Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (1 Kullanıcı)

azizislam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 May 2006
Mesajlar
1,330
Tepki puanı
0
Puanları
0
Allah razı olsun e kolay gelsin bakalım
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-72
(Kur’ân Ehli Olmak)

Kur’ân âyetleri, 23 senelik nebevî hayatı ilmek ilmek dokuyan ilâhî mesajlar sûretinde peyderpey nâzil olmuştur. Her nâzil olduğunda da Allah Rasûlü J Efendimiz’i ve O’nun can yoldaşları olan ashâb-ı güzîni, bâzen târifsiz bir sürûra, bâzen dehşete ve her hâlükârda takvâya sevk etmiştir. Allah Teâlâ’dan gelen bu mesajlarla, mü’minlerin mâneviyatları takviye olmuş, azimleri artmış, gönüllerindeki îman muhabbeti ve heyecanı zirveleşmiştir.
Sahâbe efendilerimiz için vahyin nüzûlü, gökten inen ve tadına doyum olmayan, ilâhî bir ziyâfet sofrasıydı. Ne zaman bir âyet nâzil olduğunu duysalar, hemen o ilâhî ziyâfete iştiyakla koşar, büyük bir heyecan içinde; “Acaba Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı nerededir?” suâlinin cevabını, yeni gelen tâlimatlardan öğrenmeye çalışırlardı.
Abdullah ibn-i Mes’ûd d anlatıyor:
“Bir sahâbî, (akşam) evine geldiğinde hanımı ona ilk önce şu iki suâli sorardı:
«–Bugün Kur’an’dan kaç âyet nâzil oldu?»
«–Allah Rasûlü J Efendimiz’in hadislerinden ne kadar ezberledin?..»”(Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26)

VAHYİN SEVDÂLILARI
Sahâbe-i kirâm, vahy-i ilâhî ile o kadar hemhâl idiler ki, Efendimiz’in ebediyete irtihâlinden sonraki en büyük kederlerinden biri de, vahyin kesilmesi olmuştu. Şu hâdise, bunun çok mânidar bir misâlidir:
Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in dadısıydı. Efendimiz J yüksek vefâ duygusu sebebiyle onu ziyâret eder, hâl-hatırını sorar ve ona değer verirdi. Efendimiz’in vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer’e:
“–Kalk, Allah Rasûlü’nün yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi, biz de onu ziyâret edelim.” dedi.
Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ağlamaya başladı. Onlar, bu ziyaretleriyle Allah Rasûlü’nü hatırlatarak acısını tazelediklerini ve bu sebeple Ümmü Eymen’in ağladığını düşündüler. Ardından:
“–Niçin ağlıyorsun? Allah katındaki nîmetlerin Efendimiz için çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dediler. Ümmü Eymen:
“–Ben onun için ağlamıyorum. Allah katındaki nîmetlerin, Nebiyy-i Ekrem J Efendimiz için daha hayırlı olduğunu elbette biliyorum. Ben asıl, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi.
Vahy-i ilâhî hasretiyle dolu bu sözleriyle, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’i de duygulandırdı. Onlar da Ümmü Eymen’le birlikte ağladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103)
Sahâbe-i kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’e duydukları muhabbet, böylesine müstesnâ idi. Onlar, Kur’ân’ın kıymetini, nasıl okunması gerektiğini ve nasıl hürmet edileceğini bizzat Efendimiz’den görerek öğrenmişlerdi. Bu sebeple de Kur’ân’dan apayrı bir istifâde hâlindeydiler. Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.1
Hazret-i Ömer d bir gece Kur’ân-ı Kerîm okuyamamıştı. Ertesi gün Allah Rasûlü J ona:
“–Ey Hattâb oğlu, Allah Teâlâ senin hakkında bir âyet indirdi.” buyurdu ve:
«(Tefekkür ederek) ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü peş peşe getiren O’dur.» (el-Furkân, 62) âyet-i kerimesini tilâvet eyledi. Sonra da şöyle buyurdu:
“–Geceleyin kaçırdığın nâfile ibadetleri gündüz; gündüz kaçırdıklarını da geceleyin yerine getir.” (Râzî, XXIV, 93, el-Furkân, 62 tefsirinde)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-72
(Kur’ân Ehli Olmak)


KUR’ÂN AZÎZDİR, İZZET BAHŞEDER
Nâfî bin Abdi’l-Hâris, Usfan’da Hazret-i Ömer’e rastlamıştı. Ömer d onu Mekke’ye vâli tâyin etmiş olduğu için:
“–Mekkelilerin başına (sana vekâleten) kimi bıraktın?” diye sordu. O:
“–İbn-i Ebzâ’yı!” dedi.
Hazret-i Ömer:
“–İbn-i Ebzâ kimdir?” diye sorunca Nâfî:
“–Âzâd ettiğimiz kölelerden biridir.” dedi.
Hazret-i Ömer’in:
“–Yerine bir âzatlıyı mı bıraktın?” suâli karşısında ise şu ibretli cevâbı verdi:
“–O, Allâh’ın Kitâbı’nı okur (yaşar, tatbik eder) ve farzlarını da iyi bilir.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer d hayranlık içerisinde şöyle dedi:
“–Rasûlullah J; «Allah şu Kur’ân ile birtakım kimselerin kıymetini yükseltir; bazılarını da alçaltır.» buyurmuştu!” (Müslim, Müsâfirîn, 269)
Mü’minin ve toplumun saâdeti, Kur’ân ve onun tatbikâtı olan Sünnet’in hayatın her safhasına intikal ettirilmesiyle tahakkuk eder. Kur’ân, mü’minin iç ve dış dünyasına huzur veren bir nurdur. Hikmetler, ibretler, dersler dolu bir nasihat ve mev’izadır. Hakka götüren yegâne rehberdir. Kur’ân âyetleri; tarihî karanlıklara ışık tutan, çözülmez muammâları açan, dünya ve âhiret hayatının huzur ve saâdet baharını yaşatan mûcizeler ülkesidir.
Yine Kur’ân-ı Kerîm, bizlere eski zamanların, geçmiş milletlerin ibretli vâkıalarını anlatırken, hikmetler yağdırmakta, istikbâlimize âit nice hayâtî ve ictimâî dersler vermektedir. Fânî hayatta bunalan ruhlara kurtuluş ufukları gösteren, çâresizlere şifâ reçeteleri veren ilâhî hikmet eczânesidir.
Yine Kur’ân, Rabb’imizin mûcize hitâbıdır. Kâinattaki esmâ tecellîlerinin kelâmdaki tezâhürüdür. Lâkin onun nûrunu yudumlamak ve hakîkatlerinden faydalanmak, ancak temiz bir kalp ile mârifetullah’tan nasip almış mü’minlere mahsustur.
Hangi kalp Kur’ân’ın nûruyla daha çok aydınlanmışsa, Hak katında o daha mûteberdir. Peygamber Efendimiz J de ehl-i Kur’ân’ı her hususta tercih eder, öncelik ve üstünlüğü onlara verirdi. Nitekim Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Fakat Zeyd bin Sâbit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre d:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana kızdınız mı? (Bir kusur mu işledim ki sancağı benden geri aldınız?)” diye sordu. Peygamber Efendimiz J:
“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. (Senden daha çok ona âşinâdır.) Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş (canlı bir Kur’ân) olan kimse, başkalarına tercih edilir!” buyurdu...2
Osman bin Ebi’l-Âs d da şöyle anlatır:
Rasûlullah J Efendimiz’in yanına kabilemizin temsilcisi olarak gelmiştik. Arkadaşlarım içinde Kur’ân’ı öğrenme husûsunda en gayretli olan bendim. Bakara Sûresi’ni öğrenerek onlara üstünlük sağlamıştım. Bu sebeple Rasûlullah J bana şöyle buyurdu:
“–En küçükleri olmana rağmen seni arkadaşlarının başına emîr tâyin ettim. Kur’ân’a temiz olmadığın müddetçe dokunma!”(Heysemî, I, 277)
Uhud’da Ensâr:
“–Yâ Rasûlâllah! Şehîdlerimiz pek çok. Ne yapmamızı emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem J Efendimiz, derin ve geniş kabirler kazılıp her birine ikişer, üçer kişinin defnedilmesini emretti. Sahâbîler, kabirlere önce hangi şehîdleri koyacaklarını sorduklarında da:
“–En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91)
Allah Rasûlü J Efendimiz’in, Kur’ân ehline nasıl ihtimam gösterdiğine dair misalleri artırmak mümkündür. Ümmet-i Muhammed olarak bizler de Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl ki aziz tutmak, rahle ve kürsülerin üzerine koymak, onu bel hizâsından yukarıda tutmak mecbûriyetinde isek; Kur’ân’ı kalbinde taşıyan, yani canlı bir Kur’ân olan gerçek hâfızları ve Kur’ân ehlini de aziz tutmak ve baş tâcı etmek mecbûriyetindeyiz. Zira onlar, her iki cihanda da ilâhî rahmet vesîlesidirler.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-73
(Kur’ân Ehli Olmak)


ALLÂH’IN YAKINLARI: EHL-İ KUR’ÂN
Rasûlullah J :
“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu.
Ashâb-ı kirâm:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sorunca Efendimiz J :
“–Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevabını verdi. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)
Hiç şüphesiz ki Kâinâtın Hâlıkı Allah Teâlâ’ya yakınlıktan daha büyük bir şeref ve bahtiyarlık yoktur. Bu bahtiyarlığa lâyık olabilmek, Kur’ân’a ehil olmaya bağlıdır. Yani Kur’ân’ı doğru okumayı bilmek, onun mânâ iklîmine girmek, tefekkür ve tahassüs derinliği içinde gereken ibretleri alarak onun gösterdiği istikâmette yürümekle mümkündür. Böyle bir kemâlât ile Kur’ân ehli olabilen mü’minlere, Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ lutuf ve ihsanları vardır.
Nitekim Hak dostu Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -ks-, Adana’da bu vasıfta vefât etmiş bir hâfızın, 30 sene sonra yol geçme zarûreti sebebiyle nakil için kabrinin açıldığını, ancak o kimsenin cesedinin hiç bozulmamış olduğunu, üstelik kefeninin dahî pırıl pırıl durduğunu, bizzat müşâhede ettiklerini nakletmişlerdir.
Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere
Cenâb-ı Hak, gerçek Kur’ân ehlinin cesedini yememesini yeryüzüne vahyetmiştir.3
İşte Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî tâlimatlarına göre yaşayanların dilinde ve gönlünde bambaşka letâfet, zarâfet, incelik, güzellik ve feyizler tecellî ettirdiği gibi, kabirde, mahşerde ve mîzanda da huzur ve saâdet bahşeder.
Muhyiddîn-i Arabî -ks- şöyle nasihat eder:
“Kur’ân’ı çok okumalı ve mânâsını düşünmelisin. Okurken Allâh’ın sevdiği kullarını vasıflandırdığı güzel sıfatlara dikkat et ve onlarla vasıflan! Kur’ân’da zemmettiği, Allâh’ın gazabına uğrayanların vasıflandığı o mezmum sıfat ve huyları da gör ve onlardan kaçın! Çünkü Allah, kitabında bunları ancak amel etmen ve gereğini yapman için, indirip zikretmiştir. Onun için Kur’ân okunduğunda, muhtevâsını iyi anlaman için, Kur’ân’la ol!”
Yani Kur’ân’dan gereken feyz ve rûhâniyeti tahsil için, onu okurken kalbin gâfil olmaması gerekir. Kur’ân, asıl kalple okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olabilmektir. Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî durumuna göre ondan bir nasîb alır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm husûsunda gaflete düşenlerle, onun feyzinden güzelce istifâde edenleri şöyle beyan buyurur:
“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır, 32)
Yani insanların kimisi Kur’ân okuduğu hâlde, okuduğu boğazından aşağı inmez, kalbinde akis bulmaz ve amellerine yansımaz. Böylece nefsine zulmeder, en büyük nîmeti ziyân eder. Kimisi orta yoldadır, kâh amel eder, kâh ihmâl eder. Kimisi de Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle hayırlarda mesafe kat eder.
Kur’ân’dan lâyıkıyla feyiz-yâb olabilmek için, bedenî temizlik kadar kalbî temizliğe de riâyet edilmelidir. Aksi hâlde kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân’la doğru bir şekilde buluşmasına mânî olur. Bu sebepledir ki Hazret-i Osman d:
“Eğer gönüller mânevî kirlerden (nefsânî musîbetlerden ve kalbî marazlardan) temiz olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyamazdı.” buyurmuştur.
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de şöyle der:
“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.”
Yani Kur’ân-ı Kerîm, kesâfetten arınmış ve nûrâniyete bürünmüş bir gönle sırlarını beyan eder. Bu yüzden, takvâ ölçüleriyle kalbi zarifleştirip Kur’ân’a o hissiyatla yönelmelidir. Zira Cenâb-ı Hak:
“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah (size bilmediğinizi) öğretir!..” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.
Unutmamak gerekir ki, Kur’ân-ı Kerîm, bir fânînin eseri değil, Kâinâtın Halıkı’nın kullarını dünyâ ve âhiret saâdetine erdirmek için lutfettiği hidâyet rehberidir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde için Mushaf-ı Şerîf’in kapağı, hürmet, tâzim ve edep duygularıyla açılmalı, onu insanlara Rahmân olan Cenâb-ı Hakk’ın öğrettiği şuuruyla ve yeni nâzil oluyormuşçasına bir şevk ve iştiyakla okunmalıdır.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Hazret-i Ömer bir gece Kur’ân-ı Kerîm okuyamamıştı. Ertesi gün ALLAH Rasûlü ona:
“–Ey Hattâb oğlu, ALLAH Teâlâ senin hakkında bir âyet indirdi.” buyurdu ve:
«(Tefekkür ederek) ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü peş peşe getiren O’dur.» (el-Furkân, 62)
âyet-i kerimesini tilâvet eyledi.
Sonra da şöyle buyurdu:
“–Geceleyin kaçırdığın nâfile ibadetleri gündüz; gündüz kaçırdıklarını da geceleyin yerine getir.”
(Râzî, XXIV, 93, el-Furkân, 62 tefsirinde)
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Ümmet-i Muhammed olarak bizler de Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl ki aziz tutmak, rahle ve kürsülerin üzerine koymak, onu bel hizâsından yukarıda tutmak mecbûriyetinde isek; Kur’ân’ı kalbinde taşıyan, yani canlı bir Kur’ân olan gerçek hâfızları ve Kur’ân ehlini de aziz tutmak ve baş tâcı etmek mecbûriyetindeyiz. Zira onlar, her iki cihanda da ilâhî rahmet vesîlesidirler.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Kur’ân’dan gereken feyz ve rûhâniyeti tahsil için, onu okurken kalbin gâfil olmaması gerekir. Kur’ân, asıl kalple okunur. Gözün vazifesi, kalbe bir nevî gözlük olabilmektir. Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî durumuna göre ondan bir nasîb alır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm husûsunda gaflete düşenlerle, onun feyzinden güzelce istifâde edenleri şöyle beyan buyurur:

“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.”
(Fâtır, 32)

Yani insanların kimisi Kur’ân okuduğu hâlde, okuduğu boğazından aşağı inmez, kalbinde akis bulmaz ve amellerine yansımaz. Böylece nefsine zulmeder, en büyük nîmeti ziyân eder. Kimisi orta yoldadır, kâh amel eder, kâh ihmâl eder. Kimisi de Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle hayırlarda mesafe kat eder.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-74
(Kur’ân Ehli Olmak)

ALLÂH İLE KONUŞUR GİBİ
Kur’ân-ı Kerîm, beşeriyet için Rahmânî sadâları işitmek, ilâhî nefhayı rûhunda hissetmek ve daha bu dünyada iken Allâh ile mükâleme etmenin en feyizli yoludur. Tefekkür, tertîl ve edeple Kur’ân okumak, Allâh ile konuşmak gibidir. Nitekim Efendimiz J de şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden birisi Rabb’i ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse
huzûr-i kalp ile Kur’ân okusun.” (Süyûtî, I, 13/360)
Kur’an’dan lâyıkıyla istifâde edebilmek için ona yüreği açmak îcâb eder. Aksi hâlde bereketli nisan yağmurlarının üzerinden akıp gittiği kayalara hiçbir faydası olmadığı gibi, istifâde kapıları kilitlenmiş kalplere de Kur’ân’dan bir fayda hâsıl olmaz. Belki Kur’ân, böylelerinin hüsran ve dalâletini daha da artırır. Zira Kur’ân’ın rahmeti ve hidâyeti ile buluşamayanlar, tam aksine büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar. Nitekim tâbiînin meşhur müfessirlerinden Katâde der ki:
“Kur’ân-ı Kerîm okuyanlar, ya kâr ya da zarar ile kalkarlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur.
«Biz Kur’ân’dan, îmân edenler için bir şifâ ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zâlimlerin de ancak hüsrânını artırır.» (el-İsrâ, 82)”
Bu sebeple Kur’ân okunurken ona karşı kör ve sağır davranmamak îcâb eder. Kur’ân’ın rûhânî dokusundan hisse alan Hak dostlarının hâlini,
âyet-i kerîme şöyle ifâde eder:
“Mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)
Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamak, her mü’minin vazîfesidir. Aksi hâlde âhirette Rasûl-i Ekrem J Efendimiz’in şefâat-i uzmâsını beklerken O’nun bizden şikâyetçi olması da muhtemeldir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in hilâfına bir hayat yaşayanlar hakkında âhirette Peygamber Efendimiz’in Rabb’ine şikâyette bulunacağı,
âyet-i kerîmede şöyle bildirilmektedir:
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.” (el-Furkân, 30)
İşte âhirette bu nebevî itâba dûçâr olmamak için O’na ümmet olmanın gerektirdiği şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i mahrecine, tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmek, derûnundaki mânâlara âşinâ olmak ve duygu derinliği içinde hassâsiyet ve muhabbetle tatbik etmeye gayret göstermek gerekir. Yâni Gazâlî Hazretleri’nin tâbiriyle; “dil, okumalı; akıl, firâsetiyle tercüme ve tefekkür etmeli, kalp ise hazmedip ders almalıdır.” (Bkz. İhyâ, I, 816)
Ümmetinin Kur’ân-ı Kerîm ile nasıl ve ne kadar alâkadar olduğunun ve kendisinin bu hususta sorgulanacağının endişesi içerisinde olan Peygamber Efendimiz J de bu sebeple en çok Kur’ân talebeleri olan ashâb-ı suffe ile meşgul olurdu. Açlık ve yokluk zamanlarında bile karnına taş bağlayıp onlara Kur’ân tâlim ederdi.
Abdullah ibn-i Mes’ûd d ashâb-ı suffe talebesiydi. Orada Rasûlullah J Efendimiz’in rahle-i tedrîsinde yetişti. Derdi ki:
“Bize Allah Rasûlü’nden öyle hâller in’ikâs etti ki boğazımızdan geçen lokmaların zikrini duyuyorduk.” (Buhârî, Menâkıb, 25)
Peygamber Efendimiz’in Kur’ân’ı tâlim husûsundaki gayretini örnek alan sahâbe nesli de Medîne’yi Kur’ân üstadlarıyla doldurdu.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
“ Mü’minler ancak, ALLAH anıldığı zaman yürekleri titreyen , kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rab ’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.”

(Enfâl Suresi- 2)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-75
(Kur’ân Ehli Olmak)

KUR’ÂN’A KARŞI MES’ÛLİYETİMİZ
Kur’ân-ı Kerîm, kaynağı Cenâb-ı Hak olan dört semâvî kitabın sonuncusudur. Rüşdünü ikmâl etmiş insanlığa Rabb’imizin son çağrısı ve son mesajlarıdır. Hak Teâlâ, gönderdiği kitaplardan yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’i kıyâmete kadar koruyacağını taahhüd etmiştir. Bu sebeple bir harfi bile değişmeden aslını koruyan tek ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu noktada bizim asıl meselemiz, Cenâb-ı Hakk’ın bu taahhüdüne ne kadar vesîle olabildiğimizdir. Hâlimizi bir gözden geçirmeliyiz:
Kur’ân-ı Kerîm ile ne kadar ünsiyetimiz var? Onu ne kadar duygu derinliği içinde okuyabiliyoruz? Peygamber Efendimiz’in ve ashâbın Kur’ân-ı Kerîm karşısında duyduğu heyecanı ne kadar duyabiliyoruz?
Kur’ân-ı Kerîm’i hayatımızın her safhasına intikal ettirebiliyor muyuz? Âile hayatında, komşuluk ve kul haklarında, ticârî hayatta, onu ne kadar kendimize kıstas alıyoruz? Kendimizi zamanın ve toplumun akışından ne kadar mes’ûl görüyoruz?
Yavrularımıza esas tahsil olan Cenâb-ı Hakk’ı tanıma tahsilini verebiliyor muyuz? Kur’ân’ı gönüllere taşıma, onunla istikâmetleri düzeltme husûsunda ne kadar gayret içindeyiz?
Unutmayalım ki iki cihan saâdeti, ilâhî bir emânet olan evlâtlarımızı Kur’ân kültüründen nasiplendirmekle mümkündür. En merhametli anne-baba, evlâdını Kur’ân terbiyesiyle asıl istikbal olan âhirete hazırlayan anne-babadır. İnsanın, evlâdına verebileceği en büyük hediye, güzel bir terbiyedir.
Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için evlâdına da tattıramayan anne-babalar büyük bir vebal altındadırlar. Zira mânevî tahsil husûsunda câhil bırakılan, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetiyle terbiye edilmeyen evlâtlar, kıyâmet günü anne-babalarından dâvâcı olacaklardır. İbn-i Ömer d der ki:
“Evlâdını iyi terbiye et. Zira bundan mes’ulsün. «Terbiyesiyle ilgili olarak ne yaptın, neler öğrettin?» diye hesaba çekileceksin.”
Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:
“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati... Çünkü hamele-i Kur’ân (Kur’ân’ı öğrenen, öğreten ve bu yolda hizmet edenler), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, peygamberler ve Hak dostları ile birlikte Arş’ın gölgesindedirler.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226)
Dolayısıyla evlâtlarına Kur’ân rûhâniyetiyle güzel bir terbiye verebilmek, sâlih mü’minlerin en mühim meselelerinden biridir. Nitekim devrin siyâsî çalkantıları içerisinde zindana düşmüş olan Emevîlere, 2. Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansur:
“–Zindanda size en zor gelen şey nedir?” diye sordurur. Onlar da:
“–Çocuklarımızın terbiyesinden mahrum kaldık.” cevâbını verirler.4
Dolayısıyla fırsat elden gitmeden evlâtlarımızı Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyetiyle yetiştiremezsek, yarın kabrimizde ağır bir nedâmetle baş başa kalacağımızı unutmamalıyız. Bunun için de evlâtlarımızla vaktinde güzelce alâkadar olmalı, onların tertemiz yüreklerine Allah ve Peygamber sevgisini, Kur’ân ve Sünnet kültürünü aşılamalıyız. Mârifetin iltifâta tâbî olduğu gerçeğinden hareketle, yavrularımızda mânevî güzelliklerin neşv ü nemâ bulması için onları hediye ve iltifatlarla teşvik etmeliyiz.
İmam Mâlik Hazretleri der ki:
“Ben her hadis ezberlediğimde, babam bir hediye verirdi. Öyle bir zaman geldi ki, babam hediye vermese bile hadis ezberlemek bende bir lezzet hâline geldi.”
İmam Ebû Hanîfe de, oğlu Hammâd Fâtiha Sûresi’ni öğrendiğinde, hocasına beş yüz dirhem vermişti. O zaman bir koç, bir dirheme satın alınıyordu. Hocası bu cömertliği fazla buldu. Çünkü çocuk yalnızca Fâtiha Sûresi’ni öğrenmişti. Bunun üzerine Ebû Hanîfe Hazretleri şöyle dedi:
“–Yavruma öğrettiğin sûreyi küçük görme! Eğer yanımda bundan daha fazlası olsaydı, Kur’ân’a hakkıyla hürmet edebilmek için onu sana hediye ederdim.”5
Selahaddîn-i Eyyûbî de, kışlada dolaşırken babasının önünde Kur’ân okuyan bir çocuğa rastlamıştı. Çocuğun okuyuşunu beğendi ve ona yaklaşarak kendi yiyeceğinden bir parça verdi. Ayrıca kendisine âit olan tarlanın bir kısmını o çocuk ve babası için vakfetti.6
Bütün bunlar, anne-babalar için evlât terbiyesinde örnek alınması gereken güzel numûnelerdir.
Kur’ân eğitimi için bilhassa yaz tatilleri de iyi değerlendirilmelidir. Evlâtlarımızı Kur’ân kurslarına veya camilere göndermekle yetinmemeli, anne-babalar olarak onların durumunu dikkatle takip etmeliyiz. Kur’ân kültürünün ne seviyede, îtikad ve fıkıh bilgisinin ne durumda olduğunu sık sık kontrol etmeli, gösterdiğimiz alâka ile onları dâimâ teşvik etmeliyiz.
Ne mutlu evlâtlarını Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyeti içinde yetiştirerek Kur’ân’ın ve Rasûlullah J Efendimiz’in şefâatine nâil olan anne-babalara!..
Rabbimiz, Kur’ân’dan nasipsizlik sebebiyle harâbelere dönen kasvetli kalplerin ağır yükünü taşımaktan bizleri muhafaza buyursun. Cümlemizi, Kur’ân’ın şifâ, hidâyet ve rahmetiyle buluşup huzur içinde vuslat-ı ilâhîye koşan bahtiyar kullarından eylesin…
Âmîn!
 

asya deniz

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Haz 2009
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
49
aleyküm selam
bende tahmin edeceğin gibi 1. kaçırdım ama 2 okumak istiyorum ALLAH kısmet ederse
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-75
(Maiyyet Allah ile Beraberlik)

Maiyyet; Allah -c.c.- ile beraberliğin yüksek bir şuur ve idrak hâlinde kalpte yaşanmasıdır. Hak Teâlâ’nın her an bizimle olduğunu bilerek, düşünerek ve hissederek, hareketlerimizi ona göre tanzim etmektir.
Bu şuur ve idrak, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna en büyük lutfudur. Zira bu hâl, kulun Rabbiyle dost olmasıdır. Dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. Cenâb-ı Hak’la dostluğa nâil olabilmek için de, O’ndan uzaklaştırıcı her şeyden arınan kalbin, Rahman, Rahîm, Afüv, Gafûr gibi cemâlî sıfatlarla vasıflanması îcâb eder.
Gönlün Allah ile olması, dünya imtihanındaki muvaffakıyetin şehâdetnâmesidir. Bunun zıddına Hak’tan gâfil yaşanan bir hayatın neticesi de, ebedî bir hüsran ve nedâmetten ibarettir.
Şu kıssa, Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın hakîkatini ne kadar da veciz bir sûrette ifade eder:
SEN KİMİNLEYDİN?
Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı.
Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahisle:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harâma, helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..
Bunların ardından, şunlar şunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı.
Vâizi dinleyen Şiblî Hazretleri, yumuşak bir ifadeyle şöyle seslendi:
“–Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:
«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminle beraberdin?!»”
İşte Hakk’a kullukta bütün mesele, bu şuur, idrak ve iz’âna ve böyle bir kalbî kıvama sahip olabilmektir!..
Hakîkaten, insanoğlu Rabbiyle beraberliği nisbetinde hak yolda ve istikâmet üzeredir. Rabbinden gâfil kaldığı ve O’nu unuttuğu ölçüde de nefsâniyetin hoyratlığına ve şeytanın idlâline dûçâr olmuş demektir. Cenâb-ı Hak bu hâlden îkaz sadedinde şöyle buyurur:
“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
İnsanın rûhu, imtihan gâyesiyle bulunduğu şu fânî dünyada, ten kafesine hapsedilmiş muzdarip bir kuş gibidir. Onun derûnunda, vatan-ı aslîsinden ayrı düşmüş olmanın ıztırâbı vardır. Bu ıztırâbı dindirip huzur ve itmi’nâna erdirecek olan da, Allâh ile beraberliktir. Bu yüzden, Hak âşıkları nazarında ölümün ürkütücü hâli kaybolur ve ölüm Rabb’e vuslat yolculuğu olarak idrak edilir. Nitekim ashâb-ı kiram da ölüm döşeğindeki hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir.
Muhakkak ki, ölüm yolculuğunun hangi keyfiyette tecellî edeceği, yani cennet huzuruyla mı, yoksa cehennem azâbıyla mı neticeleneceği, rûhun bu âlemde Rabbiyle ne kadar beraber olduğuna bağlıdır. Bu yüzden insan bu dünyada Rabbiyle beraber olacak ki, âhirette de Rabbe dostluğun ikrâmı olan nâdide nîmetlere ve onun da ötesinde Cemâlullâh’ı müşâhede şerefine nâil olabilsin.
Bu dünyada gönlü Allah ile olan bir mü’min; ömrünü nefsâniyetin hoyratlığında ziyan etmez; sefahat ve rezâletlerde bozulmaz; lüzumsuz mâcerâlar peşinde koşmaz; abeslere, bâtıllara, azgınlıklara dalmaz, boş sevdâlara aldanmaz; câ­hil­ler kendisine sataştığında onlarla muhâtap olmaz; dedi-kodularla ömür takvimini lekelemez; Cenâb-ı Hak ile dostluk gayreti içinde yaşar.
Yine mü’min, ömrünü hayır-hasenatla müzeyyen kılar, Kur’ân ve sünneti rehber edinir, Allah rızâsına mâtuf işlerle meşgûl olur, mülkün gerçek sahibini tanıyarak malını ve canını nasıl kullanacağını bilir. Dînî ve ahlâkî kıymetini gölgeleyecek şerlerden ve yerlerden rûhunu korur. İbadetlere, hayır-hasenatlara ve sohbet meclislerine rağbetini artırır. Nihayet Rabbinin yeryüzündeki bir şâhidi olarak arkasında fazîletlerle dolu hatıralar bırakır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-77
(Maiyyet ALLAH ile Beraberlik)

BENİ KİMİNLE SANIRDIN?
Hükümdarlık yıllarının neredeyse tamamını seferlerde geçiren, binbir türlü çilenin kendisine hiçbir zaman bezginlik ve yorgunluk vermediği Yavuz Sultan Selîm’in son anlarını, nedîmi Hasan Can şöyle anlatır:
“Yavuz’un sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Öyle ki, yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Âdeta yaralı bir arslan gibiydi. Acziyeti bir türlü kabullenemiyor, cengâver askerlerine taktik ve tâlimat vermeye devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:
«–Hasan Can, bu ne hâldir?» dedi.
Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için hüzünle:
«–Pâdişâhım, artık Allâh ile beraber olma zamanınız herhâlde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
«–Hasan, Hasan! Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?! Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusur mu müşâhede eyledin?» dedi…
Artık bambaşka âlemlere dalmış olan Sultan, bana son olarak Sûre-i Yâsîn’i okumamı emretti. «Selâm» âyetine geldiğim zaman da rûhunu Rabbine teslîm etti.”
Hayatlarında Allâh ile olanlar, son nefeslerinde de bu nîmete mazhar olurlar. İşte maiyyet de, bu irfân ufkunda yaşamaktır. Fânî dünyanın gel-geç sevdâlarını ve nefsânî câzibelerini bertaraf ederek, kalbi, ona en lâyık olana, yani Hâlık’ına tahsis edebilmektir. Zira Allah ile meşgul olmayan bir kalbi, mâsivâ işgâl eder.
Diğer bir misal:
Dünya saltanatında Süleyman -aleyhisselâm-’ın seviyesine hiçbir beşer ulaşamamıştır. Lâkin dünya, Hazret-i Süleyman’ın gönlünü meşgul etmemiş, Allah ile beraberliğine mânî olmamıştır.
Rivâyete göre; kıyâmet gününde zengin bir kul getirilir. Allah Teâlâ:
“–Seni bana kulluktan alıkoyan ne idi?” diye sorar. O zengin:
“–Yâ Rabbî! Malımın çokluğu beni meşgûl etti.” der.
Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-’ı misâl getirerek:
“–Sen Süleyman kulumdan da mı zengin idin? Onu niye o kadar mülkü meşgul etmedi?” buyurur. (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 258; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, V, 202-203)
Yine insanın en kıymetli varlıkları olan mal, can ve evlâttan imtihan noktasında Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayatı, her hâlükârda Allah ile beraberlik şuurunun kazandırdığı sabır ve şükrün müstesnâ bir numûnesidir:
Allah Teâlâ, Eyyûb -aleyhisselâm-’ı çok ağır imtihanlardan geçirdi. Evvelâ mallarını elinden aldı. Ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını aldı. Daha sonra da vücûduna ağır bir hastalık verdi. Eyyûb -aleyhisselâm- yıllar süren bu hastalığı boyunca hiçbir şikâyet ve feryadda bulunmadı. Hanımı Rahîme Hatun, ona:
“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şifâya nâil ol!” dedi.
Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm- ise:
“–Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat taleb etmeye teeddüb ederim!” buyurdu.
Ne zaman ki hastalığı, kulluk vazîfelerini gönül huzuruyla yapabilmesine mânî olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. Rivâyete göre bu hakîkati Efendimiz J şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Eyyûb belâdan inlemedi, sızlanmadı. Lâkin yedi sene, yedi ay, yedi gün, yedi gece o iptilâ üzere kaldı. Ayakta namaz kılmak istedi; duramadı, düştü. Hak yolundaki hizmetinde kusur görünce de (Rabbine niyâz ederek); «Bana gerçekten hastalık isâbet etti» dedi.”1
O’nun bu dâsitânî sabrı ve teslîmiyeti neticesinde Allah Teâlâ, kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi ve ona eski hayatını misliyle iâde etti.
Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında derinden bir «âh!» çekti. Sebebi sorulunca dedi ki:
“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat: «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» sesini duymadım. Bunun için hüzünlendim.”
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-78
(Maiyyet ALLAH ile Beraberlik)

EN FECÎ HASTALIK
Rivâyete göre Îsâ -aleyhisselâm-, teninde alacalar bulunan ve hastalıktan iki şakağı da çökmüş bir şahsa rastladı. O şahıs, üzerindeki hastalıklardan âdeta habersiz bir hâlde kendi kendine:
“–Yâ Rabbî! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, insanların pek çoğunu müptelâ kıldığın dertten beni halâs eyledin!..” diyordu.
Îsâ -aleyhisselâm-, muhâtabının idrâk seviyesini anlamak ve mânevî kemâlini yoklamak maksadıyla ona:
“–Ey kişi! Allâh’ın seni halâs eylediği hangi dert var ki?!” dedi.
Hasta şöyle cevap verdi:
“–Ey Rûhullâh! En fecî hastalık ve belâ, kalbin Hak’tan gâfil ve mahrum olmasıdır. Şükürler olsun ki ben Cenâb-ı Hak ile beraber olmanın zevk, lezzet ve füyûzâtı içindeyim. Sanki vücûdumdaki hastalıklardan haberim bile yok...”
İşte Cenâb-ı Hak da bizleri en fecî hastalık olan Hak’tan gâfil kalmaktan sakındırmakta ve âyet-i kerîmelerde kullarına yakınlığını, her an onlarla olduğunu şöyle hatırlatmaktadır:
“…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)
“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24)
“Doğu da Allâh’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allâh’ın yüzü (zâtı) oradadır...” (el-Bakara, 115)
Bu hususla ilgili olarak hadîs-i şerîfte de:
“Îmânın en üstün mertebesi, nerede olursan ol, Allâh’ın seninle beraber olduğunu bilmendir.” buyrulmuştur. (Hey­se­mî, I, 60)
YÜCE YÂR HUZURUNDA…
Cenâb-ı Hak her an ve her yerde bizimle beraberdir. Mühim olan bizim de her an ve her yerde O’nunla beraber olabilmemizdir. Bu şuurla yapılan küçücük bir amel bile dağlar misâli büyürken, Hak’tan gâfil olarak yapılan hiçbir şeyde hayır yoktur. Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği duâ karşılıksız, yaptığı tevbe de tevbeye muhtaçtır.
Şu kıssa, bu hakîkati ne güzel izah eder:
Leylâ’nın aşkıyla çöllere düşmüş olan Mecnun, farkında olmadan namaz kılmakta olan bir kimsenin önünden geçer. Namaz kılmakta olan kimse selam verip namazdan çıktıktan sonra hiddetle seslenir:
“–Namaz kılanın önünden geçilmez, bilmez misin?!”
Mecnun, o kimseye şu mukâbelede bulunur:
“–Ben, Leylâ’nın aşkından seni göremedim ki! Asıl sen huzurunda namaz kıldığın Allâh’ın aşkından beni nasıl görebildin?!”
Demek ki bir fânîye sevdâlı gönlü bile, âşık olduğu kimseye dâir hissiyat kaplar. Onun gözü başka bir şey görmez. Bunun gibi, Hak âşıklarının ibadetleri de Allah ile kâmil mânâda bir beraberlik iklîminde tecellî eder. Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne nisbette yakınsa, ibâdetleri de o nisbette seviye kazanır.
Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurur ki:
“Rasûlullah J namaza durduğunda, zaman zaman yüreğinden kazan kaynaması gibi ses gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)
Hazret-i Ali d da ibâdet hayâtında müstesnâ bir huzur ve huşû iklîmine girerdi. Bir muhârebede ayağına ok isâbet etmişti. Iztırâbının şiddetinden dolayı oku çıkaramadılar. Hazret-i Ali d :
“–Ben namaza durayım da öyle çıkarın!” dedi.
Dediği gibi yaptılar. Hiçbir zorluk çekilmeden, kolayca çıkarıldı. Hazret-i Ali d selâm verip; “–Ne yaptınız?” diye sorunca, oradakiler; “–Çıkardık!” dediler.
İşte kalbi Allah ile olanın ibadetindeki huşû ve mânevî haz bambaşkadır.
Öte yandan maiyyet, yani Cenâb-ı Hak’la beraberlik şuuru, sadece ibadetlere mahsus da değildir. O, mü’minin bütün hayatını şekillendirecek bir gönül kıvamıdır. İbadetler kadar, âile hayatını da, ictimâî hayatı da, kazancı da, harcamayı da, velhâsıl bütün beşerî fiilleri tanzim edecek bir mânevî hassâsiyettir…
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-79
(Maiyyet ALLAH ile Beraberlik)

EL KÂRDA GÖNÜL YÂR’DA…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken uğradığı Bağdad şehrinde nur yüzlü genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini düşünerek üzülür. İçinden:
“–Yazık! Tam da en güzel şekilde ibâdet edecek bir çağda kendisini dünya meşgalesine kaptırmış!” der. Bir an murâkabeye varınca da, altın alıp satan bu gencin kalbinin Allâh ile beraber olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu sefer:
“–Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” diyerek genci takdîr eder.
Muhammed Pârisâ Hazretleri Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan aksakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce ihtiyarın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak gıpta ile:
“–Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der. Sonra onun kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyâlık talebi içindir. Bunun üzerine rakik kalbi mahzûn olur.
İşte gönüller Allâh ile olduktan sonra dünya işlerinin zararı yoktur. Fakat dünya telâşının Hak’tan gâfil bıraktığı bir gönülle ibadetin mahzuru çoktur!..
İnsanoğlunun en kıymetli sermayesi zamandır. Zaman satın alınamaz, borç verilemez, borç alınamaz. Zaman nîmetinin en mühim kısmı ise, geçmişle gelecek arasındaki şimdiki andır. Zira geçmişe âit dosyalar kapanmış ve mühürlenmiştir. Artık o dosyalarda bir tâdilat yapmak mümkün değildir. Geleceğin ise hangi sürprizlere gebe olduğu meçhuldür. Bu yüzden mü’min, bu en kıymetli sermâyesini, yine en kıymetli olana hasretmeli, zamanlarını Allâh ile beraberlik içinde değerlendirmelidir.
Ahmed er-Rufâî Hazretleri buyurur ki
“Kul için vaktin bereketi odur ki, o vakitte Cenâb-ı Hakk’a yakınlık bulur.”
Abdullah bin Zeyd Hazretleri’nin hikmetle dolu pek çok nasihat ve sözleri vardır. Bir gün;
“–Hem dünya hem de âhirette yaşayan kimseye ne mutlu!” buyurdu.
“–Hem dünya hem âhirette nasıl yaşanır?” diye sorulunca;
“–Dünyada Allah Teâlâ’yı gönlünden çıkarmamak, (ilâhî kudret akışlarının tefekküründe derinleşerek) dâimâ duâ hâlinde yaşamak ve bu sâyede âhirette O’nun rahmetine mazhar olmakla.” cevabını verdi.
Bir gün, Hak dostlarından İbrahim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’ne uğramıştı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrahim bin Edhem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam Hazretleri onların bu hâlini sezdi ve İbrahim bin Edhem’e:
“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.
İbrahim bin Edhem mahcup bir edâ ile selâm verip oradan ayrıldı.
Talebeler, dünya çapında zirve bir hukukçu olan Ebû Hanîfe’nin, bir dervişe gösterdiği ihtiram ve iltifata şaştılar.
İbrahim bin Edhem oradan ayrıldıktan sonra talebeler İmâm-ı Âzam’a:
“–Bu zât, sizlerle kıyas edildiğinde efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?” diye sordular.
İmâm-ı Âzam Hazretleri, kendisinin yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu muhteşem cevâbı verdi:
“–O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgul, biz ise işin zâhiriyle...”
Ebû Bekir Şiblî Hazretleri de tasavvufu tarif ederken:
“İki dünyada Allâh ile beraber O’ndan başka bir şey görmemektir.” buyurmuştur. İşte tasavvufî terbiyenin ulaştırmak istediği gönül kıvamı, böyle bir beraberlik ufkudur.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-80
(Maiyyet ALLAH ile Beraberlik)

HAK’TAN GAFLETİN FECAATİ
Hayatın med-cezirleri karşısında hamd, rızâ, teslîmiyet ve şükür göstereceği yerde nankörlük, şikâyet, îtiraz ve nâdanlık gösteren bir gönül, Allah ile beraberlik hassâsiyetini kaybetmiş demektir.
Zira bir kul, ne kadar Rabbiyle beraberse, Rabbi ona, şân-ı ulûhiyetinin fazlı ve keremiyle daha çok yakın olur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın kuluna olan muhabbetinin beşer idrakine sunulmuş bir misâlini nakleden bir hadîs-i şerîfte2 ifâde edildiği üzere; bir kul, Rabbine bir karış yaklaşırsa, Rabbi ona bir arşın yaklaşır. Kul Rabbine yürüyerek giderse, Rabbi ona koşarak gider. O’nu zikrettiği her yerde onunla olur, rahmet ve yardımını ondan esirgemez.
Şu bir hakîkattir ki maddî-mânevî huzur ve refah içinde iken Rabbini unutmayan ve O’nunla beraber olan bir gönül, herhangi bir sıkıntıya uğradığında da Rabbini yanında bulur. Kul, imtihan edildiği zorluk ve sıkıntıya sabredip ecrine tâlip olursa Allah ona sabır ve sebatı kolaylaştırır. Şayet kurtulmayı dilerse, Allah ona nusret ve rahmetiyle kâfî olur.
Allah Teâlâ, fâil-i muhtardır, yani fiilinde serbesttir. O, kullarını nîmetle de mahrûmiyetle de denemeye tâbî tutar. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun îmanda sadâkatinin tescîlidir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak en büyük imtihanları en sevdiği kullarına vermiştir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve beraberindeki îmân edenler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)
Bu sebeple bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizce sızlanmaya ve; “Kulu olduğum Allah niçin bu zor zamanımda yanımda değil?” nevinden ucu küfre sarkan isyan ifadeleri kullanmaya aslâ hakkı yoktur. Zira bu imtihan âleminde Allah kulunu imtihan eder; -hâşâ- kul Rabbini değil!
Bu sebeple hayatın zorluklarıyla karşılaşan bir mü’min;
“…Mahzûn olma, Allah bizimle beraberdir...” (et-Tevbe, 40) âyetindeki maiyyet telkinini hatırlayıp Cenâb-ı Hak’la beraberlik ve dostluğun huzurunu yaşamalıdır. Dünya imtihanında en çok çile çemberinden geçen peygamberler ve sâlih kullar da dâimâ bu huzuru yaşamış ve tevzî etmişlerdir.
Unutmamak gerekir ki gönülleri Allah ile olan kâmil mü’minlere, dünyada da âhirette de hüzün ve korku yoktur. Cenâb-ı Hak, onlara son nefeslerinde olan ikrâmını ve uhrevî müjdeleri şöyle bildirir:
“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Bu ilâhî müjdelere nâiliyetle neticelenecek şekilde hayatın med-cezirleri ve nefsânî fırtınaları karşısında dâimâ Hakk’ın huzurunda sâbit kalabilen gönüllere ne mutlu!
Şunu da hatırlatalım ki, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin tuğyân ettiği üç aylar mevsimine girmiş bulunuyoruz. Bu aylar, mânen, bereketli bahar yağmurları gibidir. İşte bu mübârek aylarda, rûhundan âleme rahmet taşıran, merhamette zirveleşen, affedebilmenin hazzını duyan, çile ve ıztırapları sabır silâhıyla bertaraf eden, Hakk’ın rızâsının lezzeti içinde hiç kimseyi incitmeyen ve hiç kimseden incinmeyen, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta çiçekler gibi tebessüm eden mü’minlere ne mutlu!
Cenâb-ı Hak, kendisiyle maiyyet duygumuzu artırarak bu mübârek ayların bereketinden lâyıkıyla istifâde edebilmemizi nasip ve müyesser eylesin!
Rabbimiz, her zaman ve mekânda Allah ile beraberlik şuurunu gönüllerimizin saâdet hazînesi kılsın! Cümlemizi, bu dünyada maiyyet iklîminde yaşatıp ukbâda da yüce cemâlini müşâhede nîmetiyle şereflendirdiği mesud ve bahtiyar kulları arasına ilhâk eylesin!
Âmîn!
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
“Sizden birisi Rabb’i ile münâcât ve mükâlemeyi (O’na yalvarıp O’nunla konuşmayı) severse
huzûr-i kalp ile Kur’ân okusun.” (Süyûtî, I, 13/360)



Kur’an’dan lâyıkıyla istifâde edebilmek için ona yüreği açmak îcâb eder. Aksi hâlde bereketli nisan yağmurlarının üzerinden akıp gittiği kayalara hiçbir faydası olmadığı gibi, istifâde kapıları kilitlenmiş kalplere de Kur’ân’dan bir fayda hâsıl olmaz. Belki Kur’ân, böylelerinin hüsran ve dalâletini daha da artırır. Zira Kur’ân’ın rahmeti ve hidâyeti ile buluşamayanlar, tam aksine büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Evlâtlarımızı Kur’ân kültüründen nasiplendirmekle mümkündür. En merhametli anne-baba, evlâdını Kur’ân terbiyesiyle asıl istikbal olan âhirete hazırlayan anne-babadır. İnsanın, evlâdına verebileceği en büyük hediye, güzel bir terbiyedir.
Kur’ân’ın engin mânâ kevserinden kendisi tatmadığı için evlâdına da tattıramayan anne-babalar büyük bir vebal altındadırlar. Zira mânevî tahsil husûsunda câhil bırakılan, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyetiyle terbiye edilmeyen evlâtlar, kıyâmet günü anne-babalarından dâvâcı olacaklardır. İbn-i Ömer d der ki:

“Evlâdını iyi terbiye et. Zira bundan mes’ulsün. «Terbiyesiyle ilgili olarak ne yaptın, neler öğrettin?» diye hesaba çekileceksin.”

Hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati... Çünkü hamele-i Kur’ân (Kur’ân’ı öğrenen, öğreten ve bu yolda hizmet edenler), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde, peygamberler ve Hak dostları ile birlikte Arş’ın gölgesindedirler.”

(Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226)

 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
“–Ey vâiz efendi! Suâllerin en mühimlerinden birini unuttun! ALLAH Teâlâ kısaca şunu soracak:
«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminle beraberdin?!»”


“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt