yadırgıyorsunuz ki? Benim ve sizin muhakkak öleceğimiz haberi verilmedi mi?
Benden önce gönderilen peygamberlerden hiçbiri hayatta kaldı mı ki ben de ebediyen sizin aranızda kalayım!
Dikkat edin! Ben rabbime kavuşmak üzereyim, sizler de O'na varacaksınız. Sizlere, ilk muhacirlere karşı iyilikle muamelede bulunmanızı tavsiye ederim. Muhacirlere de aralarındaki hak ve hukukun muhafazasını öğütlerim. Zira Allah (c.c),
'Asr'a yemin olsun ki insan kesin bir ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır' buyurmaktadır.
Allah'ın izniyle her iş varacağına varır. Sakın bir işin gecikmesi sizi aceleciliğe sevketmesin. Çünkü Allah azze ve celle bir kişi acele ediyor diye acele etmez. Şüphesiz ki Allah'a karşı üstünlük taslayanı Allah mağlûp eder. O'nu aldatmaya yelteneni de tuzağına düşürür. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
'Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız?'
Sizlere ensara karşı iyilikle davranmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar sizlerden önce bu şehri yurt edinmişler ve (birçoğu da) iman etmişlerdi. Bu bakımdan onlara ihsanda bulununuz. Onlar meyvelerini ve yiyeceklerini sizlerle paylaşmadı mı? Topraklarından sizlere de vermedi mi? Kendileri muhtaç durumda iken sizleri nefislerine tercih etmediler mi?
Dikkat edin Kim (ensardan) iki kişi arasında hükmetmekle görevlendirilirse onların iyiliklerini kabullensin, kusurlarını da görmezlikten gelsin.
Dikkat edin! Sakın adaletten saparak onlar hakkında seçicilik yapmayın. Ben sizin öncünüzüm; sizler de beni takip edeceksiniz.
İyi dinleyin! Buluşma yeriniz havuzdur (kevser). Benim havuzum Şam'ın Busrâ'sı ile Yemen'in San'a'sı arasındaki mesafeden daha büyüktür. Oraya kevser oluğundan bir su dökülür. Bu su, sütten daha beyaz, köpükten daha yumuşak, baldan daha tatlıdır. Ondan bir kere içen bir daha susamaz. Bu havuzun taşları inciden, yatağı ise misktendir. Yarın mahşer günü hesap yerinde bu havuzun suyunu içmekten mahrum olan tüm hayırlardan mahrum kalmış demektir.
Dikkat edin! Yarın benimle beraber o havuzun etrafında buluşmak isteyen -müstesna durumlar hariç- elini ve dilini haramdan çeksin.
Bunun üzerine Hz. Abbas (r.a), 'Yâ Nebiyyellah! Kureyş'e de bir tavsiyede bulun, dedi. Resûlullah (s.a.v),
'Aynı şeyleri Kureyş'e de tavsiye ederim. İnsanlar Kureyş'e tabidirler. İyileri iyilerine; kötüleri de kötülerine... (Sizler) Kureyş ailesine, insanlara karşı iyilikle davranmalarını tavsiye edin.
Ey insanlar! Şüphesiz günahlar nimetleri bozar ve taksimatı da değiştirir. İnsanlar iyi oldukları zaman önderleri onlara iyi davranır; kötülüğe ve günaha daldıklarında ise kuşkusuz onlara kötü davranır. Allah Teâlâ bu hususta şöyle buyurmuştur: 'İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerin bir kısmını diğer bir kısmına musallat ederiz."
Allah Resulü (s.a.v) her baygınlık geçirdiğinde sanki kendisine birtakım tercihler sunuluyormuşçasına, 'Hayır, ben refîk-i a'lâyı istiyorum' diyordu.
Bazı aralar kendine gelip konuşmaya güç yetirdiğinde, 'Namaz! Namaz! Cemaatle birlikte namaz kıldığınız müddetçe birbirinizden kopmazsınız' buyuruyordu.
Resûlullah (s.a.v) vefat edinceye kadar hep bu şekilde, 'Namaz! Namaz!'deyip durdu."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Hz. Âişe (r.anh) der ki: "Resûlullah (s.a.v), pazartesi günü, kuşluk vaktinin yükselmesi ile zeval (güneşin tam tepede olma) vakti arasında vefat etti."

Hz. Fâtıma (r.anh) der ki: "Bu pazartesi günleri karşılaştığım hadiseler nedir böyle? Vallahi ümmetin başına gelen sıkıntı ve musibetler hep bu günde olmuştur."
Ümmü Gülsüm (r.anh) demiştir ki: "Bugün, aynı zamanda Hz. Ali'nin (r.a) musibetlere duçar olduğu gündür. Pazartesi gününden çektiğim nedir ki, dedem (Hz. Peygamber) bugün vefat etti, babam Ali ve Ömer (r.a) bugün şehid edildi."
Hz. Âişe (r.anh) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v) vefat ettiği ve orada bulunanlar feryadü figan edip ağlamaya başladıkları zaman insanlar hemen içeriye hücum ettiler. Bu esnada melekler elbisesiyle Hz. Peygamberin (s.a.v) üzerini örttüler. Ortalık karışmış, herkes farklı bir şeyler söylüyordu. Kimi onun öldüğünü yalanlıyor, kimi ise dili tutulmuş, öylece kalakalmıştı. Akıllar karışmış ve kimin ne söylediğini kimse anlamıyordu. Kimileri bir köşeye çekilmiş, aklı başında bir halde beklemekte; kimileri de yere çömelmiş, öylece düşünmekte idi.
Ömer b. Hattâb (r.a) onun vefat ettiğine inanmayanlardandı. Hz. Ali (r.a) bir köşeye çekilip oturanlar arasında idi. Hz. Osman'ın (r.a) ise dili tutulmuştu.
Sonra Hz. Ömer (r.a) insanların karşısına çıkarak şöyle dedi: "Resûlullah (s.a.v) ölmedi. Muhakkak ki Allah (c.c) onu geri döndürecek ve onun ölümünü bekleyen münafıkların ellerini ve ayaklarını kesecektir. Allah Teâlâ nasıl ki Musa (a.s) ile sözleştiği gibi onunla da sözleşmiştir ve o elbette bizlere geri dönecektir."
Ümmü Gülsüm: Hz. Fâtıma ve Ali'nin (r.a) kızıdır. Peygamber Efendimiz hayatta iken dünyaya gelmiştir. Allâme Zebîdî'nin kayıtlarına göre, Ümmü Gülsüm ilk evliliğini Hz. Ömer (r.a) ile 40.000 dirhem mehir karşılığı yapmıştır. Ondan Zeyd ve Rukıyye adında iki çocuk dünyaya gelmiştir. Dârekutnî'nin Uhuvve adlı kitabında zikrettiğine göre, Ümmü Gülsüm, Hz. Ömer'in vefatından sonra Avn (Avf) b. Ca'fer b. Ebû Tâlib ile evlenmiş, onun da vefatının ardından Avn'ın kardeşi Abdullah b. Ca'fer evlenmiştir. Ca'fer oğullarından çocuğu olmamıştır
Bir diğer rivayette ise Hz. Ömer (r.a) şunları söylemiştir: "Ey insanlar! (Şu günlerde Resûlullah'ın ölümü ile ilgili olarak) dillerinizi tutun. Çünkü o ölmemiştir. Vallahi kimin, Resûlullah öldü dediğini duyarsam, işte şu kılıcımı kafasına indiririm."
Hz. Ali (r.a) evinden dışarı çıkmıyordu. Osman (r.a) ise konuşamıyor, bir yere gidip gelmek istese elinden tutularak götürülüyordu.
O gün hiç kimse Hz. Ebû Bekir ve Abbas (r.a) kadar metanet gösterememiş, Allah Teâlâ bu ikisine tevfik ve dayanma gücü vermişti. Öyle ki Hz. Ebû Bekir'den (r.a) başka birinin sözüne bakılmadığı bir zamanda Resûluilah'ın (s.a.v) amcası Abbas gelmiş ve insanlara,
'Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed (s.a.v) ölümü tatmıştır. Zira o aramızda iken şu âyeti okumuştu:
"Muhakkak sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Sonra şüphesiz, sizler kıyamet günü rabbinin huzurunda davalaşacaksınız."
Hz. PEYGAMBER (s.a.v) VEFAT ETTİĞİ ZAMAN SAHABELERİN TUTUMU
Hz. Peygamber (s.a.v) vefat ettiğinde Hz. Ebû Bekir (r.a), Medine yakınlarında yerleşmiş bir ensar kabilesi olan Hazrec kabilesinin Harsoğulları arasında bulunuyordu. Haberi alır almaz hemen Resûlullah'ın yanına geldi, üzerine kapanıp onu öptü ve, "Anam babam sana feda olsun, Allah (c.c) ölümü sana ikinci kez tattırmayacak.
Vallahi Resûlullah vefat etmiş" dedi ve insanların karşısına çıkarak, "Ey insanlar! Her kim Muhammed'e inanıyorsa şunu bilsin ki, o ölmüştür. Muhammed'in rabbine inananlar bilsin ki Allah diridir ve asla ölmez! Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz?"
Hz. Ebû Bekr'in (r.a) bu konuşmasından sonra sanki insanlar bu âyeti ilk duymuş gibi oldular.
Bir hadise bir başka rivayette şöyle geçmiştir: Hz. Ebû Bekir (r.a) Resûlullah'ın (s.a.v) vefat haberini alır almaz hemen Medine'ye geldi. Resûlullah'ın evine girdiğinde bir yandan gözlerinden yaşlar boşalıyor, bir yandan da ona salâtü selâm getiriyor, zorla da olsa yutkunmaya çalışıyordu. Buna rağmen kendinde idi. Resûlullah'a doğru eğildi, yüzünü açtı, alnını ve yanaklarını öptü, yüzünü sıvazladı ve ağlaya ağlaya, "Anam babam sana feda olsun! Nefsim, ehlim sana kurban olsun! Güzel yaşadın, güzel vefat ettin. Hiçbir peygamberin ölümüyle son bulmayan nübüvvet senin ölümünle noktalanmıştır. Sen övülemeyecek kadar azametli, sızlanamayacak kadar ulvîsin. Öyle ki herkes sende teselli buluyor ve herkes sende eşit oluyordu. Şayet ölüm senin tercihin olmasaydı, sana olan hüznümüzden dolayı canlarımıza kıyardık. Eğer (ölünün üzerine) ağlamayı menetmeseydin bütün göz yaşlarımızı sana dökerdik. Ancak, gücümüzün yetmediği, önleyemediğimiz bazı şeyler de vardır ki onlar da denizin kabarıp inmesi gibidir.
Allahım bunları ona ilet!
Ey Muhammed! Rabbinin yanında bizleri de an. Kalbinden bizleri çıkarma. Eğer bizlere vakar ve sekînet bırakmasaydın, ardında bıraktığın yalnızlığa ve hasrete kimseler dayanamazdı.
Allahım! Bunları sevgili dostuna ilet. Onun sevgisini içimizde koru."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kabir ehlinin durumu

Kabir ehlinin durumu

Dehhâk b. Mezâhim anlatıyor: Adamın biri,
"Ey Allah'ın Resulü! insanların en zahidi kimdir?" diye sordu. Resûlullah (s.a.v),
"Kabri ve oradaki çürümeyi unutmayan, dünyalık fuzulî şeyleri terkeden, âhireti dünyaya tercih eden, yarınki gününün derdine düşmeyen ve kendini kabirdeki insanlardan biri olarak gören kimse zâhiddir"" diye cevap vermiştir.
Hz. Ali'ye (r.a), "Neden kabristanlığa yakın bir yerde evini kurdun?" diye sorulduğunda, "Onları en iyi ve samimi komşular olarak buldum; dillerini tutmasını biliyorlar ve ayrıca âhireti hatırlatıyorlar" demiştir.
Resûlullah (s.a.v), "Kabir kadar ürkütücü bir manzara görmedim" buyurmuştur.
Ömer b. Hattâb (r.a) anlatıyor: Bir keresinde Resûlullah (s.a.v) ile kabristanlığa gittik. Bir kabrin başına oturdu. İçimizde ona en yakın bendim. Resûlullah (s.a.v) ağladı, ben de ağladım ve herkes ağladı. Bize, "Niye ağlıyorsunuz?" diye sordu, biz de, "Siz ağladığınız için ağladık, dedik. Resûlullah (s.a.v),
"Bu annemin, Vehb kızı Amine'nin kabridir. Rabbimden onu ziyaret etmem için izin istedim, izin verdi. Ona istiğfarda bulunmam için izin istedim, fakat buna izin vermedi. İşte benim kalbime bir anne ile oğlu arasındaki şefkat duygusu geldi, ona ağladım" buyurdular.
Osman b. Affân (r.a) bir kabrin başına oturduğu zaman sakalları ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine, "Ey Osman, neden cennet ya da cehennemden bahsedildiğinde ağlamıyorsunuz da bir kabrin başına oturduğunuz da ağlıyorsunuz?" diye soruldu. Hz. Osman (r.a) şöyle cevap verdi:
Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki: "Kabir, âhiret yolculuğunun ilk konağıdır. Eğer kişi buradan kurtulursa artık gerisi kolaydır. Yok, kurtulamazsa gerisi çok çetindir."

KABİR ZİYARETİ ve ÖLÜLERE DUA
Erkek kadın herkese, ibret almak, ölümü hatırlamak maksadıyla kabirleri ziyaret etmek müstehaptır. Allah'ın velî kullarının kabirlerini, hem teberrük hem de ibret almak maksadıyla ziyaret etmek de böyledir.
Resûlullah (s.a.v) önceleri kabir ziyaretine izin vermiyordu, fakat sonraları izin vermiştir.
Hz. Ali'den (r.a) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Sizlere kabir ziyaretini yasaklamıştım, ama artık onları ziyaret edebilirsiniz. Ancak kimse oralarda çirkin ve kötü sözler konuşmasın."
Resûlullah (s.a.v) beraberindeki zırhlı bin kadar askerle annesinin kabrini ziyarete gitmişti. Bugüne kadar onun böyle ağladığını hiç kimse görmemişti. İşte bu ziyaretinde Resûlullah (s.a.v), "Ziyaretine izin verildi, ama onun için istiğfar etmeme izin verilmedi" buyurdu. Bu hadisi daha önce zikretmiştik.
İbn Ebû Müleyke (rah) anlatıyor: Bir kabristanlıkta Hz. Âişe (r.anh) ile karşılaştım: "Ey Müminlerin annesi, nereden dönüyorsunuz" diye sordum. "Kardeşim Abdurrahman'ı ziyaretten" dedi. Ben, "Resûlullah (s.a.v) kabir ziyaretini yasaklamamış mıydı?" diye sordum, "Evet, yasaklamıştı, ama daha sonra ziyaret etmemizi emretti" dedi.
Yukarıda zikredilen hadise ile kadınların mezarları rahatça ziyaret edebileceği düşüncesine varılmasın. Zira onlar (ölmüş olan yakınlarını kaybetmenin acısına tahammül edemeyerek ya kendilerine ya da yakının ölümüne sebep olan kimselerin aleyhlerinde) kötü ve boş sözler konuşmaktan kendilerini alıkoyamazlar. Kazanacakları sevap kazandıkları kötülüğü karşılamaz. Oraları ziyaret etmenin verdiği hüzün ve hasretle kendilerini dağıtırlar ve böylelikle mahrem yerlerini başkalarına göstermiş olurlar. Bunlar ise büyük âfetlerdir. Halbuki kabir ziyareti sünnettir. Bir sünneti ihya etmek için bu kadar günah işlenilmez!
Evet, erkeklerin gözlerine takılmayacak, onları meşgul etmeyecek tarzda elbiseler giyerek kabirleri ziyaret etmelerinde bir sakınca yoktur. Tabii bu ziyaret de, duanın aşırı gidecek kadar fazla uzatılmaması ve kabrin başında konuşulup fuzuli vakit geçirilmemesi kaydına bağlıdır.
Ebû Zerr'in (r.a) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) ona şöyle buyurmuştur;
"Kabirleri ziyaret et, bu sana âhireti hatırlatır. Ölüleri yıka, zira ruhu alınmış boş bir cesetle uğraşmak insana kuvvetli bir öğüttür. Cenaze namazlarına katıl, belki üzülmene vesile olur. Şunu bil ki hüzünlü kimseler Allah'ın gölgesinde (muhafazası) altındadır."
İbn Ebû Müleyke (rah) der ki: Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Ölülerinizi ziyaret edin, yanlarına vardığınızda selâm verin; çünkü onlardan alacağınız ibretler vardır."'
Nâfi'in nakline göre, İbn Ömer (r.a) eğer bir kabrin yanından geçecekse, yanında biraz bekler, selâm verir ve öyle geçerdi.
Ca'fer b. Muhammed babasından rivayetle şunu anlatır: "Resûlullah'ın kızı Fâtıma (r.anh) bazı günler amcası Hamza'nın (r.a) kabrini ziyaret eder, orada namaz kılar ve ağlardı."
Resûlullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
"Kim, her cuma anne ve babasının veya ikisinden birinin kabrini ziyaret ederse bağışlanır ve anne babasına karşı iyi davrananlardan yazılır."
İbn Sîrîn'den (rah) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Anne ve babasına asi olduğu halde onları kaybeden bir kimse, vefatlarından sonra arkalarından (bağışlanmaları için) dua ederse Allah o kimseyi iyilerden yazar."
Yine Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştur ki: "Beniziyaret edene şefaatim vacip olur."
Bir diğer hadislerinde de şöyle buyurmuştur:
"Kim (hayatımda ya da vefatımda) Medine'ye gelir ve sırf Allah rızâsını gözeterek ve sevabını O'ndan umarak beni ziyaret ederse kıyamet günü onun şefaatçisi ve (hayırlı amellerinin) şahidi olurum."
Kâ'b Ahbâr (rah) şöyle demiştir;
"Her fecir doğduğunda gökten yetmiş bin melek inerek Resûlullah'ın kabrini kuşatırlar. Üzerinde kanatlarını çırparak ona salâtü selâm ederler. Akşam olduğunda bu melekler göğe yükselir, yerlerine onların sayısınca başka melekler inerler. Bunlar da aynen birinci grup gibi salâtü selâm getirirler, tâ ki (dünyanın ömrü tükenip de) yer yarılana kadar buna devam edeler. Resûlullah (s.a.v) o gün yetmiş bin meleğin arasında saygı ve hürmetle diriltilir."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kabir ziyaretinin edepleri

Kabir ziyaretinin edepleri

Kabir ziyaretinin müstehap olan şekli, ziyaretçinin ardını kıbleye verip yüzünü kabirdeki kimseye doğru çevirmesi ve ona selâm vermesidir.
Kişi kabri öpmez, (batıl inançlar doğrultusunda) elini veya elbisesini sürmez, çünkü bunlar hıristiyan âdetlerindendir.
Nâfi' anlatıyor: "Abdullah b. Ömer'i yüz defa belki daha fazla gördüm; Resûlullah'ın (s.a.v) kabrine gelir ve, "Selâm olsun Nebî'ye, selâm olsun Ebû Bekir'e, selâm olsun babama' der, ondan sonra ayrılırdı."
Ebû Ümâme (r.a) anlatıyor: "Enes b. Mâlik'i gördüm, Resûlullah'ın (s.a.v) kabrine geldi, biraz durdu ve (dua etmek için) ellerini kaldırdı. Ben namaz kılacağını zannettim. Sonra selâm verdi ve ayrıldı."
Hz. Âişe (r.anh) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
"Kim bir mümin kardeşinin kabrini ziyaret eder ve onun yanında oturursa, kabirdeki kardeşi onunla ünsiyet eder, selâmını alır. Bu durum yanından ayrılana kadar devam eder."
Süleyman b. Süheym (rah) anlatıyor: "Resûlullah'ı (s.a.v) rüyamda gördüm. 'Ey Allah'ın Resulü! Şu adamlar senin kabrine gelip selâm veriyorlar; o selâmı anlıyor musun?' diye sordum. 'Evet, anlıyor ve selâmlarına karşılık veriyorum' buyurdu."
Ebû Hüreyre (r.a) demiştir ki: "Bir kimse tanıdığı bir adamın kabrinin yanından geçerken ona selâm verse, kabirdeki onu tanır ve selâmını alır. Tanımadığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken selâm verdiğinde ise kabirdeki onu tanımaz, ancak mutlaka selâmına mukabelede bulunur."
Âsım-ı Cuhderî'nin ailesinden biri anlatıyor: "Ölümünün ardından iki yıl geçtikten sonra Âsım'ı rüyamda gördüm. Hemen, 'Sen ölmemiş miydin?' diye sordum. 'Evet, ölüyüm' dedi. 'Şimdi neredesin?' dedim, 'Vallahi cennet bahçelerinden bir bahçedeyiz. Her cuma gecesi ve sabahı buradaki bir grup arkadaşla beraberce toplanır ve Bekir b. Abdullahı Müzenî'nin yanına gideriz. Orada sizlerden gelecek haberleri bekleriz' dedi. Ben, 'Bunu ruhlarınızla mı yoksa bedenlerinizle mi yapıyorsunuz?' diye sordum. 'Nerede! Bedenlerimiz çoktan çürüdü, sadece ruhlarımızla bir araya geliyoruz.' 'Peki, bizim sizlere olan ziyaretlerimizden haberdar oluyor musunuz?' dedim. 'Evet, cuma gecesi, cuma gününün tamamı ve cumartesi sabahına kadar olan ziyaretlerden haberimiz oluyor' dedi. 'Neden özellikle cuma günü?' diye sordum, 'Cuma gününün diğer günlere olan üstünlüğünden' dedi.
Muhammed b. Vâsî (rah) kabirleri cuma günü ziyaret ederdi. Bunun sebebi kendisine sorulunca, "Bana ulaşan haberlere göre ölüler, kendilerini cuma günü, cuma gününden bir gün öncesi (yani perşembeyi cumaya bağlayan gece) ve bir gün sonrasında (cumartesi sabahına kadar) ziyaret edenleri bilirler."
Dehhâk demiştir ki: "Her kim (yakınlarından) bir kişinin kabrini cumartesi gününün güneş doğmazdan öncesine
kadar ziyaret ederse, kabirdeki kişi onu tanır." Dehhâk, bu nasıl olur diye kendisine soranlara, "Cuma gününün faziletinden" diye cevap verir.

ÖLÜLERE DUA ve İSTİĞFARDA BULUNMAK

Bişr b. Mensur (rah) anlatıyor: "Veba hastalığı her tarafa yayılıp da insanlar bir bir öldüğü zamandı. Adamın biri kabristanlığa gider ve orada kılınan her cenaze namazına iştirak ederdi. Akşam olup evine gitmezden önce de kabristanın kapısında durur ve mezardakilere,
'Allah Teâlâ yalnızlığınızı gidersin, garipliğinize merhamet etsin, günahlarınızı bağışlasın ve iyiliklerinizi kabul etsin' diye dua eder, bundan fazla bir şey söylemez, sonra evine giderdi."
Hadisenin bundan sonrasını olayı yaşayan adam anlatıyor:
"Yine akşam olmuştu. Bu sefer her zamanki gibi kabristanlığa gidip dua etmedim. Hava kararınca ailemin yanına döndüm. Yatıp uyumuştum; ne olduğunu anlayamadım, bir grup insan yanıma geldi.
'Sizler kimsiniz, ne istiyorsunuz?' dedim. Onlar, 'Bizler o kabristanlıkta bulunan kimseleriz' dediler. 'Neden geldiniz?' diye sordum; şöyle dediler:
'Senin evine dönmeden önce yaptığın o dua bizler için bir hediye oluyordu, ancak bu gece dua etmedin!' Ben şaşkınlık içinde, 'Hangi dua?' diye sordum. 'Bize her zaman yaptığın o dua var ya, işte o' dediler. Bundan sonra devamlı olarak onların başında bu duaları okudum."
Beşşâr b. Gâlib-i Necrânî anlatıyor: "Rüyamda âbide kadın Râbia-i Adeviyye'yigördüm. Ona çokça dua ediyordum. Bana, 'Ey Beşşâr! Bize gönderdiğin hediyelerin ipek mendillerle örtülü nurdan tabaklar içinde geliyor' dedi. Ben, 'Bu nasıl oluyor?' diye sordum. O, 'İşte, hayattaki müminlerin ölülerine yaptıkları dua böyledir; önce bu dualar kabul edilir ve nurdan tabaklara konulur, sonra ipek mendillerle kapatılır, ardından dua edilen kişiye getirilerek, 'Bu falanca kimsenin sana gönderdiği hediyedir' denilir ve ona ikram edilir."
Resûlullah Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki:
"Kabirdeki ölü, boğulmak üzereyken yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, kardeşinden veya bir dostundan gelecek olan yardımları bekler durur. Ona bir yardım ulaştı mı bu ona dünya ve içindekilerden daha sevimli gelir. Hayattakilerin ölülere göndereceği hediyeler dua ve istiğfarlarıdır."
Sâlihlerden biri anlatıyor: Kardeşim vefat etmişti. Bir zaman sonra onu rüyamda gördüm. 'Seni kabrine koyduğumdan beri durumun nasıl?' diye sordum. Şöyle anlattı:
"Siz yanımdan ayrıldıktan sonra elinde bir ateş topu olan biri geldi; eğer biri benim için dua ve istiğfarda bulunmasaydı, herhalde elindeki şeyle beni dövecekti."
İşte saydığımız bu sebeplerden ötürü, ölü defnedildikten sonra, ona telkinde bulunmak ve dua etmek müstehap görülmüştür.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
MEZARLIKTA KURAN ve ÇEŞİTLİ DUALAR OKUMAK

MEZARLIKTA KURAN ve ÇEŞİTLİ DUALAR OKUMAK

Mezarlıkta ölülere Kur'ân-ı Kerîm okumakta bir mahzur yoktur (Hanefî ve Şafiî âlimlerinin çoğunluğuna göre durum böyledir).
Ali b. Musa-i Haddâd anlatıyor: İmam Ahmed b. Hanbel (rah) ile beraber bir cenazedeydik. Muhammed b. Kudâme-i Cevherî de yanımızdaydı. Ölü defnedildikten sonra âmâ bir adam geldi ve kabrin başında Kur'an okumaya başladı. İmam Ahmed, "Ey adam! Kabir başında Kur'an okumak bid'attı" dedi. Mezarlıktan çıktıktan sonra Muhammed b. Kudâme, imam Ahmed'e (künyesiyle seslenerek), "Ebû Abdullah, Mübeşşir b. İsmail-i Halebî hakkında ne dersin?" diye sordu. İmam Ahmed, "Güvenilir biridir derim. Yoksa ondan (hadis, haber vs. gibi) bir şeyler mi yazdın?" dedi. Muhammed b. Kudâme, "Evet, Mübeşşir b. İsmail bana, Abdurrahman b. Alâ b. Leclâc'dan onun da babasından rivayetle geldiğini söylediği şu hadiseyi aktardı: O, defnedildiği zaman baş ucunda Bakara sûresinin başlangıcıyla (Elif-lâm-mîm) son kısmının (Amenerresûlü) okunmasını vasiyet etti ve İbn Ömer'in de bu şekilde vasiyette bulunduğunu söyledi." İmam Ahmed, "O halde git adama söyle, Kur'an okumaya devam etsin" dedi.138 Muhammed b. Ahmed-i Mervezî anlatıyor: İmam Ahmed b. Hanbel'den işittim, diyordu ki: "Mezarlığa girdiğiniz zaman Fâtiha'yı, Felâk ve Nas sûrelerini ve ihlâs sûresini okuyunuz, sevabını da mezarlıkta yatanlara bağışlayınız; çünkü okuduklarınızın sevabı onlara ulaşmaktadır."
Ebû Kılâbe anlatıyor: "Şam'dan Basra'ya dönmüştüm. İcap ettiği için bir kuytu yere girdim ve gusül abdesti aldım, iki rek'at namaz kıldım, ardından oradaki bir mezarın tümseğine başımı koyup uyudum. Bir ara uyandım, bir de baktım ki kabrin sahibi başımda dikilmiş duruyor. Şikâyet etmeye başladı ve, 'Bütün gece bana eziyet ettin durdun' dedi. Devamla, "Sizler amel ediyorsunuz, fakat onların ne denli kıymetli olduğunu bilmiyorsunuz. İşte biz bunu anladık, ancak ne çare! Amel edecek imkânımız yok. O kıldığın iki rek'at namaz var ya, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Allah (c.c) dünya ehline bizlerden taraf hayır ve mükâfatlar ihsan etsin. Onlara selâmlarımızı söyle. Zira onların duaları sebebiyle kabirlerimize dağlar misali nur yağmaktadır' dedi."

KABİR ZİYARETİNİN ASIL MAKSADI
Kabir ziyaretinden asıl maksat, ziyaret edenin ibret alması, ölünün de onun yapacağı duadan faydalanmasıdır. Bu açıdan kişi, kabir ziyaretlerinde bulunurken hem ölü hem de kendisi için dua etmekten ve gördüğü manzaradan ibret almaktan gafil kalmamalıdır. Kabir ziyaretlerinden ibret elde edebilmek için ölüyü düşünmeli; şu anda nasıl parça parça olduğunu, toprak içinde çürüyen bu bedenin tekrardan nasıl diriltileceğim ve pek yakında kendisinin de onlara katılacağını gözünde canlandırmalıdır.
Bu konuda Beyhakî'nin Şuabü'l-imârida rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir: "Sizlerden biri vefat ettiğinde onu (tabutun içinde) hapsetmeyin; acelece kabre götürün. Biri baş ucunda Bakara sûresinin başlangıcını (Elif lâm mim) ve sonunu (Amenerresûlü) okusun."
Râfiî'nin Hz. Ali'den rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşladır: "Kim bir kabristana uğradığında on bir defa ihlâs sûresini okur ve ecrini de kabirdekilere hediye ederse, Allah ona, kabristanda yatanların kazandıkları sevap kadar mükâfat yazar
Nitekim Mutarrif b. Ebû Bekir-i Hüzelî bu hususta şöyle bir olay aktarır: "Abdülkaysoğulları'nda çokça ibadet eden yaşlı bir kadın vardı. Akşam olduğu vakit beline kuşağını bağlar, namaz kıldığı yere geçerek ibadete başlardı ve böylece bütün geceyi ihya ederdi. Gündüz olunca da kabristanlığa gider, akşama kadar orada kalırdı.
Bana ulaşan haberlere göre halk, bu kadını sık sık kabirlere gitmesinden ötürü ayıplamış. O ise kendisini bu yüzden kınayanlara şöyle demiş:
'Şu sertleşmiş katı kalp var ya, onu ancak çürümüş bedenlere bakmak yumuşatır. Kabristanlığa gittiğimde sanki bütün ölülerin mezarlarından çıktıklarını; çirkinleşmiş yüzlerini, çürümeye yüz tutmuş bedenlerini, kömürleşmiş kefenlerini görür gibi olurum. Eyvahlar ki eyvahlar! Bunlar görülebilecek en kötü şeyler değil mi? O çokça ibadet edenler, bu ibret manzaralarını kalplerine sindirebilselerdi, nefisleri için bundan daha acı bir musibet, bedenlerini telef edecek daha büyük bir felâket göremezlerdi."
Kabirleri ziyaret ederken ölünün hangi durumda olduğunu, Ömer b. Abdülaziz'in (rah) anlattığı gibi düşünmek lâzımdır.
Ömer b. Abdülaziz'in ciddi bir ibadet hali vardı. Yine böyle bir ibadet halinde iken âlimlerden biri yanına geldi. Onun ibadet esnasındayken aldığı şekli görünce ürperdi ve çok şaşırdı. İbadetini bitiren Ömer,
"Bir de beni ölümümden üç gün sonra görsen, elbette daha çok şaşırır, daha çok korkarsın; gözlerim yuvalarımdan çıkıp yanaklarıma akmış, dudaklarım dişlerime yapışmış, ağzımdan irinler akmaya başlamış, çenem düşmüş,karnım göğsümün üstüne taşmış ve burnumdan kurtlar ve irinler çıkmış olarak bulursun" dedi.
Ölüye övgüde bulunmak ve yanında iken hayırlı amellerinden bahsetmek müstehaptır. Hz. Âişe'nin (r.anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
'Yakınlarınızdan biri vefat ettiği zaman onu haline bırakın (hakkında, hayatta iken kendisine eziyet verecek sözler konuşmayın) ve gıybetini de yapmayın."
Bir başka hadislerinde,
"Ölülere sövmeyiniz, zira onlar zaten âhiretleri için gönderdiklerine (hayra ya da şerre) kavuşmuşlardır" buyurmuştur.
Resûlullah (s.a.v) diğer bir hadislerinde buyurmuştur ki: "Ölülerinizi hayırla yâd ediniz. (Aksi halde) Eğer cennetlik iseler günaha girmiş olursunuz. Cehennemlik iseler, onlarınki onlara yeter."
Enes b. Mâlik (r.a) anlatıyor:
"Resûlullah (s.a.v) ile beraberce oturuyorduk. O esnada önümüzden bir cenaze geçirildi. Oradakiler onu övgüyle yâd ettiler. Resûlullah (s.a.v), 'Vacip oldu' buyurdu. Ardından başka bir cenaze geçirildi. Bu sefer insanlar onu kötü sıfatlarıyla andılar. Resûlullah (s.a.v) yine, 'Vacip oldu' buyurdu. Hz. Ömer, Resûlullah'a, 'Vacip oldu demekle neyi kastettiniz?" diye sordu. Nebî (s.a.v),
'O ardından hayırla andığınız kişiye cennet vacip olmuştur. Kendisini yaptığı kötûlûkleriyle andığınız kişiye de cehennem vacip olmuştur. Sizler Allah'ın yeryüzündeki şahitlerisiniz'buyurdu."
Ebû Hüreyre (r.a) rivayet ediyor:
Bir keresinde Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular: "Bir kul ölür. Allah'ın o kulu kötü bir halde bilmesine rağmen insanlar onu hayırla anarlar. Bu yüzden Allah (c.c) meleklerine, 'Sizleri şahit tutuyorum ki, ben kullarımın kulum üzerinde yaptıkları şehadeti kabul ettim ve kulumun hakkında bildiklerimden de vazgeçtim' der."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ölümün hakikati

Ölümün hakikati

İnsanların ölümün hakikati hakkında bazı yalan yanlış fikirleri vardır. Bunları kısaca şöyle sayabiliriz:
1. Bazıları, ölüm denen şeyin sadece bir yokluk olduğuna, haşir ve neşir diye bir şey olmadığına inanırlar. Onlara göre iyilik ve kötülüğe karşı mükâfat veya ceza almak diye bir şey yoktur. Onlar insanın ölümünün bir hayvanın ölüp gitmesinden veya bir otun kuruyup yok olmasından farkı olmadığını sanırlar. Bu görüşler, haktan sapanların, tabiatçıların, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanların görüşleridir.
2. Bir grup da, "insan ölümle beraber tekrar diriltilene kadar toprakta yok olup gider. Bu süre içinde, kabirdeyken ne azap çeker ne de sevaplarından dolayı zevk ve sefa..." derler.
(Zebîdî, bu görüşün, Cehmiyye ve Haricî fırkalarına ait olduğunu belirtir. Onlara göre, ölüler ancak kıyametten sonra diriltilir. Ölümden kıyamete kadar olan zaman zarfında hiçbir şey olmaz. Kabir azabını Münker-Nekir meleklerini ve onların suallerini inkâr ederler.)
3. Bazıları da, "Ruh ölümle beraber yok olmaz, o bakidir, azabı çekecek ya da sevaba nail olacak yalnız ruhtur; ceset değildir. İnsanların bedenleri hiçbir zaman diriltilmeyecek" derler.
İşte bütün bunlar bozuk fikirler ve haktan sapmış görüşlerdir. Âyet ve hadisler ölümün hakikatine şöyle şahitlik ederler: Ölüm sadece ve sadece halin değişimidir. Bir yurttan diğer yurda geçiştir. Ruh, cesetten ayrıldıktan sonra ölmez, yok olmaz, ya azap ya da nimet içinde sürekli kalır.
Ruhun Bedenden Çıkması Ne Demektir?
Ruhun cesetten ayrılması demek, cesedin ruhun kontrolünden çıkmasıyla birlikte ruhun onda tasarrufunun kalmaması demektir. Çünkü azalar, ruhun kullandığı aletlerdir. Öyle ki ruh, el vasıtasıyla bir şeyi tutar, kulakla işitir, göz ile görür, eşyanın hakikatini kalp ile bilir. Burada kalp ruhtan ibarettir. Ruh herhangi bir alete ihtiyaç duymadan, tek başına eşyayı tanır. Yine aynı şekilde hüznü, kederi, kin ve öfkeyi tek başına hisseden de ruhtur. Sevinç, neşe gibi diğer zevklerden de haz alan ruhtur.
İşte ruh, bütün bunları herhangi bir azadan veya organdan yardım almaksızın hisseder, duyar, yapar. Bunlar ruha has vasıflardır. Bu hazlar ve hisler, ruh bedenden ayrılınca yine onunla beraber giderler. Azalar vasıtasıyla görülen işlevler ise cesetle beraber kalır, tâ ki ruh tekrar ona iade edilene kadar...
Şu da var ki, kul kabre konulduğu zaman ruhunun ona iade edilmesi uzak bir ihtimal olmadığı gibi, kıyamete kadar ertelenmesi de mümkündür, zira Allah (c.c) kullarından her birine nasıl hüküm vereceğini en iyi kendisi bilir.
Ruhun çıkışıyla birlikte bedenin cansız kalması, damarlarındaki bir daralma ya da organlarından herhangi birine gelen bir darbe sebebiyle o kısımları felç olan hastaya benzer. Zira ruh, o bölgelere ulaşmaz. Bununla beraber hâlâ bazı bölgelerde (meselâ iç organlarda) varlığını sürdürmektedir. O felç olan organlar, ruhun kendilerine nüfuzunu engellemişlerdir. İşte ölüm denilen hadise, organların ruha baş kaldırması, bir başka deyişle onu kendilerinde barındırmamalarıdır. Bütün azalar birer alet, ruh da bunların kullanıcısıdır.
Ben, ruh deyince insanın, ilim, elem, keder, lezzet ve ferahlık gibi şeyleri anlayan, hisseden tarafını kastediyorum. Ruhun azalar ve organlar üzerindeki (özellikle bitkisel hayata geçiş gibi ciddi felç durumlarının olduğu vakalarda) tasarrufunun kalkması, ondaki ilim, idrak, sevinç, keder, elem ve sevinç olgularının yok olması demek değildir.
Hakikatte, ilimleri, elemleri ve lezzetleri algılayan varlık insandır. O tam anlamıyla ölmeden kendindeki bu vasıflar kaybolmaz. Ölüm, ruhun bedendeki yetki tasarruflarını yitirmesi ve bedenin de ona alet olmaktan çıkması demektir, felç olan bir elin vücut için yardımcı olmaktan çıkması gibi... İşte ölüm, bütün âza ve organların mutlak surette felç olması demektir.

Ölümle Beraber İnsanın Değişikliğe Uğraması Kaç Şekilde Olur?
Birincisi: Ondan gözünün, kulağının, dilinin, ayaklarının hulâsa bütün âzalarının alınması; kendisinden, ailesinin, çoluk çocuğunun ve tüm yakın akrabalarının koparılması; atlarının, hayvanlarının, hizmetçilerinin, konaklarının, arsalarının ve diğer mülklerinin alınarak başkalarına devre
dilmesidir. Bunların insandan alınmasıyla, insanın bunlardan koparılması arasında bir fark yoktur, çünkü elem ve ıstırap veren şey ortaktır ki, o da ayrılıktır. Bu ayrılık bazan malının zorla alınmasıyla, bazan da malıyla mülküyle birlikte esir düşmesiyle olabilir, fakat her iki durumda da elem
ve ıstırap aynıdır.
Ölümün mânası da insanın, mal ve mülkünden koparılıp başka bir âleme, bu âlemle hiç uyuşmayan kabir âlemine götürülmesidir. Eğer dünyada muhabbet beslediği, kendisiyle refah bulduğu, varlığına önem verdiği bir şey varsa, ölümünde bunların getireceği hasret ve ayrılmanın vereceği acı o derece büyük ve çetin olur. Öyle ki, kalbi malını, makamını, bağ bahçesini ta en sevdiği gömleğine kadar her birini tek tek düşünür durur.
Eğer dünyada neşesi ve sevinci Allah'ın (c.c) zikri olmuş ve ondan başka bir şeye ünsiyet etmemişse, ölüm onun için büyük bir nimet olur, çünkü onunla rabbi arasına giren bütün perdeler-dünya meşgaleleri- ortadan kalkmıştır. Böylelikle o, saadetin en zirvesine ulaşır.
İkincisi: Nasıl ki kişi uykuda iken göremediklerini uyanınca görürse, ölümüyle beraber hayatta iken göremedikleri gözlerinin önüne serilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: "İnsanlar (manen) uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar."
Ölümle beraber karşılaşılacak ilk şey, ya kendisine faydası olacak sevapları ya da zararını çekeceği günahlarıdır. Bunlar ise kalbin sırlarında dürülü bulunan bir kitapta yazılıdır. Dünya meşgalelerinin çokluğu ve onlarla aşırı uğraşma hali, insanı bu sırları anlamaktan uzaklaştırmıştır. Ölüm gerçeği ile beraber bu meşgaleler de ortadan kalkınca, yaptığı bütün amelleri ona gösterilir. O amelleri arasında bir günahını görse, onun verdiği hüsran ve elemden kurtulmak için cehennemin alevleri arasına atılmayı tercih eder, fakat kendisine izin verilmez ve,
"Bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter"denilir.
Bütün bunlar kişi son nefeslerini verirken ve defnedilmeden önceki zamana kadar kendisine gösterilir. O vakit ayrılık ateşi kendisini sarar. Bununla, kalbi dünya ile huzur bulan kimsenin halini kastediyorum.
Fakat âhiret amellerini yerine getirebilmek için yetecek miktar dünyalık edinen kimse öyle değildir. Zira o kimse, sadece maksadına ulaşacak kadar dünyalık edinir, maksadına ulaştığında da o dünyalıklardan ayrıldığı için sevinir. Bu, dünyalık olarak sadece zaruret miktarı kadar edinen kimsenin halidir. Zaten o bunlardan da ayrılmayı yeğlemişti. İşte istediği gibi oldu ve ölümüyle birlikte onlardan ayrıldı.
Yukarıda bahsettiklerimiz sadece son nefeslerin verildiği anda kişinin üzerine hücum eden büyük belâ ve musibetlerdir. Kabre konulduktan sonra, diğer azap çeşitlerini de tatması için ruhu iade edilir, ya da azap gerektiren kusurları affedilir.
Dünya zevklerine sımsıkı bağlanan ve onlarla mutmain olan bir kimsenin durumu şuna benzer: Hükümdarının hizmetinde bulunanlardan biri, o yokken onun mülkünde ve hareminde izinsizce zevku safa sürer, yaptıklarından ötürü hükümdarının kendisine bir şey söylemeyeceğini ya da bunlardan haberdar olmayacağını düşünerek çirkin işler de yapar, ancak ansızın hükümdarı çıkagelir. Bu adamın yaptığı tüm şeylerin, adım adım, nokta nokta yazılı olduğu bir defter hükümdara arzedilir.
Hükümdarın, haremine karşı çok düşkün, kıskanç ve mülkünde yapılan suçlara karşı pek acımasız biri olduğunu ve yapılan bu isyanlardan sonra araya girmek isteyen hiç kimsenin aralığını kabul etmeyen biri olduğunu düşün! Sonra da o kötülükleri işleyen adamın haline bir bak! Hükümdar onu cezaya çarptırmadan evvel nasıl bir korku, utanç, hasret, pişmanlık ve hüsran içinde olur, öyle değil mi?
Bunlar, dünya ile aldanmış, onunla kendini tatmin etmeye çalışmış günahkâr bir kimsenin kabre indirilmeden hatta ölümü esnasında duyacağı hasret ve yaşayacağı hissiyatlardır. Bütün bunlardan Allah'a sığınırız. Çünkü Allah'ın huzurunda rezil rüsva olmak, gizli açık bütün yapılanların gözler önüne serilmesi, bedene gelecek en büyük azaptan, dayak yemekten veya herhangi bir azanın kesilmesinden daha elem vericidir.
Bu anlattıklarımız, kişinin ölüm anında yaşadığı hallerdir. Bunlar basiret sahibi kişilerin şahitlik ettikleri olaylardır ki, Kur'an ve Sünnet de bunların böyle olduğunu ifade etmektedir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Ölümle Beraber İnsanın Değişikliğe Uğraması Kaç Şekilde Olur?

Ölümle Beraber İnsanın Değişikliğe Uğraması Kaç Şekilde Olur?

Birincisi: Ondan gözünün, kulağının, dilinin, ayaklarının hulâsa bütün âzalarının alınması; kendisinden, ailesinin, çoluk çocuğunun ve tüm yakın akrabalarının koparılması; atlarının, hayvanlarının, hizmetçilerinin, konaklarının, arsalarının ve diğer mülklerinin alınarak başkalarına devre
dilmesidir. Bunların insandan alınmasıyla, insanın bunlardan koparılması arasında bir fark yoktur, çünkü elem ve ıstırap veren şey ortaktır ki, o da ayrılıktır. Bu ayrılık bazan malının zorla alınmasıyla, bazan da malıyla mülküyle birlikte esir düşmesiyle olabilir, fakat her iki durumda da elem
ve ıstırap aynıdır.
Ölümün mânası da insanın, mal ve mülkünden koparılıp başka bir âleme, bu âlemle hiç uyuşmayan kabir âlemine götürülmesidir. Eğer dünyada muhabbet beslediği, kendisiyle refah bulduğu, varlığına önem verdiği bir şey varsa, ölümünde bunların getireceği hasret ve ayrılmanın vereceği acı o derece büyük ve çetin olur. Öyle ki, kalbi malını, makamını, bağ bahçesini ta en sevdiği gömleğine kadar her birini tek tek düşünür durur.
Eğer dünyada neşesi ve sevinci Allah'ın (c.c) zikri olmuş ve ondan başka bir şeye ünsiyet etmemişse, ölüm onun için büyük bir nimet olur, çünkü onunla rabbi arasına giren bütün perdeler-dünya meşgaleleri- ortadan kalkmıştır. Böylelikle o, saadetin en zirvesine ulaşır.
İkincisi: Nasıl ki kişi uykuda iken göremediklerini uyanınca görürse, ölümüyle beraber hayatta iken göremedikleri gözlerinin önüne serilir. Nitekim Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: "İnsanlar (manen) uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar."
Ölümle beraber karşılaşılacak ilk şey, ya kendisine faydası olacak sevapları ya da zararını çekeceği günahlarıdır. Bunlar ise kalbin sırlarında dürülü bulunan bir kitapta yazılıdır. Dünya meşgalelerinin çokluğu ve onlarla aşırı uğraşma hali, insanı bu sırları anlamaktan uzaklaştırmıştır. Ölüm gerçeği ile beraber bu meşgaleler de ortadan kalkınca, yaptığı bütün amelleri ona gösterilir. O amelleri arasında bir günahını görse, onun verdiği hüsran ve elemden kurtulmak için cehennemin alevleri arasına atılmayı tercih eder, fakat kendisine izin verilmez ve,
"Bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter"denilir.
Bütün bunlar kişi son nefeslerini verirken ve defnedilmeden önceki zamana kadar kendisine gösterilir. O vakit ayrılık ateşi kendisini sarar. Bununla, kalbi dünya ile huzur bulan kimsenin halini kastediyorum.
Fakat âhiret amellerini yerine getirebilmek için yetecek miktar dünyalık edinen kimse öyle değildir. Zira o kimse, sadece maksadına ulaşacak kadar dünyalık edinir, maksadına ulaştığında da o dünyalıklardan ayrıldığı için sevinir. Bu, dünyalık olarak sadece zaruret miktarı kadar edinen kimsenin halidir. Zaten o bunlardan da ayrılmayı yeğlemişti. İşte istediği gibi oldu ve ölümüyle birlikte onlardan ayrıldı.
Yukarıda bahsettiklerimiz sadece son nefeslerin verildiği anda kişinin üzerine hücum eden büyük belâ ve musibetlerdir. Kabre konulduktan sonra, diğer azap çeşitlerini de tatması için ruhu iade edilir, ya da azap gerektiren kusurları affedilir.
Dünya zevklerine sımsıkı bağlanan ve onlarla mutmain olan bir kimsenin durumu şuna benzer: Hükümdarının hizmetinde bulunanlardan biri, o yokken onun mülkünde ve hareminde izinsizce zevku safa sürer, yaptıklarından ötürü hükümdarının kendisine bir şey söylemeyeceğini ya da bunlardan haberdar olmayacağını düşünerek çirkin işler de yapar, ancak ansızın hükümdarı çıkagelir. Bu adamın yaptığı tüm şeylerin, adım adım, nokta nokta yazılı olduğu bir defter hükümdara arzedilir.
Hükümdarın, haremine karşı çok düşkün, kıskanç ve mülkünde yapılan suçlara karşı pek acımasız biri olduğunu ve yapılan bu isyanlardan sonra araya girmek isteyen hiç kimsenin aralığını kabul etmeyen biri olduğunu düşün! Sonra da o kötülükleri işleyen adamın haline bir bak! Hükümdar onu cezaya çarptırmadan evvel nasıl bir korku, utanç, hasret, pişmanlık ve hüsran içinde olur, öyle değil mi?
Bunlar, dünya ile aldanmış, onunla kendini tatmin etmeye çalışmış günahkâr bir kimsenin kabre indirilmeden hatta ölümü esnasında duyacağı hasret ve yaşayacağı hissiyatlardır. Bütün bunlardan Allah'a sığınırız. Çünkü Allah'ın huzurunda rezil rüsva olmak, gizli açık bütün yapılanların gözler önüne serilmesi, bedene gelecek en büyük azaptan, dayak yemekten veya herhangi bir azanın kesilmesinden daha elem vericidir.
Bu anlattıklarımız, kişinin ölüm anında yaşadığı hallerdir. Bunlar basiret sahibi kişilerin şahitlik ettikleri olaylardır ki, Kur'an ve Sünnet de bunların böyle olduğunu ifade etmektedir.
 

erzsalih

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Ocak 2009
Mesajlar
967
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
paylaşımın için teşekkür ederim emeğine sağlık
Allah senden razı olsun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
RUHUN HAKİKATİ ve ÖLÜMDEN SONRAKİ HALİ

RUHUN HAKİKATİ ve ÖLÜMDEN SONRAKİ HALİ

Evet, ölüm gerçeğinin üzerindeki perdeyi kaldırıp onun hakikatini tam anlamıyla kavramak mümkün değildir. Çünkü hayatı/yaşamayı bilmeyen ölümü de bilemez. Hayatın bilinmesi de ruhun hakikatinin ve onun neden ibaret olduğunun bilinmesine bağlıdır. Allah Teâlâ Resûlü'ne dahi ruh hakkında, "Ruh rabbimin emrindedir" diye izahta bulunmasının dışında izin vermemiştir. Hiçbir din âlimi de ruh gerçeği hakkında beyanatta bulunmaya müsaadeli değildir. Bu hususta izin verilen tek şey, ölümden sonra ruhun halinin ne olacağı bahsidir.
Birçok âyet ve hadis ölümle beraber ruhun yok olmayıp hem zatı hem de idrak özellikleriyle beraber varlığını sürdürdüğünü açıklamıştır. Bu hususta rivayet edilen âyetlerden biri şehidler hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah'ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar."

ÖLÜMLE BİRLİKTE KİŞİNİN VARACAĞI YERİ GÖRMESİ
Büyük Bedir Gazvesi'nde Kureyş'in reisleri öldürülüp de (akrabaları sahiplenmediği için) cesetleri bir kuyuya atıldıklarında, Resûlullah (s.a.v) kuyunun yanına kadar geldi ve her birinin adını belirterek,
"Ey falan oğlu falan! Ben rabbimin bana vaad ettiğini (yardımı) gerçekten gördüm; sizler de rabbinizîn vaad ettiklerini gerçek olarak buldunuz mu?" diye seslendi. Ömer b. Haitâb (r.a),
"Ey Allah'ın Resulü! Onlar ölüler, onlara mı sesleniyorsunuz?" diye sorunca, Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
"Nefsimi kudret elinde bulunduran yüce Allah'a yemin olsun ki, onlar bu sözleri sizlerden daha iyi işitmektedirler, fakat konuşmaya takatleri yoktur."
İşte bu hadis ölen kimsenin şakî dahi olsa ruhunun varlığını devam ettirdiğine ve idrakinin olduğuna bir delildir. Yukarıdaki âyet de şehidlerin ruhlarının varlıklarının sürdüğünü ve Allah'ın kendilerine bahşettiği nimetlerden haz aldıklarını ispat etmektedir. Ölen kişi ya saîd (cennetlik) ya da şakîdir (cehennemlik). Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurmuştur
"Kabir ya cehennem çukurlarından bir çukur ya da cennet bahçelerinden bir bahçedir."
Bu hadis de, ölümün sadece bir hal değişimi olduğuna, kişinin şakî veya saîd olduğunun ölümünün hemen ardından belli olduğuna, ertelenenin ise sevap ya da azap çeşitlerinin olduğuna bir delildir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
ARİFLER ve SÂLİHLER ÖLÜM HAKKINDA NE DEDİLER?

ARİFLER ve SÂLİHLER ÖLÜM HAKKINDA NE DEDİLER?

Mesrûk b. Ecda' der ki: "Mezarında, kendini dünyanın kederlerinden kurtarmış ve Allah'ın azabından emin olmuş bir kimse gibi hiç kimseye imrenmem."
Ya'lâ b. Velîd (rah) anlatıyor: "Ebü'd-Derdâ (r.a) ile beraber yürüyorduk. Ona, 'Sevdiğin biri için ne istersin?' diye sordum. 'Ölümü' dedi. 'Ya ölmezse!' dedim. 'O zaman çoluk çocuğunun ve malının az olmasını' dedi."
Ebü'd-Derdâ (r.a) ölümü tercih etti, çünkü ölümü yalnız müminler sever. Ölüm müminin bu dünya zindanından kurtuluşudur. Malın ve çoluk çocuğun azlığını tercih etmesinin nedeni ise onların birer imtihan ve dünyaya muhabbet sebebi olmasındandır. Kendinden ayrılığın kaçınılmaz olduğu şeylere aşırı muhabbet ise şakîlerin hedefleri arasındadır. Allah ve O'nun zikrinin dışındaki ünsiyet edilen şeylerin tümü ölüm anında insandan ayrılacaktır.
Bunun için Abdullah b. Amr şöyle demiştir: "Ruhunu teslim eden müminin misali, senelerce hapiste kaldıktan sonra çıkartılan ve yeryüzünde gezip dolaşarak rahatlayan adam gibidir."
Abdullah b. Amr'ın zikrettiği bu durum, kendisini dünyadan uzaklaştırıp Allah'ın zikrinden başka şeylerle ünsiyet etmeyen kimselerin halidir. Dünya meşgaleleri mümini sevgilisinden alıkoyuyor, şehvetleri ona eziyet veriyorsa; ölüm onun için bütün bu eziyetlerden kurtuluş ve sevgilisiyle baş başa kalmak demektir. Bundan daha büyük bir zevk ve lezzet düşünülebilir mi?
Şüphesiz lezzetlerin en mükemmelini, Allah yolunda şehid edilenler tatmıştır. Çünkü onlar, Allah rızâsını kazanma arzusu ve O'na kavuşma iştiyakı içinde dünya ile olan bütün alâkalarını keserek savaşa katılmışlardır.
ÖLÜMLE BİRLİKTE KULA BAHŞEDİLEN NİMETLER
insan şu dünyaya bir baksa âhireti için onu satar. Satıcının kalbi sattığına bağlı kalmamalıdır. Âhirete bir baksa, onu hemen satın alır ve ona olan iştiyakı gitgide artar. Satın aldığını bir görse ondan daha büyük bir sevinç duymaz, sattığına da dönüp iltifat etmez.
Kalpte Allah sevgisini bulundurmak her zaman mümkün olmayabilir. Bu bakımdan kişi hiç ummadığı bir anda (o muhabbeti elinde tutamadığı bir zamanda) ölümle yüz yüze gelebilir. Allah yolunda savaş ise ölmeye davetiye çıkarmak demektir. İşte bu kimse öldürüleceği an bile Allah'ı aklından çıkarmaz ve o sevgi üzerinde ölür.
Bu sebeple şehidlik nimetlerin en büyüğünden sayılmıştır. Zira nimet, insanın ulaşabildiği şeye denir. Nitekim Allah (c.c) bu hususta şöyle buyurur:
"Allah'ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var."
Bu âyet, cennetteki nimet ve lezzetleri topluca ifade eden en kapsamlı bir ifadedir. Azapların en büyüğü insanın maksadına kavuşamamasıdır. Allah (c.c) bu konuda şöyle buyurur:
"Artık onların kendileriyle hoşlandıkları şeylerin arasına bir perde çekilmiştir."
Bu âyet-i celile ise cehennem ehlinin çekecekleri cezalarını ifade eden en kapsamlı bir ifadedir.
işte yukarıda bahsini geçirdiğimiz bu nimetler, şehid kul ruhunu teslim eder etmez kendisine bahşedilir. Bu, kalp ehli sâlih kulların, yakın nurlarıyla müşahede ettikleri bir durumdur (Hal ehli kimseler şehidlerdeki bu durumu müşahede edebilmektedirler). Eğer bu anlattıklarımıza delil istersen, şehidler hakkında rivayet edilen hadisler kâfidir. Bu husustaki her hadis onların kavuşacakları lezzetleri ayrı ayrı zikretmektedir.
Hz. Âişe (r.anh) anlatıyor: "Resûlullah (s.a.v), babası Uhud Gazvesi'nde şehid düşen Câbir'e (r.a), 'Sana bir müjde vereyim mi?' dedi. Câbir,
'Evet, yâ Resûlallah, Allah seni de hayırlarla müjdelesin' dedi. Resûlullah (s.a.v) şöyle anlattı:
Allah Teâlâ babanı diriltip huzuruna getirtti. Sonra ona, 'Benden ne dilersen dile, onu sana vereceğim'buyurdu. O, 'Ey rabbim! Sana hakkıyla ibadet edemedim; senden dileğim odur ki, beni tekrar dünyaya gönderip peygamberinle ' beraber bir kez daha savaşmam ve şehid olmamdır' dedi. Allah (c.c), 'Ben hakkında olacakları ezelde takdir ettim, bir daha oraya döndürülmeyeceksin' buyurdu."
Kâ'b Ahbâr (rah) anlatıyor: "Cennette bir adam devamlı olarak ağlamaktadır. Kendisine, 'Neden ağlıyorsun? Sen ' cennette değil misin' diye sorulur. O şöyle der: "Ağlıyorum, çünkü Allah yolunda bir defa öldürüldüm. İsterdim ki onun için daha nice kereler şehid edilseydim."
Mümin kişi ölür ölmez Allah'ın (c.c) azametinden ve celâlinin genişliğinden kendisine bir kapı açılır. Dünya buraya kıyasla daracık bir zindan gibidir, işte müminin ölümü, daracık ve karanlık bir eve hapsedildikten sonra kapıları açılıp serbest bırakılan, sonra bu kapıdan, içinde çiçeklerin, meyvelerin, ağaçların bulunduğu uçsuz bucaksız bağlara bahçelere kavuşan kimsenin durumu gibidir. O kimse bir daha o karanlık ve dar zindana girmek ister mi?
Resûlullah (s.a.v) ölen bir kimsenin yanında şöyle bir örnekleme yapmıştır: "İşte bu adam dünyadan göç etti ve onu ehline terketti. Eğer halinden memnun ise, sizlerin annenizin karnına dönmek istemediği gibi o da dünyaya dönmek istemez."
Bu hadis-i şerifte geçtiği gibi, dünya anne rahmine nisbetle ne kadar geniş ve ferahsa, âhiret de dünyaya nisbetle o kadar ferah ve geniştir.
Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Müminin dünyadaki misali, ceninin anne karnındaki durumu gibidir. Çocuk annesinin karnından çıkınca ağlamaya başlar. Işığı görüp anne sütü emmeye başladığında

ise bir daha o mekâna dönmek istemez. Mümin de böyledir; ölümden korkar. Fakat rabbine kavuştuğu zaman bir daha dünyaya dönmeyi istemez, ceninin annesinin karnına dönmeyi istemediği gibi..."
Resûlullah'a (s.a.v), falanca kimse öldü diye haber verdiklerinde şöyle buyurmuştur:
"Ya rahata kavuştu ya da (ölümüyle) ondan rahata kavuşuldu."0
Allah Resulü (s.a.v), "rahata kavuştu" sözüyle mümini, "ondan rahata kavuşuldu" ifadesiyle de fâcir ve günahkâr kişiyi kastetmiştir. Zira onun gidişi ile dünya ehli rahata ve huzura kavuşur.
Ebû Ömer (Sâhibü's-Sakyâ) anlatıyor: "Biz daha çocuktuk. Abdullah b. Ömer (r.a) yanımıza geldi. Orada bir kabir vardı. Sahibinin kafatası meydanda gözüküyordu. Hemen birine emredip üzerini toprakla örttürdü ve, 'Şu bedenlere toprak bir zarar veremez, sevabı ya da azabı kıyamete kadar çekecek olan ruhlardır' dedi."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
KABRİN ÖLÜ ile KONUŞMASI

KABRİN ÖLÜ ile KONUŞMASI

Kabrin ölüyle konuşması ya söz diliyle ya da hal diliyle olur. Ölü bu ikincisini, dirilerin konuşulan bir şeyi anlamasından daha net anlar. Bu hususa işaretle Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Ölü mezara konulduğunda kabri ona, 'Yazıklar olsun sana ey âdemoğlu! Hakkımda seni kim aldattı? Benim fitne, karanlık, yalnızlık ve böceklerin yurdu olduğumu bilmiyor muydun? Yanımda yürürken kibirli kibirli çalımlar atman hususunda seni aldatan şey neydi?' der.
Eğer adam hayatta sâlih ameller işlemiş biriyse, gaipten bir ses onun adına konuşur ve, 'Sen bu kimsenin iyilikleri emredip kötülüklerden de sakındıran biri olduğunu bilmiyor musun?' der. Kabir, 'O zaman ben onun için yemyeşil bir bahçe olurum' diye karşılık verir. Bunun ardından adamın bedeni nurla doldurulur ve ruhu arşa, rahmanın katına yükseltilir."
Ubeyd b. Umeyr-i Leysî der ki: Ölen her kişiye kabri muhakkak şunları söyler: "Ben karanlık ve yalnızlık yurduyum. Eğer hayatında Allah'a karşı itaatkâr olduysan, bende sana bugün rahmet olurum. Yok, isyan ettiysen ceza ve , intikam olurum. Ben öyle bir evim ki, bana itaatkâr olarak giren mutlu çıkar, isyan içinde giren hüzün ve hüsran içinde çıkar."
Muhammed b. Sabîh der ki: Bana ulaşan haberlere göre, bir adam kabre konulup azaba duçar olduğunda ölmüş olan komşuları ve yakınları ona şöyle derler: "Ey kardeşleri ve komşularının ölümünden sonra dünyada kalan kişi! Bizler senin için birer ibret vesikası olmadık mı? Bizim senden önce mezara girişimiz seni hiç düşündürmedi mi? O boş zamanlarında, bizlerin artık amel işlemekten kesildiğimizi hiç düşünmedin mi?"
Kaldığı toprak parçası da ona şöyle seslenir: "Ey dünyanın dışıyla aldanmış kişi! Ailen içinde dünyaya aldanan kimselerin toprak altına girdiklerini görüp onlardan ibret almadın mı? Hani ecelleri gelip ölüm onları kabirlerine götürmüştü! Sen de, götürülmesi gereken yere, omuzlar üzerinde taşınırken ona bakıyordun ya!
Yezîd-i Rekkâşî (rah) der ki: "Bana ulaşan haberlere göre, ölü kabre konulduğu zaman amelleri onu kuşatır. Sonra Allah (c.c) onları lisan-ı hal ile şöyle konuşturur: 'Ey çukurunda yalnız kalmış kul! Dostların ve ehlin senden ayrıldı, bugün bizden başka sana eşlik edecek hiçbir şey kalmadı' derler."
Kâ'b Ahbâr (rah) der ki: "Sâlih bir kul kabre konulduğu zaman namaz, oruç, hac, cihad ve sadaka gibi amelleri onu çepeçevre kuşatırlar. Azap melekleri ona ayakuçlarından yaklaştıkları sırada namaz,
'Ondan uzak durun! Bu kula ayaklarından azap edemezsiniz. Zira o, Allah için, bu iki uzvuyla namazlarını kılmıştı' der. Bu sefer baş tarafından yanaşmak isterler, oruç,'Bu kuldan uzak durun! Çünkü o, şu dünya diyarında Allah için uzun zamanlar aç ve susuz durmuştu; ona azap edemezsiniz' der. Gövde tarafından yaklaşmak istediklerinde, yapmış olduğu hac ve cihad,
'Buradan uzaklasın! Zira bu kul, Allah için nefsi ve bedeniyle nice zorluk ve meşakkatlere katlanarak haccını yaptı, cihada katıldı. Ona azap edemezsiniz' derler. Sonra elleri tarafından yaklaşmak isterler. Bu defa sadaka dile gelerek, 'Sahibimden uzak durun, ona ilişmeyin! Zira bu ellerden, sırf Allah'ın rızâsı için nice sadakalar çıktı; çıkan sadakalar önce Allah'ın (c.c) huzuruna varıp daha sonra bir başkasına ulaştı! Sizler bu kula azap edemezsiniz' der. Sonra gaipten bir ses, 'Müjdeler olsun; ne güzel bir yaşam, ne güzel bir ölüm' diye seslenir.
Ardından rahmet melekleri gelir. Yanlarında cennet döşeklerinden bir döşek ve bir de örtü getirerek onun altına sererler. Kabri gözünün görebildiği kadar genişletilir. Yanına cennet kandillerinden bir de kandil bırakılır. Onun ışığıyla kıyamet gününe kadar aydınlanır."
Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, katıldığı bir cenazede, kendisine kadar ulaşan, şu hadisi nakletmiştir:
"Ölü kabre konulduktan sonra oturur. Defnine iştirak edenlerin ayak seslerini dahi işitir, ancak kendisiyle sadece kabri konuşur. Kabir ona, 'Ey âdemoğlu, sana yazıklar olsun! Muhakkak benim hakkımda uyarılar aldın; darlığım, pis kokum, ürkütücülüğüm ve böceklerim hakkımda sakındırıldın! Peki, şimdi benim için neler hazırladın?' der."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
KABİR AZABI ve MÜNKER-NEKİR MELEKLERİNİN SORGULAMALARI

KABİR AZABI ve MÜNKER-NEKİR MELEKLERİNİN SORGULAMALARI

Berâ b. Âzib (r.a) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v) ile ensardan bir adamın cenazesine katıldık. Resûlullah (s.a.v) adamın kabrinin başına oturdu, başını öne doğru eğdi ve,
"Allahım! Kabir azabından sana sığırım" diye dua etti ve bunu üç defa tekrarladı. Sonra şöyle anlattı:
"Mümin kul âhirete irtihal etmezden biraz önce Allah Teâlâ, beraberlerinde onun için hazırlanmış kokular ve kefen bulunan, yüzleri güneşin ışığı gibi parlak meleklerini bu kulunun yanına gönderir. Bunlar o kişinin görebileceği bir yere geçerek bekleşirler. Ruhu çıktığı zaman yerde ve gökte ve bu gönderilen meleklerin haricinde gökyüzünde ne kadar melek varsa ona rahmet isteyip affı için Allah'a istiğfarda bulunurlar. Ardından gökyüzünün bütün kapıları açılır. Her kapı bu kişinin ruhunun kendisinden girmesini ister. Ruhu gökyüzüne yükseldiğinde melekler,
'Rabbimiz! Falanca kulun geldi' derler. Allah Teâlâ,
'Onu geri götürün ve kendisi için hazırladığım ihsanlarımı ona gösterin, zira kullarıma: 'Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız' diye vaadde bulundum (Böylelikle ruh mezara, cesedine götürülür).

Bu sırada ölü, kendisini defnedip ayrılmak üzere olanların ayak seslerini işitir. Derken kendisine hitap edilerek,
'Ey falanca! Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' diye sorular sorulur. Ölü, 'Rabbim Allah, dinim İslâm ve peygamberim de Hz. Muhammed'dir' diye cevap verir.
Bundan sonra Münker ve Nekir melekleri amansız bir şekilde bir daha sorguya çekerler. İşte bu ölünün başına gelen sıkıntı ve musibetlerin sonuncusudur.
Mümin kulun suallere doğru cevaplar vermesinin ardından bir münadi, 'Doğru söyledin' der. İşte bu, 'Allah Teâlâ iman edenleri sağlam ve sabit sözde (kelime-i tevhid üzere) hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar..." âyetinin mânâsıdır.
Sonra güzel yüzlü, temiz elbiseli, etrafa mis gibi kokular saçan biri gelir ve, 'Müjdeler olsun! Sana rabbinin sonsuz rahmeti ve içinde paha biçilmez nimetleriyle cennetler vardır' der. Ölü, 'Allah seni hayırlarıyla mükâfatlandırsın, sen kimsin?' diye sorar; o,
'Ben senin hayırlı ve sâlih amellerinim. Yeminle söylüyorum ki, ben seni Allah'a itaate koşan, isyana ise yanaşmayan biri olarak bildim. Bundan ötürü Allah senin mükâfatını versin' der. Sonra bir münadi,
'Bu kişi için cennet yataklarından bir yatak hazırlayın ve oradan cenneti gören bir de kapı açın' diye meleklere seslenir. Hemen bir cennet yatağı getirilir ve kendisi için cennete bakan bir kapı açılır. Ölü, 'Allahım! Bir an önce kıyameti kopar da aileme, malıma döneyim' diye dua eder.
Kâfire gelince: O artık dünyadan ilişkisini kesip âhirete intikal etme noktasına gelince, yanında ateşten elbiseler, katrandan gömlekler bulunan, azabıyla acımasız bir grup melek gelerek onu çepeçevre kuşatır. Ruhu çıktığı zaman yerde ve gökte bulunan bütün melekler ona lanet eder. Gökyüzünün bütün kapıları kapanır. Hiçbir kapı o kişinin kendisinden geçmesini istemez. Ruhu semaya vardığı zaman melekler,
'Rabbimiz! Yeryüzünün de gökyüzünün de kabul etmediği kulunuz geldi' derler. Allah (c.c),
'Onu geri (mezarına-cesedine) götürün ve hazırlamış olduğum azap çeşitlerini gösterin' buyurur; zira kullarım, 'Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız' diye vaadde bulundum (Böylelikle ruh mezara, cesedine götürülür).'
Bu sırada ölü, kendisini defnedip ayrılmak üzere olanların ayak seslerini işitir. Derken kendisine hitap edilerek, 'Ey falanca! Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?' diye sorular sorulur. O, 'Bilmiyorum' der. Melekler, 'Bilmezsin tabii!' diye karşılık verirler. Sonra çirkin yüzlü, kötü kokulu ve kirli elbiseleriyle biri gelir ve, 'Sana Allah'ın gazabını ve sonsuz olan elim azabı müjdeliyorum' der. Ölü, 'Allah da seni aynı azapla müjdelesin, sen de kimsin?' diye sorar, o, 'Ben senin kötü amelinim. Yeminle söylüyorum ki, Allah'a isyana koştun, O'na (c.c) hiç itaate yanaşmadın. Allah senin cezanı azabıyla versin' der. Ölü,
'Allah senin de cezanı versin' diye karşılık verir. Daha sonra bu kişiye cezası verilmek üzere kör, sağır ve dilsiz biri (azap meleği) verilir. Bunun yanında demirden yapılmış öyle bir tokmak vardır ki, şayet insanlar ve cinler onu kaldırmak için bir araya gelseler buna asla güç yetiremezlerdi. Bu zebani elindeki tokmakla bir dağa vursa onu un ufak ederdi.
Bu zebani o kişiye öyle bir darbe vurur ki toprak haline gelir, fakat ruhu tekrar iade edilir. Bu sefer iki kaşının arasına öyle bir vurur ki bu sesi yeryüzündeki insanlardan ve cinlerden başka bütün mahlûkat işitir. Bunun peşinden bir münadi,
'Bu kişi için ateşten iki yatak getirin ve kabrinin kapılarını cehenneme açın' der ve altına, üstüne ateşten iki levha getirilir, kabrinin kapıları cehenneme açılır.
Muhammed Bakır b. Ali (rah) der ki: "Ölmek üzere olan herkese amelleri gösterilir. Kul gözlerini yukarı doğru kaldırarak iyi amellerine, gözlerini aşağı indirerek de kötü amellerine bakar."
Ebû Hüreyre'nin (r.a) rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Mümin kulun eceli geldiği vakit melekler onun yanına ipek bir bez içerisine konulmuş misk ve reyhan kokularıyla gelirler. Ardından ruhu tereyağından kıl çeker gibi alınır ve,
'Ey mutmain olmuş nefis (ruh)! Sen rabbinden, rabbin de senden razı ve hoşnut olarak sana bahşedeceği ihsan ve rahatlığa doğru çık' denilir. Ruhu çıktığı vakit üzerine misk ve reyhanlar serpiştirilir ve ipek örtüye sarılarak illiyyîn denilen yüce makama gönderilir.
Kâfir bir kişinin ölümü yaklaştığında ise melekler bu adamın yanına, içinde cehennemden getirtilen bir kor parçasının bulunduğu siyah bir bezle gelirler. Ardından elem ve ıstıraplar içerisinde ruhu çıkarılır (Çoğunlukla bu elem ve ıstırapların acısı kişiyi ya kendinden geçirir ya da bayıltır. Bu sefer ruhu acı içinde kıvranmaya devam eder). Sonra ona, 'Ey pis ve çirkef nefis (ruh)! Haydi, sen rabbine öfkeli rabbin de sana kızgın olarak O'nun azabına doğru çık' denilir. Ruhu çıkarıldığı zaman bu kor parçasının üzerine yatırılır; öyle ki ondan kaynayan bir suyun fokurdama sesleri gibi sesler çıkmaya başlar. Sonra bu siyah beze sarılarak cehenneme (kabirde cehennem azabı çekmeye) götürülür."
"Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, 'Rabbim! Beni geri gönder de boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve ameller) yapayım' der" âyetini okuduktan sonra şöyle anlatmıştır:
"işte o zaman Allah kuluna, 'Ne istiyorsun, amacın nedir, yoksa çokça mal toplamak, ağaçlar dikmek, nehirler akıtmak için mi dünyaya geri dönmeyi arzuluyorsun?' der. Kul, 'Hayır, boşa geçirdiğim günler için tekrar iyi işler yapıp sâlih ameller işlemek için geri dönmek istiyorum' der. Allah (c.c) şöyle buyurur:
'Onun söylediği bu söz, boş bir lâftan ibarettir.'"Yani ölüm anında herkes bunları söyler."
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kabir azabı nasıl olur? Ruh ölür mü?

Kabir azabı nasıl olur? Ruh ölür mü?

Eğer biri, "Bizler bir kâfiri mezarına koyduktan sonra uzun bir müddet bekleştik, ancak anlatılan haberlerde zikredilenlerin hiçbirini göremedik; şu halde tasdik ve teslimiyetimiz gördüklerimizle çakışmıyor mu?" diye bir soru sorsa, deriz ki:
Bu gibi bir durumda senin tasdik ve teslimiyetin için üç durum söz konusudur:
Birincisi: İman ve teslimiyettir. Senin için en açık, en sağlam ve en güvenilir olanı budur. Bu da senin o yılan ve akreplerin varlığına ve ölüyü sokup ısırdıklarına inanmandır. Çünkü sahih hadis ve haberler bunu gerektirmektedir. Fakat onlar bu baş gözü ile görülemezler, çünkü baş gözü melekût (berzah) âlemine ait olayları görmeye müsait değildirler. Âhiret âlemine ait olan her şey de melekût âlemindendir.
Baksana sahabeler görmedikleri halde, Cebrail'in vahiy getirmek için Resûlullah'm (s.a.v) yanına geldiğine ve yine göremedikleri halde Resûl-i Ekrem'in (s.a.v) onunla konuştuğuna nasıl inanıyorlardı!
Eğer bu kadarına da inanmıyorsan, öncelikle imanını tazelemen, ardından da meleklere ve vahyin nüzulüne olan inancını düzeltmen senin için diğer bütün şeylerden daha önemlidir. Şayet bunlara iman ettiysen ve bu ümmetin göremediği şeyleri Hz. Peygamberin (s.a.v) görebileceğine inandıysan, o zaman ölülerin başına gelecek bu hadiselere neden inanmıyorsun?
Nasıl ki melekler insana ya da hayvana benzemiyorsa, kabir azabında bahsedilen yılanlar ve akrepler de bizim âlemimizin yılan ve akreplerine benzemezler. Aksine onlar bizdeki duyu organları ile algılanmayan ve bizim bildiğimiz yılan ve akreplerden daha başka varlıklardır.
İkincisi: Tasdik ve teslimiyeti elde etmenin bu kısmı uykuda olan birinin durumunu düşünmendir. Örneğin uykuda olan birinin rüyasında yılanların kendisini sokmasını ele alalım. Elbette bu kişi, gördükleri ve yaşadıkları rüya âleminden olsa bile, bunlardan elem duyar, çığlıklar atar, alnından terler boşalır ve hatta yerinden fırlar. Bütün bunların hepsini nefsinde yani ruhunda hisseder. Evet, uyanık bir adam böyle bir durumla karşılaştığında ne yaşıyorsa o da aynını yaşamaktadır. Sense ona baktığında sanki hiçbir şey yokmuş gibi sakin sakin uyuduğunu görürsün. O uyurken etrafında yılan diye bir şey de yoktur. Ancak sen görsen de görmesen de onun için hem yılan hem de onun verdiği acı ve ıstıraplar mevcuttur.
Mademki elem ve ıstırap yılan sokmasından ise, bunun hayalî ya da vücudî olması arasında hiçbir fark yoktur. Neticede ikisi de acı vermektedir.
Üçüncüsü: Sen de biliyorsun ki acı ve ıstırap veren yılanın kendisi değil onun vücuda attığı zehirdir. Sonra zehir de elemin kendisi değildir. Belki o, zehrin senin bedeninde yerleşmesinden sonra hâsıl olan tesirin verdiği acıdır. Zehrin meydana getirdiği gibi bir tesir zehir olmaksızın yapılmaya kalkışılsa elbette bunun vereceği azap çok çetin ve yaman olur. Öyle ki, böyle bir acının, hangi tür bir azap olduğu tarif edilemez. Bu ancak insanların bildikleri bir ıstıraba benzetilerek anlatılabilir (Kabir azabının diş ağrısından daha şiddetli olduğunu anlatmak gibi...).
Örneğin, bir insanda, cinsî münasebette bulunmamasına rağmen cima yapmanın lezzeti yaratılmış olsa, bunu tarif edebilmek için cimadan söz etmesi gerekecekti. Zira tarif edilmek istenen bir şeyin bir başkasına izafesi, sebebin varlığını anlatmak içindir. Burada her ne kadar sebebin kendisi yok ise de neticesi mevcuttur. Zaten sebep zatı için değil neticesi için aranır.
İşte insanda mevcut olan o kötü ve helak edici sıfatlar, ölümüyle beraber ona eziyet ve elem veren yaratıklara dönüşür. Tıpkı, yılan olmadan (rüyada kabus görürken) yılanın zehrinden elem duymak gibi...
Ölümün ardından kişideki kötü sıfatların eziyet veren birer varlığa dönüşmesi, sevgilisinin ölümüyle ona olan aşkının eziyete dönüşmesine benzer. Çünkü evvelden kendisine zevk veren aşkı ve sevdası birdenbire sevgilisinin ölmesiyle elem ve ıstırap verici bir hastalığa dönüşmüştür. Hatta kalbine öyle elem ve ıstıraplar saplanır ki, keşke hiç âşık olmasaydım, keşke onunla vuslata ermeseydim diye temennilerde bulunur. İşte aşkın eleme dönüşmesi, ölünün kabirde çektiği azaplardan biridir. Zira dünya aşkı büsbütün onu kuşatmış, malının, gayri menkullerinin, makamının, çocuklarının sevdalısı olmuştur.
Bir düşünsene, eğer bu adamın bütün mallarını, kendisi hayatta iken bir daha asla geri alamayacağı biri gasbetse, onun hali nice olur? Pişmanlığı daha büyük ve azabı daha çetin olmaz mı? O, "Keşke malım, mülküm, makamım olmasaydı da ayrılık acısı çekmeseydim!" demez mi?
İşte ölüm, bütün dünyevî sevgi ve sevgililerin bir anda ayrılması demektir.
Nitekim bir şair bu hususta şu beyiti söylemiştir:
"Bir tek şeyi olan bunu da kaybettiğinde hali nice olur!"
Yalnız dünya ile ferah bulup onunla sevinen bir kimsenin, elinden bunlar alınıp düşmanlarına teslim edildiğinde ve bu azabın üstüne âhiret nimetlerini elden kaçırmanın ve Allah'a kavuşamamanın hasreti de eklendiğinde onun hali nasıl olur? Allah'tan başkasını (O'nu unutarak) sevmek O'na ulaşmaya en büyük engeldir.
Bütün bunların üstüne, dünyada sevdiklerinden ayrılmanın verdiği elem, âhiret nimetlerinden ebediyen mahrum kalmanın verdiği hasret ve Allah'ın huzuruna kabul edilmeme zilleti eklenir. Aslında bu karşılaşacağı en büyük azaptır ve ayrılık ateşinin ardından cehennem ateşi gelir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurur:
"Hayır! Onlar şüphesiz o gün rablerinden (O'nu görmekten) mahrum kalmışlardır. Sonra onlar cehenneme girerler."
Ama huzurunu dünya ile bulamamış, sadece Allah'ı sevip O'na kavuşma aşkıyla yanıp tutuşmuş kimselere gelince; ölüm, onlar için dünya zindanından ve boş lezzetlerinden kurtuluş, sevgiliye vuslat ve tüm engellerin ortadan kalkarak emniyet ve güven içerisinde hiç tükenmeyen âhiret nimetlerine nail olmak demektir.
İşte amel edenler bunları düşünerek amel etsinler.
Maksadımızı bir örnekle izah edersek: Adamın birinin çok sevdiği bir atı vardır. Öyle ki kendisine, "Ya atından ayrılacaksın ya da akrebin zehrine tahammül edeceksin; bunlar arasında bir tercih yap" denilse muhakkak akrebin sokmasını tercih edip atından ayrılmayı istemeyecektir. Çünkü onun için atından ayrılmanın vereceği acı ve ıstırap akrebinkinden daha şiddetlidir. Aslında onu zehirleyen atına olan sevgisidir.
O halde kul bu zehirlenmelere hazır olsun! Muhakkak ki ölüm onun atını, evini, ehlini, dostlarını, makamını elinden alacak, dahası kulağını, gözünü, bütün azalarını yok edecektir. Bütün bunların geri dönüşünden elbette ümidini kesecektir.
Sevdası sadece bunlara olduğundan ve onlar da elinden alındığından hissedeceği acı akrep ve yılanların sokmasından daha şiddetli olur. Hayatta iken bütün varı yoğu elinden alındığında nasıl ki elem ve ıstırabı şiddetli oluyorsa, ölünce de aynı durum söz konusudur.
Daha önce de açıkladığımız gibi, ruh bedenin ölmesiyle ölmez, o kalıcıdır. Bütün elem ve azabı tadacak olan odur ve ölümle beraber bu azap daha da artar.
Şu sebeple ki: Ruh, içinde bulunduğu beden hayatta iken, bazı dünya meşgaleleri ile oyalanarak teselli bulabilir. Dostlarla beraber oturur, konuşur vs. Bazı şeylerini kaybeder bazan da kazanır... Fakat ölümden sonra teselli olma diye bir şey yoktur; bütün teselli kapıları kapanmış, ümitler sönmüştür. Hayatta iken çok sevdiği bir gömleğinin veya mendilinin alınması kendisine çok ağır gelen kimsenin bu durumu kabrinde de devam eder.
Dünyadaki varlığı az olan (veya çok olup da hayır yolunda harcayan kimse) elbette kurtuluşa erer. Dünyalığı çok ise azabı çetin ve elim olur.
Nasıl ki, bir dinarı çalınan birinin üzüntüsü oh dinarı çalınandan az olursa, bir dirhem sahibinin hesabı da iki dirhem sahibininden az olur. Bu anlattıklarımız Resûlullah'ın (s.a.v) şu hadisinde ifade edilmiştir:
"Bir dirhemi olanın hesabı, iki dirhemi olandan daha hafiftir
Ölüm anında geriye bıraktığın dünyalık her şey ölümünden sonra senin için ancak hasret ve hüsran sebebidir. Artık sen onları istersen çoğalt, istersen azalt! Çoğaltırsan ancak hasretini artırmış olursun; azaltırsan da sırtındaki yükü hafifletmiş olursun.
Kabrinde yılanları ve akrepleri çok olanlar, dünyaya bağlanıp onu âhirete tercih eden, onunla sevinip onunla sükûn bulan zenginlerdir.
Bu anlattıklarımız, kabirdeki azabın çeşitleriyle, orada azap sebebi yapılacak yılan ve akreplere iman hakkındaki açıklamalardır.
Anlatıldığına göre Ebû Saîd Harrâz (rah), ölmüş olan oğlunu rüyasında gördü. Ona, "Oğulcuğum, bana biraz nasihatte bulun" dedi. Oğlu, "Allah Teâlâ'nın yerine getirilmesini emir buyurduğu hususlarda ona muhalefet etme" dedi. Ebû Saîd, "Biraz daha nasihat et" dedi. Oğlu, "Babacığım, bunun ağırlığına tahammül edemezsin" dedi. Babası, "Söyle, söyle" deyince, "Baba, bir gömlek ile olsa dahi (kalbini ona bağlayarak) Allah ile arana perde sokma" dedi. Bundan sonra Ebû Saîd (rah) tam otuz sene gömlek giymedi
Soru ve Cevap:
Bu zikrettiğin üç makamdan hangisi doğrudur diye sorarsan; şunu bil ki, insanlardan bazıları sadece birincisine inanıp diğerlerini inkâr etmişlerdir. Kimileri de yalnızca ikincisine inanıp birincisini reddetmişlerdir. Kimileri ise üçüncüsüne inanmıştır. Basiret yoluyla bizlere gösterilen ise bu üç yolun da imkân dahilinde olmasıdır.
Bunlardan birine inanıp diğerine inanmayan kişi, gerçekten idraki dar, Allah'ın kudret ve tecellilerinin sonsuz derecede büyük ve hayret verici olduğunu anlamayacak kadar cahildir. Bu tür azapların olmasını aklen anlayamadığı için inkâra kalkışmak ise tam bir cehalet ve idrak noksanlığıdır.
Bu düşüncelerin aksine bahsettiğimiz bütün azap çeşitleri mümkündür, onlara inanmaksa vaciptir. Nice insanlar vardır ki bu azaplardan sadece birini çeker, niceleri de vardır ki, hepsiyle cezalandırılır. Azından da çoğundan da Allah'a sığınırız.
işte gerçekler bunlardır. Hiç olmazsa taklit yoluyla olsun bunlara iman et. Zira yeryüzünde bunları hakikatleriyle (keşif ve basiret yoluyla) bilenler pek azdır. Sana tavsiyem, vaktini boşa harcayarak bu konunun ayrıntısına fazla girmemen ve hemen kabir azabını senden kaldıracak çareleri araştırmaya bakmandır.
Ameli ve ibadeti terkedip kabir azabının hasıl olacağını araştırman, sultanın birini yakalayıp onu ellerini ve burnunu kesmek üzere hapse atması ve bu kimsenin, "Acaba ellerim ve burnum, kılıçla mı yoksa bıçakla mı yoksa usturayla mı ya da başka bir aletle mi kesilecek?" diye sabaha kadar düşünen ve ondan kurtulma çarelerini hiç aramayan kimsenin durumuna benzer. Bu ise cehaletin ta kendisidir.
İnsanın öldükten sonra ya büyük bir azapla cezalandırılacağı ya da ebedî nimetlere mazhar olacağı kesin olarak bilinmektedir. O halde bir an evvel ölüme hazırlanmak gerekir. Orada azabın veya sevabın nasıl ve ne kadar olacağını bilmek için uğraşmak boş yere zaman harcamaktan başka bir şey değildir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt