Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (3 Kullanıcı)

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Fânî dünyanın gel-geç sevdâlarını ve nefsânî câzibelerini bertaraf ederek, kalbi, ona en lâyık olana, yani Hâlık’ına tahsis edebilmektir. Zira ALLAH ile meşgul olmayan bir kalbi, mâsivâ işgâl eder.

****

Cenâb-ı Hak her an ve her yerde bizimle beraberdir. Mühim olan bizim de her an ve her yerde O’nunla beraber olabilmemizdir. Bu şuurla yapılan küçücük bir amel bile dağlar misâli büyürken, Hak’tan gâfil olarak yapılan hiçbir şeyde hayır yoktur. Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuz, verdiği sadaka boş, ettiği duâ karşılıksız, yaptığı tevbe de tevbeye muhtaçtır.


****


ALLAH Teâlâ, fâil-i muhtardır, yani fiilinde serbesttir. O, kullarını nîmetle de mahrûmiyetle de denemeye tâbî tutar. Ağır imtihanlarda bile kulun Rabbiyle olması, onun îmanda sadâkatinin tescîlidir. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak en büyük imtihanları en sevdiği kullarına vermiştir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve beraberindeki îmân edenler;«Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-81 (HİÇLİK)
Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!”
İnsan, bütün mahlûkat gibi, henüz ismi bile anılmayan, hiçbir şey değil iken, Allâh’ın lutf u keremiyle “Kün! / Ol!” emr-i ilâhîsine mazhar olmuş ve böylece “hiçlik”ten, yani “yokluk”tan “varlık” âlemine çıkarılmıştır.
Yine insan, “var” olabilmek için hiçbir bedel ödememiş, yani meccânen, sırf lutf-i ilâhî ile var edilmiştir.
Üstelik “ahsen-i takvîm / en güzel bir kıvam” ile ya­ratılıp müstesnâ istîdatlarla donatılarak “eşref-i mahlûkât” yani sayısız “varlıkların en şereflisi” kılınmıştır. Dolayısıyla insanın Hâlık’ına karşı sonsuz bir şükür borcu vardır.
Bu hususta en mühim ve çetin mesele de, “îman” nîmetinin bedelini ödeyebilmektir. Zira bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâ etmek, abesle iştigaldir. Cennet ve onun daha da ötesinde Cemâlullâh’a mazhariyet de; sadâkatin, dostluğun ve hiçlik hâlinde yaşamanın mukâbili olarak, merhameti sonsuz olan Allâh’ın müstesnâ bir lutuf ve ikrâmıdır.
Peygamberler bile Cenâb-ı Hakk’a şükür borcunu lâyıkıyla ödeyebilmekten acziyetlerini îtiraf hâ­lin­de bir kulluk hayatı yaşamışlardır.
Nitekim Efendimiz r geceleri ayakları şişinceye kadar uzun uzun namaz kılmış; elbisesini, sakal-ı şeriflerini ve secde ettikleri yeri, mübârek gözyaşlarıyla yıkamışlardır. Kendisine:
“–Yâ Rasûlallâh! Allah Teâlâ Siz’in geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde, niçin bu kadar ağlıyorsunuz?” denilince de:
“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuşlardır. (Bkz. İbn-i Hibbân, II, 386)
O ki, kâinâtın yaratılış sâikı r...
O ki, Allâh’ın Habîbi, en sevgili kulu, kulluğun zirvesi r...
O bile, ne kadar ibâdet ederse etsin, Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla şükredemeyeceğinin idrâki içinde bulunuyor, âlemleri kuşatan merhamet ummânı yüreği, Hakk’ın huzûrunda hiçlik duygusuyla çırpınıyordu. Bu sebeple, yaptığı amellerini dâimâ yetersiz ve hattâ “hiç” hükmünde görüyor, tâat ve niyazlarını artırdıkça artırıyordu.
İçinde bulunduğu kulluk hâlinin, Rabbinin şân-ı ulûhiyetine mukâbil, ne kadar noksan ve kifâyetsiz olduğunu gördükçe de, her fırsatta tevbe ve istiğfâr ediyordu. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vallâhi ben günde yetmiş defâdan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.” (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47)
“Bâzen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ediyorum.” (Müslim, Zikir, 41)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-82 (HİÇLİK)

Tabiî ki Hazret-i Peygamber r Efendimiz’in bu tevbe ve istiğfarları, çoğu zaman bir günah veya hatâdan dolayı değil, bir taraftan şükür borcunu ödeyememe endişesi, diğer taraftan da Hak Teâlâ’nın rızâsına nâil olabilmek, O’na daha da yaklaşabilmek arzusundandı. Zira Efendimiz r dâimâ mânevî bir terakkî içinde bulunduğundan, bir sonraki hâl ve makâmına göre daha aşağı seviyede bulunan bir önceki hâl ve makâmına istiğfâr etmekteydi.
Bu gönül ufku içinde Rabbine yakarışın ulvî manzaralarından birini Hazret-i Âişe c şöyle nakleder:
“Bir gece uyandığımda Allah Rasûlü’nü yanımda göremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimâli geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim, ayaklarına dokundu. O zaman Allah Rasûlü’nün secdede olduğunu anladım. Kulak verdim, hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve şöyle münâcâtta bulunuyordu:
اَللّٰهُمَّ أَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ.
وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ
وَأَعُوذُ بِكَ مِنْكَ.
لاَ أُحْص۪ى ثَنَاءً عَلَيْكَ
أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلٰى نَفْسِكَ

«Allâh’ım! Gazabından rı­zâ­na, cezâlandırmandan affına sığınırım! Allâh’ım başka değil, Sen’den yine Sana sığınırım. Sen’i lâ­yık ol­du­ğun şe­kil­de medh ü se­nâ­dan âci­zim! Sen ken­di­ni na­sıl medh ü se­nâ et­miş­sen öy­le­sin!»” (Müslim, Salât, 222; Tirmizî, Deavât, 75/3493)
HÂLİS
KULLUĞUN ÖZÜ

İnsan olarak en büyük vazîfemiz, Rabbimize olan şükür borcumuzu ödemeye çalışmak. Yoktan var edilmiş olmak bile şükründen aciz kalınacak bir nîmet… Hâl böyleyken; varlıklar içinde insan, insanlar içinde ehl-i îmân, -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber içinde Hazret-i Muhammed Mustafâ r Efendimiz’e ümmet olmak, ne muazzam mazhariyetler!..
Bütün bu nîmetler karşısında Rabbimize şükür secdesine kapanıp bir ömür başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hiç” hükmünde…
Şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati ne kadar da net bir sûrette îzah ediyor:
“Bir adam, doğduğu günden, yaşlanıp öldüğü güne kadar Allah rızâsı için ve tâat niyetiyle alnını yerden kaldırmayıp gayret etse, o adam yine de (Allâh’ın kendisine lutfetmiş olduğu nîmetlerin şükründen aciz kaldığı düşüncesiyle) kıyâmet günü amellerini az görür.” (Ahmed, c. IV, s. 185)
Yani böyle bir ibâdet hayatı bile ebedî kurtuluşumuza kâfî değil. Zira Cenâb-ı Hak, amellerimizle birlikte asıl kalplerimize bakacak. Rabbimiz, bizden selîm bir kalp istiyor. Selîm bir kalp de, Hakk’a karşı “hiçlik ve acziyet” duygularıyla dolu bir gönül kıvamına bağlı…
Hak katında yegâne kıymetimiz de:
O’na bu gönül kıvâmıyla itaat, hamd, şükür, duâ ve kulluk üzere bir hayat yaşayabilmek…
İlâhî rahmet tecellî etmediği takdirde, hiçbir sâlih amelimizin bizi kurtaramayacağının farkında olmak…
Duâlarımız gibi ibâ­det­le­­ri­mizin de ilâhî kabûle muhtaç olduğunu unutmamak…
Ameline güvenmek yerine, hiçliğe bürünerek Rabbinin affını ümîd etmek…
İşte hâlis bir kulluğun özünü teşkil eden gönül kıvamı…
 

Peçeli-Bülbül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Şub 2008
Mesajlar
2,111
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
34
Konum
Malatya
Selamün Aleyküm...En son Dan Brown-Da Vinci Şifresi adlı bir romanı okudum hayatımda okuduğum en iyi macera romanıydı..Tavsiye ederim romanda anlatılanlar gerçek..konusu baya bir uzun..



 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Selamün Aleyküm...En son Dan Brown-Da Vinci Şifresi adlı bir romanı okudum hayatımda okuduğum en iyi macera romanıydı..Tavsiye ederim romanda anlatılanlar gerçek..konusu baya bir uzun..




ve aleyküm selam kardeşim tavsiyen için teşekkür ederim. İnşaAllah okuruz bizde selam ve dua İle
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-83 (HİÇLİK)

HER ŞEY HİÇLİKTEN SONRA BAŞLAR
Bu gönül kıvâmıyla yaşanan bir ibâdet hayatı, kulu Hakk’a dostluk iklîmine yüceltir. Zira kalbin pencereleri, hiçlikte mesâfe alınmadan açılmaz…
Bu yüzden hiçliğin zıddı ve düşmanı olan “benliği” mümkün olduğunca bertaraf edebilmek, tasavvufun en mühim meselelerinden biridir. Nitekim insanı bu hususta îkaz eden ifâdelere sahip hüsn-i hat levhalarının dergâh duvarlarını süslemesi, öteden beri süregelen güzel bir an’anedir.
Bu îkaz levhalarından birinde de “ هيچ/ hîç” ifâdesi yer alır ki; ilâhî esrardan nasîb alabilmenin, evvelâ nef­sâniyetin bertarâf edil­­me­sine bağlı olduğunu telkin eder. Yani benlikten sıyrılıp hiçliğe varılmadan mânevî tekâmülden söz edilemez.
Her insanın iç âlemi, fücur ve takvâ temâyülleri arasında bir seyir takip eder… Nefsânî hayat, her hâdisede dâimâ “benlik”; rûhânî hayat ise “hiçlik” yani her nîmetin Allâh’ın lutfu olduğu telkini verir.
İçimizdeki kavga da, benlik ile hiçliğin kavgasıdır. Nefsânî arzuları ve fücûru bertaraf edebilirsek “ben”i, yâni kibir, gurur ve enâniyeti “hiç”e döndürürüz. Mânevî olgunlaşma yolunda her şey de “hiç”i “ben”e gâlip getirdikten sonra başlar.
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ / “Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” sırrı bu noktadan sonra idrâk edilir, yani “mârifetullah” / “Rabbi kalben tanıyabilmek” nasîb olur.

Hiçlik hâline ulaşarak mâ­ri­fe­tul­lah’tan nasip almış bir mü’min, bu fânî cihandaki ilâhî sır ve hikmetleri gönül âleminde okumaya başlar. O bahtiyar kul hakkında, ârifler sultânı Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin Hak katından mânen işittiği:
“Ben insanın sırrıyım…”1 hikmeti tecellî eder.
Bunun içindir ki Hak dostları ömürleri boyunca -tâbir câizse- benliğe iptal damgası vurabilmenin gayreti içinde olmuşlar ve:
“Bir kişide benlikten bir harf kalırsa, o Allah dostu olamaz.” buyurmuşlardır.
Zira Hakk’ın dergâh-ı izzetine yol bulabilmek için evvelâ benlik perdesini aradan kaldırmak gerekir. Bunun içindir ki ârif gönüller; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.” demişlerdir.
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri, benliğini hiçliğe dönüştürüp Hak’ta fânî olabildiği içindir ki, cüzzamlıların bulunduğu havuza girmiş ve mânevî bir tasarrufla o muzdarip gönülleri ihyâ etmiştir.
Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri, benlik engelini aşabilmek için hayvanlara bile hizmet etmiş, yoldan geçen mahlûkâta yol vermiş, “beni de onu da yaratan Cenâb-ı Hak’tır” hissiyâtıyla, nefsini onlarla denk görmüştür.
Bursa kadısı Hüdâyî Hazretleri, gönlündeki varlık ve benlik duvarını yıkabilmek için, hocasının emriyle Bursa çarşısında sırmalı kaftanıyla ciğer satmış, dergâhın abdesthâne temizliği vazifesini sadâkatle icrâ etmiştir. Böylece benliğini sıfırladıktan sonra, mânâ iklîminde mesâfe almaya başlamıştır.
İşte Hakk’ın kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edebilenlerde, ne varlık dâvâsına, ne de benlik iddiâsına mecâl kalır. Bilâkis acziyet ve hiçlik duygusuyla âdeta eriyen bir muma dönerler. Hakk’ın huzûrunda acziyet iksîrini tadarak hiçlik zirvesine ulaşmış olan böyle yüksek istîdatlar, Hakk’ın dostu olurlar.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-84 (HİÇLİK)
HİÇ OL Kİ GÜNEŞLER GÜNEŞİ OLASIN…
Büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, bütün İslâm âlemini saran şöhretine ve deryâ misâli engin ilmine rağmen, rivâyete göre bir senelik yolculuğun ardından Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin önünde edeple diz çökmüştür. Bütün gurur ve kibir mesnetlerini gönlünden silip atarak ve nefsinin bütün îtiraz ve iğvâlarını susturarak kendisine verilen abdesthâne temizliği vazîfesini sadâkatle yerine getirmiştir. Böylece tevâzû, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, gördüğü mânevî tahsil neticesinde üstâdının iltifatlarına ve mânevî ikramlara mazhar olmuştur.
Nitekim Dehlevî Haz­ret­le­ri’nin der­gâ­hın­dan ayrılık vakti geldiğinde her iki mânâ sultanının da gözlerinde muhabbet damlaları vardı. Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin gelişi ile gidişi arasındaki fark, çok büyüktü. Zira gelişinde ona hiçlik dersi vermek için karşılamaya bile çıkmayan Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri, şimdi onu bizzat ihtirâm ile yolcu etmekteydi. Hattâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin bütün mahcûbiyetine rağmen Hazret-i Pîr, atın üzengilerini tuttu ve bu azîz talebesini kendi mübârek elleriyle ata bindirdi. Dört millik mesâfeye kadar da uğurladı. Ardından yanındakilere o mübârek talebesi için:
“–Hâlid, her şeyi aldı, götürdü.” buyurdu.
Demek ki insan, ilimde eşsiz bir mertebeye de ulaşsa, onu mâneviyatla tezyîn etmek zorundadır. Bunun için de mânevî terbiye şarttır. Aksi hâlde insan, nefsin gurur ve kibir bataklığına saplanıp helâk olmaktan kurtulamaz. Nefsini ayaklar altına almayan, mânevî kemâlât zirvelerine tırmanamaz.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, zâhirî ilimlere ilâveten bâtınî ilimlerde de zirveleştiği için kendisine “Güneşler Güneşi” denildi. Talebeleri çoğaldı, mânevî irşad halkası genişledikçe genişledi. Bugün bile nice ümmet-i Muhammed onun mânevî bereketiyle perverde durumdadır.
Böylesine büyük bir Hak dostu olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin mânevî ev­lât­la­rına ve kardeşlerine yazdığı mektupları, bizlere müthiş bir hiçlik dersi vermektedir. Nitekim, öz kardeşine yazdığı bir mektupta kendi hâlini şöyle hulâsa eder:
“…Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki; annem beni doğurduktan bugüne kadar, Allah katında makbul ve mûteber olup hesabı sorulmayacak bir tek hayır işlediğime inanmıyorum.”
Şüphesiz ki o mânâ sultânı Hak dostunu bu hissiyâta sevk eden de, Hakk’ın huzûrunda yaşadığı “hiçlik” hâlidir.
Demek ki bir kul, ne kadar sâlih ameller yapmış olursa olsun, ona güvenmeyip onu eksik görmeli ve dâimâ Allâh’ın rahmetine sığınmalıdır.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri böy­le buyurduktan sonra der ki:
“Eğer kendi nefsini bütün hayır işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan, bu cehâletin en son noktasıdır. Eğer iflâs etmiş olarak biliyorsan, Allâh’ın rahmetinden de ümitsiz olma. Zira Allah Teâlâ’nın fazl u keremi, kul için insanların ve cinlerin (bütün sâlih) amellerinden daha hayırlıdır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
«De ki; Allâh’ın lutfuyla, rahmetiyle (evet) ancak onunla ferahlasınlar. Bu onların toplayıp yığdıklarından hayırlıdır.» (Yûnus, 58)
İbn-i Abbas v bu âyetin tef­sî­rin­de «onların topladıkları» lafzının, «kesbettikleri / kazandıkları» mânâsına geldiğini söyler.
Şeytanın, akıllarıyla oynadığı kimseler gibi Allah Teâlâ’nın fazlına güvenerek ibâdetlerde aslâ ihmâl gösterme! Zikr-i kalbî ile murâkabeye devam et! Yolda yürürken dahî O’ndan ayrılma…”2
Velhâsıl, bütün amellerimiz, tıpkı duâlarımız gibi ilâhî kabûle muhtaçtır. Bu sebeple mü’minin gönlüne hiçbir sâlih ameli sebebiyle ucup ve benlik hâli gelmemelidir.
Öte yandan mü’min bu hususta ifrata kaçarak, ümitsizlik ve yeis içine de düşmemelidir. Hazret-i Yûnus’un kıssası, ümitsizliğe kapılmama husûsunda çok ibretli bir misaldir:
Yûnus u ilâhî tâlimat gereği kırk gün tebliğ edeceği yerde, otuz yedinci günün sonunda hâlâ îmâna gelmeyen kavmine öfkelenerek onları terk etti. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın tanıdığı mühletin dolmasına daha üç gün vardı. Fakat Yûnus u ümitsizliğe kapılıp oradan ayrıldı. Bindiği bir gemiden suya atıldı ve hatâsının nedâmeti içinde kendini kınayıp dururken bir balık tarafından yutuldu.
Yûnus u balığın karnında tevbe-istiğfâr etti, zikir ve tesbîh ile meşgul oldu. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” (es-Saffât, 143-144)
Diğer bir âyette de Rabbimiz, ümitsizliğe düşmemesi husûsunda Hazret-i Peygamber r Efendimiz’e şöyle buyurmuştur:
“Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyâz etmişti. Şâyet Rabbinden ona bir nîmet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka kınanacak bir hâlde ıssız bir diyara atılacaktı.” (el-Kalem, 48-49)
Demek ki kul, dâimâ Rabbinin rahmetine ve nîmetine muhtaç. Bu sebeple hiçbir zaman amellerine güvenip benlik göstermemeli, bunun zıddına onları azımsayıp ye’se de düşmemeli. Son nefese kadar büyük bir mahfiyet içerisinde kulluk vazîfelerini îfâ etmeli, ümit ve korku arasında bir kalbî kıvam ile dâimâ Rabbinin rahmetine sığınmalıdır.
Nitekim yine Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir başka mektubunda, irşadla vazîfelendirdiği talebelerinden birine yaptığı şu tavsiye de, hiçlik hâlinin pek ibretli bir ifâdesidir:
“…Son nefeste lâzım olacakla meşgul olmanızı, sünnet-i seniyyeye tâbî olmanızı, aldanma yeri olan dünyanın zâhirî güzelliklerine iltifat etmemenizi, -ister az, ister çok olsun- avâmın âdetlerine bakmamanızı (Allâh’ın emirlerine muhâlif âdetlere meyletmemenizi) ve bu fakir kulu muvaffakıyet ve hüsn-i hâtime duâsından unutmamanızı tavsiye ederim.”3
Yani o büyük Hak dostu, son nefesini îman ile verebilme endişesi içinde talebesinden duâ talep etmekteydi.
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Efendimiz sallalahu aleyhivesellem,İçinde bulunduğu kulluk hâlinin, Rabbinin şân-ı ulûhiyetine mukâbil, ne kadar noksan ve kifâyetsiz olduğunu gördükçe de, her fırsatta tevbe ve istiğfâr ediyordu. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Vallâhi ben günde yetmiş defâdan fazla ALLAH’tan beni bağışlamasını diler, tevbe ederim.”

(Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47)

***

Bursa kadısı Hüdâyî Hazretleri, gönlündeki varlık ve benlik duvarını yıkabilmek için, hocasının emriyle Bursa çarşısında sırmalı kaftanıyla ciğer satmış, dergâhın abdesthâne temizliği vazifesini sadâkatle icrâ etmiştir. Böylece benliğini sıfırladıktan sonra, mânâ iklîminde mesâfe almaya başlamıştır.
İşte Hakk’ın kudret ve azametini lâyıkıyla idrâk edebilenlerde, ne varlık dâvâsına, ne de benlik iddiâsına mecâl kalır. Bilâkis acziyet ve hiçlik duygusuyla âdeta eriyen bir muma dönerler. Hakk’ın huzûrunda acziyet iksîrini tadarak hiçlik zirvesine ulaşmış olan böyle yüksek istîdatlar, Hakk’ın dostu olurlar.

***

Bütün amellerimiz, tıpkı duâlarımız gibi ilâhî kabûle muhtaçtır. Bu sebeple mü’minin gönlüne hiçbir sâlih ameli sebebiyle ucup ve benlik hâli gelmemelidir.
Öte yandan mü’min bu hususta ifrata kaçarak, ümitsizlik ve yeis içine de düşmemelidir. Hazret-i Yûnus’un kıssası, ümitsizliğe kapılmama husûsunda çok ibretli bir misaldir:
Yûnus u ilâhî tâlimat gereği kırk gün tebliğ edeceği yerde, otuz yedinci günün sonunda hâlâ îmâna gelmeyen kavmine öfkelenerek onları terk etti. Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın tanıdığı mühletin dolmasına daha üç gün vardı. Fakat Yûnus u ümitsizliğe kapılıp oradan ayrıldı. Bindiği bir gemiden suya atıldı ve hatâsının nedâmeti içinde kendini kınayıp dururken bir balık tarafından yutuldu.
Yûnus u balığın karnında tevbe-istiğfâr etti, zikir ve tesbîh ile meşgul oldu. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Eğer Allâh’ı tesbîh edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.”

(es-Saffât, 143-144)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-85 (HİÇLİK)
HİÇLİK DERGÂHI GÖNÜLLER
Sadâkat, hizmet ve vefâ ile müzeyyen nezih bir hayatın ardından ebediyete uğurladığımız muhterem pederimiz Mûsâ Efendi de, sahip oldukları yüksek tevâzû ve mahfiyet hâli ile, kendinde bir varlık hissetmeme ve hiçlik şuurunun canlı bir misâli idiler. Bu hususta vefatlarından sonra da sevenlerine mânidar bir hâtıra bırakarak gönüllerdeki irşadlarına devam ettiler.
Şöyle ki; vasiyetnâmesi açıldığında, daha ilk paragraflarda onun Hakk’ın huzûrundaki hiçlik şuurunu ifâde eden şu satırlarla karşılaştık:
“Her dünyaya gelen, vakti saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî âleme intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür!..
Fakir de, bu husûsu nasîbim derecesinde bilebildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde kendime çeki düzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu ve şerefli hayatlarını okudum, lâkin nefsimde tatbik edemedim. Hatâlarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin huzûruna ancak mağfiretini umarak gidiyorum. Çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır.”
Bütün bir ömrünü; Allah yolunda hizmet ve gayrete adamış olan o Hak dostu böyle derse, ya bizler hâlimizi nasıl ifâde etmeliyiz? Cenâb-ı Hak, cümlemize merhametiyle muâmele buyursun!
Yine aziz vatanımızın son çeyrek asrını yakıp kavuran terör fitnesine karşı göğsünü siper ederek canını seve seve fedâ eden Binbaşı Bedri Bey’in, şehâdetinden kısa bir müddet önce annesine yazdığı mektubundaki şu satırlar da, Hak’ta fânî olmuş bir mü’min yüreğinin hassâsiyetini ne kadar berrak bir sûrette tasvir etmektedir:
“…Ölürsem, Allâh’ın izniyle bu, kahramanca bir ölüm olacaktır. Sakın ağlama! Bil ki, göğsümde Kur’ân var! Kalbimde îman ve dudaklarımda da son olarak Allâh’ın zikri olacak… Gönlün müsterih olsun!
İbâdetlerimin, zikirlerimin hepsini bağışladım. Elimde bir şey kalmadı. Rabbimin huzûruna bomboş gidiyorum. Fakat O’nun gufrânının beni sımsıkı kuşatacağını umuyorum.
Sana başka ne yazayım, evvel gidene selâm olsun!..”
Binbaşı Bedri Bey, bu mektubunda yalnız benliğinden değil, Allah yolunda kazandıklarından bile, onları başkalarına bağışlayarak vazgeçtiğini, amellerine güvenmek yerine hiçliğe bürünmüş bir gönülle, sırf Rabbine tevekkül ve teveccüh ettiğini, gönül kahramanlarını imrendirecek bir asâletle ne de güzel ifâde ediyor!..
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-86 (HİÇLİK)

HAKK’A İLK İSYAN SEBEBİ: BENLİK
Rabbimiz buyurur:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş!” (Yâsîn, 77)
Asıllarının “hiçlik ve yokluk” olduğunu unutan gâfiller, en büyük mânevî felâket olan benlik, enâniyet ve kibir girdabına kapılmaktan kurtulamazlar.
Nitekim İblis, benliğinden dolayı Allah Teâlâ ile cidâle kalkıştı. Âdem u hakkında, “Ben ondan üstünüm.” dedi, kahroldu gitti.
İlâhî bir imtihan îcâbı hazînelere gark edilen Kârun, zekâtını hesap edip tahsil etmek isteyen Hazret-i Mûsâ’ya karşı çıktı, tavır koydu ve büyüklenerek:
“–Bu hazîneleri ben kendi ilmimle kazandım.” dedi. O hazînelerin, Rab­­bi­nin lutfu ve imtihanı olduğunu unuttu. Güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine gömüldü.
Bel’am bin Baura, nâil olduğu mânevî mazhariyetleri kendine izâfe etti, mağrur bir şekilde hevâsına meyletti. Cenâb-ı Hak da onu, dilini çıkarmış soluyan bir kelp gibi ahmaklaştırarak helâk etti.
1912 yılında Titanic denilen devâsa gemi, ilk seferine çıkarken, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz.” denildi. Gemi, ilk seferinde buz dağına çarparak içindekilerle beraber okyanusun derinliklerinde kayboldu.
1986’da, “meydan okuyan” mânâsında Challenger adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra infilâk etti, bütün mürettebâtı öldü.
18 Mart 1915’te Fransızların “eğilmez, bükülmez, inatçı” mânâsına gelen “Inflexible” adlı dev savaş gemisi, Çanakkale’de ağır yaralanıp safdışı kaldı. Aynı gün, İngilizlerin, “karşı konulmaz, dayanılmaz” mânâsına gelen “Irresistible” adlı dev savaş gemisi de mayına çarparak battı.
Yine İtilâf devletleri donanmasının, vaktiyle küfür ordusunun yenilmez bir devi olarak meşhur olan zâlim Câlut’u kastederek “Goliat” adını verdikleri dev savaş gemisi, kendisiyle kıyaslanamayacak kadar küçük ve güçsüz görünen Muâvenet-i Milliye fırkateyni tarafından 13 Mayıs 1915’te boğazın serin sularına gömüldü.
Bunlar gibi sayısız misalleriyle tarih şâhittir ki, Cenâb-ı Hakk’ın azamet ve kibriyâ sıfatıyla yarışa kalkışan, Hakk’a karşı “ben” diyen zâlimler, “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünen Âd ve Semud gibi güçlü kuvvetli kavimler, Allâh’ın verdiği zihnî melekelerle îcâd ettiği vâsıtalara güvenerek gurur ve kibre kapılanlar, dâimâ ilâhî kahır ve intikamın en ibretli misalleri olarak azap kamçıları altında helâk oldular.
Velhâsıl mü’min, bir nîmete eriştiğinde dâ­i­­mâ; “هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ى / Bu Rabbimin fazl u keremindendir.” diyerek nîmeti asıl sahibine izâfe edip şükretmelidir. Nefsânî bir şımarıklık içinde; “Ben kendi gücümle kazandım, ben kendi ilim ve kâbiliyetimle elde ettim.” diyerek nefsin hoyratlığına dûçâr olmak yerine; “Bütün nîmetler Sen’in lutfundur yâ Rabbî!” hissiyâtı içinde “hiçlik” zirvesine ulaşmayı hedeflemelidir.
Bunun zıddına, bir sıkıntıyla karşılaştığında da isyan veya şikâyet yerine; “Bütün kusurlar nefsimdendir. Acabâ hangi kusurum bu sıkıntıya sebep oldu?” düşüncesiyle mânevî durumunu yoklayıp noksanlıklarını telâfî ve ıslâha çalışmalıdır.
Cenâb-ı Hak, bu hassâsiyetleri gönlümüzün rûhânî gıdâsı eylesin. Hepimizi hiçliğin hakîkatine ermiş kâmil kullarından eylesin. Râzı olduğu bir kulluk hayatı yaşayıp rahmet ve mağfiretine nâil kıldığı ârifler, sâlihler ve sâdıklar zümresine ilhâk eylesin!
Âmîn…
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Velhâsıl mü’min, bir nîmete eriştiğinde dâ­i­­mâ; “هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّ۪ى / Bu Rabbimin fazl u keremindendir.” diyerek nîmeti asıl sahibine izâfe edip şükretmelidir. Nefsânî bir şımarıklık içinde; “Ben kendi gücümle kazandım, ben kendi ilim ve kâbiliyetimle elde ettim.” diyerek nefsin hoyratlığına dûçâr olmak yerine; “Bütün nîmetler Sen’in lutfundur yâ Rabbî!” hissiyâtı içinde “hiçlik” zirvesine ulaşmayı hedeflemelidir.
Bunun zıddına, bir sıkıntıyla karşılaştığında da isyan veya şikâyet yerine; “Bütün kusurlar nefsimdendir. Acabâ hangi kusurum bu sıkıntıya sebep oldu?” düşüncesiyle mânevî durumunu yoklayıp noksanlıklarını telâfî ve ıslâha çalışmalıdır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-87 (ŞÜKÜR)

Allah için dost olan Şakîk-i Belhî ile İbrahim bin Edhem Hazretleri’nin, birbirlerini irşâd için yaptıkları bir gönül sohbeti esnâsında Şakîk-i Belhî Hazretleri sorar:
“–Geçim husûsunda ne yaparsınız?”
İbrahim bin Edhem:
“–Bulunca şükreder, bulamayınca sabrederiz!..” der.
Şakîk-i Belhî Hazretleri:
“–Bunu, Horasan’ın köpekleri de yapar!” deyince, bu defa İbrahim bin Edhem sorar:
“–Ya siz ne yaparsınız?”
Şakîk-i Belhî Hazretleri şu cevabı verir:
“–Bulursak şükredip infâk eder, bulamadığımızda yine şükredip sabrederiz.”
Hak dostları, Cenâb-ı Hakk’ın sayıya gelmez nî­met­leri karşısında ne kadar şükretseler az olduğunun şuuruyla her hâlükârda ve dâimâ şükürlerini artırma gayreti içinde olmuşlardır. Zira şükür; kulun nâil olduğu nîmetlere mukâbil, onları ihsân eden Rabbine, özüyle, sözüyle ve davranışlarıyla hâlisâne bir kulluk hayatı yaşamasıdır.
ŞÜKRÜ GEREKEN NÎMET;
ŞÜKREDEBİLMEK

Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nîmetleri karşısında O’na ne kadar şükretsek, yine de şükür borcumuzu tam olarak ödeyemeyiz. Nitekim Hak dostlarından Mehmed Emîn Efendi, talebelerinden birine yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:
“…Bir nefeste iki nîmet vardır (birincisi nefesi alabilmek, ikincisi aldığı nefesi verebilmek). Bunun için her nefese iki şükür lâzımdır. Her saat bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere yirmi dört saatte kırk sekiz bin şükür gerekir. Bir insan bütün işlerini bırakıp «şükür, şükür» diyerek Allah Teâlâ’ya devamlı hamd ve şükretse, yine de şükrün hakkını veremez. Mâlûm oldu ki, Allah Teâlâ’ya şükrün binde birini edâ edemez.”
Kulun şükür husûsundaki bu mutlak aczi yüzündendir ki, rivâyete göre Mûsâ u Cenâb-ı Hakk’a:
“–Yâ Rabbi! Sana şükrüm, Sen’den bana verilen ayrı bir nîmettir ki, o da ayrı bir şükür ister. (O hâlde Sana lâyıkıyla nasıl şükredebilirim?)” dedi.
Allah Teâlâ, Mûsâ u’a şöyle vahyetti:
“–Her nîmetin Ben’den olduğunu bildiğin vakit, Ben de bu bilgini şükür olarak kabul ederim.” (İhyâ, IV, 163)
Bütün nîmetlerin Hak’tan olduğunu bilmekle birlikte o nîmetlerin bize ulaşmasına vesîle olanlara teşekkür etme nezâketini göstermek de, Hakk’a şükrün mühim bir şartıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allâh’a şükretmiş olmaz.” buyrulmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 11/4811; Tirmizî, Birr, 31)
Şükür, insanlık aynasıdır. İnsanlara teşekkür, bir nezâket ve ahlâk meselesi olduğundan başka, mecazdan hakîkate geçmenin de bir alıştırmasıdır. Çünkü Hâlık’ı unutmamak şartıyla insanlara olan teşekkür, neticede yine Hâlık’a râcîdir.
Şükür ehli bir kula, yalnız nîmetlerin kadrini bilmek yetmez. Şükür, nîmetlerin asıl sahibini tanımak ve O’na kullukta bulunmaktır. Yani nîmetler, tefekkür ufkunu genişleterek kulu Rabbine sevk etmeli, bu vesîleyle kalpler de muhabbet ve mârifetullâh’a is­ti­kâ­met­len­­me­lidir.
Bizlere çok kıymetli bir hediye gönderen hayır sahibini unutarak, sadece hediyeyi getiren zâta teşekkürle iktifâ etmemiz, ne kadar tuhaf ve yanlış ise; nimetleri bize ulaştıran sebeplere bağlanıp asıl müsebbibi, rızka takılıp Rezzâk’ı unutmak da, o kadar büyük bir nankörlüktür. İnsan için, nîmetlerin gerçek sahibini, yani Allah Teâlâ’yı unutmak kadar bü­yük bir ayıp ve kayıp tasavvur olunamaz.
 

kalbiminurlandır

Eposta Onaylanmamış Üyeler
Katılım
7 Tem 2008
Mesajlar
4,040
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:

“Nimetlerine, ihsanlarına nâil olunca, Allâh’a şükret; lutfunu gördüğün kişiye de teşekkür et, onu an! İşte bu yüzdendir ki, Cenâb-ı Hak; «Peygamber’e salevât getirin!» buyurdu. Çünkü Hazret-i Muhammed r mü’minlerin dönüp başvurdukları, müstesnâ ve emsalsiz varlıktır!”

Yâ Rabbî! Peygamberler Sultânı Efendimiz r’e ümmet olma şerefinin şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi cümlemize nasîb eyle! Üzerimizdeki nîmetlerini artır! Şükrümüzü daha da ziyâde kıl! Bizi gerçek şükür ehlinin makâmına ulaştıracak bir şükür hâlini, gönüllerimize ilhâm eyle!
Âmîn…



değerli bülent abimiz Osman Hocamızın eserlerini burada paylaşmanız çok güzel olmuş.
Cenab-ı Hakk razı ve hoşnut olsun sizden inşallah.

hayırlı bayramlar.
selamunaleykum
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:

“Nimetlerine, ihsanlarına nâil olunca, Allâh’a şükret; lutfunu gördüğün kişiye de teşekkür et, onu an! İşte bu yüzdendir ki, Cenâb-ı Hak; «Peygamber’e salevât getirin!» buyurdu. Çünkü Hazret-i Muhammed r mü’minlerin dönüp başvurdukları, müstesnâ ve emsalsiz varlıktır!”

Yâ Rabbî! Peygamberler Sultânı Efendimiz r’e ümmet olma şerefinin şükrünü lâyıkıyla îfâ edebilmeyi cümlemize nasîb eyle! Üzerimizdeki nîmetlerini artır! Şükrümüzü daha da ziyâde kıl! Bizi gerçek şükür ehlinin makâmına ulaştıracak bir şükür hâlini, gönüllerimize ilhâm eyle!
Âmîn…



değerli bülent abimiz Osman Hocamızın eserlerini burada paylaşmanız çok güzel olmuş.
Cenab-ı Hakk razı ve hoşnut olsun sizden inşallah.

hayırlı bayramlar.
selamunaleykum

VE ALEYKÜM SELAM DEĞERLİ KARDEŞİM RABBİM SİZDENDE RAZI VE HOŞNUT OLSUN İNŞAALLAH.OSMAN NURİ HOCAMIZIN ESERLERİNİN HAYATIMIZDA İSTİKAMET BELİRLEMEK YÖNÜNDE FAYDALI OLACAĞI GÖRÜŞÜNDEYİM DİLERİM CÜMLEMİZ FAYDALANIR HAYATIMIZA YANSITIRIZ.SELAM VE DUA iLE
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-88 (ŞÜKÜR)

ŞÜKRÜN
KISIMLARI

Makbûl bir şükür, yalnızca sözle ifâde edilen şükür değildir. Gerçek bir şükür, birbirine bağlı üç unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hâl ve ameldir.
–İlim; bütün nimetlerin Hak’tan geldiğini bilmektir.
–Hâl; nîmetlerin gerçek sahibine karşı tâzim, hürmet ve muhabbet duymaktır.
–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvâl üzere yaşayıp şükrü kavlen ve fiilen ifâde etmek, nîmetleri Hakk’ın rızâsına uygun olarak kullanıp O’na isyandan sakınmaktır.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, yedi yaşında iken dayısı Seriyy-i Sakatî onu hacca götürür. Harem-i şerîfte gerçekleşen sohbetlerin birinde, şükür hakkında konuşulur. Oradaki âriflerin her biri, kendi görüşlerini beyân ettikten sonra Seriyy-i Sakatî Hazretleri, Cüneyd’e dönerek onun da konuşmasını ister. Henüz çocuk yaşta olan Cüneyd, bir müddet düşündükten sonra şu muhteşem cevâbı verir:
“–Şükür, Allah Teâlâ’nın lutfettiği nîmetle O’na âsî olmamak ve o nîmeti mâsiyete sermâye etmemektir.” (Ferîdüddîn Attâr, s. 318)
Demek ki Allâh’ın lutfettiği nimetleri, O’nun râzı olduğu şekilde kullanmak da şükrü tamamlayan hu­sus­lardandır. Yani dilin şük­rü de gereklidir, fakat kâfî değildir. Şükrün, sâlih amellerle ve haramlardan sakınmakla ispat edilmesi gerekir.
Ayrıca Allâh’ın bizlere ihsân ettiği her uzvun da şükrü vardır. Bu ise, onları Hakk’ın râzı olduğu şekilde kullanmak, haram ve şüphelilerden korumakla olur.
Bişr-i Hâfî Hazretleri bu husûsu şöyle izah buyurur:
“Âzâları içinde yalnız dili ile şükreden kimsenin şükrü az olur. Çünkü gözün şükrü, bir hayır gördüğü zaman onu almak, şer görürse onu örtmektir. Kulağın şükrü, bir hayır işittiği zaman onu ezberlemek, şer işitirse onu unutmaktır. Ellerin şükrü, onlarla hakkı olandan başkasını tutmamaktır. Mîdenin şükrü, helâl ile gıdâlanmak, (akıl ve kalbin şükrü) ilim ve hilm ile dolu olmak; ayakların şükrü de, iyilikten başkasına gitmemektir. Kim böyle yaparsa hakîkaten şükredenlerden olur.”
Unutmayalım ki hepimiz, mahşerde açılıp seyrettirilecek bir ömür kasedi dolduruyoruz. İlâhî hesap gününde, gözümüz, kulağımız, derimiz, velhâsıl bütün uzuvlarımız dile gelip dünya hayatında sahip olduğumuz niyetleri ve işlediğimiz amelleri haber verecek. Bunu âyet-i kerîme şöyle beyân ediyor:
“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.” (Fussilet, 20)
O hâlde düşünmek gerekir ki gözlerimizle ne kadar ilâhî kudret akışlarını duygulu bir şekilde seyredip şükrettik, ne kadar da çirkin nefsânî manzaraları seyrederek günahkâr olduk? Kulaklarımızla ne kadar vahyin, sünnetin, hakkın ve hayrın sesini dinledik, ne kadar da boş ve mâlâyâni şeyleri dinleyerek bu nîmeti ziyan ettik? Vücûdumuzun enerjisini nereye sarf ettik? Onu ilâhî hudutlar içerisinde hayra mı âmâde kıldık, yoksa onunla haram ve kerahatlere mi dûçâr olduk? İşte yarın ilâhî ekranlarda kendi hayat senaryomuzu seyredeceğimizi u­nut­ma­mak îcâb eder.
Diğer taraftan, sıhhatli olmak da, şükrü gerektiren büyük bir nîmettir. Kânûnî Sultan Süleyman’ın;
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…
mısrâları da, bir nefeslik sıhhatin bile, şükrü gereken paha biçilmez bir nîmet olduğunu çok veciz bir sûrette ifâde etmektedir.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-89 (ŞÜKÜR)

DÎNİN YARISI…
Peygamber Efendimiz r buyururlar ki:
“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)
Sabır, değişen şartlar altında muvâzeneyi bozmamak, başa gelen musîbetlere şikâyet etmeden tahammül göstermek, nefsi kulluk vazîfelerini îfâya ve haramlardan sa­kın­maya mecbur kılmaktır.
Şükür ise, Cenâb-ı Hakk’ın sayısız lutuf ve ihsanlarına mukâbil, O’na olan minnettarlığın ifâdesi olan bütün kulluk tezâhürleriyle O’na yönelmektir.
Dînî hayatı hulâsa eden bu müstesnâ mevkiine binâendir ki Abdullâh-ı Ensârî de İslâm’da şükrün ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur:
“Şükür; nîmeti bilmenin ismidir. Zira şükür, nîmeti vereni bilmeye götürür. Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm’de İslâm ve îmâna «şükür» ismi verilmiştir.”
Nîmetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmek demek olan şükrün zıddı da, küfür, yani bütün nîmetlerin Allah’tan olduğu gerçeğini gizlemektir. Yani şükrân-ı nîmetin zıddı, küfrân-ı nîmettir ki, ebedî bir hüsran sebebidir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın İblis ile konuşmasını beyân eden âyetler de, şükrün, yüce dînimizde ne kadar mühim bir yeri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:
İblis, Allâh’ın emrine âsî olup ilâhî huzurdan kovulunca, mühlet istedi. Kendisine, -dünyada insanoğluna yaşatılacak olan imtihan hikmetine binâen- kıyâmete kadar mühlet verildi. O zaman İblis, Hak Teâlâ’ya şöyle dedi:
“…Andolsun onları (insanoğlunu) saptırmak için Sen’in sırât-ı müstakîminin (dosdoğru yolunun) üstüne oturacağım.” (el-A’râf, 16)
Müfessirler, bu âyet-i kerîmedeki “sırât-ı müstakîm/dosdoğru yol”dan maksadın, “şükür yolu” olduğunu ifâde etmişlerdir. Zira tâkib eden âyet-i kerîmede yine şeytan, yapacağı idlâl ve iğvâların neticesini Cenâb-ı Hakk’a:
“…Onların çoğunu şük­re­denlerden bulmayacaksın!” (el-A’râf, 17) şeklinde ifâde etmiştir.1
Şeytanın insanı sürüklemek istediği nihâî nokta, îmansızlık, yani küfürdür. Demek ki, dâimâ Allâh’a şükür hâlinde olmak, bütün nîmetlerin O’nun lutuf ve ihsânı olduğunu îtiraf etmek, O’nun lutfettiği nîmetlerin kadrini bilip onları hayra kullanmak, Cenâb-ı Hakk’ı râzı edip şeytanı kahreden bir kulluk tezâhürüdür.
Şükrün belli bir nihâyeti de yoktur. Allâh’ın sevgili kulları olan peygamberler ve Hak dostları dahî, kâ’bına varılmaz derecedeki yüksek kulluk fazîletlerine rağmen, dâimâ lâyıkıyla şükredememenin endişesi içinde olmuşlardır.
Nitekim Efendimiz r geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılar, ağlamaktan elbisesini ve secde ettiği yeri sırılsıklam ederdi. Kendisine:
“–Yâ Rasûlallâh! Siz’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız bağışlandığı hâlde neden bu kadar kendinizi yoruyorsunuz?” denildiğinde ise:
“–Allâh’a çok şükreden bir kul olmayayım mı?..” buyurmuşlardır.2
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-90 (ŞÜKÜR)

AZLARDAN EYLE!..
Hazret-i Ömer t bir mü’mine rastlamıştı ki o devamlı:
“–Allâh’ım, beni azlardan eyle!” diye duâ ediyordu.
Hazret-i Ömer t o zatın bu duâ ile neyi kasdettiğini anlayamamıştı.
“–Niçin böyle duâ ediyorsun?” diye sordu. O mü’min, şu cevâbı verdi:
“–Allah Teâlâ; «...Kullarımdan şükreden pek azdır.» (Sebe, 13) buyuruyor. Ben de o mes’ûd azınlıktan olmayı talep ediyorum.” dedi.
Bu güzel düşünce karşısında hayran kalan Hazret-i Ömer t:
“–Yazık bana, herkes Ömer’den daha akıllı ve bilgili!” diye hayıflandı. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VII, 81)
İşte o Hazret-i Ömer t ki, hilâfeti zamanında birçok ülke fethedilmiş, Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytü’l-mâl’e akmış, halkın refah seviyesi yükselmişti. Fakat Halîfe Ömer t önceden olduğu gibi zarûret miktarı bir tahsisat ile yetiniyor, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Onun bu hâline dayanamayan yakınları, kızı Hafsa vâlidemizi elçi olarak gönderip, biraz imkânlarını artırmasını ve rahat etmesini arzu ettiklerini bildirdiler. O ise şu cevabı verdi:
“İki dost (Hazret-i Peygamber’le Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz makâmına vardı. İkincimiz de aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misiniz?”3
Yine şükür ehli zenginlerden olan Abdurrahman bin Avf t’ın oruçlu olduğu bir gün, önüne iftar etmesi için birkaç çeşit yemek konulmuştu. O mübârek sahâbî, gözyaşları içinde sofradan kalktı ve şöyle dedi:
“Mus’ab bin Umeyr, Uhud’da şehîd edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyâlık olarak her şey verildi. Doğrusu, hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum.(Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyada mı veriliyor?!)” (Buhârî, Cenâiz, 27)
Görüldüğü üzere onlar, şükrünü îfâ edemeyecekleri endişesiyle helâl nîmetleri bile büyük bir ihtiyatla karşılıyorlardı. Hakk’ın huzûrunda hesabını kolayca verebilecekleri asgarî miktarda bir nîmeti kendileri için yeterli görüyorlardı.
Bu hassâsiyetlerden mahrum olanlar ise, Allâh’ın nîmetlerine karşı ekseriyetle gaflet içindedirler. Şükrünü îfâ edip edemeyeceklerini düşünmeden, hırsla dünya nîmetlerini istemeye devâm ederler. Bu itibarladır ki gerçek şükür ehli pek azdır.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-91 (ŞÜKÜR)

İLÂHÎ AHLÂK
İnsaf ve iz’an sahibi her insan, kendisine bir bardak su ikrâm edene bile teşekkürü bir vicdan borcu addeder. Fırsat düştüğünde o şahsın iyiliğine muâdil bir iyilikle karşılık verir. Hâl böyleyken insanoğlunun, bütün nîmetlerin asıl ikrâm edeni olan Rabbine karşı alık ve abus kalması; akıl, iz’an ve vicdan dışıdır.
Öte yandan, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerine muâdil bir iyilikle karşılık verebilmek de, bütün sermâyesi “hiçlik” olan insanoğlu için mümkün değildir. Fakat Cenâb-ı Hak sonsuz lutuf ve merhametiyle bizim en küçük bir hayrımıza bile -ihlâsımız nisbetinde- on mislinden yedi yüz misline kadar fazlasıyla mükâfat vermektedir. Bu, O’nun “Şekûr” sıfatının muktezâsıdır.4 Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
وَاللّٰهُ شَكُورٌ حَل۪يمٌ “…Allah çok mükâfat verendir, cezâlandırmakta acele etmeyendir.” (et-Teğâbün 17)
فَأِنَّ اللّٰهَ شَاكِرٌ عَل۪يمٌ “…Şüphesiz ki Allah (yapılan hayrı) kabul eder (mükâfâtını bol bol verir) ve (o hayrı) hakkıyla bilir.” (el-Bakara, 158)
Cenâb-ı Hak, kullarının sâlih amellerini ve hamd, sabır, şükür, ihlâs ve takvâ üzere yaşadıkları kulluk hayatlarını kabûl edip onlara kat kat fazlasıyla mükâfatlar vererek “Şekûr” ismini tecellî ettirmektedir. İşte bu ilâhî ahlâktan hisse alabilmek için şükre sarılmak, kâmil mü’minler nazarında müstesnâ bir gönül ufkudur.
Nitekim Nûh -aleyhisselâm- hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا “…Şunu bilin ki Nûh çok şükreden bir kul idi.” (el-İsrâ, 3)
Nuh u bir şey yiyip içmesinden elbise giymesine kadar, her hareketinde dâimâ Cenâb-ı Hakk’a hamd ederdi. Giyinirken, yerken, içerken “besmele” çeker; yediğini bitirince veya giydiğini çıkarınca da “elhamdülillâh” derdi. Bunun için Cenâb-ı Hak ona “عَبْدًا شَكُورًا: şükreden bir kul” ismini vermiş ve şükrü teşvîk için onun bu fazîletini bütün in­sanlığa örnek göstermiştir.5
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-92 (ŞÜKÜR)

HER HÂLÜKÂRDA
ŞÜKÜR!..

Hakk’ın rızâsına kavuşmak, O’nun takdîrine râzı olmayı ve yalnızca varlıkta değil, darlıkta da şükretmeyi gerektirir. Yani şükür, hayatın şartları değişse de mü’minin değişmez ve sarsılmaz bir kalbî hasletidir.
Eyyûb u’ın hâli, bu hususta çok ibretli bir misaldir:
Hanımı Rahîme Hâtun Hazret-i Eyyûb’a:
“–Sen bir peygambersin. Duân makbûldür. Çok muzdarip bir hâldesin. Duâ et de şifâya nâil ol.” dedi.
Eyyûb u ise şu mânidar cevâbı verdi:
“–Rabbim bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz seksen sene olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Hâl böyleyken Cenâb-ı Hak’tan sıhhat talep etmeye teeddüp ederim.”
Eyyûb u sıhhat içinde geçirdiği ömrünün şükrünü ödeyememiş olmanın mahcûbiyeti içinde Rabbinden şifâ istemeye teeddüb etmişti. O’nun şükür ve sabrına mukâbil, “Şekûr” olan Cenâb-ı Hak, yani ecir ve mükâfâtı kat kat fazlasıyla lutfeden Rabbimiz, ona eskisinden çok daha yüksek derecede bir sıhhat, bolluk ve bereket ihsân eyledi.
Şükrün o has kullardaki yüksek tezâhürünü, şu misal, ne güzel ifâde eder:
Hazret-i Râbia’ya sordular:
“–Allah, kulundan ne zaman râzı olur?”
Şöyle dedi:
“–Iztırap ve mihnet içindeyken bile, nîmet içindeymiş gibi şükrettiğinde...”
İşte kâmil mü’minler, şükrün sadece rahatlık zamanlarına has bir ibâdet olmadığını yakînen bilirler. Başlarına ne kadar ağır iptilâlar gelse de, Hakk’a şükretmek, on­­­­la­­r­da bir tabiat-ı asliye hâline gelmiştir. Bu yüzden onlar, ilâhî imtihan muktezâsı o­la­rak karşılarına çı­kan sıkıntılardan şi­kâ­yet etmek yerine, bunların daha ağırından kendilerini koruduğu için Rab’lerine şükretme fazîletini sergilerler.
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
52
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-93 (ŞÜKÜR)

GERÇEK NÎMET…
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ben’i zikredin; Ben de sizi zikredeyim! Bana şükredin; sakın küfrân-ı nîmette bulunmayın!” (el-Bakara, 152)
“…Eğer şükrederseniz, elbette size olan (nîmetlerimi) artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” (İbrahim, 7)
Şükretmek, nîmetlerin bereketlenmesine ve­sî­le­dir. Şükürsüzlük ise, küfrân-ı nîmettir, nankörlüktür, bereketsizliğe, nîmetlerin geri alınmasına ve Allâh’ın gazabına sebeptir. Bu hususta Fudayl bin Iyaz -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurmuştur:
“Şükre devam edin. Zira bir kez elden giden nîmetin geri dönmesine pek az rastlanır.” (İhyâ, IV, 232)
Şükür bahsinde Hak âşıklarının durumu ise, nîmetlerin artması veya eksilmesi kaygılarından âzâdedir. Onlar için mühim olan, o nîmetler vesîlesiyle şükrederek Cenâb-ı Hakk’a yakınlıklarını artırabilmektir.
Mevlânâ Hazretleri bu hakîkati ne güzel izah eder:
“Nîmete şükretmek, nîmetten daha hoştur. Şükrü seven kimse, şükrü bırakır da nîmet tarafına gider mi hiç?.. Seni dostun kapısına ancak şükür götürür. Nîmet, insana uyanıklığın zıddına gaflet de verebilir. Şükretmek ise dâimâ uyanıklık getirir. Sen aklını başına al da şükür nîmeti ile gerçek nîmeti avla!”
ŞÜKRÜ TELKİN EDEN AY…
Her ibâdet, kulun men­faati îcâbıdır. Bu sebeple bilhassa Ramazân-ı şerîfi şükran hisleriyle karşılamak îcâb eder. Zira Ramazan olmasaydı kimse orucun feyzinden istifâde edemezdi. Bunun için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Ayrıca bu mübârek ayda çok küçük gayretlere bile çok büyük ecirler verilmektedir.
Ramazân-ı şerîf, yaşattığı oruç terbiyesiyle, muhtaçların hâlinden anlamayı öğreten, nefislerin ihtirâsını dizginleten, sabrı tâlim eden, nîmetlerin kadrini hatırlatarak hamd ve şükre sevk eden müstesnâ bir mânevî kazanç mevsimidir.
Bu mübârek ayda tuttuğumuz oruçlar, bizlere bir bardak suyun, bir lokma ekmeğin bile aslında ne büyük nîmetler olduğunu hatırlatıyor. Üzerimizdeki sayısız nîmetlerin şükrünü ne kadar ödeyebildiğimizin muhâsebesine sevk ediyor.
Lâyıkıyla ihyâ edilen bir Ramazân-ı şerîf, günahların affına vesîledir. Nitekim Allah Rasûlü r buyurur:
“…Ramazân’ı idrâk edip de bağışlanmamış olan kimseye yazıklar olsun! Kişi Ramazan’da da bağışlanmaz ise, peki ne zaman bağışlanacak?!” (İbn-i Şeybe, Musannef, II, 270; Heysemî, Mecma, III, 143)
Ayrıca içinde bulunan bin aydan hayırlı Kadir gecesiyle Ramazan, müstesnâ bir kazanç mevsimidir. Hazret-i Mevlânâ bu nîmetin kadrini bilmek husûsunda şu ikazda bulunur:
“Ramazan geldi, artık maddî yiyeceklerden elini çek ki, gökten mânevî rızıklar gelsin. Bu ay, gönül sofrasının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatâlarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îmân ile dolduğu aydır.”
Bu mübârek ayın şükrünü îfâ edebilmek de büyük bir dikkat ve îtinâ ister. Nasıl ki şükür, sırf sözle olmayıp bütün uzuvların da şükre iştirâk etmesi gerekliyse, oruç ibâdeti de sadece mîdeye tutturularak kâmil mânâda edâ edilemez. Midenin açlığına ilâveten, dil, göz, kulak gibi diğer uzuvları da günahlardan muhâfaza etmek zarûrîdir ki oruç cehenneme kalkan olsun.
Yine bu mübârek ayda, iç dünyamızı yoksul ve kimsesizlere açmak, yalnızların yanıbaşında olmak, merhametimizi artırmak; sadakaları, fitre ve zekâtları severek ve cân u gönülden vermek, verirken alana teşekkür edâsı içinde bulunmak, muhtacı minnet yükü altında bırakmamak; namazlarımızı, teheccüdleri, terâvihleri Rabbimizle müstesnâ bir mülâkat vasfında kılmak îcâb eder. Yalnızca ümmet-i Muhammed’e has olarak lutfedilmiş olan Kadir gecesinin kadrini bilmek için de, Cenâb-ı Hakk’ın ebedî saâdet vaad ettiği bu nîmetlere şükür duyguları içinde bulunmak şarttır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt