Her kimin Esmâ-i hüsna'dan nasibi, sadece lafızlarını işitmek, lügat bakımından tefsir Ve vaz'ını bilmek ve manasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğuna kalbi ile inanmaktan ibaret kalırsa, şübhesiz o insan talihsizdir ve derecesi düşüktür. Halk arasında övünecek bir şeye sahip olduğu söylenemez. Çünkü lafızları işitmek, sesleri işitmeye yarayan kulak vasıtasının selâmetine bağlıdır ki, bu meziyet hayvanda bile mevcuddur. Lafızların mâna ve istimalini anlama keyfiyetine gelince, bu, Arab lisanına vâkıf olmaya bağlıdır bir lûgatçı ve hattâ geri zekâlı bir bedevi bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Bir lafzın mânasının Allah-ü Teâlâ hakkında sabit olduğunu keşifsiz olarak itikad etme keyfiyetine gelince bu, lafızların mânalarını anlayıp onları tasdik etmekten üstün bir meharet gerektirmez. Avamdan biri ve hattâ bir çocuk bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Sözü anlamaya başladıktan sonra bu mânalar çocuğa telkin edilirse kabul ve telâkki eder, kalbi ile inanır ve gönlünü kesin olarak o mânalara bağlar. Âlimlerin ekserisinin mertebesi de işte budur. Tabiî ki onlar, bu üç mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler. Fakat bu, olgunluğun zirvesine nazaran apaçık bir naksıyettir: Zira ebrâr (iyiler) in hasenatı mukarrabin (ermişler) in seyyiâıdır.
Nitekim ermişlerin Esmâ-i hüsna'dan nasibi üçtür:
a — Bu mânaları mükâşefe ve müşahede yolu ile bilirler. Bu mânaların hakikatleri, kendisinde hata ihtimali bulunmayan bir burhanla onlara açıklanır. Alllahü Teâlâ'mn bu mânalarla muttasıf olduğunu keşif yolu ile bilirler ki, bu keşif, vuzuh ve açıklık bakımından insanda bâtını sıfatlan sebebiyle hasıl olan yakin mesabesindedir. Maddî ihsas île değil, ancak batini müşahede ile idrak edilir. Bu çeşit imanla baba Ve öğretmenlerden taklid yolu ile alınıp kesin olarak gönül bağlanan itikad arasındaki fark cidden büyüktür. İsterse bu taklidi itikad, ilm-i kelâm'a dair bir takım cedelî delillere dayalı olsun.
b — Keşif tarikiyle erdikleri celâl sıfatlarını çok büyük bulurlar; mekân bakımından değil, sıfat bakımından Hakk'a daha yakın olmak için imkânları nisbetinde o sıfatları takınmaya çalışırlar. O sıfatlara bürünmeleri neticesinde kendileri için Allah-ü Teâlâ nezdinde melâike-i mukarrabîin'e benzerlik hasıl olur. Gönül, bir sıfatın büyüklük ve cazibeliği ile dolduktan sonra artık o sıfata karşı sürükleyici bir arzu duymaması, o celâl ve cemâl'e âşık olmaması, nefsini o sıfat ile tezyin hususunda titizlik göstermemesi tasavvur edilemez. O sıfatın kemâline ermek mümkün olmasa bile malikün olduğu kadarına ulaşmak arzusu onu harekete geçirir. Bu arzu herkeste vardır. Ya bilinen vasfın, celâl ve kemâl vasıflarından olduğuna dair marifet ve yakinin zayii oluşu veya gönlün başka bir arzu ile dolu ve o arzunun içine gömülü olması. Talebe, hocasının ilimdeki kemâlini müşahede ettiği vakit ona benzemeye ve iktida etmeye kendisini sevkeden şiddetli bir arzu belirir. Fakat o talebenin gönlü açlık duygusu ile dolu ise iç âlemini kaplayan yemek arzusu, ilim arzusunun harekete geçmesini önleyebilir. Bu itibarla Allah-ü Teâlâ'nm sıfatlarını mütalâa eden kişinin kalbi, masivadan tamamen arınmış olmalıdır. Çünkü marifet arzunun tohumudur; nefsani duygulardan boş olan bir kalbe rastlayınca derhal yeşerir ve eğer kalb, bu duygulardan hâlî olmazsa tohum da başarılı olamaz.
c — O sıfatlardan mümkün olanı elde etmeye, onunla ahlâklanmaya, onun güzellikleri ile nefsini tezyin etmeye çalışırlar. Kul böylece Rabbani, yâni Rabb Teâlâ Hazretlerine yakın ve melâikeden meydana gelen mele-i a'lâya refik olur. Nitekim onlar yakınlık bisatı (yaygısı) dırlar. Her kim onların sıfatlarından bir benzeyiş kaparsa onları Hak Teâlâ Hazretlerine yaklaştıran sıfatlarından ne miktar elde etmiş ise o miktar yakınlık kazanmış olur.
Hak Teâlâ Hazretlerine sıfat yönünden yaklaşma nuri kapalı bir mâna olduğunu ve kalblerin, bu hususu kabul ve tasdikten istinkâf etmeye meyyal bulunduklarını ileri sürerek, «meseleyi, inkarcıların inkâr gücünü kıracak şekilde vuzuha kavuştur; meselenin hakikati izah edilmedikçe bir çoklarının bu meyandaki tutumları inkâra yakındır» dersen, cevaben derim ki:
Sen ve sarıklı cahiller mertebesinin biraz ilerisinde olan da bilir ki; varlıklar, kâmil ve nakıs varlıklar olarak ikiye ayrılır. Kâmil, kemâl dereceleri her ne kadar mütefavit (birbirinden farklı) olursa olsun, nâkısdan daha üstündür. Kemâlin müntehâ (en son mertebe) si Bir'e mahsustur; hattâ mutlak kemâl sahibi ! sancak O'dur. Diğer varlıklar mutlak kemâl sahibi değillerdir. Her biri, izafet sebebiyle değişen kemâlâta sahiptir. Onlarin ekmel (en kâmil)'i, mutlak kemâl sahibine en yakın olanlarıdır. Mekân ve mesafe yakınlığını değil, rütbe ve derece yakınlığını kasdediyorum. Sonra varlıklar, canlı ve cansız olarak da ikiye ayrılır. Biliyorsun ki, canlı cansızdan daha üstün ve daha kâmildir ve canlıların dereceleri üçtür: Meleklerin derecesi, insanların derecesi ve hayvanların derecsi. Hayranların, sayesinde üstünlük kazandıkları hayat (canlılık) daki dereceleri en geridedir. Çünkü canlı demek idrakli ve faal demektir. Hayvanın idrâkinde noksanlık ve fi'linde de noksanlık vardır. İdrakindeki noksanlık, onun idrâkinin sadece duygulara münhasır oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü eşyayı ancak el değdirmek veya yakınında olunmak suretiyle idrâk eder. Şayet elle tutma veya yakınlık olmazsa duygu işlemez. Nitekim elle tutma ve tatma duyguları değmeye muhtaç görme, işitme ve koklama duygulan da yakınlığa muhtaçtır. Kendisinde temas ve yakınlık tasavvur edilmeyen bir varlık olursa, duygu, bu durumda o varlığı idrâk edemez. Hayvanın fi'lindeki noksanlık ise, şehvet (istek) ve öfkenin iktizasına münhasır oluşundan ileri geliyor. Bir hayvanı istek ve öfkeden başka harekete geçiren bir âmil yoktur. Hayvanın aklı yoktur ki, onu istek ve öfkenin icaplarına muhalif (aykırı) olan işlere çağırsın.
Meleklere gelince, onların derecesi en yüksek derecedir. Çünkü melekler, idrâki yakınlık ve uzaklığın tesiri altında bulunmayan varlıklardır. Hattâ onların idrâki, kendisinde yakınlık ve uzaklık tasavvur edilenlere münhasır değildir. Çünkü yakınlık ve uzaklık ancak cisimler üzerinde tasavvur edilir. Cisimler, mevcu en değersiz kısımlarıdır. Ayni zamanda melek, şehvet ve öfkeden münezzehtir. Onların fiilleri şehvet ve öfke icabı, değildir. Fiil ve amelleri, şehvet ve öfkeden yüce bir gayeye dayanır. Bu gaye, Allah-ü Teâiâ'ya yakın olma isteğidir.
İnsan ise, iki derece arasında orta mertebede bulunmaktadır. Sanki insan, hayvaniyet ve melekiyetten mürekkeb (terkib edilmiş) bir varlıktır. Başlangıçta (çocuklukta) hayvaniyet ciheti daha galiptir. Çünkü önceleri yürümek ve kımıldamak suretiyle mahsûs (duyulanca yaklaşıldığı zaman ancak idrâk edebilen duygulardan başka bir idrâke sahib değildir. Beden hareketine muhtaç olmaksızın ve eşyayı idrâk etmek için temas ve yakınlık aramaksızın göklerin ve yeryüzünün alemlerine, hattâ mekânda yakınlık ve uzaklıktan münezzeh olan hususların idrakine nüfuz eden akim nuru ile aydınlanıncaya kadar bu durum devam eder. Ayni zamanda önceleri onun varlığına hâkim olan şey, şehvet ve öfkesidir. Kendisinde olgunluk arama isteği, sonuç ve akıbet düşüncesi, şehvet ve öfkenin icaplarına karşı isyan belirinceye kadar bu iki unsurun tesiri altında kahr. Şayet şehvet ve öfkesini yener, onlara malik olur ve onlar, kendisini kumanda" ve idare edecek gücde olmazlarsa, bu bakımdan meleklerden bir benzeyiş almış olacaktır. Keza nefsini hayâlât ve mahsûsâttan keser, hiç bir his ve hayâlin erişemiyeceği hususların idrâki ile ünsiyet peyda ederse, meleklerden bir benzeyiş daha almış, .olacaktır. Çünkü hayatın hususiyeti' idrâk ve akıldır. Noksanlık, itidal ve kemâl bu iki şeye racidir. Bu iki hususiyette ne derece meleklere uyarsa o nisbette hayvaniyetten uzak ve melekiyete yakın olur. Melek ise Allah'a yakındır. O halde yakına yakın olanın da yakan olması gerekir.
Diyeceksin ki, bu sözden anlaşılan zahir mâna kul ile Hak Teâlâ Hazretleri arasında benzerlik bulunduğunu gösterir. Çünkü kul, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklandığı vakit O'na müşabih (benzeyen) olur. Oysa şer'an ve âklen bilinmektedir ki, Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. Allah hiç bir şeye benzemez ve hiç bir şey de O'na benzemez. Buna cevaben derim ki:
Allah-ü Teâlâ hakkında menfi olan mümâselerin mânâsını her ne şekilde anlarsan anla, O'nun eşi ve benzeri bulunmadığını bileceksin. Şöyle ki herhangi bir vasıf da ortak olmanın mümâseleti gerektireceği zannedilmemelidir. Birbirine benzemeyen ve birbirinden son derece uzak olan iki ziddın bir çok sıfatlarda ortak oldukları görülmektedir. Nitekim siyah, araz olma, renk olma, gözle görünme ve diğer bazı hususlarda beyaza ortak olmuştur. Bu durumda bir kimse «Allah-ü Teâlâ mahalle muhtaç olmayan mevcuddur ve o, Semî', Basîr, Âlim, Mürid, Mütekellim, Hayy, Kadir ve Fâil'dir» der ve insanında böyle olduğunu söylerse, onu müşebbihe fırkasından mı görecek ve misil isbat ettiğine mi hüküm vereceksin? Heyhat.. Durum zannettiğin gibi değildir. Eğer böyle olsaydı bütün insanların müşebbihe olmaları gerekirdi.' Çünkü en azandan vücud sıfatında müşareket vardır. Vücud ise müşabeheti, hatta nev'iyet ve mahiyette müşareketten ibaret olan mümâseleti andıricıdır. At, zeyreklikte her ne kadar üstün olsa da insana örnek olamaz. Çünkü at, neviyette insandan ayrılmaktadır ve yalnız zeyreklikte ona benzemektedir ki bu zeyreklik, insanın zatiyetini teşkil eden mahiyetten hariç bir ârizdir. Tanrılık hususiyeti ise, bizatihi Vacibülvücud olup var olması mümkün olan her şey'i muntazam ve mükemmel şekilde yaratan bir varlık olmasıdır. Bu hususiyette ortaklık ve ortaklıkdan hasıl olan mümâselet elbetteki tasavvur edilemez. Kulun rahim, sabûr ve şekûr olması mümâseleti gerektirmez. Nitekim semî basîr, âlim, kaadir, hayy ve fail oluşu mumâseleti gerektirmiyor. Hatta diyebilirim ki, tanrılık hususiyetini ancak Allah-ü Teâlâ ve.O'nun eşi ve benzeri olan bilir.. fakat O'nun eşi ve benzeri olmadığına göre O'ndan başkası zinhar bilemez. Bu sebeble «Allah'ı ancak Allah-ü Teâlâ bilir!» diyen Cüneyd (Rahimehullah) hakikati ifade etmiştir. Nitekim en üstün kuluna bile bir isim vererek o ismi arada perde kılmıştır; Allah'dan başkası bilmez. Zinnûn ölüm yatağında iken kendisine «ne arzu edersin?» diye soruldu. Cevaben «bir lahza bile olsa ölmeden evvel O'nu tanımayı» dedi. Bu söz şimdi bir takım zayıfların kalblerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette olmadıklarından inkâr ve tevile gitmektedirler. Halbuki «Allah'ı çok iyi bilirim» diyen de bence sözünde doğrudur ve «Allah'ı bilemem» diyen de sözünde doğrudur.
Bilindiği üzere nefy ve isbat, ikisi birden bir arada sıdka hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yâni nefy doğru olursa isbat yalan ve isbat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat sözün vechi değişirse sıdk, iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle ki, «Ebu Bekir 'Es-Sıddîk'ı tanır mısın?» sorusu iki kişiye sorulsa ve onlardan biri, «Ebu Bekir Es-Sıddîk, bilinmeyecek ve tanınmayacak bir şahsiyet midir? büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa yayılmış olması yanında, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü ve meziyetleri bütün dillerde söylenir) diye cevab verse, öbürü de, «ben kimim ki Sıddîk'ı tanıyabileyim! heyhat, heyhat! Sıdd'k'ı ancak kendisi gibi veya daha. üstün olan tanır; onu. tanıdığımı nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl göz dikerim; ben gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia etmeye hakları yok dese her ikisi de doğruyu söylemiş olmaktadırlar.var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o tazim ve ihtirama daha lâyıktır.
İşte Allah'ı bilirim veya bilemem diyenlerin sözlerini bu şekilde anlamak gerekir. Hatta düzgün bir yazıyı anlayışlı bir insana göstersen ve «bu hattın sahibini tanır mısın?» diye sorsan, «hayır!» dese doğru söylemiş olur. «Evet! bu hattın sahibi yaşıyan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve hattatlık sanatına vakıf bir İnsandır; hakkında bütü bunları bildiğim halde kendisini tanımaz olur muyum?» diye cevab verse gene doğru söylemiş olur. Şu farkla ki, tanımam sözü daha doğru ve uygundur. Çünkü hakikatte o hattın sahibini tanımamaktadır. Sadece düzgün bir yazının yaşayan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve yazı sanatını bilen bir hattata muhtaç olduğunu bilmiş, hattatın kendisini tanımamıştır. Bütün inslar da böyledir. Bu muntazam ve muhkem kâinatın müdebbir, hayy, âlim ve kaadir bir yapıcıya muhtaç olduğunu bilirler. Bu ise iki taraflı bir marifettir: Bir tarafı alem ile ilgilidir ve buradan alemin bir müdebbir'e muhtaç olduğu biliniyor. Öbür tarafı ise Allah-ü Teâlâ ile ilgilidir ve buradan da zatın hakikat ve mahiyetine dahil olmayan sıfatlardan müştak olan isimler biliniyor. Nitekim bir "kimse, bir şey'i göstererek «o nedir?» diye sorarsa, bu soruya karşı bir takım müştak (türemiş) isimlerin zikredilmesinin zinhar cevab sayılmayacağını yukarıda açıklamış bulunmaktayız. Meselâ bir hayvanın şahsını işaret ederek «bu nedir?» dese ve cevab olarak da ya uzundur veya beyazdır veya kısadır dense, yahud suyu işaret ederek «bu nedir?» dese ve soğuktur cevabı verilse, yahud ateşi işaret ederek «bu nedir?» dese ve ısındıncıdır cevabı verilse, şübhe yok ki bütün bunlar maliyetin cevabı değillerdir. Bir şey'i tanımak, ancak o şeyin hakikat ve mahiyetini bilmekle kaabildir; müştak isimleri tanıyıp bilmekle değil.